Kendimi kâinatın âhengine bıraktım…
Uzaklaştım… Uzaklaştım… Uzaklaştım… Sırtıma paltomu aldığım gibi yavaş yavaş şehirden uzaklaşmaya başladım. Şehrin sun’î mutluluklarından, insan ruhunu velveleye veren gürültülerinden, insanın hissiyâtını körelten o küçük hesaplaşmalarından uzaklaştım.
Yürürken ağaçları seyrettim. O fıtrî halleriyle ümit oluyorlardı bize… Şehrin, kardeşimiz kâinattan bizi koparan hâline rağmen tesellî oluyorlardı bize. Şehrin hırs kokulu hayatı içinde tevekkülü öğretiyorlardı bize.
Semâya açılmış elleriyle duâ etmeyi öğretiyorlardı bize. Âciz olduğumuz, fakir olduğumuz gerçeğini hatırlatıyorlardı, her an o mütevâzi hâlleriyle. Ve… Ancak bir Kadîr-i Rahîm’in dergâhına el açmakla tesellî bulabileceğimizi ihtar ediyorlardı, hâcâtı nihayetsiz olan kalbimize…
Düşündüm sonra… Ağaç gibi bir hayat, sükûnetle yaşanan, telâşsız, fıtrî ve canlı bir hayat… Duâ ettim ardından:
“Rabbim! Bana bir ağaç gibi tevekkülle yaşanan,
Bir ağaç gibi telâşsız ve sükûnetli,
Bir ağaç gibi fıtrî bir hayat ver!
Ne olur! Sadece bir ağaç kadar fıtrî yaşanan hayat ver bana!”
Bitmiyordu şehir. Sokaklar bitmiyordu. Sokakları caddeler kucaklıyordu. Caddeler sokaklarla şehre tutunuyordu. Kaldırımlar ise yorgun ve telâşlı kalabalıkların savrulduğu çıkmaz sokağı andırıyordu. Öyle demiyor muydu, şehrin aldanan ve aldatan yüzüne seslenen şâir:
“Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz çıkmaz sokak
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak
Durun durun, bir dünya inliyor kubbemizden,
Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden” (NFK)
Yürüdüm… Yürüdüm… Yürüdüm… Nihâyet ışıklı dükkânların, gürültülü araba seslerinin, dar ve yorgun kaldırımların arasından kâinatın kapılarını açtım… Ve, “kendimi kâinatın âhengine bıraktım.”
Şehrin sun’î ışıklarına rağmen gecenin karanlığı daha bir aydınlık, daha bir aydınlatıcıydı.
İlk önce sükûnet karşıladı beni sessizce… Bütün gürültülerimi, telâşlarımı gecenin bu sessiz gemisine bıraktım…
Doyasıya bir koştum sonra. Kendimi rahmet yokuşların akıntısına bıraktım. Bir çocuk heyecanıyla kuşlar gibi süzüldüm. Üstüm kirlenirmişmiş, umurumda mı… Bütün içtenliğimle sularda, çamurlarda sıçradım… Şehrin yorgun sokaklarında raksedenlere mukabil, kendimi kâinatın âhengine bıraktım…
Ve, bir nehir kenarına usulca uzandım… Çıkardım ayakkabılarımı, annemin ördüğü yün çorabı da… Bütün benliğimle “ayaklarımı yere bastım”.
Şimdi, kendimi nehir suyunun akıntısına bıraktım…
Dinledim suları. Usulca, suları dinledim. Binlerce yıldır durmadan akan, rahmet rahmet imdadımıza gönderilen, o pâk ve temiz ni’meti dinledim… Çorak toprakların imdadına yetişen, ovaları, tepeleri, sahraları yemyeşil eyleyen o güzel vesileyi seyrettim…
Ve, şehrin bereketsiz havasında solmuş, sararmış bütün topraklarıma, ağaçlarıma, iç âlemimin bütün derinliklerine suların o hayata âhenk katan, can katan saflığını saldım… Kalbimi rahmetin âhengiyle yıkadım… Kalbime kâinatın âhengiyle can kattım…
Gecenin karanlığından çıkardığımız aydınlık düşünceler bunlardı… Artık seherlerin aydınlığında saklı esmâ parıltılarını bulmalıydım… Ondandır ki, elimi başımın altına aldım, gözlerimi kapadım ve gecemi aydınlatan hilâl ile yavaş yavaş sabaha aktım…
Güneş, bütün parıltısıyla, göz kapaklarının ardından yavaş yavaş sabahı süzerken… Bir anne sıcaklığıyla rengârenk çiçeklerin başını okşarken, gözlerimi hayatın rengine açtım…
Renkler ne kadar da fıtrî, ne kadar sâfî şu güzel sahrâda… Sesler ne kadar da gürültüsüz ve âhenkli… Ağaçlar, yavrularını besleyen şefkatli bir anne gibi, ağaçlar rızkını arayan, bulduğuna kanaat eden mütevekkil bir baba gibi… Ağaçlar, meyvelerini gören, o güzel yapraklarıyla çalışmalarının o güzel neticelerini gören ve bundan müteşekkir olan bir kâşif gibi…
Şefkatli olmayı, mütevekkil yaşamayı, müteşekkir durmayı öğreten bir bilge gibi ağaçlar...
Şehirde kocaman binaların ardında güneşsiz ve ışıksızız… Belki de gündelik kaygıların perdesine takılmışız ve ışıksız kalmışız. Oysa Rabbimiz her sabah fıtrî bir tazelikle bizi hayatı sükûnetle yaşamaya çağırıyor. Ve tabî, hayatı hakîkî âhengiyle yaşamamızı istiyor. Belki de, bundandır ki, günün telâşesi içinde yo(ğ)rulan, dünya dalgaları arasında keşmekeşte olan insan ruhuna bir sükûnet olsun diye bizi günde en az beş defa namazın akıntısında ferahlamaya çağırıyor… Namazın penceresinde nefes almamızı istiyor… Bütün telâşelerimizi arkamıza alıp, rekât rekât, secde secde namazın huzuruyla durulmamızı, arınmamızı, paklanmamızı istiyor… Ve işte Mü’minin dalgasız ve telâşsız duruşuyla etrafa nasıl bir güven ve emniyet verdiği bu sırdan anlaşılıyor…
Bunları anlatmakla “Şu şehirden çıkın, bütün bütün dağların, tepelerin âhengine kendinizi bırakın” dediğim anlaşılmasın. Dünyadan da nasibinizi unutmayın. Ancak kâinattan da nasipsiz kalmayın. Hiç olmazsa kalbinizi yüksek tepelere çıkarın. Dağların o saflığında âhenkle atan bir kalple şehirde yaşayın. Şehirde telâşla yaşarken, kalbinizi huzur veren tepelerin ardına atın…
Kâinat bütün fıtrîlik ve ahengiyle sâfî bir ubudiyeti yaşıyor. Ve Rabbimiz, küçük bir kâinat olan insana da, aynı âhenk ve huzurla yaşaması için kâinatında binler delili nazarına veriyor… Huzuru ve mutluluğu arayanları, bu fıtrî hayatın âhengine dâvet ediyor… Telâşsız ve sükûnetle yaşanan küçük ama anlamlı, fıtrî bir hayatı kendilerine kâfî görenleri huzuruyla mükâfatlandırıyor…
Huzuru, âhengi bütün fıtrîlikle yaşamaya ne dersiniz? Cevabınız evetse; işte kâinat, tam yanıbaşınızda büyük bir özlemle sizi bekliyor, her sabah yanıbaşınızda size selâm veren ağaçlar, çiçekler yollarınızı gözlüyor… Bunları nasıl yapacağız mı? diyorsunuz.
İşte size çözüm: Kendinizi kâinatın âhengine bırakın…
|