|
|
İslam YAŞAR |
Hayata hizmet etmek |
|
“Mevcudât içinde en kıymettar, hayattır.
“Vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir.
“Hidemât-ı hayâtiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılâb etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, bir hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetindedir.”
Bediüzzaman Said Nursî, hayat ve insan arasındaki ilişkiyi bu şekilde ifade etmiş ‘Kendi hastalığını teşhis eden bahtiyar doktor’ diye tavsif ettiği Dr. Yusuf Kemal Durakoğlu’na yazdığı cevâbî mektubunda.
Gerçekten de mevcudât, hayatla kâimdir. Canlılar yerler, içerler, hareket ederler ve hayatlarına hizmet ettikleri nisbette büyüyüp gelişerek hayat sahibi olmanın tezahürlerini yaşarlar.
İnsan nev’i de bir zîhayattır. İnsan hem maddî, hem de mânevî yönden hilkatin en büyük neticesi ve hayatın en mükemmel meyvesidir. Fakat bu kemâlât hâli ancak ebedî hayatı kazanmaya vesile yapıldığı takdirde gerçekleşir.
İnsanın, insânî hasletlerini yaşayarak yaratılışının neticesini tecellî ettirebilmesi için hem fâni hayatına, hem de bâkî hayatına hizmet ederek hayatiyetini devam ettirmesi gerekir.
‘Hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetiyle’ fâni hayatın tezâhür ettiği yer olan bedenin sağlığına, ruhun sıhhatine gösterilecek itina, bâkî hayata hizmet etmek demektir.
İnsanlar bedenî ve ruhî yönden hayata hizmet ettikleri zaman hayatla irtibatları kuvvetlenir, ilişkileri artar ve yalnız yaşamayı değil, yaşatmayı da hayatın gayesi sayarlar.
Son zamanlarda yapılan tahşîdâtın da tesiriyle çevre şuuru gelişen insanlar bir yandan mevcut bitkileri, hayvanları korurken diğer yandan yenilerini yetiştirmeye çalışırlar.
Her evvel bahar ayında başlayan ağaç dikme seferberlikleri, çiçek yetiştirme çabaları, kafeste bülbül, kanarya, akvaryumda balık besleme gayretleri hep bu sevginin tezahürleridir.
Fakat asıl hayata hizmet, insana hizmettir.
Hilkati iktizasınca insan nev’inin ihyâsına vesile olan anne ve babaların yanı sıra çiftçi, bahçıvan, fırıncı, aşçı gibi zahiren insanın büyüyüp gelişmesi için lâzım olan gıdaları üretenler de hayata hizmet ederler.
Doktor, tabip, hekim, sıhhiye, eczacı, hemşire gibi hayatın şartlarının teşekkülüne ve sağlıklı işlemesine yardımcı olan sağlık elemanları da hayata hizmeti vazife addederler.
Hatta, hastaları ziyaret etmek bile hayata hizmettir.
Hassaten hastahanelerde.
***
“Hastahanede ziyaret günü.
Âşina çehreler beliriyor
Koğuşun kapısında,
Anne telaşı, yâr heyecanı, dost tehalükü;
Çiçekler ve şeker kutuları.
Hangi hastanın yüzünü aydınlatırsan aydınlat
Selâm sana.
Dışarıdan müjdeler getiren ışık demeti!
Cümlemizi sevindiriyorsun.”
Şair sezgisinden ziyade hasta hissinin tesiri var bu mısralarda.
Cahit Sıtkı, İkinci Dünya Savaşı sırasında bombalanan Paris’ten dönerken Cenevre’de kaldığı günlerde, memleket hasretine, muhtemelen yakalandığı hastalığın ıztırapları da eklenince yazmış bu şiiri.
Şairin şiirde de ifade ettiği gibi hastahaneler, hayatın yaralı olduğu yerlerdir. Her nefes hayatla ölüm arasında gidip gelen ve kendini hayattan ziyade ölüme yakın hisseden hastalar, hayata tutunabilmek için sağlıklı olanların ilgilerini beklerler.
Elbette hastalık sadece hastahanelere has bir hâl değildir. Evlerde de hastalar vardır ve onlar oralarda ziyaret edilebilir ama hastahanelere yapılacak ziyaretler çok daha farklıdır.
Oralarda ziyaretçilerin muhatapları münferit de olsa, bir hastanın ziyaret edilmesi bütün hastaları, kendileri ziyaret edilmiş kadar memnun eder. Zira orada hayatın ancak başkalarının yardımı ile yaşandığını en iyi onlar bildiklerinden bu şekilde hâldaşları ile dayanışma içine girdiklerini hissederler.
Bir hastaya, başka bir hastanın vereceği destek, sağların vereceği teselliden çok daha tesirli olacağından hastalar, ziyaretçilerin getirdiklerinin paylaşıldığı gibi birbirlerine güç verdikleri nisbette güç alırlar ve ümidi paylaşırlar.
Hasta ziyaretine gidilirken çiçek, şeker, kolonya gibi şeyler götürmek âdettir. Getirilen çiçeklerin rayihası bütün koğuşu sarar. Şeker kutuları, kolonya şişeleri açıldığı zaman önce ziyaretçisi gelmeyen, refakatçisi olmayan hastalara ikram edilir.
Onların içinde de çocuklara ve yaşlılara öncelik verilir.
Lâkin hastalar, ‘dışarıdan müjdeler getiren ışık demetlerinin’, ellerindeki paketlerden ziyade yüzlerindeki ifadelere bakarlar. Çünkü çiçekler, şekerler, kolonyalar ellerde, sevgi yüzlerde, teselli müjdeleri dillerde taşınır.
Mahzun da olsa, imandan gelen tevekkülün ve tahammülün tesiriyle mütebessim ve müsterih yüzlerde getirilen sevginin, tesellînin, ümidinse ikram edilmesi beklenmez, kapışılır.
Bu itibarla evde veya hastahanede yatan hastalar ziyaret edilirken elbette hastanın yaşına ve durumuna göre ferahlatıcı bazı maddî şeyler de götürmek makbûldür.
Lâkin hastaya sadece makbule geçen şeyler götürmekle vazife bitmez. Ziyareti tamamlayacak en mûteber hareket, onları samimi bir tebessüm hâlesi ile sararak tesellî etmektir.
Bunu yaparken hastanın hastalığının safahatını, içinde bulunduğu vaziyeti iyi bilmek ve hastanın da yakınlarının da nazarında hastalığı hafife almak gibi bir hâl ve tavır içine girmemek îcâb eder.
Bu hususta, Bediüzzaman Said Nursî’nin, Hastalar Risâlesi adlı eserinin “Dördüncü Nükte” bölümünde naklettiği manidar hatıra, hasta ziyaretine giderek hayata hizmet etmek isteyenlere güzel bir rehberdir.
***
“Birinci Harb-i Umumînin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat mühim bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim, bana dedi:
“‘Yüz gecedir başımı yastığa koyup yatmadım’ diyerek acı bir şikâyet etti.
“Ben de çok acıdım, birden hatırıma geldi ve dedim:
“‘Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekvâ etme. Onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise madem daha gelmemişler, Rabbin ve Rahmânirrahîm’in rahmetine itimat edip dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut rengi verme. Bu saati düşün, sendeki sabır kuvveti bu saate kâfî gelir. (...)
“Bütün kuvvetini bu saate tahşîd et. Rahmet-i İlâhiyeyi ve mükâfat-ı uhreviyeyi ve fâni ve kısa ömrünü uzun ve bâkî bir sûrete çevirdiğini düşün. Bu acı şekvâ yerine ferahlı bir şükret.
“O da tamamıyla bir ferah alarak ‘Elhamdülillah’ dedi, ‘Hastalığım ondan bire indi.’”
Bu kadar müessir olmasa da, şartlarına riâyet edilerek yapılan her ziyaret, hastayı biraz ferahlatıp tesellî eder. Fakat genellikle ziyaretçiler gittikten bir süre sonra hasta tekrar eski hâline gelir.
Hastaların bu ahvâlini onlarla birlikte hasta yakınları ve refakatçiler de fiilen yaşadıklarından; ziyaretin muhatabı hastalar olmakla birlikte, hasta yakınları ve refakatçiler de ferahlamaya, tesellî edilmeye muhtaçtır.
Ziyaret sırasında onları da ihmal etmemelidir.
Şayet ziyaretçiler söyledikleri sözleri ve yaptıkları hareketleri hâlis niyetleri, samimi tavırları ve müstecap duâları ile takviye ederlerse o ziyaretin hastaya ve yakınlarına verdiği tesellî süresi biraz daha uzun olur.
Zaten her ziyaret, verdiği tesellînin ve ferahlığın süresi kadar müessirdir.
Ziyaretçiler giderken, hastaların ihtiyaç hissettikleri zaman hatırlayıp ferahlayacakları veya okuyarak tesellî bulacakları bir hediye götürebilirlerse ziyaretlerinin tesiri zamanla mukayyet olmaz.
Bu ihtimalleri ayrı ayrı değerlendirmek mümkün olduğu gibi ikisini birlikte yapmak da imkân dahilindedir. Bunu yapmanın yollarından biri de ziyaretine gidilen hastaya Hastalar Risâlesi’ni götürmektir.
Çünkü Hastalar Risâlesi, bizzat müellifinin ifadesiyle “Hastalara bir merhem, bir tesellî, mânevî bir reçete, bir iyâdetü’l-marîz ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır.”
***
“Me’yus ve ümitsiz bir hastaya mânevî tesellî, bin ilaçtan daha ziyade nâfi’dir.”
Hastaların nazarında, ilaçla tesellinin farkını mezkûr mektubunda bu sözlerle ifade etmiş Bediüzzaman. Doktorların bazı hâllerde ilacı hastalığı iyileştirmek için değil de hastayı tesellî etmek maksadıyla vermeleri, Bediüzzaman’ın sözünü teyid ediyor.
Hele bir de tesellî vesilesi mânevî ise...
Böyle bir hassasiyetle hasta ziyaretine giden insanlar aslında sadece hastayı teselli edip ferahlatmakla kalmazlar, kendileri de farklı bir gönül ferahlığı hissederek hissen ve ruhen rahatlarlar.
Bu rahatlığın birinci sebebi, zor durumda olan bir yakınlarına karşı insanlık vazifelerini yapmış olmaktır. İkinci sebebi de bunu Allah rızası için yaparak mânevî kazanç vesilesi hâline getirmektir.
“Bir hastayı ziyaret ettiğinizde, ona daha çok yaşayacağını söyleyin. Çünkü bu bir şey değiştirmez ama hastanın gönlünü hoş eder” buyurmuş Peygamber Efendimiz (asm)
İnsanların yardıma ve teselliye en çok ihtiyaç hissettikleri bir zamanda bilhassa tanımadıkları insanlardan yardım görmeleri, onları ziyadesiyle ferahlatacaktır.
Öyle hâllerde yapılan duâlar çok daha müstecabdır.
Bu itibarla ziyaretini münhasıran Allah rızası için yaparak hiç tanımadığı hastaların yanına gidenler o hadis-i şerifi örnek aldıkları takdirde hem maddî, hem de mânevî yönden maksatlarına ulaşırlar.
Bu şekilde yapılan bir hasta ziyareti, hem hastanın ve yakınlarının dünya hayatına hizmet edecektir, hem de ziyaret edenin ahiret hayatını mânen ihya edecektir.
Tıpkı ‘Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş nazarı ile bakan ve içi yanan’ Yunus Emre’nin yaptığı ve söylediği gibi:
“Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim, göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi
Bir hastaya vardın ise
Bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele
Hak şarabın içmiş gibi”
09.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsanın kıymeti |
|
Hangi iyi, güzel, mükemmel iş vardır ki kolayca elde edilmiş olsun! Kimbilir ona ulaşabilmek için ne kadar didinildi, çırpınıldı, diş sıkılıp yılmadan, bıkmadan, usanmadan çalışıldı.
Eğer o güzellik bir zaferse şüphesiz kolay ulaşılmamıştır.
Hayatın inişiyle çıkışını, gülüyle dikenini, zorluğuyla kolaylığını birlikte düşünmeyen zaferi elde eldemez.
Büyük zaferler elbette büyük gayretler ister.
Hedefin büyüklüğü bütün bunları zevkle üstlendirir insana.
Akıllı insan, baştan sonucu gören, zorlukları baştan üstlenen, peşinen kabullendiği için zorlanmayan, zorlansa da ahlayıp pohlamayan, aşmayı başaran insandır. Hz. Ali (ra), “Akıllı çok zahmet çeker” diyor. “Küçük hâdiselerle uğraşmasını bilmeyen büyük hadiselerle hiç mücâdele edemez” ifadesi de ona ait.
Bu zorluk, sıkıntı ve meşakkatlere karşı âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde hep sabır tavsiye edilir. Sabredenler müjdelenir.
Sabır Allah’a itaat, haramlardan kaçınma ve musibetlere tahammül için verilmemiş midir? Ne güzel buyurmuş Kâinatın Efendisi (asm): “İnsanoğluna sabırdan daha geniş bir nimet verilmemiştir. Kim sabır isterse Allah verir” diye. Hz. Ali (ra) de, “Sabır ve tahammül öyle bir hazinedir ki ömrü tüketir, kendi tükenmez” der.
Büyük insanların, büyük işler başaranların hayatlarına bakın. Hepsi de sabırlı, tahammüllü insanlar. Kâinatın Efendisi (asm), 23 sene içerisinde kendisine gönül vermiş 140 bin kişi yetiştirmişti. Ama bunun için az çile çekmemiş, az zorluklara, sıkıntılara katlanmamıştı.
Yaptığımız iş, ulaşacağımız hedef ne kadar önemli ve büyükse, o ölçüde sabırlı ve tahammüllü olmamız gerekiyor. Hem, “Amellerin en efdali, en zor olanı” değil mi?
Diyelim ki İslâmın yüce hakikatlerini gönüllere nakşedeceksiniz. Bir-iki değil, belki birçok kereler ziyaretler, sohbetler, görüşmeler yapacaksınız. Farklı metod, tarz ve yollarla yaklaşacaksınız onlara. Bıkmayacak ve usanmayacaksınız. Tebliğ bizden, hidayet Allah’tan. Sonra insanın kıymeti himmeti nisbetinde.
Tebliğ gönüllülerinin işi zor şüphesiz. Ama onlar o zoru aşmak, başarmak için varlar. Sevgi, saygı, hoşgörü, kısacası insanlık meyveleri verecek bir bahçeyi yetiştirmek emelindeler. Tabiî ki o hakikat suyunun geçeceği kanalları açacak, yolları temizleyeceklerdir.
09.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Alış verişte dürüstlüğü elden bırakmamalı |
|
“İş değişikliği sebebiyle zararına satışlar”, “Bir halı alana ikinci halı bedava”, “Satışlar etiketin yarısına”, “Tadilât dolayısıyla yüzde yetmiş indirim”... Bu ve benzeri cazip ifadeler, iş yerlerindeki camlara yazılmış veya asılmış reklâm yazıları.
Dikkat çekici, cezbedici bu çeşit reklâmlara bakıp, içeriye girip, ürünlere ve üzerindeki fiyatlara baktığınızda, bu işlerin hiç de öyle olmadığını, yapılan reklâmların bir aldatmacadan ibaret olduğunu anlıyorsunuz.
İstisnaları olmakla beraber, bu gibi reklâmlarla müşterilerin merak ve hevesleri tahrik ediliyor, şaşırtmaca anons ve reklâm ifadelerle açıkça insanlar aldatılmaya çalışılıyor.
Reklâm ve tanıtım olmadan satışlar olmaz ama keşke müşteriye kandırma, aldatma değil de, gerçekten doğru olan reklâmlar ve tanıtımlar yapılabilse.
Bazen de müşterinin gözünün içine baka baka aldatmalar oluyor, hayrete düşmemek elde değil. Bir manavın ön tarafa, yıkayıp parlattığı meyveyi, sebzeyi özenle yerleştirmesi, arka tarafa da kalitesiz hatta çürük ürünleri koyması, satış anında bir nev'î el çabukluğuyla çürük meyve ve sebzeyi poşetlere doldurup müşterinin eline tutuşturması açıkça müşteriyi aldatmak değil de nedir?
Halbuki doğru, dürüst ve itimat edilir olmak, ticaretin ruhu ve esası olması gerekir ve tüccarın da bu gibi hasletlere sahip olması lâzımdır. Müşteriyi aldatan, çürük, kusurlu malı sağlammış gibi satan, alış verişte yemin eden, dîn-i mübîne ne derece zarar verdiğini biliyor mu acaba? Aynı zamanda borcunu, senedini zamanında ödemeyip, karşı tarafı zarara sokan insanlar, kul hakkına girmekle birlikte, dînî değerlere de zarar verdiklerini biliyorlar mı bilemiyoruz.
Ticarette bu gibi hoş olmayan durumlara sebebiyet verenler, bir de bunları dindar kisvesi altında yapıyorsa, bu meşrû olmayan işlerin zarar üstüne zarar olduğunu da bilmekte fayda var.
Bu meyanda Peygamber Efendimizin (asm) “Kusurunu belirtmeden bir malı satan kimse Allah’ın gazabı altındadır, melekler ona lânet ederler” hadis-i şerifi câlib-i dikkattir.
Allah’ı tanıyan, ahiretini unutmayan, dinimizin emir ve yasaklarını yaşamanın gayretinde olan bir Mü’min, üç beş kuruş kazanabilme uğruna ticarette yüce Allah’ın yasak kıldığı hâl ve tavırlara hiç girer mi?
Konu ile alâkalı olarak Efendimizin (asm) bizzat şahit olduğu şu olay da, ticaretle iştigal edenlere ışık tutar niteliktedir: Bir gün pazar yerinde dolaşırken, bir buğday satıcısının yanına giderek, buğday çuvalının altına doğru elini sokunca ıslanmış halde buğdayları gören Resûl-i Ekrem (asm) “Ey satıcı niçin bunun altı ıslak?” diye sorunca, satıcı “Yağmur yağmıştı da onun için altı yaş kaldı, üstü kurudu” deyince, Efendimiz (asm) “İnsanlar görsün diye ıslak kısmını üste koysaydın ya” dedikten sonra “Aldatan benden değildir” buyurmuştur.
Efendimizin (asm) şu söyledikleri hiçbir yoruma, te’vile lüzum kalmadan gayet açık ve net. Bu ifadeleri duyduktan sonra da hâlen vitrinlerin veya tezgâhların ön taraflarına, ürünlerin en iyilerini yerleştirip, görünmeyen arka kısımlara da çürük, kalitesiz ürünleri koyup, kafa karıştırıcı sözlü ve yazılı reklâmlarla müşteriyi aldatmayı alışkanlık haline getiren esnafa artık söylenecek bir şey bulamıyoruz.
Doğru olan, helâl kazanca kanaat etmektir. Az, fakat helâl olan kazanç daha bereketli, daha efdaldir. Haram yollardan elde edilen, çok gibi görünen bir malın hakikat-ı hâlde hiçbir hayrı ve bereketi olmadığı gibi, ahirette de çok azîm vebâl ve hesabının olduğunu bilmekte fayda var.
09.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Kadınların milenyumu… |
|
21. yüzyıla girerken bu yüzyılın ana konularından birinin kadın olacağı, bir açıdan kadınların yüzyılı olacağını belirtmişti uzmanlar. Yine Büyük Orta Doğu Projesi adı verilen çalışmada kadınların büyük payı olacağı, özellikle de Müslüman kadınlar üzerinde “yeniden yapılandırma” faaliyetlerinin büyük rol oynayacağı ifade edilmişti. Bu haberlerde uluslararası spekülatör Soros’un adı sıkça geçmiş, onun vakıf ve dernekler kanalıyla bu yapılandırma çalışmasında hızlandırıcı rol oynadığı ifade edilmişti. Bu haberler medyada geçtiğimiz birkaç yıl zarfında sıkça yer aldı, yazıldı çizildi.
Şurası ap açık ortada ki, kadınla ilgili alanlarda yoğun bir faaliyet söz konusu. Dayak, töre cinayetleri gibi cahiliye dönemi artığı olmasına rağmen gelenek maskesi giymiş konular ciddî şekilde tartışılıp, yeri geldikçe çoğu kez İslâma lâf atılmakta… Kadınların tesettürü konusu ise ap ayrı bir olay… Milliyet gazetesinin yayınladığı son anket, malûm medyanın tesettüre bakış açısındaki kavram kargaşasının nişanı hükmünde…
Böyle karışık bir ortam içinde İslâmda kadın hakları ile ilgili çalışmaların çok büyük önem taşıdığı, “İyiyi emir, kötülükten men” vazifesini yerine getirdiği bir gerçek.
Medya ve şiddet
Ülkemizde son birkaç yıldır kadına yönelik şiddet konusu bütün yönleriyle ele alınmakta, çözüm yolları aranmakta.
Bu faaliyetlerden sonuncusu 7-8 Aralık’ta gerçekleştirildi. Hürriyet gazetesinin BM Nüfus Fonu ile ortaklaşa düzenlediği, Bahçeşehir Üniversitesinin, Çağdaş Eğitim Vakfı, CNN ve Star televizyonlarının desteklediği “Aile İçi Şiddete Son” kampanyasının uluslararası konferansı. Bu yıl “Medya ve Şiddet” konusu işlendi.
Bakalım malûm medya nasıl bir değişim yaşayacak? Gazetelerdeki üçüncü sayfa haberlerindeki bakış açısı, televizyonlarda kadın programları, aile içi kavga ve dedikodu programları, dizi filmler nasıl bir değişim yaşayacak?
“Tavşana kaç, tazıya tut!” politikasıyla menfaatlerin hâkim olduğu malûm medya, bir taraftan türlü çeşit yayınlarıyla şiddeti körüklerken, diğer yandan şiddetle mücadele edebilecek mi? Medya sektöründe yer alan bu haberleri, programları yayına hazırlayan kadınlar neyi değiştirecek?
Söylediklerinde kim, ne kadar samimî? Göreceğiz…
Kontrolsüz güç…
Bir firmanın reklâm sloganı şöyle: “Kontrolsüz güç, güç değildir!”
Aynı zamanda aile içi şiddet konusunu da özetleyebilecek belki de en güzel cümlelerden bir tanesi bu olsa gerek…
Kur’ân’ın tabiriyle zayıfları himaye etme maksadıyla “kavvam” olarak yaratılan erkek, gücünü kontrol edemezse, aile içi problemlerde, öfkesine mağlûp olup şiddet uygularsa, güçlü olduğunu göstermek isterken, aslında zayıflığını ispatlamış olur… Öfkesini kontrol edebilen, aile içi krizleri sağduyuyla halledebilen erkekler, aslında güçlü olanlar onlardır işte…
Peygamber Efendimizin (asm) buyurduğu gibi “Asıl pehlivan öfkesini kontrol edebilendir!”
Öfkeyi kontrol için ölçüler…
Çok farklı mizaçta kadınlar olduğu gibi erkeklerin de mizaçlarının birbirinden farklı olduğu bir gerçek. İster kadın olsun, isterse erkek “donanımlı” bir insan olmanın yolu şüphesiz duyguları kontrol edebilmekten geçiyor. Günümüzde pek revaç bulan kişisel gelişim konusundaki kitap ve seminerlerde duyguların kontrolü konusunun altı önemle çizilmekte. Demek ki duygularını kontrol edebilme yeteneğini kazanma çoğu insanın arzusu…
İşte, kadınlara şiddet konusu geçtiğinde hep atıfta bulunulan Nisa Sûresi’ndeki 34. âyetin çok hikmetlerinden bir hikmeti de eşlerin öfkesini kontrol eğitimi olsa gerek! Âyette aşama aşama öfkenin nasıl kontrol edileceği öğütlenmekte…
“Erkekler kadınlar üzerinde idareci ve gözeticidirler. Çünkü Allah insanların bir kısmını diğerlerinden üstün kılmıştır ve erkekler, mallarından kadınları ve çocukları için harcarlar. Salih kadınlara gelince onlar Allah’ın emirlerine itaat edip, kocalarının hakkına riâyet ederler ve Allah onların hukukunu nasıl koruduysa onlar da kocalarının malını, namusunu ve sırlarını kocalarının gıyabında korurlar. İsyankârlıklarından korktuğunuz kadınlara ise güzelce öğüt verin. Eğer bu fayda vermezse onları yataklarında yalnız bırakın. Bu da fayda vermezse onları hafifçe dövün. Eğer itaat edecek olurlarsa, siz de artık onları incitmek için bahane aramayın. Muhakkak ki Allah çok yüce ve çok büyüktür.” (Nisa Sûresi, 34.)
Nebevî ölçüler
Peygamberimizin (asm) öfkeyi kontrol etmekle ilgili tavsiyelerinden bir demet:
* Öfke şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateşi söndüren de sudur. Onun için, biriniz öfkelenince hemen abdest alsın.
* Biriniz ayaktayken öfkelenirse, hemen otursun. Öfkesi giderse iyi, gitmezse hemen yatsın.
* Kim, öfkesinin gereğini yerine getirmeye gücü yettiği hâlde, kendini kontrol ederse, Allah onu, kıyamet gününde huzuruna çağırır ve hurilerden dilediğini almakta serbest bırakır.
09.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kimler kurban keser? |
|
Hüseyin Bey:
*“Kimler kurban kesebilir? Fakir kurban kesebilir mi? İki fakir bir araya gelip ortak kurban kesebilirler mi? Şu şartla tabiî ki: Birisi kurbanın yarı parasını diğerine hîbe ediyor. Kurbanlığı diğeri kendi adına alıyor, kesiyor; etini paylaşıyorlar. Gelecek sene de aynı usûl ile bu defa diğeri berikisine yarı parasını hîbe ediyor ve berikisi kendi adına kesim yapıyor. Böyle kurban caiz olur mu?”
Bir kimseye kurbanın vacip olması için şu şartlar gereklidir:
1- Müslüman olmak.
2- Hür, akıllı ve ergenlik çağına girmiş olmak.
3- Yolcu olmamak, yani ikamet ettiği yerde bulunuyor olmak.
4- Kurban kesmeye muktedir olmak. Yani belirli bir mâlî güce sahip bulunmak.
Bunlardan, bir sıkıntı olmayacaksa yolcu olanlar bulundukları yerlerde diledikleri takdirde kurban kesebilirler.
Hür olmayana kurban kesmek vacip değildir. Akıllı olmayan veya ergenlik çağına ulaşmamış olan çocuklar için kurbanın vacip olup olmaması hususunda ise görüş ayrılığı vardır. İmamı Azam ile talebesi İmamı Ebû Yusuf’a göre malı olan çocuk veya malı olan deli kurban kesmekle yükümlüdür. Bunların kurbanlarını velileri keserler. Malikîler ile Hanbelîler de bu görüştedirler.
Fakat İmam Muhammed’e göre kurban kesmek için malı olan kişinin ergen ve reşit olması şarttır. Malı olan çocuğa veya malı olan deliye kurban kesmek vacip olmaz.
Şafiîlere göre de, malı olan çocuk ve malı olan deli kurban kesmekle yükümlü değildir. Kurban kesmekle yükümlü olmak için ergenlik çağında olmak ve akıllı olmak şarttır.
Muktedir olmaya gelince, bu konuda mezhepler farklı tanımlar yapmışlardır. Hanefîlere göre; evinden, giyiminden, ihtiyaç duyduğu eşyalardan ve borçlarından başka ve fazla olarak seksen beş gram altını bulunan veya bu tutarda eşyaya, mala veya paraya sahip olan kişi kurban kesmeye muktedir demektir. Kurban kesmeyi vacip kılan zenginliğin ölçüsü, zekât ve fıtır sadakasında aranan zenginlik ölçüsüyle aynıdır. Fakat kurbanda bu malın üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir.
Hanbelîlere göre, ödeme imkânına sahip olan kişi, borçla veya taksitle kurban alabiliyorsa bu kişi muktedir demektir. Gerek mal sahibinden borçla veya taksitle, gerekse başka birisinden borç para bularak kurban alıp kesmesi halinde, daha sonra borcunu ödemekte sıkıntı çekmeyecekse kurban kesmekle yükümlü olur. Eğer borcunu ödemekte sıkıntı çekecekse, bu kişi için kurban kesmek bir yükümlülük olmaktan çıkar.
Malikîlere göre, kurbana verdiği paraya sene içinde zarurî bir sebeple muhtaç olmayan kişi kurban kesmeye muktedir sayılır. Ama sene içinde o paraya muhtaç olacaksa kurban kesmesi şart değildir.
Şafiîlere göre, Kurban Bayramı süresince kendisinin veya geçimlerinden sorumlu olduğu eşinin, çocuklarının ve sair ev halkının ihtiyaçlarından fazla olarak kurban parasını temin edebilen kişi kurbana muktedir demektir. Kurban parasını temin edemeyen kişi kurban kesmekle yükümlü değildir.
Bu şartları taşımayan kimseler, imkân buldukları takdirde keserlerse vacip sevabı almış olurlar. Kesmezlerse yükümlü olmadıklarından, sorumlu olmazlar. Dolayısıyla fakir Müslüman’a kurban kesmek vacip değildir.
Fakat iki fakir Müslüman bir araya gelirler; biri diğerine kurbanın yarı parasını hibe eder; diğeri bu destekle kendi adına kurban alır ve keser; sonra da etlerini paylaşırlarsa, burada kurban ibadetine ve kurban ruhuna aykırı düşen bir davranıştan söz edilemez. İki Müslüman hayırlarını ve ibadetlerini paylaşmış olurlar. Birisi para hayrı yapmış olur. Diğeri kurban kesmiş olur. Dilerlerse diğer sene de–yine fakir olmaları şartıyla—dönüşümlü olarak bunu yapabilirler. Fakat bunu bir zorunluluk veya yükümlülük olarak değil; sırf gönüllülük çerçevesinde yapmaları gerekir. Bu yöntemle diğer seneyi bağlayıcı bir anlaşmaya girmeleri de doğru olmaz.
Kurban kesmek yukarıda izah edildiği ölçüler çerçevesinde muktedir Müslümanlara vaciptir. Muktedir Müslümanların kurban kesmemelerini, dört mezhep de mekruh görmüştür. Muktedir olmayanlar kesmezler ve bundan dolayı günahkâr olmazlar.
Allah kurban dâhil ibadetlerimizi kabul buyursun. Âmin.
09.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
“Mevlânâ Yılı” bitiyooor! |
|
UNESCO tarafından bütün dünyaya ilân edilen “Uluslararası Mevlânâ Yılı”nın artık iyiden iyiye sonuna geldik.
Mevlânâ’yı sevenler; “Yahu neler yapıldı yıl boyu? Doğrusu biz hiç de bir şey anlamadık. Yapılan dişe dokunur bir etkinlik, kalıcı bir faaliyet göremedik!” diye hayıflanadursunlar…
Kimi kültürel kurum ve kuruluşlar, batı modelli etkinliklerle görevlerini (!) yapmış olmanın huzuruyla şimdilerde yılbaşı kutlamaları hazırlıklarına hız veriyorlar…
O güne kadar yapılanları, o güne kadar yapılmayanların olduğuna da dikkat çekerek daha kalıcı bir şeyler yapmak durumunda olduğumuzu hatırlatmak için 15 Temmuz 2007’de bu sütunlarda “Mevlânâ yılı bitiyor da” başlığı altında; “… dürüst olalım… Söz konusu yılın yarısını da geçtik… Peki… Normal yıllardan farklı ve özel olarak ‘Mevlânâ Yılı’na münhasır ne gördük?
‘Mevlânâ’ adını, fikriyatını, dünyasını, inanç anlayışını bize olduğu kadar dünyaya da anlatacak kaç tane sahne eseri sergileyebildik geride kalan 6 ay içinde?
Ya da; ufukta var mı böyle bir hazırlık? Ben göremiyorum…Ya siz?
‘Mevlânâ’ adını, fikriyatını, dünyasını, inanç anlayışını bize olduğu kadar dünyaya da anlatacak kaç tane edebî eser yayınlayabildik geride kalan 6 ay içinde?
Ya da; ufukta var mı böyle bir hazırlık? Ben göremiyorum…Ya siz?
‘Mevlânâ’ adını, fikriyatını, dünyasını, inanç anlayışını bize olduğu kadar dünyaya da anlatacak bir film değil, belgesel olsun çekebildik mi geride kalan 6 ay içinde?
Ya da; ufukta var mı böyle bir hazırlık? Ben göremiyorum…Ya siz?” demiştim.
Yukarıda zikrettiğim sorulardan sonuncusunda bir film eksikliğine temas etmişim… Çünkü; geçen yıldan başlayarak Konya Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde böyle bir çalışma başlatılmıştı ama… Ne yazık ki o başlayış, yıl içerisinde icraata dönüşemedi. Özlemle beklenen filmin senaryosunu yazmakla görevlendirilen sevgili ağabeyim Ömer Lütfi Mete, “Mevlânâ yılı” dolayısıyla fikrini soran Gerçek Hayat’tan Gülcan Tezcan kardeşime, genel anlamdaki fikirleriyle beraber şöyle konuşmuş: “ Mevlânâ ile ilgili film projemin senaryo çalışmasını ağırlıklı olarak bitirdim. Yönetmenin ve yapımcının kesinleşmesinden sonra başka işlemler de olmalı muhakkak. Benim inandığım 250 sayfa senaryo ortaya çıktı.
Mevlânâ Yılı’nda çok parlak faaliyetler göremedim. Konya ile sınırlı kaldı. Prens Charles’ın gelmesini bile Mevlânâ Yılı’nın bir faaliyeti olarak algılayabilenler olabilir. Bu günlerde Konya’da uluslar arası bir kısa film yarışması var. Hz. Mevlânâ’nın eserlerinden ilhamla bir uluslararası kısa film yarışması. Ama Mevlânâ Yılı’nı Yunus Emre Yılı kadar bile değerlendirdiğimizi düşünmüyorum. Konya için aynı şeyi söyleyemem. Özellikle Konya Belediyesi’nin Kültür Dairesi Kültür AŞ adı altındaki şirketiyle bir hayli çaba sarf etti, dünyada da bazı faaliyetlere katıldılar. Bizim medyamıza yansımadı bile. Faaliyetlerin çok az olduğunu düşünüyorum, olanların da medyamız tarafından değerlendirilmediği kesindir. Nazım Hikmet Yılı ilan edilseydi 2007, Türkiye’de kıyametler kopmuştu. Medyamız sabah akşam bundan bahsederdi. Bunu, Nazım Hikmet Yılı olsa da ona ilgisizlik gösterilsin anlamında söylemiyorum. Ama öyle bir şey olsaydı Türkiye Allak bullak olurdu. Mevlânâ olunca ulusal medya bunu görmezden geldi.”
Gerçek Hayat’ın; “Mevlânâ Yılı bitiyor ruhunuz duydu mu?” başlıklı haberinde Gülcan Tezcan kardeşimin yazdıklarına kulak vererek, yıl boyu yapılanların genel bir özetini de görmek mümkün. Burada sayılan “yapılanlar”ın, yapılması gerekenler yanında “devede kulak” mesabesinde oluşu ise yüreğimizi yakan, başımızı önümüze eğen acı gerçeğimiz.
Sözü burada Gülcan Tezcan kardeşime bırakıyorum: “UNESCO tarafından Mevlânâ Yılı ilân edilen 2007 bitmek üzere. Aylardır çeşitli kurum ve kuruluşlar hummalı çalışmalar sonucu birbirinden önemli programlara imza attı.. Aralık ayı Mevlânâ’yla ilgili çok daha yoğun faaliyetlere sahne olacak. Neler yapıldı yıl boyunca diye özetlemek gerekirse liste hayli uzun. Hemen her san’at disiplininden Mevlânâ ile gönül bağı olan pek çok san’atçı Mevlânâ Yılı’na özel performanslar ve eserler ortaya koydu. Çeşitli kültür san.at kurumları ‘Mevlânâ’ya özel sergi ve faaliyetlerle 800.yıl coşkusuna katıldı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Haziran ayından başlayarak sahne sanatları, konser, sergi, sema gösterileri, sempozyum ve konferanslarla Aralık ayını da kapsayacak şekilde İstanbul’da Mevlânâ konseptiyle bir seri program hazırladı. Rûmi Senfonik Gösteri alanında bir ilk ve farklı bir çalışma olarak dikkat çekti. Mercan Dede, Ahmet Özhan konserleri büyük ilgi gördü. Yaz boyunca açık hava sema gösterileri yapıldı. Uluslar arası Neyzenler Buluşması da İstanbul’da Mevlânâ buluşmasının önemli başlıklarından biri olarak hatırda kaldı.
Kültür Bakanlığı san’atçılar ve edebiyatçılarla dünyanın dört bir yanına adeta Mevlânâ çıkarması yaptı. Kültür ve san’at merkezi niteliğindeki başta Paris olmak üzere New York, Cenevre, Berlin, Cakarta, Duşanbe, Kahire, Londra, Melborn, Roma, Sidney, Şam, Şikago, Tokyo, Washington ve Yeni Delhi’de Mevlânâ’yı tanıtıcı konferanslar, tasavvuf müziği konserleri, Sema gösterileri yapıldı. Ömer Tuğrul İnançer yönetimindeki Kültür Bakanlığı Tarihi Türk Müziği Topluluğu neredeyse nefes almadan yurtiçi ve yurtdışında sayısız sema ayini icra etti ve yıl sonuna kadar da konserler devam edecek.
Kültür Bakanlığı’nın Hz. Mevlânâ’nın 800. doğum yıldönümünde Konya’da düzenlediği ‘görkemli’ kutlama ise eleştirilerden fazlaca nasibini aldı. Mevlânâ gibi bir değerin lazerli, havaî fişekli batılı bir doğum günü coşkusuna kurban edilmesi ve şehir dışından gelen konukların organizasyon bozukluğunun kurbanı olmasına Tüketiciler Birliği sert tepki gösterdi. Tüketiciler Birliği Konya Şube Başkanı Kemal Özer, Mevlânâ ve hoşgörü adına hoşgörüsüzlük sergilendiğine dikkat çekerken Konya’da Mevlânâ’nın ticari bir meta gibi algılanmasına sitem etti.
Mevlânâ’ya dair sempozyumlar da yapıldı elbette. Kültür Bakanlığı İstanbul ve Konya’da Uluslar arası Mevlânâ Celâleddin Rumi Sempozyumu” düzenlerken Harran Üniversitesi de Şanlıurfa Mevlevihane’si Yaşatma ve Kültür Derneği işbirliğiyle ‘Uluslararası Mevlânâ ve Mevlevilik” Sempozyumu düzenledi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce yapılacak olan ‘Hoşgörü’nün Adı Mevlânâ’ konulu konferans ise Aralık ayının ilk günlerinde.
Konya Büyükşehir Belediyesi ‘Mevlânâ Yılı’na en iddialı hazırlanan bir kurum olarak dikkat çekti. Uzun süredir çekilmesi planlanan ‘Mevlânâ’ filmi için çalışmalar hızlandırıldı. Ancak sinema filmi senaryo aşamasından öte geçemedi. Buna karşılık Konya Belediyesi’nin yapımı olan Mevlânâ konulu çizgi film dünya televizyonlarında yayınlanmaya başladı. ‘Mevlânâ Hoşgörüsünde Uluslararası Gençlik Buluşması’ da Konya Belediyesi’nin Mevlânâ’yı dünya gençlerine anlatma çabası olarak kayıtlara geçti.
Ortada bu sayfalara sığdıramadığımız yüzlerce başlık altında sıralanabilecek ‘Mevlânâ Yılı’ faaliyeti söz konusu iken akademisyenlere ve kültür sanat adamlarına sorduğumuzda 800. yılın hakkıyla kutlanılmadığı görüşünde birleşiyorlar. Prof. Dr. Kenan Gürsoy, devletin üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiğine dikkat çekerken medyanın ve sivil toplum kuruluşlarının Mevlânâ’yı sahiplenmediklerinin altını çiziyor. Prof. Mahmut Erol Kılıç’a göre ise Kültür Bakanlığı’ndaki doku uyuşmazlığı Mevlânâ Yılı’nda yapılması planlanan pek çok çalışmanın hayata geçirilmesine engel oldu.”
Öyle ya da böyle… Koca bir yıl geldi ve gidiyor…
Bu arada “Uluslar arası Mevlânâ Yılı” da öyle ya da böyle… Bi-ti-yooooor!
Eserlerinden ya da adına yapılmış bir tiyatro eseri sahneleyemeden…
Eserlerinden ya da adına yapılmış bir film çekemeden…
09.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Namazla kazanmak |
|
Biz onu yaşadığımızda, bize kazandıran, sevap havuzumuza dolan kullukla bize ödül veren bir ruhaniyettir namaz. Kılmakla birlikte yaşamak, yaşarken düşünmek ve kalıcı kılmak, kılınanı ulvîleştirir. Namaz, dinin direği olduğu gibi, ruhumuzun ve maneviyatımızın da sütunudur. Nurânî çekirdeğidir. İçimizdeki kalbî sürurun, aklî fonksiyonun ve vicdanî tatminin de sigortasıdır.
Biliyoruz ki, insan zayıftır. Fıtrat, ihtiyaçlarını, kendi başına karşılayamamaktadır. Her şeyle ilgili bir hayat sorumluluğu var omuzlarında. Onlarla ilişki içindedir. Onlar, buna ilişir. Bazen üzer, etkiler. Bazen de ümit verir. Şevkini kamçılar.
Aynı zamanda acizdir. Yetersizlikleri vardır. Buna mukabil uğraştığı, didiştiği, mücadele ettiği engelleri/düşmanları vardır. Hem de çok fazla. Baş etmekten yorulur. Takati yetmez. Çoğu zaman acziyete düşer. En büyük hasmı da nefsidir. Diğerleri ondan cesaret alır.
Hem fakirdir. Çünkü ihtiyaçları bitmez tükenmez bir derecededir. Her şeyi ister. Her şeye muhtaçtır. Hava ve su başta olmak üzere, kendisince karşılanamayacak sayısız istekleri vardır. Bunları kendi başına veya dünyevî bir sermaye ile temin etme şansına da sahip değildir.
Üstelik, tembeldir. Devamında iktidarsızdır. Takati, çalışma ile elde edeceği, hayatın fonksiyonlarını devam ettirebileceği bir potansiyele ve çalışmaya yetmemektedir. Bütün çabası, hayatın sınırlı yürüyen rutin ihtiyaçlarına ancak yetmektedir. Kalp kapakçığına yetecek bir çalışma sermayesi ya da değişecek böbreğini satın alacağı bir sermayesi ve kıymeti yoktur.
İmkân olsa bile, gücü ve iktidarı yetmez. Her nefes alış verişi, bir takdirin ve tecellinin mahsulü olan bir insan, nasıl iktidar sahibi olabilir? Nasıl muktedir olur? Nasıl, emanetleri "Ben" şahsîliğine tapular? Bu, mümkün mü? Bu vehmetme, öyle zannetme gafleti, sarsıcı bir olayla yüzleştiği zaman, nereye sığınacak? Kimden medet umacak?
Hayatın yükünü, mükellefiyetlerini ve kendisine yüklenen sorumlulukları, kendi başına karşılama kuvvetine sahip değildir. Çünkü bu yük, ağırdır. Hem taşıyamaz, hem de koruyamaz.
İnsaniyet ailesinin parçası olan birey, bu bağlar sayesinde, iman "onu kâinatla alâkadar etmiştir." Kâinatla ilişkilendirmiştir. Sevdiklerinin hepsi bu ilişkiler ağının içindedir. Alıştıkları da, hoşlandıkları da, yaşanılanların daimiliğini istiyor. Bunlar, elinde tutmak istedikleridir, ancak nafile.
Ayrılışlar, kopuşlar, kopmalar, kaybedişler sürekli acıtıyor, üzüyor. Hasret yükünü arttırırken, onu telâfi edecek yeni takviyeler alıyor. Her eksilme, her bitiş veya uzaklaşma, incitiyor. Dokunuyor, en hassas duyguların bam teline.
"Akıl, ona yüksek maksatlar ve baki meyveler gösteriyor" iken, düştüğü çaresizliğine ve yetmeyen varlığına mukabil, düşünmeye ve doğru cevabı bulmaya çalışıyor.
Akıl feneri, kâinat Sahibinin yolunda önünü aydınlatabilmesi için, maksadın içinde kalması gerekiyor. Fanîyi bakîleştirmek, geçiciyi daimîleştirmek, gideni geri almak ve ayrılışı buluşmaya çevirmek buna bağlı.
Eğer böyle olmazsa, "Eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısa" olan insan, ne yapabilir ki? Elinden ne gelir ki? Sınırlı imkânları ve emanet edilmiş varlıkları ile sonsuz kudret dairesinin tasarruflarına nasıl uzanabilir ki?
Namaz olmadan, Huzur-u İlâhiye çıkmadan, talep etmeden, değişen zamanın beş tahsisli dönemine tahsisat yapmadan, nasıl mümkün olacak? İmkânı var mı?
Bakî meyveler, fanî ömrün kazançlarıdır. Fanîyi, bekâya ait kılmak, misafirhaneyi mülkümüz yapmak ve konakladığımız geçici mekânları kendimize ait tutmak için, cüz'î iradeyi Kudret Eline teslim etmek gerekir. Namaz bu kapıları açmaya ulaştıracak bir merdivendir.
İnsanın potansiyeli, kinetik değerini ve tatmin hissini, beş vaktin beş namazı ve beş kârı ile ancak elde edebilir.
Yoksa, yoktur. Yokluklara aday, sıkıntılara abone ve çarelere bigâne bir hal alır. İhtiyaçları, fıtratın taleplerini karşılamakla giderilebilir. Bunu sağlayacak olan namazdır.
Bütün bu başlangıçlar, günün dirilişi olan sabah namazı ile mümkündür. İbadetle, güneş doğmadan, gün doğumu "Bismillah" der. Böylece, rahmet sağanağı, bereket pınarından ihlâs havuzuna kulluk yolundan ilerler.
09.12.2007
E-Posta:
[email protected].
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Temelde zedelenme |
|
Başörtüsü tartışmalarının iyice çığırından çıkarıldığı bir noktaya gelip dayandık. Yıllardır yasağın gerekçesi olarak kullanılan “siyasî simge” iddiasının ötesinde, şimdi de “nefret simgesi” yakıştırmaları yapılmaya başlandı.
Halbuki “siyasî ve ideolojik simge” iddiasının da, “nefret simgesi” uydurmasının da hiçbir geçerliliği ve toplumda hiçbir karşılığı yok.
Bu ülkede kadınların büyük çoğunluğu asırlardır başını örtüyor. Sebep, dinin böyle emrettiğine inanmaları ve bu inancın hayatlarındaki yansımasının böyle bir gelenek oluşturması.
Ancak bu inanç ve gelenek, laik kültürün etkisiyle ortaya çıkan başı açıklara karşı herhangi bir baskı unsuru veya tehdit teşkil etmiyor.
Ne başını örtenlerin başı açıklara, ne da başı açıkların başörtülülere nefretle bakması söz konusu. Giyim tercihlerindeki farklılık hiçbir şekilde bir gerilim ve çatışma sebebi olmadı, olmaz.
Ama buna rağmen Türkiye yıllardır bu temelsiz ve abes tartışmayı aşamıyor. En önemli sebep başörtüsü yasağı. Yasağın başlıca gerekçelerinden biri ise başörtülü çoğunluğun açıklara özgürlük tanımayacağı vehim ve korkusu.
Sırf bu sebeple, yani gelecekle ilgili mevhum ve farazî bir korkuya istinaden, yıllardır başörtülülerin en temel hakları ellerinden alınıyor.
Peki, bu asılsız korkunun kaynağı ne?
Cevap: Din adına siyaset.
İşte başörtüsü senelerdir bu ikilemin kurbanı. Bir tarafta din adına ortaya çıkan bir siyaset ve iktidar mücadelesi; diğer tarafta statükocu bir ideolojinin mevzilerini bırakmamak için canhıraş bir şekilde sürdürdüğü amansız direniş.
Mücadele keskinleştikçe, başörtüsünü bu ikilemden alıp kurtarmak daha da zorlaşıyor.
Din adına siyaset çizgisinden gelip, “Yaptığımız yanlışmış, din siyaset mücadelesinin aracı olarak kullanılamaz” diyenlerin bu söylemleri karşı cenahta inandırıcı bulunmuyor ve takiyye yaftasıyla damgalanıyor. Şu andaki durum bu.
Gerçi işin aslına bakılırsa, laikçi statüko bunu bahane olarak kullanıyor. Din adına siyaset iddiasının hiçbir şekilde söz konusu olmadığı tek parti dönemindeki uygulamaları bunun ispatı.
Ve esasen, din adına siyaset iddiasının güçlenmesi dahi, bu dayatmacı uygulamalara karşı gelişen tepki birikiminin neticelerinden biri.
Dediğimiz gibi, gelinen noktada başörtüsü laikçi ve ideolojik siyasetle din adına siyaset iddiası arasındaki çatışmanın arasında eziliyor.
Biri yıllar önce “Tesettür kalkacak” talimatıyla başlatılan kıyafet devrimini tamamlamak uğruna başörtüsünü tümüyle silmenin peşinde.
Diğeri ise başörtüsünü protokole taşımak, görünür kılmak, dünya nimetlerinden başörtülüleri de daha fazla yararlandırmak gibi hedefler uğruna, bir dejenerasyonun önünü açıyor.
Onun için, gelinen aşamada yürütülen tartışmalara bir şekilde müdahil olmak, işi iyice çığırından çıkaran yozlaşma sürecine istemeden de olsa katkıda bulunmayı netice verebiliyor.
Şu merhalede yapılması gereken şey, başörtüsünden de öte tesettür kavramını tekrar gözden geçirip konuyu o çerçevede derin bir şekilde yeniden tahlil etmek ve bunu yaparken, tesettürün de altyapısını oluşturan imanı takviye ve tahkim hizmetinde yoğunlaşmak olmalı.
Çünkü temellerde zedelenme var.
09.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yeni şeyler söylemek lâzım |
|
“Dün dünde kaldı cancağızım, yeni şeyler söylemek lâzım” sözü, Hz. Mevlânâ’ya ait bir söz. Çok konuşulup da az iş yapılan Türkiye’de bu sözün tatbik edilmesi daha bir önem kazanıyor.
Malûm olduğu üzere içinde bulunduğumuz günler, “Hz. Mevlânâ Haftası” olarak kutlanıyor. Bu vesile ile başta Konya olmak üzere pek çok yerde Hz. Mevlânâ’yı anma toplantıları düzenleniyor. Yine hatırlamak lâzım, 2007 yılı UNESCO tarafından “Mevlânâ Yılı” olarak ilân edilmişti ve yılın sonuna yaklaşıyoruz.
Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) iki ayda bir yaptığı Genel İdare Kurulu toplantılarının sonuncusunu, biraz da bu sebeple Konya’da tertipledi. İki gün süren GİK toplantılarında daha çok ekonomi konuşuldu, ama toplantının Konya’da yapılıyor olması sebebiyle konuşmalarda sürekli Hz. Mevlânâ’ya atıflar yapıldı. “Dün dünde kaldı cancağızım, yeni şeyler söylemek lâzım” sözü de bu sebeple toplantılarda çok tekrarlandı.
Konya, 17 Aralık’ta yapılacak “Şeb-i Arus” törenine de hazırlanıyor. Bu sebeple her gün halka açık “sema gösteri”leri tekrarlanıyor. Konya ziyaretimizde biz de bunlardan birini takip etme imkânı bulduk. Ahmet Özhan ve ekibinin seslendirdiği güzel eserleri dinledik ve akabinde “sema gösterisi”ni izledik.
Konya denince haklı olarak akla Hz. Mevlânâ geliyor. Hz. Mevlânâ’nın kabrinin bulunduğu “Mevlânâ müzesi” İstanbul’daki ‘Topkapı Sarayı’ndan sonra Türkiye’de en çok ziyaret edilen ikinci ‘müze’ konumunda. Bilhassa yabancı turistlerin Mevlânâ Müzesine yoğun ilgisi dikkat çekiyor. Hz. Mevlânâ’nın yüzyıllar önce dillendirdiği İslâmî hakikatler, belki de ‘Türkiye’yi idare edenler’den çok dünyanın ilgisini çekiyor.
Konya, ekonomik anlamda da atılım yapan şehirlerin başında. Organize Sanayi Bölgelerinde boş yer yok ve yeni sanayi bölgeleri kuruluyor. Konya’nın dikkat çeken bir yönü de öğrenci şehri olması. Selçuk Üniversitesi’nde 75 bin öğrencinin eğitim gördüğü ifade ediliyor ki bu rakam pek çok ilimizin nüfusundan da fazla. Dolayısı ile ildeki eğitim ve kültür faaliyetleri de ilgi çekiyor.
MÜSİAD’ın GİK Toplantısının konuğu Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan’dı. Çağlayan, iş dünyasından gelen bir isim olması sebebiyle MÜSİAD üyelerinin taleplerini yakından bilen bir isim. Dolayısı ile aralarında bir ‘ihtilâf’ çıkmadı. Toplantılarda yapılan konuşmalarda Türkiye’nin ortak dertleri dile getirildi ve çözüm yolları arandı.
Dile getirilen konulardan biri de “yüksek faiz ve düşük kur”un sanayici ve işadamlarının önünde en büyük engel olduğuydu. Engellerden biri de bürokrasi... Dile getirildiği üzere, “Çin Seddi” aşılabiliyor ama “bürokrasi seddi” aşılamıyor.
Elbette Türkiye’nin problemleri çok, ama ümitsizliğe de gerek yok. “Dün dünde kaldı cancağızım, yeni şeyler söylemek lâzım” sözü rehber edilir ve şartlara uygun çalışmalar yapılırsa aşılamayacak problem kalmaz.
Bu vesile ile 800. doğum ve 734. vefat yılını kutladığımız Hz. Mevlânâ’yı da bir kere daha rahmetle analım...
09.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|