|
|
Faruk ÇAKIR |
Şükürler olsun |
|
Ramazan, teravih, iftar derken; mübarek Ramazan Bayramı’nı da geride bırakıyoruz. Her bayram olduğu gibi bu bayramda da “bayram ve tatil” konusunda çok değişik değerlendirmeler yapıldı.
Ortaya çıkan umumî kanaate göre, “bayram”ları “tatil” olarak görmek doğru değil.
Türkiye’yi idare edenler de bayramların ‘tatil’ olarak anlaşılmasına haklı olarak itiraz ediyorlar, ama bir yandan da ‘resmî tatil’ günlerini uzatarak, bu yanlış kanaatin yaygınlaşmasına sebep oluyorlar.
TBMM Başkanı Köksal Toptan, haklı bir hatırlatma yaparak; ‘’Bugünler, (...) çocukların çok sevileceği ve sevindirileceği, büyüklerimizin hatırlarının sorulacağı günler olarak değerlendirilmelidir’’ demiş.
İçeride bu değerlendirmeler yapılırken, başta İslâm dünyası olmak üzere bütün dünyada farklı bir bayram coşkusu yaşanıyor. Gerçi bu da ilk defa yaşanmıyor, ama gelen haberlere bakılırsa coşku her bayram biraz daha artıyor. Örnek olması bakımından bazı ülkelerde yaşanan bayram coşkusu haberlerini hatırlamak lazım:
Tayvan: Tayvan’da Müslümanlar bayram namazı için camileri doldurdular. Başkent Taipei’deki, Taipei Ulu Camii’nde Tayvanlılar’ın yanı sıra Pakistanlı, Türk, Ganalı Müslümanlar da saf tuttu. Camiye sığmayan cemaatin bir kısmı namazı avluda kılmak zorunda kaldı. Müslümanlar namaz sonrasında avluda bayramlaşırken ikram edilen yiyeceklerden de tattılar.
Kosova: Bağımsızlığını 17 Şubat’ta ilan eden Kosova’da ilk Ramazan Bayramı coşkuyla kutlanıyor. Sabah erken saatlerde camileri tıklım tıklım dolduran Kosovalılar, yer bulamayınca avlulara taştılar. Prizren’deki Bayraklı Camii’nde yapılan konuşmalarda bağımsız Kosova’da bu ilk bayramın herkese hayır ve mutluluk getirmesi temenni edildi.
Romanya: Dopdolu geçen Ramazan ayının ardından yaşanan bayram coşkusu Romanya’yı da sardı. Müslüman azınlığın yaşadığı Dobruca bölgesinin yanı sıra başkent Bükreş’te ibadethaneler doldu taştı. Cami bahçeleri, kırgınlıkları unutup dostluklarla kenetlenen insanların birbirlerini kutlamalarına sahne oldu. Bükreş’te camiye sığmayanlar, havanın güzel olması nedeniyle bahçeye serilen kilimlerde Bayram Namazları’nı eda etti.
Çin: Çin’in başkenti Pekin’de yaşayan Türkler, vatanlarından 10 bin kilometre uzaklıkta Ramazan Bayramı’nı kutladı.
Irak: Kan ve göz yaşı ülkesine dönüşen Irak’ta tüm İslam âleminde kutlanılan Ramazan Bayramı’nda Kürdünden Türkmenine, Şiisinden Sünnisine kadar herkes camileri tıklım tıklım doldurarak, ülkeye huzur ve kardeşlik gelmesi için dua etti.
Azerbaycan: Bakü’deki Şehitlik Camisi başta olmak üzere şehirdeki bazı camilerde yoğun ilgi sebebiyle bayram namazı 2-3 kez kıldırıldı.
Almanya: Almanya’nın başkenti Berlin’de ve çeşitli şehirlerde Ramazan Bayramı, Müslümanlar arasında coşkuyla kutlandı. Berlin Şehitlik Camisine bayram namazı için gelen vatandaşlar camiye sığmayınca, cemaatin bir bölümü cami avlusunda namaz kılmak zorunda kaldı.
Elbette dünya üzerinde yaşanan bayram coşkusu bu ülkelerle sınırlı değil. Çok sayıda ülkede bu ve benzerî görüntüler tekrarlanmıştır. Mesela, gözden uzak olan Myanmar’da da büyük bir ihtimalle Müslümanlar camileri doldurmuş ve sokaklara taşmıştır. Teravihlerde dolan Yangon Merkez Camii, bayram namazında boş mu kalır?
Camilere sığmayan bu coşku, inşallah kalplerin fethiyle neticelenecek...
01.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Âlem-i İslâmın büyük bayramının arefesi” |
|
Zira dehşetli savaş ve felâketlerle, “beşerde (insanlıkta) hâsıl olan intibâh-ı kavi (kuvvetli uyanış) cihetiyle” kat’iyyen dinsiz bir milletin yaşayamayacağı açıkça anlaşılıyor.
Ve “Rus dahi dinsiz kalamaz, geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak hakîkata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi iknâ eden Kur’ân ile bir musâlâha (barış) veya tâbî olabilir. O vakit dörtyüz milyon ehl-i Kur’ân’a (Müslümanlara) kılınç çekemez” mânâsı hükmetmeye başlıyor. (Emirdağ Lâhikası, 311)
İslâmiyetin bayrağının dalgalandığı bayram…
Yapılacak olan, insanlığı Kur’ân’ın bu büyük bayramına hazırlamaktır. Beşer elinin karıştığı ve karıştırdığı, bulaşıp bulaştırdıklarından madden ve mânen arınmaktır. İnsanlığın gerçek bayramının mânevî kirlerin silinmesine, Müslümanlar üzerindeki kara bulutların temizlenmesine, yer küresinin inkârcı ve maddeci tortulardan, küresel zulüm ve tahribattan arınmasına çalışmaktır.
Menfaati esas alan ve nefis ve hevesini tatminden başka bir şeyi düşünmeyen maddeci zihniyetin türettiği mimsiz medeniyetin ve inkârcı felsefenin telvis ettiği yeryüzünü zulüm ve ahlâksızlığın pisliklerinden temizlemektir. Kafaların ve kalplerin kâinattaki pâklığa, sâfîliğe, nurâniliğe, nezâfete ulaşmak ve hakikî bayramlara lâyık olabilmektir. (Lem’alar, 487)
Kâinatın Yaratıcısından yeryüzünün her türlü inkâr, ifsad, zulüm ve zulmetten temiz olmasını istemektir. Küresel zulüm ve zulmetlerden, maddî ve mânevî çevreyi tahrip kirlerinden, süprüntülerden temizlemek; kirsiz, bulaşıksız, ufûnetsiz bir dünyaya kavuşmaktır.
Müthiş mânevî tahribat ve kirlenmeyi, “ahlâkta ve hayatta zulmetli (karanlıklı, inkârcı) bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizliğin fesada ve ifsadı”ndan pâklanmaktır. (Kastamonu Lâhikası, 110-112)
Bundandır ki müsbet ilimlerin, adalet ve hakkaniyetin hükmetmesiyle, “nev-î beşer (insanlık) bütün bütün aklını kaybetmeden ve maddî ve mânevî bir kıyamet başına kopmadan” Kur’ân-ı tanımaya ve anlamaya yöneliyor…
Mû’sibetlerin arkasına gizlenen, hâdiselerin zâhirî perdeleri ardına saklanan pek çok mânevî çiçeklerin inkişâfı” için tertemiz mânevî bayramların gelmesini gözlüyor. (Emirdağ Lâhikası, 32)
İsm-i Küddus’ün tecellisiyle bayram temizliğini, dünyanın son mânevî baharındaki bayramında da yapmasına yalvarıyor. Her türlü “zulmetli anarşiliğin ve zulümlü dinsizliğin fesadını ve ifsadı”nı ifna edecek, Kur’ân güneşinin âlemi mânevî nuruyla aydınlatmasını niyâz ediyor.
İslâm âlemine, mâsum ve mazlûmların hakkına göz diken, her türlü mukaddesi ve insanlığı pis çıkarlarına kurban eden bugünün sinsî zâlimlerin zulümlerinin âlemden silinmesini Adil-i Mutlak’tan bekliyor.
“Her kıştan sonra bir baharı ve her geceden sonra bir nehârı (gündüzü)” yaratan İlâhî rahmette lâyık maddî ve mânevî temizlik ve tanzifi gözlüyor. İnsanlığı madden ve mânen boğan, bunaltan ve bulandıran, inançsızlığın, ahlâksızlığın, kanlı zulüm müzehrefatının istihâlesini diliyor.
Bu baharı ve bayramı, “Onun rahmetinden ucuz ve dağdağasız vermesini, bize pahalı satmamasını” ümid ediyor… (Lem’alar, 156)
Zira, daha bir asır önce ecnebilerin işgal ve istilâsı altında bulunan İslâm âlemi, Bediüzzaman’ın verdiği mânevî haberle, “Şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dört yüz milyon (şimdi bir buçuk milyar) Müslümanı birbirine kardeş ve maddî ve mânevî yardımcı yapan ittihad-ı İslâmın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlaması”yle gerçekleşti, gerçekleşiyor…
İnsanlık, “Âlem-i İslâmın büyük bayramının arefesi”nde “büyük bayramı” bekliyor… (Emirdağ lâhikası, 336)
* * *
Âlem-i İslâmın büyük bayramının arefesi olması niyâzıyla, bayramınızı tebrik ederim. C.İ.
01.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
İlâhî ilmin her şeyi kuşatması |
|
Ezelî ve ebedî bir hayatın sahibi olan Cenâb-ı Hakkın, sübûtî sıfatları içinde sayılan sonsuz bir ilmi vardır.
O ilim sıfatı, sâir sıfatlar gibi Allah’ın zâtındandır. Ondan ayrı olması düşünülemez. Nasıl ki, güneşin zâtı olup, ışığı bulunmamak mümkün değilse,umum mevcudâtı intizam ile îcat eden zâtın ilmi olmaması binler derece daha mümkün değildir.
Kur’an- ı Kerimde “O, kalplerden geçen en gizli sırları bilir.” “Gerçek bilgi ancak, Allah katındadır.” “Gaybı, Allah’tan başkası bilemez.” “O, her şeyi hakkıyla bilir”mealindeki nice âyetler, Allah’ın sonsuz, her şeye nüfuz eden ve her şeyi kuşatan bir ilme sahip olduğunu bildirir. Hiçbir şey ondan gizlenemez. Her şey daire-i nazarındadır ve her şeye nüfuzu vardır. Sonradan yaratılmış olan güneşin ışık ve ışınları her yere nüfuz ederse ve röntgen şuâlarından hiçbir şey gizlenemezse, elbette Allah’ın zâtından olan ve her şeyi kuşatan sonsuz ilminin nurundan hiç bir şey hâriç kalamaz ve saklanamaz.
İlâhî ilmin varlığına ve her şeyi kuşattığına had ve hesaba gelmez deliller vardır. Bunun böyle olduğuna her varlıktan şahitler getiren Bediüzzaman, o ilm-i muhitin vücudunu cerh edilmez delillerle ispat etmiştir. Ezcümle: bütün mevcudatta görünen umum hikmetler o ilme işâret eder. Zira, gayeler, maksatlar ve faydaları takip ederek iş görmek ancak ilim ile olur. Kör tesadüf ve cansız sebeplerin işi olamaz. Meselâ, insanın diline hem konuşma, hem yediklerini yutma, hem de on binden fazla farklı tatları tanıma vazifelerini ve gayelerini yüklemek yalnız muhit bir ilmin işi olabilir.
Keza, bütün mevcudattaki süslü ve ziynetli yapılışlar yine o ilme işâret eder. Kuşların, balıkların, sinek ve kelebeklerin, meyve ve çiçeklerin, hususan her insana has güzelliklerin verilmesi, o nihayetsiz ilmi gösterir. Lütuf ve ihsanla iş gören, elbette yaptıklarını bilir ve bilerek yapar.
Keza, ölçülü ve intizamlı bir keyfiyette yaratılan umum mevcudat bir ilm-i muhite işâret eder. Çünkü, intizam ile, ölçü ile iş görmek ilim ile olabilir. Meselâ, bir terziye gidildiği zaman hemen elbiseyi yapmaz. Önce, ilmine dayanarak çeşitli ölçüleri alır ve birkaç provadan sonra elbiseyi ortaya çıkarır. Terzilik ilminden habersiz bir insanın dikeceği elbise, istenilen sonucu vermez.
Keza, bütün canlılara, her birisine münasip bir tarzda ve uygun vakitte, hem de ummadığı bir yerden rızkını vermek, yine Allah’ın her şeyi kuşatan ilmine şahitlik eder. Çünkü, rızkı veren, rızka muhtaç olanları bilecek ve ihtiyacını idrak edecek ki, rızkını versin. Bilmeyen bunu nasıl verir? Meselâ, yeni doğmuş bir yavruyu yaratan ve onun muhtaç olduğu rızkın ne olduğunu bilen bir zât ancak anasını bir süt fabrikası gibi yaparak o yavruya hizmetkâr edebilir ve münasip bir vakitte rızkını gönderebilir.
Keza, bütün canlıların bilinmezlik içinde belli bir kanuna bağlı olan ecelleri ve ölümleri yine o ilm-i muhiti gösterir. Çekirdeklerin içindeki şifrelerin muhafazası ve taze bir hayata dönüştürülmesi de Allah’ın ilminin her şeye taallûkuna işâret eder.
Keza, bütün mevcudatı içine alan ve lütuf ve ihsanlarda bulunan geniş rahmet dahi o ilmi gösterir. Çünkü, yer yüzündeki nebatata yağmur ile yardım eden bir zât, elbette onların ihtiyacını görür, yağmurun onlara lüzumunu derk eder, sonra gönderir.
Keza, eşyanın tam bir kolaylık ve çabuklukla yapılması yine Allah’ın her şeyi kapsayan ilmini gösterir. Çünkü, ne kadar çok bilinirse, o kadar çabuk ve kolay yapılır. Nispeti ilim ile orantılıdır.
Elbette, böyle her şeyi kuşatan bir ilim sahibi, insanların da yaptıkları bütün amelleri görür ve insanların neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir ve hem bu dünyada, hem de özellikle öbür âlemde ona göre muamele edecektir.
Not: Bayramınızı tebrik eder, alem-i islâma hayırlar getirmesini Cenab-ı Haktan niyaz ederim. S.C.
01.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bayramı bayram yapmak |
|
Byramlar sevinç ve mutluluk günleridir. Elbet bu sevinç ve mutluluk, bayrama hakkı verildiğinde söz konusudur.
Peki, bayramda sergilenen oyun ve eğlencelere ne diyeceğiz? Şüphesiz insanın oyun ve eğelenceye de ihtiyacı vardır. Ancak meşrû dairede kalmak şartıyla. Her şeyden önce bunlar insanı gaflete atmamalıdır.
Mü’min şuurlu insandır; neyi ne zaman ne kadar yapacağını çok iyi bilir. Helâl daireyi aşmaz, kendini kaybetmez, gaflete dalıp yaratılış gayesine ters tutum ve darvanışlara girmez. Bayramlarda Allah’ı zikre, anmaya, şükre çokça teşvik yapılmasının sebebi gaflet perdesini yırtmak için değil midir? Tâ ki bayram sevinci şükre dönüşsün, nimet devam edip artsın. Çünkü şükür nimeti arttırır, gafleti dağıtır.
Mü’min Ramazan boyunca bir nev’î melekleşti; ruhen, kalben, bedenen olgunlaştı. Şeytanın elini, ayağını, dilini bağladı.
Ancak bu sadece Ramazan’a mahsus kalırsa, yine günahlara dalınırsa bu defa kalp, ruh ve beden ağlarken şeytan bayram yapar.
Bayram öncesi yiyecek, içecek, maddî yardım gibi yollarla desteklenen fakirler bayram günleri de sevindirilmeli, bayram neşesine onların da katılmasını sağlamalı. “Akrabası olsun olmasın, yetimi himaye edip kollayan kimseyle Cennette şu iki parmak gibi birlikte olacağız”1 buyuran, dul ve yoksulların ihtiyaçlarını karşılayan kimsenin Allah yolunda cihad eden kimse gibi olduğunu bildiren2 Allah Resûlü (asm) her konuda olduğu gibi bu konuda da çok güzel örnekler sunmuştur. Bir bayram sabahı mescidden çıkışta çocukların cıvıl cıvıl oynadıklarını, ama bir çocuğun oyuna katılmayıp kenarda oturmuş ağlamakta olduğunu gördüğünde yanına yaklaşmış, niçin ağladığını sormuş, isminin Beşir olduğunu söyleyen çocuk içini şöyle dökmüş: “Babam falan zaman Hz. Peygamberle birlikte savaştı. Annem de bir kocaya vardı. Benim ise kimsem yok” dediğinde onun gözyaşlarını bakın nasıl silmiş Allah Resûlü (asm), “Ben baban, Ayşe annen, Ali’yle Fatıma da kardeşlerin olsun istemez misin?” Çocuk karşısındakinin Efendimiz (asm) olduğunu anlamış, sevinçle, “Nasıl istemem ya Resûlallah!” demiş.
Allah Resûlü (asm) de, “Gel öyleyse!” deyip onu elinden tutmuş, Hane-i Saadetlerine götürmüş, Hz. Ayşe’ye çocuğun üzerini yıkayıp yeni elbiseler giydirmesini, karnı doyurmasını istemiş. Güzel elbiseler giyip, karnını doyurup sonra da arkadaşlarının yanına oyuna gitmiş Beşir. Onu yeni elbiseler ve sevinç içinde gören arkadaşları sebebini sormuşlar, oda durumu anlatmış, çocuklar bir ah çekip, “Keşke bizim de babamız falan savaşta şehit olsaydı da Hz. Muhammed (asm) gibi babamız, Hz. Ayşe gibi annemiz, Hz. Fatıma ve Hz. Ali gibi kardeşlerimiz olsaydı!” demekten kendilerini alamamışlar.
Bu noktada içinde bir sıkıntı bulunduğunu söyleyen bir Sahabîsine Allah Resûlünün (asm), “Yetimin başını okşa!” buyurduğunu da hatırlatalım. Bayram işte o zaman tam bayram olur.
Dipnotlar: 1- Müslim, Zühd: 42., 2- Müslim, Zühd: 41.
01.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Lâle Devrini bitiren hadiseler |
|
Geleceğe yatırım yapmaktan ziyade yaşanan zamanın rahatını, zevkini, hazzını dikkate alarak hayatı tanzim etme anlayışının ağır bastığı bir dönem olarak tarihe geçen Lâle Devrini (1718–30) bitiren hadiselerin başında, hiç şüphesiz Patrona Halil İsyanı (28 Eylül–1 Ekim 1930) gelir.
Ancak, bu isyan hareketinin öncesi ve bilhassa sonrasında yaşanan çarpıcı daha başka hadiseler vardır ki, bunların da Lâle Devrini sonlandırmada bir hayli tesiri olmuştur.
Şimdi, dehşet verici bu hadiseler zincirine kısaca bir nazar gezdirelim.
Lâle, san'at kadar
rahavetin de sembolü oldu
Bu devrin baştacı edilen sembolü lâle bitkisisinin görünümü, hemen bütün san'at dallarına damgasını vurdu.
Taşa, mermere, ahşaba kazınan, kâğıda resmediler lâle motifi, devletin merkezi olan İstanbul'da alabildiğine revaç bulmasına rağmen, taşrada, yani merkezin dışındaki şehir ve kasabalarda fazla bir itibar görmedi. Dolayısıyla, Lâle Devrinin hayata zevklerine yansıyan kısmının sadece İstanbul ve yakın çevresiyle sınırlı kaldığı söylenebilir.
Bu dönemde, san'at ve medeniyet sahasında ciddî bir ilermenin olduğu tarihî bir vakıadır. Mimariden matbaacılığa, gemicilikten ressamlığa ve güzel hat san'atına varıncaya kadar, en ince zevklere hitap edecek derecede eserler vücuda getirildi.
Ancak, bir yandan da o devrin devletlûları ile kalburüstü zenginlerinin rahata meylettiği ve rehavete düştüğü de inkâr edilmez bir gerçek.
Üstelik, rehavete düşenlerin başında Sultan III. Ahmed geliyor.
Tam 27 senedir Osmanlı tahtında oturan III. Ahmed, bir kez olsun ordunun başına geçmiş ve sefere iştirak etmiş değil.
Oysa, ordunun başkomutanı padişahtır. Başkomutanın bunca zaman ordudan uzak durması ve adeta bütün hayatını Topkapı Sarayı ve çevresinde geçirmesi, orduda ve bilhassa Yeniçeriler arasında ciddî bir hoşnutsuzluk meydana getirdi.
Bu arada, uzun zamandır Müslümanlara zulmeden İran Safevî devletinin üzerine gidilmemesi, bu hoşnutsuzluğu zirve noktasına getirdi.
Padişah, sözde sefere çıkmak maksadıyla, Topkapı'dan Üsküdar'daki askerî karargâha gitti. Ancak, burada öteye bir adım olsun atmadı, atamadı.
Bu hal, tam 57 gün devam etti. Padişah, sefere çıkmamak için her türlü bahaneyi gecikmeye bir engel olarak yorumladı.
Ne var ki, onun bu tutumu pusuda bekleyen isyancıları daha da tahrik ederek ortalığı ateşe vermelerine sebebiyet verdi.
Patrona ve avaneleri
Hem Yeniçeri Ocağına kayıtlı, hem de hamam işleten Patrona Halil ve adamları 28 Eylül (1730) gününden başlayarak, İstanbul'un hemen her tarafını kundaklayarak büyük yangınlar çıkartı.
Bir yandan da, etrafına toplatığı çapulcu sürüleriyle hem zahire ambarlarını yakan, hem de "Kıtlık vaaar!" diye ortalığı velveleye veren Patrona, bu isyanının öncelikle Sadrâzam ve diğer hükümet erkânına karşı olduğunu söyledi. Sadrâzaman Nevşehirli Damad İbrahim Paşanın kellesini istemeye başladı.
Gece vakti Üsküdar'dan gizlice Topkapı Sarayına gelen Sultan III. Ahamed, durumun vahametini görünce, isyancılara direnmek yerine onların isteğine uymayı tercih etti. Sadrazam'ı idam ettirerek, cesedini bir öküz arabasıyla isyancılara gönderdi. İsyancılar, Sadrâzam'a ait olmadığını iddia ettikleri bu cesedi, ayrıca at kuyruğuna bağlayarak Saray'a geri gönderdi.
Sadrâzam ve diğer kabine üyelerini gözden çıkaran Sultan III. Ahmed, nihayet sıranın kendisine geldiğini bu vesileyle öğrenmiş oldu.
İsyancılar, "Böyle yalan yanlış işlere tevessül eden bir padişah istemezük. Böyle yalancı biri halife de olamaz" diyerek, padişahın tahtı bırakmasını istediler.
III. Ahmed ise, kendisinin ve aile efradının hayatına dokunulmamak şartıyla tahtı bırakacağını söyledi.
Bu konuda bir anlaşma sağlandı. Osmanlı tahtına 1 Ekim günü Sultan I. Mahmud geçti. Ancak, taraflar arasındaki güvensizlik yine de devam ediyordu. Herkes, eline geçecek bir fırsatı kollamanın düşüncesi, hesabı içindeydi.
Şair Nedim çıldırdı
İsmi Lâle Devriyle özdeşleştirilen Şair Nedim de, isyan gürültüsü esnasında hayatını kaybedenlerden biri oldu.
13 yıldır sadrâzamlık yapan İbrahim Paşa ve yardımcılarının katledilmesine, ardından 27 yıllık padişahın korkarak tahttan feragât etmesine ve İstanbul'un yangın yerine dönmesine şahit olan Şair Nedim, aynı günlerde dengesini kaybederek çıldırdı.
Bazı kaynaklarda, onun bir "illet–i vehime" denilen evham hastalığına yakalanarak vefat ettiği ifade ediliyor.
İsyancılar imha ediliyor
İsyancıların isteği ile Osmanlı tahtına gelen Sultan I. Mahmud, ne yaparsa yapsın onları memnun edemeyeceğini kısa süre sonra anladı.
Nihayet, isyancıların elebaşlarını imha için gizli bir plân hazırladı. 15 Kasım gecesi, mühim bir meseleyi danışmak için onları Saray'a dâvet etti.
Gece vakti Revan Köşkü civarında Patrona'nın da dahil olduğu elebaşılar ansızın derdest edilerek topluca öldürüldü.
Böylelikle, 12 yıllık Lâle Devri ile birlikte 2 aylık Patrona Devri de tarihe karışmış oldu.
01.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hakikat mesleği ve ispatın lüzûmu |
|
Hakikat mesleğinin olmazsa olmaz şartlarından birisi ispat ve mantıkî izahtır.
Ki, zaten Müslümanın mükellefiyeti, sorumluluğu “akıl ve baliğ” olmasıyla başlar. Buna göre mümin, aklın tercihiyle imân dâiresine girer.1 “Akılı olmayanın dini de yoktur” sözü bunu ifâde eder.
Mükellefiyet akıl ile başladığına göre; İslâmiyet körü körüne imân teklif etmez. Müslüman, delile tâbi olarak akıl, fikir ve kalble imân hakikatlerini kabul eder. Başka dinlerin bâzı ferdleri gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmaz.2 Yani, Müslüman doğmatik değildir.
Diğer taraftan gerçeği araştırırken hâdiselerin sırrını, “aklın ışığı ve fen ilimleriyle”3 çözmeye çalışırız. Hakikate, doğruyu ulaşmak da ilim ile olur.4 İlim ise, inceleme ve tecrübelerin mahsulüdür.
Müslüman, bir şeye inanacağı zaman onu sorgular, körü körüne ona yapışmaz. Zira, imanî hükümler, basit bir özet ve taklidî bir tasdikten ibâret değil.5 Vicdânî ve aklîdirler.6 Bundan ötürüdür ki, imânî hükümleri ispat, son derece lüzûmlu. Çünkü, imânın var olup olmadığı (da) sorgu ile anlaşılır.7 Ayrıca, kalbi, kâmil imân derecesine çıkaracak, aklı ikna edecek, susturacak olan da bürhandır,8 akli, mantıki, ilmi delil ve belgelerdir.
Dolayısıyla İslâmiyet, fikir ve inanç hürriyetini hiçbir surette, hiçbir otorite tarafından sınırlandırılmasına müsaade etmemiş: Dinde zorlama yoktur...9 Sizin dininiz size, benim dinim bana.10 Sizi yaratan Odur. Böyle iken, kiminiz kâfir olur, kiminiz mü’min.11 De ki, bu Kur’ân, Rabbinden gelen bir haktır. Dileyen imân etsin, dileyen kâfir olsun.12 Hattâ, peygamberlere bile zorlama imtiyazı, baskı yetkisi tanınmamış: Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette imân ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? 13 Vazifemiz size gerçeği bildirmekten ibârettir.14
Bu ve benzeri âyetler Kur’ân’ın, “dogmatik” değil, “taassuptan” uzak; “salâbetli” ve “müdakkik” bir kafa yapısı istediğini gösteriyor. Yâni, gerçeği delillerle bulduktan sonra ona sımsıkı yapışan; düşünme melekesine sahip, aklı keskin, vicdanı hür, kalbi mutmain bir Müslüman tipi...
Diğer taraftan Kur’ân, mutlaka araştırarak başta kalbimiz olmak üzere sair duygularımızı da doyurmamızı ister: İbrahim Rabbine: ‘Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster’, demişti. Rabbi ona: ‘Yoksa inanmadın mı?’ dedi. İbrahim: ‘Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için’, dedi.15 Bunun da, delilleri serdederek ispat ve izâh gerektirdiği izâhtan vârestedir.
İspat şarttır. Çünkü, Nasârâyı (Hıristiyan) ve benzerlerini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azil ve bürhanı tard (aklı ve delili kovmak) ve ruhbanı (rahipleri) taklit etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve fikirlerin genişlemesi nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhanla kuşanması ve akılla meşvereti ve hakikat tahtı üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin düstürlarına uymasıdır.16
Dipnotlar: 1-Mektûbât, s. 205, 2-Tarihçe-i Hayat, s. 80, 3-Münâzârât, s. 127, 4-İşârâtü’l-İ’câz, s. 102, 5-Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 175, 6-İşârâatü’l-İ’câz, s. 140, 7-Age, s. 46, 8-Sözler, s. 479, 9-Agk, Bakara, 256, 10-Agk, Kafirûn, 6, 11-Agk, Tağabun, 2, 12-Agk, Kehf, 29, 13-Agk, Yûnus, 99, 14-Agk, Yâsin, 17, 15-Agk, Bakara, 260, 16-Muhakemât, s. 43
01.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bediüzzaman’ın Kelâm ilmine getirdiği yenilikler (3) |
|
Risâle-i Nur, fenden ve ilimden gelen hücumları, püskürtür.
Şu zamanda, dalâlet zındıkasını dağıtır,1 onların açtığı yaraları kelâmî bir tiryak/ilâç gibi tedâvi eder.
nBatı medeniyeti ile İslâm medeniyeti arasındaki farkları netleştirir. Bu iki medeniyetin öngörülerini ele alır; yetiştirdiği insan tipi ve cemiyet modellerini gözler önüne serer.
nRisâle-i Nur, yalnız cüz’î/basit bir tahribâtı, küçük bir evi tâmir etmiyor. Bütün insanlığı ilgilendiren genel bir tahribâtı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir kaleyi tâmir ediyor. Yalnız özel bir kalbi ve has bir vicdânı düzeltmeye çalışmıyor. Bin seneden beri tedarik ile biriktirilen bozucu felsefik akım ve cereyanlarla dehşetli yaralanan insanlığa ait genel bir kalbi ve düşünceleri tamir ediyor. Herkesin ve özellikle inançlı halk tabakasının dayanak noktası İslâmî esaslar, düşünceler, hüküm ve ibâdetlerin kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan genel vicdânın geniş yaralarını Kur’ân’ın mû’cizeleriyle ve îmânın ilâçlarıyla tedâvi etmeye çalışıyor.2
n“Cevap veremeyeceği bir suâl yoktur” diye allâmeler tarafından tasdik edilen Bediüzzaman, Avrupa’nın bir kısım idrâksiz ve garazkâr feylesoflarının, müteşâbih âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflere yaptığı taarruzları o âyet ve hadîslerin birer mû’cize olduğunu ispat ederek itirazlarını kökünden yıkar. Evhâma düşürülen bâzı ehl-i ilmi de kurtarır, İslâmiyete olan hücumları akîm bırakır.3
nEhl-i Sünnet vel-Cemaat’in fikrî, imânî istikametini koruması ve Müslümanların önce itikat, sonra da ibâdet ve sosyal hayat ekseninde birleşmelerini sağlar. Yani, Kelâm ilminin bilginleri ve usûlü’d-din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet Ve’l-cemaatin dâhî muhakkiklerinin İslâmî akîdelere/inanç prensiplerine dâir çok tetkik ve muhâkemâtla ve âyât ve hadîsleri muvâzene ile kabul ettikleri usûlü’ddin düsturları şimdiki Risâle-i Nur’un meşrebini muhâfazaya emrediyor, kuvvet veriyor.4
nMezhep, meslek ve dinî ekoller hakkında çarpıcı ve doyurucu kriter ve ölçüler geliştirir. Meslek ve mezheplerde toptancılık yapmaz. “Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir” 5 der.
nKeza, hadîs, psikoloji, sosyoloji, pedagoji dahil bütün İslâmî ve sosyal ilimleri ele alır. Meseleleri Ehl-i Sünnet çerçevesinde, hepimizin anlayacağı ve kavrayacağı tarzda izâh ettiği gibi, ibâdetlerin hikmet ve güzelliklerini, maddî-mânevî faydalarını, ferd, âile ve toplum hayatındaki fonksiyonlarını; psiko-sosyolojik açıdan izâh ve ispat eder. Hülâsa, Kur’ân ve Sünnet’in binlerce sırrını açar, tılsımını çözer, nüktelerini izâh eder.
Ve özetle, Risâle-i Nur, Kur’ân’ın nuruyla, zulümât karanlıklarını dağıtıyor, ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında Tevhid (Allah’ın varlığı, birliği) nurlarını gösteriyor.6
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 26-27.
2- Sözler, s. 709
3- Emirdağ Lâhikası-1, s. 207
4- Kastamonu Lâhikası, s. 174.
5- Mektûbât, s. 354
6- Age, s. 317.
01.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Her günümüz bayram olsun |
|
Bayramlar sevinç, coşku, ziyaret ve ikram, dinlenme ve ibadet günleridir. Bundandır ki, bayramlarda bu güzelliklerin tümü birden yaşanır....
Evet, inanan insan bütün aile bireyleriyle birlikte bayramı bu şekilde çok yönlü olarak yaşar...
İnançların ve hayatın davranışlarla, duygularla ve zevklerle farklılaştığı, insan iletişimine bu açıdan değer katan bayramlar, toplumsal dinamiklerimize katkıda bulunurken, geniş anlam ifade eder... Bunun için inancın ve meşrû âdetlerin en zengin biçimde buluştuğu zaman dilimleri bayram günleridir.
İnsanoğlu, fıtratındaki muazzam nitelikler sayesinde hayatını sık sık değişik zevk ve eğilimlerle zenginleştirmeye uğraşır. Hayat da bu sayede yaşanası bir anlam kazanır. Bu da Yaratıcı tarafından insana verilmiş olan istidat çekirdeklerinin açığa çıkmasında en büyük etkenlerdendir... Bazı hakikatlerin fark edilerek yaşandığı şu bayram günlerinde meşrûluk çerçevesinde resmedilen tablolar içinde seyredilen değerli manzaralar ise hiç kuşkusuz bayram görüntüleridir. Öyle ise bu güzel günlerin hakkını kurallar çerçevesinde olabildiğince renklendirerek vermek gerekir.
Bayram, aynı zamanda insan ilişkileri bakımından toplumsal ahlâkın uygulandığı ve sınandığı günlerdir. Bu süreçte ilgiyle, saygı ve sevgiyle çoğalan ilişkiler, toplum için güç kaynağı oluşturur. Bunun sağladığı psikoloji ile Ramazanlarda ve bayramlarda inanmışların sergilediği erdemler, inanmak isteyenler ve bunun için arayışta olanlar için de önemli çekim alanı oluşturacaktır...
Değerlere bağlı kalarak bayramlar dolu dolu yaşanmalıdırlar. Bununla birlikte tebriklerle bayramın mânevî atmosferi de korunmalıdır.
Bilinir ki, insan ilişkilerinde hediyenin ve hediyeleşmenin büyük önemi vardır. İnsanı canlı tutan örflerimizden biri de hediyeleşmedir. Hatta hediyeleşme bir nevî ibadettir... Bu ve benzeri yapıcı geleneklerin sarsıntıya uğradığı toplumlarda sevgi ve dostluk, değerini çoktan yitirmiştir... Bayramlar bu güzel alışkanlıkları canlandırmak ve geri döndürmek için iyi fırsattır..
Onun için, her bilinçli ve samimi insanın dikkatini bunlara vererek tekrar düşünmeye kapı araladığı günleri yaşıyoruz... Dostları hatırlamanın zamanıdır artık...
Ha... Bayramlar sadece dostları hatırlamak için değil, aynı zamanda bizdenmiş gibi davranan içimizdeki sinsi düşmanları da fark edip onlara karşı ayık ve tedbirli olmaya da yarayan ayrıcalıklı günlerdir!
Bayramımız kutlu olsun. Hatta yapabiliyorsak her günümüz bayram olsun...
01.10.2008
E-Posta:
|
|
Abdil YILDIRIM |
Bayramların öteki yüzü |
|
Bayramlar, sevinçle hüznün, hasretle vuslatın iç içe girdiği, kol kola gezdiği müstesnâ günlerdir.
Her ne kadar bayram deyince sevinç ve neşe, coşku ve mutluluk akla gelse de, herkesin bayramı neşe içinde geçmez. Ziyaretler, gönül almalar, hediye vermeler, yardımlaşma, dayanışma ve kaynaşmalar güzel de, bu imkânlardan mahrum olanlar için bayramın ifade ettiği anlam, biraz farklı olmaktadır. Ama ne olursa olsun, herkes bayramlardaki güzelliklerden hissesini alır. Çünkü böyle günlerde yaşanan hüzün de güzeldir. Belki iki damla gözyaşı bile, bayramların lezzetini arttıran bir çeşni hükmüne geçebilir.
Bayramlar, hasretleri vuslata çeviren fırsatlardır. Bayram yaklaşırken, yüreklerdeki sevgi ve hasretliğin ateşi de yükselir. Bu ateşi söndürmek için herkes yollara düşer. Otogarlar, tren istasyonları, hava limanları hep bu hasret ateşi ile yanan yüreklerle dolar. Günler öncesinde biletlerini alanlar, bilet alabilmek için gişelere koşanlar, kendi imkânları ile yollara düşenler, bayramların tatlı telâşını yaşarken, sılada onları bekleyenlerin de gözleri yollarda kalır. Vuslat zamanı geldiğinde ise, gülen yüzlerden mutluluk çiçekleri açarken, ağlayan gözlerden de sevinç gözyaşları akar.
Sılasına dönenler için bayram böyle bir mutluluk tablosu taşırken, gurbette kalanlar için hüzünlü bir ezgi, yanık bir türkü olur. Kâh şiirlerin mısralarına dökülür, kâh bir sazın tellerinde dile gelir. Köz düşen yüreklerden yanık kokuları yükselir. Gönül pınarlarından taşan hasretlik, göz pınarlarından akar.
Eskiden gurbette olanlar, hasretliklerini dindirmek ve yürek yangınlarını söndürmek için uçan kuştan medet umarlarmış. Gökyüzünde bölük bölük uçan turnalara seslenir, sevdiklerine mesajlarını iletmelerini isterlermiş:
“Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle kaymak söyle bal söyle
Eğer bizi sual eden olursa
Boynu bükük benzi soluk yar söyle”
Şimdi teknoloji, insanı kuşlara muhtaç etmeyecek şekilde gelişmiş bulunuyor. Artık telgrafın tellerine kuşlar konmuyor. Telli devreler devreden çıktığı için kuşlar konacak tel bulamıyorlar. Şimdi SMS ve MSN vasıtasıyla mesajlar iletiliyor. Sesli ve görüntülü haberleşme ile hasretlikler giderilmeye çalışılıyor. Ama teknolojinin duyguları olmadığından, bir anne yüreğinin, bir baba kalbinin sıcaklığını taşımıyor. Vuslatın tadını ve kokusunu hissettirmiyor. Gurbetin kasvetini, sılanın vuslatına çevirmiyor.
Bayramların neşeli ve sevinçli yüzü herkes tarafından dile getirildiğinden, ben de hüzünlü yüzüne ayna tutmaya çalıştım. Zira teneffüs edilen hava, bayram havası olduktan sonra, sevinci ayrı, hüznü ayrı bir tat veriyor. Belki de hazan yağmurları ile yıkanan yürekler daha bir arı ve duru hale geliyor. Kalplerin nazarları Leyladan Mevlâya çevriliyor.
İster sılada, ister gurbette olalım, bayramları yüreğimizde yaşayıp yaşatalım. Bayramlar Mevlâmıza yakınlaşmamıza vesile olsun diyor, Ramazan bayramının siz gönül dostlarına, İslâm âlemine ve bütün insanlığa hayırlar getirmesini, acıları dindirip yüzleri güldürmesini diliyorum.
Bir şiirle veda etmek istiyorum.
Teller Üstüne
Gurbette bir başka olur bayramlar,
Hüzün çöker hep gönüller üstüne
Bin yıl gibi uzar haftalar aylar,
Mevsimler biniyor yıllar üstüne.
Yanardağ misali yanıyor yürek,
Volkan dedikleri bu olsa gerek,
Haber gönder ‘geliyorum’ diyerek,
Gönlümü sereyim yollar üstüne.
Yollar var gurbeti sılaya bağlar,
Geçit vermez taş yürekli şu dağlar,
Her bayram sabahı bir bülbül ağlar,
Gözyaşı dökülür güller üstüne.
Solgun güneş ufuklara indikçe,
Hüzün çöker gün akşama döndükçe,
Hasret yüreğime çöreklendikçe,
ALO der yüklerim teller üstüne.
01.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|