Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nimetullah AKAY

Nefis, tuzakları hissetmiyor



Şüphesiz gerek şeytanların, gerekse şeytanların arkadaşı olan nefsimizin bizi vartalara düşürecek çok tuzakları bulunmaktadır. Eğer bu tuzaklara karşı uyanık olmazsak hiç tahmin etmeyeceğimiz bir şekilde vartalara düşebileceğiz. Üstelik gide gide öyle bir zaman gelecek ki, hiç yanlışımızı kabul etmeyecek, nefsimizin hileleriyle yaptığımız her şeyin doğru olduğunu avukatlar gibi savunacağız.

Unutulmamalı ki, nefsin en büyük hilesi, hatalarımızı ve yanlışlarımızı bize göstermemesi ve bizleri dünyanın en iyi ve doğru insanı olarak kendimize kabul ettirmesidir. Bu durumda kendimizi beğenmekle ve birçok meziyete sahip olduğumuzu düşünmekle istenen tuzağa düşmüş olacağız. Bundan sonrasında ise belimizi doğrultmamız neredeyse mümkün olmayacaktır. Nefis ve şeytanın sırtımıza yükleyecekleri ağırlıkların altında ezilecek, kalbimize fırlatılan günah okları insan olmayı gerektiren duygulardan bizleri uzaklaştıracaktır.

Nefsin bizi sıkça tuzağa düşürdüğü konuların başında, Allah’ın, bize kardeş olarak tayin ettiği Mü’minleri tenkit etmek ve onlara karşı düşmanlık duygularımızı kabartmak olmalıdır. İnananları kardeş yapmada Allah’ın inayetiyle büyük muvaffakiyet elde eden Peygamber-i Zîşân (asm), “Birbirinizi sevmedikçe Mü’min olamazsınız” şeklindeki ifadesiyle inananlar arasındaki sevginin ne kadar gerekli olduğunu ortaya koymuştur.

Allah’a ve Habîbullah’a imanı olan herkesi kardeş bilen bir anlayıştan bizi uzaklaştırmak isteyen nefis, zihnimizde meydana gelen her şeytânî duyguyu değerlendirmekte ve çoğu zaman bizleri kardeşlerimize karşı kötü duygularla doldurmaktadır. Böyle bir durumdan sonra artık kendimizi her konuda haklı, karşımızdakini de haksız bulmaya çalışacak, yanlış olan davranış ve düşüncelerimize kılıflar bulmakta usta bir hâle gelmiş olacağız.

Allah’a isyan edenlerin, küfür bataklığı içine girmiş zındıkların, insanlık değerlerine karşı savaş açanların oldukça fazla olduğu dünyamızda, tenkit oklarını sadece inanan insanlara yöneltenler ve bunu da hak namına yaptığını sananlar şüphesiz açık bir şekilde nefsin ve şeytanların tuzağına düşmüşlerdir. Ama ne yazık ki onlar bu gerçeğin farkına varamazlar. Kafaları karıştığı zaman nefis hemen imdatlarına gelmekte ve kendilerine çeşitli mazeretler üretmeye başlamaktadır.

İnananları gıybet etmeyi yasaklayan açık İlâhî emirlere rağmen, Mü’minler hakkında kötü düşünmeyi zemmeden Peygamberî yaşantıya rağmen, nefsin, Müslüman kardeşinin hatasını gösterip habbeyi kubbe yapan hilesine kapılan insanların içine düştükleri gaflet hali ise açık bir kaybediştir.

Birbiriyle boğuşan hak ve hakikat yolcuları maksada vâsıl olmakta zorluk çekerler. Kardeşler arasına kin ve nifak tohumu ekmenin, muhabbet duygularını yok edecek husûmet rüzgârlarını estirmenin elbette vebâli büyük olacaktır. Tarih de şâhittir ki birbiriyle uğraşanlar müsbet hareket edememişlerdir. Müsbet hareket etmeyenler de mağlûbiyetlere düşmekten kendilerini kurtaramamışlardır.

Zaman, şahsiyetini ve enaniyetini kardeşlik ve muhabbet havuzunda eriten fedakârların zamanıdır. Böyle insanların iman dâvâsında başarılı olmamaları için bir sebep bulunmamaktadır. Diğer taraftan, ene ile meydana çıkıp kendileri dışındaki herkesi hakir görenlerin başarılı olacakları bir zemin bulunmamaktadır dünyamızda.

Nefsini cümleden edna, dâvâsını ise cümleden âlâ tutanlar ve ihlâs sırrını kavrayıp bütün davranışlarında İlâhî rızayı esas tutanlar, nefis ve şeytanların tuzaklarını ve planlarını akîm bırakacaklardır hiç şüphesiz. İşte yüce İman ve İslâm dâvâsının böyle, insan olan insanlara ihtiyacı bulunmaktadır. Bilhassa fitne ve fesadın sebep olduğu fırtınaların bolca insanı savurduğu zamanımızda tutunacak sağlam direklere insanlığın ihtiyacı vardır.

Bir elinde Kur’ân, bir elinde de Sünnet-i Seniyye bulunan insanların bu hazinelerden yeterince istifade etmemesi kadar kahredici bir durum olamaz elbette. O yüce hazineler sadece taşınmak için değil, içindeki mücevherlerden istifade edilmek için vardırlar...

11.12.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Sevelim, sevilelim



Göz görmekle, kulak işitmekle, dil tat almak ve konuşmakla, ayak yürümekle mükellef olduğu gibi, gönül de sevmekle mükelleftir. Vücut sarayının en lâtif köşesi, en müzeyyen mekânı, gönül köşküdür. Sevgi denilen hayat iksiri burada bulunur. Kalp imanın makamı olduğu gibi, gönül de sevginin makamıdır. En değerli ve en şerefli misafirler burada ağırlanır. En nâdîde çiçekler, en tatlı meyveler, gönül bahçesinde yetişir.

Gönül, sevmekle mükelleftir. Gönül dediğin toprağı sevecek, taşı sevecek, kuruyu sevecek, yaşı sevecek. Yetimi öksüzü, garibi gurabayı, fakiri fukarayı sevecek. Gülü severken dikeninden şikâyet etmeyecek. Dost bildiklerinden gelecek olan ihanet oklarına da tahammül edecek.

Gönül, güzeli bağrına bastığı gibi, çirkini de kucaklayacak ama, çirkinliği içeri almayacak. Kötü denilenlere de yer açacak ama, kötülüğe yer vermeyecek. Kötü ve çirkin olan şahıslar değil, onların sıfatlarıdır ve davranışlarıdır. Bu sıfat ve davranışları taşıyan insanların da bir kalbi ve gönlü vardır. Ama o mübarek mekânlara bir takım muzır duygular musallat olmuş, sahibini de muzır ve çirkin göstermiştir. Onların yardıma ihtiyaçları vardır. İyi insanlar, kötü diye bilinenlere yardım ederler, onların kalp ve gönül hanelerini de güzelleştirmeye çalışırlarsa, o insanları kazanmış olurlar. Yoksa, “Bunlar kötü insanlardır” deyip dışlarlarsa, kötülüğe yardım etmiş olurlar. Öyle olmasa, Hz. Mevlânâ, “Kim olursan ol gel” diye gönül köşküne herkesi dâvet eder miydi?

Her insan Cenâb-ı Hak’kın hârika bir san'atı olduğuna göre, san'atkârı hatırına o sanât sevilir. Yunus gönüllü olmak, yaratılmışları Yaradan’dan ötürü sevmek varken, insanlardan nefret etmek insanlığa yakışır mı? “Eşref-i mahlûkat” olarak yaratılan bir varlığa gönlünde yer açamayanların gönül hanesi virâne olmuş demektir.

Kalbinde iman bulunmayan bir insanın da her hücresi Allah’ı zikretmiyor mu? O hücrelerin zikrini duyar gibi davranmak, içinde ruh olmasa da cesetlere bu gözle bakmak, onları sevmek için yeterli sebep sayılmaz mı? Peygamber Efendimiz (asm) bir hayvan leşine bakıyor da, “Ne güzel dişleri varmış” diyor. Yani çirkinlikler arasında güzel olanı bulup, ona nazar ediyor.

Her şeye sevgi gözü ile bakan, herkesi gönül hanesinde misafir eden insanlara, “ganî gönüllü” deriz. Onlar gerçekten zengin insanlardır. Hayatta zenginlik ve fakirlik deyince, sadece para, mal ve maddî imkânları anlayanlar, gönüllerini bir yoklasalar, asıl zenginlik veya fakirliğin orada olduğunu göreceklerdir. Refah seviyesinin sevgi sermayesi ile doğru orantılı olduğunu anlayacaklardır. Sevgi sermayesi rakamlarla ifade edilebilecek bir değer olsaydı, bugün dünyanın en zengin ülkelerinin durumunun, açlık sınırının da altında olduğu görülecekti.

En fakir insan, gönül hanesinde sevgi sermayesi en az olan insandır. Sevgi sermayesini adavet ve nefret çarşısında çarçur edenler, müflis tüccar gibi orta yerde kalırlar, perişan olurlar. Sevmeyi bilmeyenler, sevilmekten de mahrum kalacaklardır. O zaman hayat bir azâb olacaktır.

Gönlünde adavet tohumu taşıyanlar da, muhabbet çekirdeği taşıyanlar da bu dünyadan göçüp gidiyor. Birisi arkasında acı meyveler, zehirli dikenler bırakırken, öbürü tatlı ve lezzetli meyveler, güzel güller bırakıyor. Madem ki her gelen gidiyor, dünya kimseye kalmıyor, öyleyse gelin biz de “Sevelim, sevilelim” diyerek Yunus Emre’nin dâvetine icabet edelim.

Güller açılsın

Gönül kapısını açık tutalım,

Perde aralansın, tüller açılsın.

Kalpleri sevgiyle aydınlatalım,

Gönülden gönüle yollar açılsın.

Erenlerin meclisine girmeli,

Yunus’un izine yüzler sürmeli,

Hak’tan aldığını halka vermeli,

Mevlânâ misali, eller açılsın.

Sevgisiz yürekler birer çöl olur,

Sevgi kalbe damladıkça göl olur,

Gönüllerde gonca olur, gül olur,

Muhabbetle saran kollar açılsın.

İstiyorsan gönüllerde kalmayı,

Gönül meslek eyle gönül almayı,

Bırak saraylarda mermer olmayı,

Toprak ol, bağrında güller açılsın.

11.12.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Prof. Zaim'in ardından



Prof. Dr. Sabahaddin Zaim de terhis belgesini alarak berzah âlemine göçenler kervanına katıldı. İnanç ve değerlerimizi hayatın her alanına yansıtma heyecan ve azmiyle geçmiş 81 yıllık ömrüne son noktayı koyduğunda, ardında büyük emek verdiği imanlı ve başarılı nesiller, geniş bir yelpazede filizlenen ve mutlaka bir şekilde aktif katkıda bulunduğu hizmet müesseseleri bıraktı. 1980’de Ankara’daki Spor ve Sergi Sarayında on bini aşkın insanın katılımıyla gerçekleşen ve açış konuşması kısa süre önce rahmet-i Rahmana tevdî ettiğimiz Hilmi Doğan tarafından yapılan unutulmaz “Anarşi: Sebep ve Çareleri” açık oturumunun konuşmacılarındandı. Prof. Zaim’i duâlarla uğurluyor; aile efradı ve talebeleri başta olmak üzere, bütün yakınlarına sabr-ı cemîl niyazı ile taziyetlerimizi sunuyoruz. Ruhu şad, mekânı Cennet olsun.

Not: Dünkü “Yeni Asya’dan Size” köşesinde duyurulduğu üzere, Avustralya Nur Vakfında hizmet veren değerli dostlarımızın dâvetiyle, bu kıt’aya uçuyoruz. Fırsat bulabilirsek, oradan da yazılarımızı göndermeye çalışırız. Aksi takdirde, döndüğümüzde kaldığımız yerden devam ederiz. Bu vesileyle, Kurban Bayramınızı şimdiden tebrik ediyoruz. Yeniden buluşmak dileğiyle...

11.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Millî ağaçlandırma seferberliği



Yıllarca beklediğimiz müjdeli haber İstanbul’da başbakan tarafından duyuruldu: Ağaçlandırma seferberliği.

Anadolu’da çıplak toprak parçalarını gördüğümde ‘bu boş arazilerin ağaçlandırılması mümkün olsa, her taraf ağaçla kaplansa’ diye aklımdan geçirirdim. On üç yıldır da bu köşede defalarca bu düşüncelerimi yazdım. Böyle bir seferberliği duyunca da çok sevindim. Bütün resmî kurumların ve vatandaşların dâvet edildiği bir seferberlik bu.

Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün deyimiyle evliliklerde, doğumlarda ve ölümlerde dahi ağaç dikelim. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde de İstanbul için ağaçlandırma çalışmalarını başlatarak, İstanbul’da yeşil alanları çoğaltmıştı. Şimdi de bunu ülke geneline yayarak geliştirecek. Başbakan ‘yeşil medeniyeti’ istikametinde bu çalışmayı başlattıklarını ifade etti.

Çevre Bakanı Veysel Eroğlu da dünyadaki en büyük ağaçlandırma meşalesini yaktıklarını bunun için yediden yetmişe herkesi katkıya dâvet ederek ‘Türkiye’yi yemyeşil yapacağız’ dedi. Bu ağaçlandırma seferberliğinde 2008–2012 yıllarında 2.300.000 hektar alanın ağaçlandırılması planlanmaktadır.

Evet gerçekten güzel ve büyük bir hedef, inşallah muvaffak olunur. İnsanın hayatıyla çok yönlü ilişkisi olan ağaçtan Kur’ân-ı Kerim’de 26 yerde bahsedilmektedir. Bazı ağaçların ise isimlerinden bahsedilmektedir. Meselâ hurma (nahl), üzüm (ineb), zeytin, nar gibi. Ve Peygamberimiz’in (asm) “Bir Müslüman ağaç diker de bunun meyvesinden insan, ehli veya vahşi hayvan veya kuş yiyecek olsa, yenen şey onun için bir sadaka hükmüne geçer”1 ve “Kıyamet kopacağını bilseniz dahi elinizdeki fidanı dikin”2 emri hatırlanınca ağaç dikmenin önemi anlaşılıyor.

Cenâb-ı Allah’ın bizim için ondan ateş çıkardığı,3 beşiğimiz, bir zamanlar kaşığımız, karyolamız, sıramız, masamız, sandalyemiz, kâğıdımız ve her şeyimiz olan ağaca sahip çıkmalı ve ona dost olmalıyız.

İşte size ağaca örnek bir dosttan bahsedeceğim. Öyle bir dost ki, üzüldüğü zaman ağaca sarılıp hüngür hüngür ağlayan, insanlardan kaçtığı zaman Çam Dağında yine arkadaşı ağaçların dallarıdır. Büyük bir para teklif edilse dahi ağacın dalını kesemeyeceğini söyleyecek kadar onlarla dost olmuş. Demek ki ağaçlara sadece odun nazarıyla bakmamamız gerekiyor ki koruyabilelim. Yoksa ne kadar ağaç diksek de ‘baltacı’lardan koruyamayız.

Dipnotlar:

1- Müslim, müsakat: 10.

2- Buhari, el- Edeb’ul-Mufred s. 168.

3- Yasin suresi, 80.

11.12.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Kaybetme korkusu



Şöhret, para, mal ve mülk… Bunların hepsinin geçici olduğunu anlatan çok canlı bir örnek yaşanıyor şu sıralar.

24 yaşında… Müzik kariyerinde zirveye ulaşmış… Milyonlarca hayranı var. Soul müziğin ünlü sesi…

Ne yazık ki, özel hayatındaki problemler bitmek bilmiyor. Geçen ay Norveç’te uyuşturucu bulundurmaktan göz altına alınan, üç hafta önce Londra’daki evine polis tarafından baskın düzenlenen ve skandallara bir yenisini daha ekleten kişi…

O; Amy Winehouse…

Şarkıcının attığı her adım olay… Her saniyesi problem…

Winehouse 6 kez Grammy ödülüne aday gösterilecek kadar san'at kariyerinde zirvede. Ancak ve berbat sefih bir hayat sürecek kadar hayatı tehlikede…

Acımasız müzik eleştirmenleri bu şarkıcının gelmiş geçmiş en iyi soul vokallerinden biri olarak gösteriyor, ama o dizginlerini kokaine ve alkole bırakmış görünüyor. Kontrol sıfır noktasında.

Asi şarkıcı kızın berbat haldeki çekilmiş görüntüleri basına yansıdı bile. Birçokları bu yeteneğin sonunun, uyuşturucu yüzünden ölen Janis Joplin gibi olmasından korkuyormuş.

Cem Ceminay’ın programında (N101) Zerrin Özer konuk… Sesi ve san'at hayatında Joplin’i örnek aldığını söylemişti. Ancak çok genç yaşta hayata veda edişini unutmadığını da… Demek, o da genç yaşta uyuşturucudan ölen kervanında yol alanlardan.

İşte bu tip insanlarda her şey var. Ama kocaman bir eksiklik hayatının her safhasında yer alıyor: Mutlu değiller.

Hem her şeyin var olduğu, ama hiçbir şeyden mutlu olmadığı bir ortamda yaşamak nasıl bir duygu bilemeyiz.

Ancak görünen o ki, her şeyi olan mutlu olmuyor. Hatta intihara kadar giden bir sürecin içinde yol alıyor.

Peki bu nasıl oluyor? Sadece şöhrete sahip olanlar değil, neye sahip olursa olsun zengin sınıfına giren insanlarda bile bu ruh halini görmek mümkün.

Evet, insanlarda konforlu ve lüks hayat tarzı düşüncesi var olan bir duygu... Çünkü diğer canlılarda böyle bir istek yok.

İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamak mutlu olmaya yetmiyor ne yazık… Daha fazlasını istiyor, hırs gösteriyor. Gösteriyoruz…

Daha fazlasına sahip olma duygusu, normal insan duyguların önüne geçiyor… Denge kurulamıyor… Ve şöhret kavramı, zenginlik kavramı, bizim anladığımız “varlıklı ve paralı olmak” gibi klişelerle tanımlanıyor.

Halbuki insan zengin veya şöhret olunca kendisi değil “statüsü” seviliyor. Bu da sahte ilişkileri beraberinde getiriyor. Zor günlerde yalnız kalan insanların geçmişine bakın, sahte ilişkiler yumağı içinde olduğu görülür. Çünkü gerçek kişiliği sevilmiyor. Bu yüzden intihar ve cinnetin artmasının altında bu yatıyor olsa gerek.

Şöhret herkesin ona hürmetle eğildiği, iyi bir arabası, lüks bir evi, pırlanta yüzük takmaktan mı ibaret… Halbuki bir insanın onurlu hem mutlu olması “doğru” yaşaması ile mümkün olması gerekmiyor mu?...

Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın tesbitleri yerinde…

Diyor ki, “Kaybetme ihtimaliyle karşılaşan kişi depresif olur… Mallarının artması da mutluluk getirmiyor. Sorumlulukları artmış gibi bir hisse kapılıyorlar çünkü. İnsanların kendilerine saygı göstermelerini, güçlü ve paralı olmak gibi şartlara bağlamışlar. Ancak kişisel alçakgönüllülükle servetini birleştirebilenler travmatize olmaz. Kaybetme korkusunu terbiye edemeyenler küçük bir kriz olduğunda intihar bile edebilir” diyor.

İşte para ve pulun kıymetinin olmadığı, insan duygularını satın alamayacağını gösteren bir detay…

İnancı zayıf veya inançsızlık içinde debelenen bir insan portresi!

11.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İslâm-Hıristiyanlık köprüsü



Haçlılar döneminde İslâm-Musevilik köprüsü vardı, modern dönemlerde ise bunun yerini Musevi-Hıristiyan ittifakı aldı ve bu ittifak da dünyayı gerilime soktu ve küresel barışı kilitledi. Bunun bir sonucu olarak Hıristiyan Siyonistler tabirini görüyoruz. Bunlar barışın önündeki temel engellerden birisini teşkil ediyorlar. Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın İsrail’in tabiî ve dinî hakkı olduğunu ve buradaki işgalci statünün ebedileştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. İşte bu, yüzlerce Müslüman kanaat önderinin Hıristiyanlık âlemine ve ileri gelenlerine yazdıkları mektupta ifade edildiği gibi dünya nüfusunun kahiri ekserisinin buluşmasına engel teşkil ediyor. 3 milyarlık kitleyi kilitliyor. Köprüleri duvar haline getiriyor.

Buna mukabil, Batı’da filizlenmekte olan yeni bir akım var. Bu akım Musevi-Hıristiyan ittifakı yerine İslâm-Hıristiyan ittifakını tesis etmeye çalışıyor. Gelecekte barış olacaksa herhalde bu barışa damgasını işte bu ittifak vuracaktır. Bu akımın önde gelenlerinden birisi Yahudi bir baba ile Hıristiyan bir anneden doğma Michael Wolfe isimli bir muhtedidir. 1991 yılında hacca giden bu araştırmacı ve film yapımcısı zat İslâm hakkında belgesel filmler de yapmış. ‘Amerikan İslâm milletinin’ doğduğuna tanıklık ediyor. Kendisi hakkında hem Beyan dergisinin geçmiş sayılarında, hem de Yeni Asya’nın geçmiş nüshalarında bahislerim oldu. Wolfe’un hazırlamış olduğu belgesel filimde Karen Armstong da Batı’da yanlış anlaşılan cihad kavramını tashih ediyor. İslâm’da cihad kavramını aslına uygun olarak ifade ediyor. Cihadın düşmanlık değil, düşmanlığa karşı nefsi ve meşru müdafaa olduğunu beyan ediyor. Bu bağlamda, cihad-ı Ekber ile cihad-ı asgara da temas ediyor.

Peygamberimiz hakkında biyografik bir kitabı da olan Karen Armstrong İstanbul’da (8-9 Aralık 2007) akdedilen İslamofobya Konferansı’nın davetlileri arasındaydı. Bu konferans sırasında da mealiftihar bir biçimde ‘Benim cihadım İslâmfobyaya karşı mücadele etmektir’ dedi. Yine ilgi odağı oldu. Şöyle dersek herhalde mübalağa etmiş olmayız: Konferansın iki yıldızı ve iki ilgi odağı vardı. Bunlardan birisi Karen Armstrong diğeri de William Baker.

***

Bu ikisi de aynı damarı temsil ediyorlar. Bunlar, aynen Necaşi’nin zatında temessül eden Müslüman İsevi tanımına uygun isimler. Amr İbnu’l As’ın hicret eden Müslümanları teslim almak için gittiği Habeşiştan’da Müslümanları dinledikten sonra Necaşi ‘sizinle bizim aramızdaki ancak kıl kadar fark var’ demişti. William Baker da aslında son kitabında bu farkı ya da yakınlığı anlatıyor. Vefatında da Müslümanlar Necaşi’nin gıyabında cenaze namazını kılmışlardı. Tarihte, Müslüman olmadığı halde İslâma hizmet eden ve kol kanat geren hakkaniyet sahibi insanlar vardır. Bunlardan birisi Peygamberimizin amcası Ebu Talip ve diğeri Necaşi’dir.

Wolfe gibilerden sonra Anglikan Kilisesi bayan papazları arasında olan Ann Holmes Redding de bu kervana katılanlardan. Ann Holmes Redding’in (55) öyküsüne yer veren Seattle Times gazetesi, “Kendisi önce siyah başörtüsü giyerek Müslüman cemaatiyle namaz kılıyor. Pazar günleriyse başörtüsünü çıkarıp boynuna beyaz yaka koyuyor” ifadelerini kullanmıştı. Üniversitede teoloji okuyan Redding, ardından dinî eğilimini, resmî bir görev haline getirmeye karar verdi ve 1984 yılında papaz oldu. St. Mark’s Episkopal Katedraline katıldı ve ayin yönetti, programlar hazırladı. 2005 yılında, katedrale bir konuşma yapmak üzere gelen Müslüman bir din adamından çok etkilenen Redding, namaz kılmasına ise kendi deyimiyle “Allah’a kendini teslim etmek” yorumunu getirdi. O dönem annesi vefat etti ve kendini tamamen dine adadı. Kur’ân okuyup, İslâm’ı öğrendikten sonra Mart 2006’da şehadet getirip Müslüman oldu. ABD’li papaz, bu karmaşıklığı çözmek zorunda olmadığını söylüyor: “Ben hem Müslüman hem de Hıristiyan’ım. Bu benim hem Afrika asıllı Amerikalı hem de kadın olmam gibi bir şey. Her ikisini de yüzde 100 bir şekilde taşıyorum.” Öyküsünün dinler arasındaki gerginlikleri azaltabileceğini söyleyen Redding, ilerde 3 büyük dinin öğretildiği bir merkez açmayı arzuladığını kaydetti.

***

Bu damara destek verenlerden birisi de konferansın tartışılmaz yıldızı William Baker’dı. Kendisi bilhassa Filistin ve Keşmir meselesiyle birebir ilgileniyor. Filistin’le alakalı olarak ‘Ulusun Hırsızı’ adlı bir kitap yazmış. Bir zamanlar cennet vadisiyken Hind mezalimi altında cehennem vadisine dönüşen Keşmir’in acıklı hikayesini de başka bir kitabında konu etmiş. Kanaatime göre en önemli kitabı ise ‘More in Common Than You Think/The Bridge Between Islam and Christianity’ başlığını taşıyor. ‘Düşündüğünden daha yakın/ortak’ kitabında İslam ve Hıristiyanlık arasındaki münasebetlerin sanılandan çok daha içiçe, derin olduğunu ifade ediyor. Baker hem anlatıyor hem de güldürüyordu. Amerikalıydı, ama biraz matrak ve biraz da farklıydı. Ama matrak yanı kadar duygusal yanının da güçlü olduğu söyleniyor. Jimmy Carter’ın kitabından yola çıkarak Filistin meselesinin çözümsüzlüğünün ana sebebinin İslâmofobya olduğuna işaret ediyor. Willam Baker’in yolu veya bu açılan çığır doğru çığır. Bunu stabilize hale getirmek, dünyayı aradığı sulhu süküne götürecektir.

11.12.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

YÖK Başkanı



Önümüzdeki dört yıl için, yeni YÖK Başkanı belli oldu. Hayırlı uğurlu olsun. Sayın Cumhurbaşkanı, isabetli bir tercih yapmıştır. Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, bilim dünyasının parlak zekâsını temsil eden bir sima olarak bilinir.

Akademik kariyeri, sosyal bilimlere vukufiyeti ve sosyoloji alanında yürüttüğü projelerle bilinen bir bilim insanı. Demokrasi kültürüne inanmış, toplumun sosyal realitelerine saygılı ve çalışkan bir ilim adamı. İnsanî değerleri gayretleriyle pekişen bir şahsiyettir.

Özcan, ODTÜ kökenli. Sosyoloji Bölüm Başkanlığı yapmış, en son TÜBİTAK Başkan Yardımcısı görevinde bulunmuş ve başarı yolculuğunu tırmandıran bir şahsiyet. Yeni YÖK Başkanı, üniversiteler ve YÖK sisteminin yenilenmesi için, geçmişi itibariyle güven veren, uluslar arası saygınlığı olan, yurtdışı üniversitelerde çalışmayı bilen ve evrensel ölçeklere sahip kapasitesi ile şaşırtıcı başlangıçlar yapabilir.

Uygulamaya geçme, kurumla yüzleşme ve sonrasında hayal kırıklığı yaşatacak gelişmeler hariç, yeni YÖK başkanı bilimin üretim gücünü ve zihnî gelişmişliğini arttıracak biri olarak algılanıyor.

Kangren olmuş bir YÖK’ün üç günde tanzimi beklenemez. Ancak çözmesi gereken öncelikler açısından baktığımızda, üniversitelerin önemli dört adım atması gerekiyor:

Bunlardan birincisi ve lokomotif özellikli öncelik; demokratik düşünce üretecek, farklılığı hazmedecek ve serbest araştırma, çalışma ve tartışma ortamını sağlayacak bilim merkezlerine dönüştürülmesidir. İnnovatif bir düşünce perspektifine kavuşmuş üniversiteler; bilim bereketini, düşünce derinliğini ve toplumsal problemlere akademik bir ciddiyet kazandırma sorumluluğunu kazandıracaktır. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.

İdeoloji farkını destekleyen, görüş ayrılıklarını bir bilim verisi kabul eden, sosyal laboratuardan insana dair verilerle yol alan bir bilim projeksiyonu, bu ülkeyi gerçekten diriltir.

AB sürecinde 7. çerçeve kapsamında, üniversiteleri proje merkezleri yapan, ürettikleri projelerin değeri ile kendilerini geliştiren ve harıl harıl zihni yoğunluğun beyin gücünü sanayiye, eğitime ve kalkınmaya katma değer katan bir ekonomik büyüme lideri yapmak, şüphesiz hepimizi heyecanlandırır.

Makro bakışı, demokratik zeminde yakalamış, pozitif rekabete ve üretken yenilenmeye inanmış, icatlarıyla mucitleri tescil olmuş, yüksek fikrî eserleri ve mülkiyetleri patentlenmiş bilim yuvalarına cesaret verecek bir YÖK şemsiyesi gerekli.

İkinci olarak, bilim adamı yetiştirmeyi özendirecek altyapı yatırımlarına ağırlık verilmelidir. Yeni üniversitelerle birlikte ortaya çıkan bilim insanı ihtiyacını karşılayacak, yurtdışındaki beyin potansiyelimizi geri getirecek sempatik ve cazip, aynı zamanda demokratik bir iklimin hazırlanması önemli bir açılım sağlar.

Üçüncü olarak ve belki de eşit önceliklerde düşünülecek ana konulardan biri de, öğrenci merkezli bir felsefenin ve niyetin hissettirilmesidir. Bilinen ifadeyle, öğrenci memnuniyetini esas alan düzenlemeler yapmaktır. Öğrencinin; yurdu, bursu, kredisi, laboratuvarı, materyali, kültürel faaliyetleri, motivasyonu, bilim heyecanı, kariyer beklentileri, kendini ifade etme ve istediği gibi kendine ait temel haklarını düzenleme imkânı sağlanmalıdır. Öğrenciler, giyim ve kuşam gibi bağnaz yasakalrla sınırlandırılmamalıdır.

Dördüncü olarak; yeni özel üniversitelerin kuruluşunu teşvik edecek, yasal düzenlemeleri hafifleterek cazip kılacak düzenlemelere gidilmelidir. İlçelere kadar bilim kampüslerini kuracak yerel dinamizmi, yatırım düşünen sivil toplum kuruluşlarını harekete geçirecek bir destek vermelidir.

Özel girişime fırsat sağlayan bir süreçte, yüksek öğretim yatırımları kat be kat artacaktır. Üniversiteye giriş sınavlarının yeniden gözden geçirilmesi, biriken öğrenci yığınının bir çözüme kavuşturulması da,ayrı bir konu başlığı olarak zikredilebilir. Yüksek öğretimin doğru bir insana emanet edilmesi, Mehmet Sağlam hocadan sonra yakalanan doğru bir tercih.

Tekrar hayırlı uğurlu olsun.

11.12.2007

E-Posta: [email protected].




Şaban DÖĞEN

Gençlik ne zaman felâket olur?



“Teessür ve ıztırap karşısında kalbten bir parça kopsaydı, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir.”

Bu dikkat çekici cümlesiyle merhum Zübeyir Gündüzalp, dinsizliğin, inançsızlığın ne kadar büyük bir felâket olduğunu ve duyulduğunda bile ne kadar infiale sebep olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Evet, inkâr, inançsızlık Allah’ın tabiata koyduğu düzeni, yer ve göklerdeki intizamı, saat gibi dakik bir şekilde işleyen harika sistemi görmemek, Yaratıcısını tanımamak demektir. İnkârcı sadece Yaratıcıyı inkâr etmekle kalmıyor, Onun binbir ismine; en güzel ve en itinalı bir şekilde yarattığı, herbiri birer sanat harikası olan sayısız yaratığa da—onları kör tesadüfe, şuursuz tabiata vermekle—büyük bir hakarette bulunuyor aynı zamanda.

Tabiî bununla da kalmıyor; düzeni, barışı, dengeyi, huzuru sağlayan Yaratıcının kanunlarını da hiçe sayıyor.

Bir de bakıyorsunuz o kişi kanser mikrobu gibi bir belâ kesilmiş toplum hayatına. Kendini mahvetmekle kalmamış, toplum bünyesini de kemirmiş, mahvetmiş.

Anarşi, terör, zararlı alışkanlıklar ve insanlık dışı davranışların temelinde hep bu müzmin dert var.

Demek büyük bir âfet, dehşetli bir felâket dinsizlik.

İnançsızlık dehşetli bir hastalık olduğu gibi, onun panzehiri olan, insanı insan yapan ve güzel işlere sevkeden iman da en büyük bir nimettir.

O halde en büyük hizmet imana yapılan hizmettir; iman kurtarmak, imanı kuvvetlendirecek faaliyetlerde bulunmaktır.

Tâ ki kalplere imanın en büyük meyvesi olan Allah sevgisi ve korkusu yerleşsin, insanlar kötülüklerden sıyrılıp iyiliklere yönelsin, hayat yaşanır hâle gelsin.

Bu hizmetin önemine binâen Peygamberimiz de (a.s.m.) bir kimsenin imanının kurtulmasına vesile olmayı sahralar dolu kırmızı koyunlardan daha hayırlı göstermiyor mu?

İnançsızlık veya iman zayıflığı sebebiyle başıboşluğun, serseriliğin; uyuşturucu, anarşi ve terör gibi zararlı alışkanlıkların ağına düşmüş gençleri bu bataklıktan kurtarmak, düşme tehlikesi içinde olanları önlemek şefkat ve vicdan sahiplerini harekete geçiriyor şüphesiz.

Evet, şefkat ve vicdan görmezden gelemez, göz yumamaz bu tehlikelere; nemelâzım diyemez.

Geçtiğimiz Pazar günü Okmeydanı’na bir vesile ile gittiğimizde, akşam haberlerde de geniş bir şekilde anlatıldığı gibi, başıboşluk sebebiyle anarşiye bulaşmış gençlerin neler yapabileceklerini bir kere daha müşahede ettik.

Tabiî bu zehre karşı panzehir üreten gençlik de vardı. Biz onlarla birlikteydik. Yarın da inşaallah bunun üzerinde duralım.

11.12.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Başörtülülerin namazı, anayasa, hak ve hürriyetler



Milliyetin yayınladığı KONDA’nın araştırmasına/anketine göre, “Başörtüsü takanların yüzde 65.7’si, türban takanların yüzde 71’i düzenli olarak Cuma namazına gidiyor!” Bu müthiş, hatta dehşet verici uydurma haberin arkasında ne olabilir? Bize sorarsanız bu bir şaşırtmacadır… Neyin şaşırtmacası?

Ülkemizin en önemli problemleri yerinde sayıyor: Anayasa, YÖK, Kürt meselesi, ekonomi, işsizlik vs. Milletimizin, ülkemizin istikbaliyle ilgili bu meselelerde iktidar, gücüyle mütenasip bir ilerleme kaydedemediği de gözlemleniyor.

Aslında ekonominin düzelmesi de hak ve hürriyetler üzerine binâ edilmiş bir anayasa ile mümkün. İlerlemek, hak ve hürriyetlere bağlı. İktidar, gücüyle mütenasip çıkışlar, icraatlar yapmalı; ama yerinde sayıyor!

Siyaset bir yana, meseleye sosyolojik perspektiften yaklaşılırsa, Türkiye’nin hâlâ kölelik ve ücretlilik devrini yaşamasının imkânsızlığı anlaşılır:

İnsanlık beş sosyolojik devir geçirmiş: Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet (kölelik), esâret (esirlik), ücretlilik, malikiyet ve serbestiyet devri.

Sanayi devrimi ile birlikte başlayan ücretlilik dönemi de geride kaldı. 21. asırda; hürriyet, demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomileri hâkimdir. Karl Marx ve benzerleri de dördüncü maddeye kadar aynı tasnifi yapar. Son devir olarak, “sosyalizm, mülkiyetsizlik, kollektivizmi/ortak yaşamı” öngörür ve kaybeder. Bediüzzaman ise, “mâlikiyet ve serbestiyet” devri diyerek, “hürriyet, mülkiyet ve serbest piyasa ekonomisi” devri olacağını öngörür.

İşte günümüzde “insan hak ve hürriyetleri”, gündemin birinci maddesidir. Diğer taraftan işçi; “hisse senetleri, bono, vs.” ile artık çalıştığı fabrikanın, işyerinin ortağıdır. Artık malikiyet/mülkiyet devridir.

“Sosyalizm, mülkiyetsizlik, kollektivizm/ortak yaşam/devletçilik” düşüncesi ve uygulaması, Demirperdenin (eski SSCB’nin) çökmesiyle resmen yıkılmıştır… Şu da sosyolojik bir gerçektir:

İlmî gelişme ve buluşlar hür ortamda doğar. Eğer dikkat edilirse, 100 buluş ve keşiften 97’si, demokrasi, hak ve hürriyetlerin geçerli olduğu ülkelerden çıkmıştır. Tarihe göz atıldığında Müslüman toplumlar, Kur’ân’ın tefekkür emri ve tavsiyesini dinlediği; kâinatı tefekkürî bakışla gözlemlediği devirlerde dünya çapında büyük kâşifler yetiştirmiş; onlar da pek çok buluş ve keşfe imza atmıştır.

Prof. Dr. Fuad Sezgin, Avrupalıların 17., 18. yüzyıllarda “Yeni keşfettik. Yeni bulduk” dedikleri birçok keşif ve buluşun İslâm dünyasında 7. ve 8. yüzyıllarda gerçekleştirildiğine dikkat çekiyor.1 Prof. Leonid Sukıyanen de, “Batı hemen herşeyi Müslümanlardan aldı, şimdi bunu inkâr ediyor ve Müslümanları hor görüyor!” diyerek bu noktaya temas eder.

Bütün bunlar bize gösteriyor ki, insanlık, “hürriyet ve malikiyet” çağına çoktan ayak basmıştır. Türkiye, İslâm âleminin lideri olarak, hâlâ ortaçağlarda yaşayamaz.

İletişimin inanılmaz boyutlara vardığı günümüzde; hak ve hürriyetlere susamış olan kitleler; “Türban takanlar artıyor!” şaşırtmacalarıyla durdurulabilir mi?

Ancak, “Türbanlılar iktidarda, hem de en üst makamda, daha ne istiyorsunuz!” diye bir müddet oyalanabilir. Ama, bu şaşırtmaca ne kadar sürebilir?

Dipnotlar: 1- Yeni Asya/03.07.2003.

11.12.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

25 yıllık YÖK mağdurları



Baskı ve dayatmanın had safhada olduğu bir referandumla halka kabul ettirilen 82 Anayasası (7 Kasım 1982), geçen ay itibariyle 25 yılını doldurdu.

Bu anayasanın kabul ettirilmesiyle birlikte, YÖK denilen kuruluş da hayatımıza girdi ve icra–i faaliyete başlamış oldu.

O zamana kadar, özellikle üniversitelerde lokal ve minimum seviyede yaşanan mağduriyetler, o tarihten sonra ise, hem yaygınlaşarak genelleşti, hem de önüne geçilmez bir çığ gibi büyümeye başladı.

İşte bu mağduriyet çığı o derece bir şiddet ve huşûnetle büyüdü ki, bundan zarar–ziyan gören vatandaşların yekûnu, tahminî bir hesapa göre dahi tesbit edilemez bir hale geldi.

En büyük mağduriyeti öğrenciler yaşadı. Sonra öğretim üyeleri ve haliyle bunların aile efradı.

Evet, Türkiye'nin son 25 yıllık dönemi içinde, hiçbir kurum ve kuruluşta YÖK'teki kadar fecî bir mağduriyet hali yaşanmadı.

Bakalım, bundan sonra durum ne olacak ve nasıl bir gelişme yaşanacak.

* * *

Eski YÖK Başkanı Teziç gitti, yerine ise, sürpriz bir isim olarak karşılanan Prof. Yusuf Ziya Özcan atandı.

Gerçi, ismin değişmesiyle herşey değişmez; ancak, biz yine de yeni başkanın üniversite camiası için hayırlı olmasını ve hayırlı hizmetlere öncülük etmesini temenni ederiz.

Bu vesileyle şunu bilhassa ifade edelim ki: Gerek üniversite camiasının ve gerekse geniş halk kitlesinin yeni YÖK başkanından çok önemli bir beklentisi var.

O da şudur: Evvelâ, mağduriyetlerin önüne geçilsin ve yaşanmış olan hak kaybının telâfisine çalışılsın.

Ayrıca, üniversitelerin asıl maksadı olan ilmî araştırmalara ağırlık verilsin, teşvik ve takdirlerle seviye kazandırılsın. İlmî özerklik garanti altına alınsın.

Sonra, insanların giyim kuşamıyla uğraşmak yerine, emek ve imkânlar dünyanın en gelişmiş üniversiteleriyle yarışma, onlarla boy ölçüşme yönünde sarf edilsin.

Temenni edelim ki, yeni YÖK başkanı bu istikamette ilerleyerek insanlarımıza hayırlı hizmetlerde bulunsun.

Tandoğan mitingi

Türkiye Barolar Birliği tarafından, Pazar günü Ankara Tandoğan meydanında düzenlenen "Bağımsız yargı mitingi"ni bir tv kanalından kısmen seyredebildim.

O kanalın sahibi Tuncay Özkan'ın da boy göstermeye çalıştığı bol sloganlı, bol tekerlemeli, bol alkışlı ve bol bol patinajlı bu mitingi şu üç noktada özetlemek mümkün:

1) "Değerli arkadaşlar, değerli arkadaşlar, değerli arkadaşlar, ....değerli arkadaşlar! (Sayısını hesaplamak ne mümkün.)

"Atatürk'ün açtığı yoldan hiç şaşmayarak...

2) "Yaşa, varol, bravo! Ve tabiî alkışlar...

3) "Türkiye laiktir, laik kalacak!.."

GÜNÜN TARİHİ 11 Aralık 1972

Siyasî yasakların devamına...

Millî Güvenlik Konseyine bağlı olarak toplanan Genişletilmiş Komuta Konseyi (GKK), Türk Silâhlı Kuvvetlerinin 1960'ta iktidardan uzaklaştırılmış bulunan Demokrat Partililerin siyasî haklarının iade, edilmesine karşı olduğunu açıkladı.

1950–60 yılları arasında yapılan üç genel seçimi de kazanarak tek başına iktidara gelen DP, bir cunta hareketi olan 27 Mayıs Darbesiyle alaşağı edildi. Bir süre sonra parti kapatıldı ve partinin 600'den fazla faal üyesi tutuklanarak Yassıada Mahkemesine gönderildi.

Bir yıla yakın süren işkenceli muhakemenin ardından, üst kademedeki şahsiyetler, idam dahil en ağır cezalara çarptırıldı. Ayrıca, DP mensubu olan bütün vatandaşlara siyasî yasak getirildi.

İşte, değişik zamanlarda gündeme getirilen bu yasakların (1962, 1969) kaldırılmasına dair çabalardan biri de 1972 yılı sonlarında Meclis'te sergilenmek istendi.

Ne var ki, bu konunun gündeme getirildiği her defasında, dikkatler askerin, yani komuta konseyinin görüşüne yöneldi.

Askerin görüş ve kanaati, daha evvelki tarihlerde olduğu gibi, bu defa da menfî yönde çıktı. Yasakların devamı istendi.

Neticede, aynı görüş ve kanaat Meclis iradesine de tesir etti ve yasak engeli yine kaldırılamamış oldu.

Siyasî yasaklı durumdaki eski DP'lilerin önündeki bu antidemokratik engel, Meclis tarafından ancak 16 Nisan 1974 tarihinde ortadan kaldırılabildi.

11.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Nişanlılık döneminin sorumlulukları



Balıkesir’den Tahsin Bey:

*“Nişanlılık döneminde, düğüne altı ay varken, her iki taraf da istiyorsa, görüşmelerdeki haramlığı kaldırmak için nikâh yapılır mı? Bunda ne gibi sakıncalar var? Nişanlılık döneminin sorumlulukları nelerdir?”

İslâm’da ve tüm dinlerde nikâh, nişanlılığın başladığını değil, evliliğin başladığını bildirir. Nişanlılık devresi ise evlilik değil, evliliğe atılan bir adımdır. Bizim kültürümüzde bu devre, genellikle, birer yüzük takılarak kesilen bir sözle başlatılır. Söz kesilir, sözü nişanlılık devresi izler, nişanlılık devresini ise evlilik izler. Bu dönemler içerisinde bütün sorumluluklar peyderpey yerine getirilir.

Nişanlılık döneminin sorumlulukları hakkında şunlar söylenebilir:

1-Nişanlılık, bizzat evlilik demek olmayan, ancak evlilikle sonuçlanan yeni bir ahlâkî dönemin adıdır. Bu dönemde taraflar birbirlerini tanırlar. Yalnız evlenecek adaylar değil; her iki adayın ailesi de birbirleriyle tanışır ve kaynaşırlar. Böylece, evlenecek adaylarının evliliklerinin huzurlu başlaması ve problemsiz devam etmesi için gerekli olan adımlardan birisi atılmış olur. Bu yeni kurulan yakınlığın getirdiği şefkat ve sıcaklık zemininde nişanlılar birbirleriyle, karşılıklı saygıya ve nezakete dayalı, ama mahremiyete dikkat etmek şartıyla ilgilenirler.

2-Nişanlanma bir evlilik vaadidir, ama bir nikâh akdi değildir. Vaad olması taraflara şu ahlâkî yükümlülükleri beraberinde getirir:

a) Taraflar vaatlerine sadık kalmalıdırlar.

b) Taraflar birbirlerini aldatmamalıdırlar.

c) Taraflar birbirlerine dürüst ve nazik davranmalıdırlar.

d) Taraflar birbirlerine karşı güven sarsıcı davranışlardan uzak kalmalıdırlar.

e) Taraflar yer yer yaşanan anlaşmazlıkları büyütmeden ve başka kişilere taşımadan sağduyulu hareket ederek çözmelidirler.

f) Taraflar birbirlerinin kusurlarını eleştiri konusu yapmaktan kaçınmalıdırlar.

g) Taraflar birbirlerini olduğu gibi kabul etmeli ve sevmelidirler.

3-Nişanlanma, İslâm hukukunda taraflara bir evlenme mecburiyeti getirmez. Evlilik birliğini sürdüremeyeceklerini anlayan nişanlılar, nişanı bozma yetkisine ve hakkına sahiptirler. Nişan bozulduğunda, verilen hediyeler karşılıklı olarak iâde edilir. Kız tarafı aldığı mehri geriye verir.

4-Nişanlılık, kız ve erkeğe, evliliğin helâl kıldığı beraber yaşama hak ve salâhiyetini vermez. Bu dönemde ne kadar karşılıklı sevgi, güven ve iyi niyet olursa olsun; kız ve erkeğin, mahremiyet bakımından birbirlerine–neredeyse—iki yabancı gibi oldukları ve mahremiyet sınırına dikkat etmeleri, birbirlerine karşı sevgilerini, tutkularını ve aşklarını mahremiyet perdesi arkasından yaşamaları gerektiği unutulmamalıdır.

5-Kendi başlarına karar verebilecek derecede yetişkin, reşit ve aklı başında olan nişanlıların, üçüncü bir şahsın beraberliğinde görüşmelerine, konuşmalarına ve problemlerini tartışmalarına imkân verilebilir. Sırf görüşmek ve konuşmak için mahremiyeti kaldırmaya ve erken bir nikâha gerek yoktur.

6-Nişanlılar arasında sırf rahat görüşme yapılsın, haramlık ortadan kalksın diye yapılan nikâh, birçok yönden mahzurlar taşır. Belli başlı mahzurları sıralayacak olursak:

a) Henüz evlilik hayatına adım atılmamıştır. Anlaşmazlık söz konusu olduğunda ayrılmak problem haline gelir. Erken gelen boşanma her iki tarafı da yıpratır.

b) Erken yapılan nikâhın kıymetini her iki taraf da takdir edemez. Nişanlılık döneminin fevrîliklerinden nikâh kurumu zarar görür. Meselâ, erkek daha sonra pişman olacağını düşünmeden fevrî biçimde boşama yaparsa; daha başlamamış olan evlilik, yüzeysel kırılganlıklar nedeniyle, barışma imkânına kavuşmadan suya düşer. Veya kız tarafı—tek taraflı olarak—nişandan vazgeçmek istediğinde, bunu kolay başaramaz; erkeğe boşama yaptırmak gibi bir sıkıntı ile yüz yüze gelir. Erkeği boşamaya mecbur kılmaksa, onur kırıcı gelişmelere yol açar.

c) Anlaşmazlık ve ayrılık gündeme geldiğinde, yapılmış olan erken nikâh, kızı ve kız tarafını beklenmedik mağduriyetlere uğratabilir.

d) Dinî nikâhın sû-i istimal edilmesine zemin hazırlanmış olur.

Bu bakımdan sözlülük ve nişanlılık döneminde erken nikâh yapılmaması, nikâhın evliliğe yakın ve sırf evlilik amacıyla yapılması her iki tarafın, bilhassa kız tarafının huzurunun ve onurunun korunması açısından fevkalâde önemlidir.

Cenâb-ı Hak evlatlarımıza hayırlı kısmet ve tükenmez nasip lütfetsin. Nikâhlarımızı rızasıyla sonuçlandırsın. Âmin.

11.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Zaim Hocayı uğurlarken



“Hocaların hocası” ünvanıyla tanınan Prof. Dr. Sabahaddin Zaim, dün Fatih Camiinde kılınan cenaze namazıyla ahiret âlemine uğurlandı. Cenaze namazına katılan cemaatin kalabalık oluşundan daha önemlisi, cami avlusunun ‘dostların buluşması’na şahitlik etmesiydi.

Mesleğimiz icabı olarak ünlü bir iktisatçı olan Sabahaddin Zaim Hocamız ile geçmişte bir iki röportaj yapma imkânı bulmuştuk. Samimî davranışları ve alçak gönüllü oluşu en dikkat çeken yönüydü. Her defasında sorularımıza cevap vermiş ve Türkiye’deki ekonomistlerin uzak durduğu kavramları kamuoyuna anlatmıştır. Zaim hoca, aynı zamanda nurlara dost bir ilim adamıydı.

“İslâm iktisadı” kavramını biraz da Sabahaddin Hoca ve onun gibi az sayıda ideal ilim adamlarımızın ısrarlarına borçluyuz. Maalesef, Türkiye’deki bazı ilim adamları “İslâm” ile “iktisad”ı bir arada zikretmekten memnun olmazlar. “Ne demek İslâmın iktisadî görüşü? Yok öyle bir şey. İslâm ayrı, iktisat ayrıdır” diyen çok sayıda “prof.”a rastlamışsınızdır. İşte Sabahaddin Hoca bu konularda kitaplar kaleme alarak bu kavramların yerleşmesine ve kabul görmesine hizmet etmiştir.

Allah rahmet eylesin, Sabahaddin Hocamız gibi isimlerin önemli bir yönü de, işlerini en iyi şekilde yapmış olmalarıdır. Görev yaptıkları sürece, ‘düşman’ları bile ‘iş’leriyle ilgili bir tenkid yapamamış, “Siz bu işleri yapamıyorsunuz!” diyememiştir. İşin ehli olmanın verdiği rahatlıkla, hayatlarını ‘insan gibi insan’ yetiştirmeye adamış ve neticede de bu hedefe ulaşmışlardır. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi,—diğer hocalarımız alınmasın—sahip olduğu itibara biraz da bu şekilde ulaşmıştır.

Fatih Camiindeki cenaze namazı sonrası kısa bir konuşma yapan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Raşit Küçük, “iktisadın duayeni” olarak tanınan Prof. Dr. Sabahattin Zaim’i anlatırken “Sahabî gibi yaşadı” ifadesini kullandı. Tanıyanlar da, bu tesbite iştirak etti.

Aslında bu ve benzeri cenazeler, “Türkiye gerçeği”ni de gösteriyor. Bakınız, onbinlerce kişinin katıldığı bu cenazede ne nümayiş, ne de ‘çevre kirliliği’ yaşandı. Herkes sakin bir şekilde namazını eda edip, merhumu ‘asıl vatan’ olan ebedî âleme uğurladı.

Zaim Hoca, ‘ünlü’ idi; ama cenazesinin kılındığı cami avlusu ‘çelenk’lerle değil, ağzı duâlı insanlarla doluydu. Resmî protokollerle sınırlanmamıştı, gönüllü ve ibadet kastıyla gelenlerin katıldığı bir cenaze namazı idrak edildi. Dünya için değil de, ahiret için yaşamanın neticesi bu olsa gerek.

Sabahattin Hocamın eserlerine elbette öncelikle yetiştirdiği ‘iktisatçı’lar sahip çıkacaktır. Geçmişte garip karşılaşılan bazı iktisadî kavramlar, mutlaka önümüzdeki yıllarda gündemi daha fazla meşgul edecektir. İslâmın iktisadî görüşü, israf, tasarruf, faiz, helâl kazanç, ticarî ahlâk gibi konularda İslâmın ortaya koyduğu ‘doğru’ların savunulması ve bunda ısrar edilmesi gerekli. İktisad ilmi, “müsrif”lerin ve “faizsiz olmaz” diyenlerin eline bırakılmayacak kadar önemlidir.

Bu vesile ile bir defa daha merhum hocamızı Allah’tan rahmet dilerken, ailesi, dostları ve talebelerine de başsağlığı diliyoruz. Mekânı cennet olsun.

11.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ekonomik kıskaç



Meclis’teki bütçe görüşmeleri, ekonominin durumunu yeniden gündeme getirdi. Özellikle ekonomiden sorumlu bakan Şimşek’in, “Türkiye’de ortalama ücretler OECD ortalamasının üzerinde” değerlendirmesinin yanlış olduğu ekonomistler tarafından tesbit edilmekte.

En basit ifâdesiyle, asgarî ücretle geçinenlerle onun milyonlarca katı gelire sahip holding sahiplerinin, büyük şirketlerin ceolarının ücretlerinin ortalamasının alınması nazara alındığında, kişi başına millî gelire bölünerek belirlenen sözkonusu “ortalama ücret” iddiasının “gülünç” olduğu belirtiliyor.

İş dünyası, açık açık Türkiye’nin faiz lobisinin kıskacında olduğundan yakınıyor. Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Oğuz Satıcı’nın, Türkiye’nin bir faiz lobisinin eline düştüğünü ve bu lobinin baskısından kurtulamadığını haber veriyor.

Türkiye’nin gerçek sorununun bu “yüksek faiz lobileri” olduğunu kaydeden uzmanlar, piyasaların önünü açacak gerçekçi ve kalıcı çözümün faizleri indirecek, yatırım, üretim, istihdam ve ihracatın önünü açacak tedbirleri öneriyorlar. Bu arada, 8.4 milyar YTL artarak 26. 4 milyar ile 205 milyarlık 2008 yılı Türkiye bütçesinin yüzde 12.8’ine ulaşan sosyal güvenlik açığı karadeliğinin yakında bütçeyi de yutacağı uyarıları yapılıyor...

* * *

Ancak asıl uyarı, Ankara Ticaret Odasından geliyor. ATO, 1999 öncesi bütün sıkıntılarına rağmen Türkiye’nin “carî işlemler açığı sorunu” bulunmadığını ve işsizliğin hiçbir zaman bu denli yüksek olmadığını bildiriyor. Öylesine ki, Türkiye ekonomisinin bu en zayıf yanını, buna sebep olan IMF Türkiye Masası Şefi Leronzo Giorgianni dahi ikaz ediyor.

2006 yalında gayri safi millî hâsılanın yüzde sekizini geçen ve bu yıl da aynı seviyede seyreden yüksek petrol fiyatları yüzünden daha artacağı belirtilen carî açık için Giorgianni, “Türkiye’nin Aşil topuğu” benzetmesini yapmış...

Tesbitlere göre Türkiye, 2007 yılında dünyanın en yüksek carî işlemler açığını veren yedinci ülkesi olmuş. İlk olarak 2000’de başlayıp, 9.5 milyar dolarla 2001 ekonomik krizinde büyük payı olan carî açık, son beş yıllık AKP iktidarı döneminde 36.4’e milyar dolara ulaşmış...

Bundandır ki IMF Türkiye masası şefi, bu büyük açığa “tedbir” olarak, kendince faiz ve zamlardan oluşan yeni “tasarruf tedbirleri” paketiye, faizlerin hızla düşürülmemesini, petrol ürünlerine yapılan onca zamdan sonra elektriğe zam yapılmasını, maaşların kısılmasını salık veriyor. Aksi halde, “carî işlemler açığının altında kalırsınız!” diye de dikkat çekiyor.

Ve ekonominin dümeninde oturan bakan Şimşek, IMF’nin isteğini seslendirip, “Türkiye’de ücretler çok yüksek” diye konuşuyor; sözü edilen sözde “IMF’nin tasarruf tedbirleri”ne zemin hazırlamak maksadıyla...

Oysa herkes biliyor ki Türkiye’de ekonomi, “15 günde çıkarılan 15 Derviş yasası”yla rayından saptırıldı. Büyük carî açık ve işsizliğe rağmen Türkiye’de ekonomi sıcak para üzerinde dönüyor.

* * *

Gerçek şu ki ekonomisini IMF’ye teslim eden ülkelerin hemen hemen hepsinde sosyal adalet ve gelir dengesizliği, ekonomik krizler, kargaşa ve iç karışıklıkla kaos yaşanmış. Özal döneminde başlatılan “transformasyon”un, “ikinci Özal” olarak takdim edilen Erdoğan hükûmetleriyle devam ettirilen Derviş’in Türk ekonomisinin başına belâ ettiği “IMF eksenli ekonomi politikaları”, Türkiye’yi hızla bir “küçük Amerika” yapıyor...

“Küçük Amerika” özlemiyle, tam da küresel ekonomik tuzağa uygun olarak tüketim tetikleniyor. Türkiye büyük israf ve çılgınca hesapsız harcamayla tüketim toplumu olmaya sürükleniyor. Neticede insanların geliri artmıyor; lâkin borçları her geçen gün hızla artıyor. Tüketici kredisi ve kredi kartları borçları, gelirlerin yüzde 25’ini aşmış. İnsanlar tâtile bile borçla gidiyor...

Bu durum Dışişleri Bakanı Babacan’ın, bundan bir süre önce, ikiyüz kilometre hızla giden bir arabanın birden fren yapması benzetmesindeki tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Zira Türkiye’yi üst üste iki defa krize duçar eden ve tamamen Ecevit’in Anasol-M hükûmetinden kalma “Derviş yasaları”yla “IMF tâlimatları”nı uygulamaktan ibâret olan AKP’nin “ekonomi politikaları”nın Türkiye’yi bâdirelere atacağı endişesi taşınıyor.

Ekonomi çevrelerinin, sürekli carî açık ve sıcak paraya dikkat çekip, Kuzey Irak’a uygulanacak ekonomik ambargonun Türkiye’yi de vuracağı ve “sınırötesi” bir askerî harekâtın piyasaları istikrarsızlaştıracağı ve sıcak paranın hızla kaçmasına yol açacağı uyarıları bunun için...

Kısacası yanlış ekonomik politikalar, Türkiye’yi IMF’ye mecbur etmekle kalmıyor; dış politikada IMF patronlarının, uluslararası sermaye ve küresel gücün kıskacına alıyor... Asıl vahâmet bu...

11.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri