|
|
Nimetullah AKAY |
Şeâmetli bir duygu: Irkçılık |
|
Irkçılık öyle netâmeli bir duygudur ki, ırkçılar bile ona sahip çıkmamaktadır. Gerçekten ırkçı olanlara bile sorsan, “Yok, biz ırkçı değiliz” diyeceklerdir. Herkes nedense kendi milliyetine sahip çıkmakta, kendini haklı bulmaktadır. Bazıları ırkçılık yerine milliyetçilik kelimesini kullanarak meş’um duygularına bir haklılık kazandırmak istemektedir. Oysa milliyeti, yani unsuriyetçiliği öne çıkaran herkes aslında bal gibi ırkçıdır.
Hem kendi ırklarını bütün ırklardan üstün görecekler, hem de biz “Irkçı değiliz” diyecekler. Hem damarlardaki kandan, soylarının yüceliğinden dem vuracaklar, hem de “Irkçı değiliz” diyecekler. Kimse kimseyi kandırmasın, bu zamanda kimlerin ırkçı olduğu, kimlerin olmadığı açık bir şekilde ortadadır.
İyilik duygularına göre insanları değerlendirenler, herkese insan olarak değer verenler, kim olursa olsun zalimin karşısında, mazlumun yanında olanlar, Yaratandan ötürü yaratılanı sevenler ırkçı değildirler. İnsanlara zararlı olanları sevmeyen, toplumun huzurunu kaçıranlara hoşgörü ile bakmayan ırkçı değildir.
Kim olursa olsun ırkını öne çıkaran, dini ikinci ve hatta daha geri plana atan, ırkçı duygulara düşman olduğu için dinî duygulardan haz etmeyen ırkçıdır. Şüphesiz İslâm toplumlarındaki ırkçılar daha açık bir şekilde sırıtmaktadırlar. Çünkü İslâmiyet ırkçılığı, millî duyguları ön plana çıkarmayı yasaklamaktadır. İslâmiyet insanlara insan, inananlara da inanmış kişiler olarak değer vermektedir.
Rabbimiz, Kur’ân-ı Âzimüşşan’ında “Muhakkak ki, Mü’minler kardeştir” diyerek kardeşliğin sınırlarını çizmiştir. Bu demektir ki, Allah’a ve Onun yüce Resûlüne iman edenler, İslâm ve iman esaslarını tümüyle kabul edenler kardeştirler. Bu hükmü ortaya koyan, var olan her şeyi yaratan Kâinatın Sultanıdır.
Açık İlâhî hükümlere rağmen Müslüman olduğu halde ırkî duyguları öne çıkaranlar, kendi ırkından olmayan Müslümanlara düşman duygular besleyenler büyük bir fitnenin baş aktörleridirler. Bunlar bütün meselelere dünyevî açıdan bakmakla, dünyada ebedî olarak yaşayacağını vehmetmekle imtihanı kaybetmektedirler.
İnsanlar, Yaratıcının ortaya koymuş olduğu kardeşlik ölçüsünü kabul etmemekle büyük nankörlük etmektedirler. Elbette bizleri yaratan bizden daha iyi, kimlerle kardeş olduğumuzu bilecektir. Allah’ın vermiş olduğu hayat ve vücut nimetini Onun rızası dışında kullanmak, Firavunane duygularla kendinde bir güç ve sahiplik hissetmek büyük bir alçalıştır şüphesiz. Bu durum insanı insan olmaktan çıkarır.
Hâlık-ı Kerim tarafından biz insanlar için en büyük nümune-i imtisal ve bir insan-ı kâmil olarak gönderilen ve bizler için kurtuluşa gitmenin yolunu gösteren Allah’ın Yüce Resûlü (asm), “Arabın Aceme, Acemin Araba üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva (Allah’tan korkmak ve emirlerini yerine getirmek) iledir” diye buyurmasına rağmen ırk eksenli bir hayat yaşamaya çalışan Müslüman kimlikli insanlar, açıkça ellerine geçirmiş oldukları ebedî saadeti kazanma imkânını tepmektedirler. Kendi elleriyle kendilerini ebedî şekâvete atmaktadırlar.
Sadece dünya endeksli yaşamak isteyenler, ölümden sonraki hayatı düşünmemekte, onun için bir hazırlık yapma ihtiyacını hissetmemektedirler. Bu demektir ki, böylelerinin insânî duyguları dumura uğramıştır. Ölümü açık bir şekilde görmelerine rağmen bundan bir ders çıkarmayanların kalpleri mühürlenmiş, gerçeklere karşı gözleri kör, kulakları sağır olmuştur.
Ölümden sonraki hayatta insana bir faydası olmayan davranışlar ve düşünüşleri hayatına geçiren insanlar, dünyada yapılan hayır ve şer bütün davranışlardan hesap sorulacağını da düşünmek istememektedirler. Oysa eğer bu hayatın insan için bir önemi varsa, elbette bu hayatta kötülük işleyenler bir yerde yaptıklarının hesabını verecektir. Elbette bu dünyada işlenen iyiliklerin mükâfatının verilmesi adaletin gereğidir.
Bu kâinatı mükemmel bir şekilde yaratan ve insanları yaratılanların en mükemmeli olarak gönderen Yaratıcının elbette bir ebedî memleketi olacaktır. Orada ölüm olmayacaktır. Her şey gösteriyor ki, bu geçici dünya hayatı o ebedî hayatı kazanmak için, biz imtihana tabi olan insanlara verilmiştir. Önemli olan gören gözlere, işiten kulaklara sahip olmak, hisseden bir kalp taşıyabilmektir...
20.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
İslâmiyet, barış ve kardeşlik dinidir |
|
İçinde yaşadığımız zaman dilimi içinde İslâmiyet’e yapılabilecek en büyük kötülük onu “kan dökücü” olarak göstermektir. “Men katele nefsen…” diye başlayan âyette Cenâb-ı Allah “Bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir” buyurarak insan hayatının kutsal olduğunu emretmektedir. Kaldı ki insan kendi canına dahi kastedemez, zirâ intihar etmek en büyük günahlardan sayılmıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse “Allah’ın verdiği canı Ondan başka kimsenin almaya hakkı yoktur”
Peki, “Savaşlarda akan kan ne olacak?” diye bir sual akla gelebilir. Şunu unutmamak gerekir ki “hidayet; Allah’tandır”. Hiçbir kimse diğer bir insanı Müslüman yapamaz. Fakat Müslüman olmasına vesile olabilir. İslâm Peygamberi olan Hazret-i Muhammed’in (asm) güzel ahlâkını yaşayarak İslâm’a giren pek çoktur. Bununla birlikte kılıç zoruyla yani işgal ve zorbalıkla din değiştirmeye zorlamak dinimizce yasaklanmıştır. Zaten tarih ciddî bir şekilde incelendiği takdirde İslâmiyet’in daha çok ticârî ilişkilerin gelişmesi ve güzel ahlâk sayesinde yayıldığı ortaya çıkacaktır.
İslâmiyet’in ilk yıllarında yapılan savaşların tamamı savunma harpleridir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları İslâmiyet’i ortadan kaldırmak üzere Mekkeli müşriklerin organize edip saldırdıkları savaşlardır.
Bu savaşlardan sonra Hudeybiye Barışı imzalanmıştır ki bu anlaşmaya bazı büyük sahabeler “Aleyhimizde çok ağır hüküm içeriyor” gerekçesi ile karşı çıkmışlardı. Fakat İslâm kelimesinden de anlaşıldığı gibi dinimiz barış, sulh ve esenlik dinidir. Peygamberimizin de (asm) aksine bir tavır içinde bulunması yani savaşı körüklemesi düşünülemezdi. Nitekim başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere bütün İslâm önderleri ve evliyası barışçı olmuşlardır.
Burada “fetih” kavramı üzerinde dikkatlice durmak gerekir. Açmak, ortaya çıkarmak anlamı taşıyan fetih kelimesi asla işgal ve zorbalığı içermemektedir. Olsa olsa sulh antlaşmalarındaki hükümleri reddeden toplumlara ceza verilmesi ve gerçek barışın tesis edilmesi amacı ile savaşları kapsayabilir. Yine kısa bir şekilde ifade etmek gerekirse bazılarının ileri sürdükleri gibi “kızıl elma” hikâyelerinin dinimizde yeri yoktur.
Bu hususla ilgili olarak Hazret-i Ali’nin (as) savaş esnasındaki mühim bir kıssasını hatırlamakta yarar vardır. Hazret-i Ali, düşman askerini yakalayıp son darbeyi vuracağı esnada yüzüne tüküren askeri öldürmez, yakalayıp esir eder. Bunu niçin yaptığını soran düşman askerine Hazret-i Ali’nin verdiği cevap, konumuzu çok açık bir biçimde belirlemektedir. “Ben seni Allah emrettiği için öldürecektim. Fakat sen bana tükürdün, işin içine nefsim karıştı. Eğer seni öldürmüş olsaydım katil olabilirdim” meâlinde bir cevap vermiştir. Bunu gören düşman askeri “Madem sizin dininiz bu kadar halistir ben de Müslüman oluyorum” diyerek ihtida etmiştir.
İşte çok büyük dersler alınması gereken bu olayda İslâm dininin ne derece hassas ve ince kurallar içerdiği ortaya çıkmaktadır. Bırakın sulh zamanında insan öldürmeyi, savaşta bile şahsî garaz ve kinle kimse öldürülemez.
Bu arada tarihten yüzlerce, binlerce örnek getirilebilir. Bu noktayı yerimizin darlığı gerekçesi ile geçip günümüze gelmek istiyorum.
Komünizmin yıkılması ve soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte bir ara dünya üzerinde barış rüzgârları esmeye başladı. Fakat bu durumdan savaş tacirleri ve silâh sanayicileri derin endişeye kapıldılar. Hemencecik bir düşman bulmaları gerekiyordu. Ne yazık ki daha önce kan akıtmada kullandıkları ve zahiren Müslüman görünen bazı katilleri bulmakta gecikmediler. 11 Eylül ve benzeri terör saldırılarında kullandıkları tetikçileri bu sefer “İslâmiyet’in kan dökücü bir din” olduğu propagandasında kullanmaya başladılar. Bu sayede savaşlar yeniden başladı. Yeryüzünün çeşitli yerlerinde ama özellikle Müslümanların yaşadığı coğrafyada kan dökülmesine hızla devam edildi. Örnekler çok olduğu için detaya girmiyorum. Fakat üyesi olduğumuz NATO’nun böyle bir propagandaya âlet olması ve Müslümanları “potansiyel tehdit” olarak öngörmesi tarihin içine düşmüş olduğu en büyük yanılgılardan birisi olmuştur. Burada görevli asker ve diplomatlarımızın aksine bir gayret içinde bulunmaması tarihin ibret dolu sayfalarında yerini almıştır.
Nasıl ki ilim, “Müslüman’ın yitik malı” olduğu halde düşmanı imiş gibi gösterilmişse bu sefer barış dini olan İslâmiyet; savaşları isteyen, kan dökücü bir din olarak gösterilmeye başlanmıştır. Bu zamanda yapılabilecek en önemli gayret bunun aksini yani İslâmiyet’in barış ve kardeşliği emrettiği gerçeğini ortaya çıkarmaktır. Bunun için Bediüzzaman’a ve eserlerine şimdi, öncekinden daha fazla muhtaç ve mecburuz. Allah, bütün Müslümanları küçücük çıkarlar uğruna kan dökmeyi amaç edinenlerin şerrinden muhafaza eylesin…
20.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Susmayı bilmek |
|
Kelimelerin kıymeti nedir ki, kalp kabından hikmet olarak damlamadıktan sonra? Hevâî vehimlerin İspanyol hastalığı gibi sardığı sularda hiç kıymeti yoktur konuşmaların… Sükût; altından öte zümrüttür bu zamanlarda… Konuşan kaybeder, susan kazanır bu demlerde…
Dâhilde kelime kılıçlarını kınına sokan kurtulur, sivri ve süslü sözler sadakati, muhabbeti uhuvveti zedeler… Ziyan olan lâtifeler, heder olan zihinler, bulanık akan duygular, karmaşıklaşan bakışlardan isabet beklemek; boş bekleyiştir…
Sıffinler solunan sinelerde; içtihad oklarını isabet ettirmek kolay mı? Adalet-i mahzâ asılken, izafiye kolaylığına gitmek; kısa günleri kurtarır, uzun günlerde yeni gerginliklere gebe bırakır…
Savruk sineler muhabbet vadisinde uhuvvet kabıyla sükûn içmek istiyor, kelime dikenlerinin kanatmasından kaçıyor; akrepten, yılandan kaçar gibi… Kırık kapla ne içilir, nasıl doyulur? Tenden öte geçmeyen serap sözler; gönül gözlerini dolduran kum taneleri gibi savrulur…
Sözden öte sevgiyle söyleşebilmeyi bilmek; bilmelerin en zor öğrenileni… Okumak, okumak, okumak; kendini bilip dizginlemedikçe nicedir ki? Kur’ân’dan kopuk kâinat, kâinattan kopuk Kur’ân; kayıp kimlik… Muhabbet denizinden uhuvvet kulaçlarıyla geçip sahil-i selâmete varmak; kıvama ermiş kimliğin görüntüsü…
Sığ sularda söz düellosu; tükenmenin aceleciliği… “Acele ettim kışta geldim”in engin ufuklarına yelken açamamak, küçük akıntılara kendini kaptırmak ve uzaklaşmak hakikat mihverinden… Konuşmalar devam eder, kelimeler ağızdan dökülür; lâkin düştüğü yerde gül açmaz, gülünür geçilir olur…
Ne hazin, malûmatfüruşlukta kendini unutmak ve kendinden habersiz olmak… Ne büyük kayıp, neyi kaybettiğini bilememek…
Pişman olmayı bilmek; gelecek pişmanlıkları örtecek bir örtü… Bunu yapabilmek; hataları azaltmak için atılmış büyük bir adım… Hatalardan vazgeçerek yükseleceğini bilmek; hikmet özünü emmek… En başı da söyleyene, dinleyene faydası olmayan konuşmaları terk edebilmek…
Hayır olabileceğinde konuşmak, hayır olmayacağında kelimeleri kınında tutmak; çok kırılmaları engelleyecektir… Hariçte hakikati haykırmak gerekiyorsa keskin kılıçları kınına sokmadan savurmak; her hakikat erinin boynuna borç olan vazife…
Dışta Zülfikar’ı kullanma, içte adalet-i mahzâyı esas tutma dengesini yakalayan istediği kadar konuşsun… Öylelerini konuşturmanın ve kelimeleri kalbe koymanın kazandıracağı çok şey olacaktır…
Ya öyle biri ol, ya da öyle birinin yanında ol… Ya da susmayı bil.
20.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Farklı bir dönem |
|
Seçimin üzerinden dört ay geçti. Geldiğimiz nokta durgun bir görüntü veriyor. Haftalardır etrafında dönüp durduğumuz konular belli:
Terör, şehit cenazeleri, sınırötesi operasyon ve nihayet DTP hakkında açılan kapatma dâvâsı.
Beşağaç ve Gabar saldırılarında verilen şehitler, sınırötesi operasyon tezkeresinin Meclisten geçirilmesini netice verdi. Dağlıca saldırısı ise Türkiye’yi tezkereyi kullanarak hayata geçirme baskısıyla karşı karşıya bıraktı. Ancak olmadı.
Sınırötesi operasyonun medya gündemine gelmesinden bu yana Kuzey Irak’taki terörist mevzilerinin bombalandığına, hattâ karadan da sıcak takip yapıldığına dair çok haber uçuruldu.
Son olarak geçtiğimiz günlerde yine operasyonun başlatıldığını iddia eden manşetler atıldı.
Ama Genelkurmay da, hükümet de, Pentagon da bu yöndeki haberleri yalanladı. Medyanın tutumuna ise mantıklı bir izah getirilemedi.
Kimbilir, belki sınırötesi operasyonu da sulandırmayı amaçlayan bir psikolojik harekât var.
Bu arada, Dağlıca olayı ile ilgili olarak hükümetin talebi ve RTÜK’ün kararı ile konulan, ama Danıştay’dan dönen yayın yasağı, kaçırılıp geri verilen sekiz askerin tutuklanması sonrasında bizzat askerî mahkeme tarafından tekrar yürürlüğe konuldu. Ama bu kez kimsede tık yok.
Öte yandan, ikisi korucu yedi kişinin kaçırıldığına dair haberlere de anlaşılmaz bir ilgisizlik var. Haber mi doğru değil, yoksa onun için de adı konulmamış bir yasak mı uygulanıyor?
5 Kasım’da Beyaz Saray’da gerçekleşen Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra oluşan iklimin, o günlerde yapılan “kararlı” açıklamaların üzerinden zaman geçtikçe, daha sakin bir havaya dönüşmekte olduğu da dikkat çeken bir diğer ilginç gelişme.
Önce Talabani’nin, ardından Barzani'nin “sınırlı bir operasyon” beklentilerini dile getirip buna karşı çıkmayacakları mesajını vermeleri de.
Görünen o ki, neredeyse iki aydır onunla yatıp kalktığımız sınırötesi operasyon meselesi tavsamış durumda. Bunu “Hükümet krizi iyi yönetti” diye yorumlayan da var, sürecin yine ABD’nin istediği raya oturduğunu söyleyen de.
Sınırötesinde gelinen nokta bu olunca, terörle bağlantılı bir iç siyaset konusu olarak DTP hakkında açılan kapatma dâvâsı, sürecin içeriye dönük beklenen bir uzantısı olarak algılandı.
Ama bu girişim, öncekilerden farklı olarak kamuoyunda destek alamadı, aksine eleştirildi.
Ardı arkası gelmeyen şehit cenazelerinin teröre tepkileri canlı tuttuğu ve DTP’nin bu bağlamda “Mecliste PKK istemiyoruz” sloganlarına hedef olduğu bir ortamda bulunulmasına rağmen, parti kapatma girişimi sıcak karşılanmadı.
Eleştirilerde, özellikle 1994’te benzer bir ortamda DEP’in kapatılıp milletvekillerinin Mecliste karga tulumba içeri tıkılmasının ve bazılarının on sene içeride tutulmasının Türkiye’ye birşey kazandırmadığı, aksine gereksiz yere çok şey kaybettirdiği yönündeki tesbitler dile getirildi.
DTP’nin doğrudan İmralı talimatları ile hareket ettiğine, isim babasının dahi bizzat Apo olduğuna dair bilgiler dahi durumu değiştirmedi.
Yasakçı anlayışın DTP-PKK’ya hak etmediği bir güç kazandıracağı, mücadelenin siyaset zemininde verilmesi gerektiği kanaati öne çıktı.
Galiba artık farklı bir dönemin eşiğindeyiz.
20.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kayıp hakikatın peşinde(1) |
|
Geçmişte Hizbullah’ın ruhanî lideri olarak anılan Fadlallah’ın günümüzde diyalogla birlikte anılması, yadırgatıcı olmasının ötesinde, çok kişiye inandırıcı da gelmeyebilir. Lâkin durum böyle. Son dönemlerinde bu mesele üzerine yoğunlaşmış bulunuyor. Biz de IHH ekibi ile birlikte Ramazan ayında Lübnan’ı ziyaretimiz sırasında, bir gazeteci grubuyla birlikte kendisini ziyaret ettik. Konuşmasının büyük bölümünü diyalog meselesine ayırmıştı. Taaccübümüze gitmedi değil. Lâkin Fadlallah sürprizlerin adamıydı. Dolayısıyla fazla yadırgamamak gerekir. Bu bağlamda, birileri çıkıp kendisini Fethullah Gülen’le birlikte de anabilir. Aslında Fadlallah da, birçok benzeri gibi, kâinatın diyalog üzerine kurulduğunu söylüyor.
Doğrusu da budur. Allah ile kul münasebetleri diyalog üzerine kurulu olduğu gibi, kul ile kul ilişkileri de diyalog üzerine kurulu. Buradan yola çıkan Fadlallah, Müslim, gayr-i Müslim, Sünnî, Şiî veya laik ve dindarlar arasında çapraz diyalogların kurulması gerektiğini söylüyor.
Aynen katılıyoruz. Sözgelimi, son yirmi yıl içinde Arapçı-İslamcı Düşünce Formu gibi forumlarda milliyetçi düşünce erbabıyla dinî düşünce erbabı rahatlıkla biraraya gelebiliyor. Böylece, dahilî zıtlaşmanın veya kutuplaşmanın hiddeti ve şiddeti törpüleniyor. Bir de tanışma zemini oluyor. Tam da bu noktada Fadlallah, Müslüman ileMüslüman diyalogu teklif ediyor. Siyasetten kaynaklanan bir takım meydan okumaların önünü kesmek ve önüne geçmek için diyalogdan başka çare olmadığını söylüyor. Bu konuda müsaraha ve şeffafiyetin de olmazsa olmaz şart olduğunu ifade ediyor.
Lâkin onun söyleminde bile güven vermeyen unsurlar var. Buna yeri geldikçe temas edeceğiz. El Cezire’de Osman Osman’ın sunup takdim ettiği ‘el Hayatu ve’ş’ Şeria’ programında Fadlallah ağırlandı ve konu Müslümanlar arası diyalogdu. Konuşmasının ilk bölümünde imamet-hilafet kutuplaşmasından ve sahabi içinde bu konuda yaşanan gelişmelerden bahsetti. Hazreti Ali’nin imamet meselesinde hak sahibi olmasına rağmen, Müslümanların genel maslahatı için bundan feragat ettiğini ve umumi maslahatı tercih ettiğini söyledi. Aslında bu tanım Hazreti Hasan için daha geçerli. Bundan sonra şu âyet-i celîleyi okuyarak meramını anlatmaya koyuldu: “Tilke ümmetun kal halet min kablikum lehum ma kesebu ve lekum ma kesebtüm vela tüseluna amma kanu ya’melun”/ “İşte o, sizden önce geçmişte kalan bir ümmetti ve yaptıkları kendilerine aittir, sizin yaptıklarınız da size ve onların yaptıklarından da sorulmayacaksınız (sorumlu tutulmayacaksınız).” Bundan dolayı geçmişe takılı kalmanın mahzurlarından bahsetti. Burada ‘isiğrak fi’l mazi’ ibaresini kullandı. Yani tarihe gömülmek ve tarihte tefanî etmek. Bu kavrama paralel olarak takavku /içe kapanma tabirini de aynı şekilde olumsuz tabirler arasında kullanabiliriz. Bu âyet çerçevesinde Fadlallah’ın söyledikleri, elbetteki doğru. Ancak dinî anlayışın zemininde tarih varsa, hatta zemini tarih oluşturuyorsa, o taktirde mutlaka dinî anlayışın oturduğu zemin tashih edilmelidir. Bu ikisi çok farklı. Bu durumda ‘tarihi bir kenara bırakalım’ ifadesi meram için kifayet etmeyecektir. Bu noktada Fadlallah, taktik olarak çok esnek görünmesine rağmen, esasatta hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. Bizim geçmişle ilgili konularda taraf olmamamız gerektiğini söylüyor, ama paradigma tamamen ve de öncelikle Şiîlerde tarih, yani geçmiş üzerine kurulmuş ve kurumsallaşmış bulunuyor. Gel de ayıkla pirincin taşını.
***
Fadlallah diyalogun, birlikte hakikati arama mesleği olduğunu ve diyalog için de tabu bir meselenin olmaması gerektiğini vazediyor. Önemli olanın kayıp hakikatin aranması olduğunu ifade ediyor. Aslında diyalog hakikati arama yöntemi. Yöntemden önce hakikati arayanların nefsaniyetten tecerrüt etmeleri gerekir. Gazali bunu bir benzetmeyle açıklar. “Farzedin ki, hakikat çölde kaybolmuş bir bineğiniz olsun. Önemli olan bineği kimin bulmuş olması değil, bineğin bulunmuş olmasıdır. Matlup odur. Kimin bulduğu ise, teferruattan ibarettir..” Burada en tehlikeli şey, bu samimiyetin suiistimal edilmesidir. Bu suiistimal ve korkusu ise, birçok hayrın önüne geçiyor ve tekâmülünü ve gelişmesini engelliyor. Burada da öyle bir sezi var. Fadlallah, son sıralarda Sünnî-Şiî diyalogunun yanında bir de Şiî-Selefî diyaloguna destek veriyor. Suudi Arabistan’daki kimi Şiî âlimleri de (Hasan Nassar gibi) böyle bir diyalogu alkışlıyorlar.
Bununla birlikte, Osman Osman bu arayışların gerisinde siyasî saiklerin ve diyalogun siyaset tarafından tavzif edilme ihtimalinin bulunduğunu söyledi. Bu Fadlallah’a bir dokundurmaydı. Yani manipülatif olabileceğini ima etti. Fadlallah da siyasî gelişmelerin bir şekilde bunu mecbur kıldığını söyledi. Sözgelimi; Irak’ta Şiî-Sünnî (taifiyye) çekişmesi ve Lübnan’da böyle bir ihtimalin varlığına dikkat çekti. Bununla birlikte, Fadlallah, ‘fitne taifiyye/bölücü ve mezhebî fitne’ tabirini kabul etmiyor. Bunun yerine, ‘sınırlı kontrol dışı bazı gelişmeler’ ifadesini yeğliyor. Diyalogun kitabını yazan Fadlalllah diyalogun sokağa taşmadan evvel, seçkinler (nuhbe) tarafından enine boyuna yapılması gerektiğini söylüyor. Hilafiyat konularına ve işin özüne inilmesi gerektiğini ifade ediyor. Ondan sonra diyalogun sokakta etkisini gösterebileceğini ve devam edebileceğini söylüyor. Gerçekten de Fadlallah’a bu noktada katılmamak mümkün değil. Fadlallah, umumiyat alanında yapılan diyalog toplantılarının havanda su dövmekten farklı olmayacağını ve bunun jest yapmaktan ve mesaj vermekten öteye ve ileriye gitmeyeceğini ifade ediyor. Halbuki Kitabullah ışığında Cenab- Hak’ın kâfir kullarıyla ve iblislerle dahi diyalog kurduğunu da hatırlatıyor. Fadlallah, seçkinler (elitler) arasında diyalogun doğrudan yapılması gerektiğini de ifade ediyor.
Devamı yarın
20.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Savaş çağrısı yapan kim? |
|
Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı, İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları—ki gazetemiz Yeni Asya destek veren kuruluşlardan biriydi—ve Filistin Dayanışma Birliğince düzenlenen Uluslararası Kudüs Buluşmasının sonuç bildirgesinde “Barışı seven tüm dünya ülkelerinden, uluslar arası kuruluşlardan, Kudüs’teki Siyonist işgalin sona ermesi için gayretlerini yoğunlaştırmalarını istiyoruz” denildi.
Hemen bu haberi sanki İsrail medyasıymış gibi çarpıtan gazeteler oldu.
Hayretimizi yenemedik.
Sanki İsrail’in toprakları işgal edilmiş. Sanki sapanla mücadele eden İsrail çocuklarıymış gibi.
Kanal D’de Deniz Arman’ın sunumuyla gerçekleşen ana haber bülteninde, “İstanbul’da savaş çağrısı” diye vermesin mi… Bir de ziyaretçilerin sarıklı ve “sıkmabaş” oldukları dikkat çekti demesin mi? Yuh yani. Oraya gelen misafirlerin çoğu zaten İslâm ülkelerinden. Zaten yerel kıyafetleriyle gelmiş. Başka hangi türlü giyinmeleri bekleniyordu ki?
Arman gibi usta gazetecinin “cahil”ce hazırladığı haber bültenini “aptalca” buldum.
Yakıştıramadım.
Bir insanın ya İsrail/Filistin meselesinden habersiz olması lâzım, ya İslâm ülkelerin kıyafetinden habersiz… Yahut bu dünyada yaşamaması lâzım.. Acaba hangisi?
*
Bu arada standımıza bizzat gelen Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı icra kurulu üyeleri Cihangir İşbilir, Ali Gür, Ali Kurt, Prof. Dr. M. Niyazi Eruslu, Necmi Sadıkoğlu gibi değerli ilim adamları, gazetemize çalışmalarından dolayı tek tek teşekkür etti.
Ve diyoruz ki;
Kudüs inşallah kurtulacaktır. Yeter ki, biz dâvâmızda samimî olalım.
ÖĞRENCİ AFFI
Öğrenci temsilcileri affın yakın sürede çıkarılacağı sözünü almış.
Bu şu demek, öğrenciler okula dönüş için af çıkmasını bekliyor.
Bunun için öğrenciler diğer parti temsilcilerini ziyaret ederek destek istemiş.
Bu haberi okurken, Fox TV’de ekrana gelen Arka Sıradakiler adlı gençlik dizisi aklıma geldi.
Çünkü güncel bir konuyu ekrana getirdi ve Kemal Hoca karakteri suçlu çocukları tekrar okul yönüne gidiyordu.
Bir diğer işlediği konu da, uyuşturucu ile ilgili. Uyuşturucuya alıştırılmış bir genç ölüyor ve narkotik tarafından baskınlar düzenleniyor. Suçlular kodese tıkılıyordu. Bu konu biraz daha detaylı irdelenmeli.
Önemli bir not daha:
Bir de dizide fazla aşk meşk işleniyor. Olumlu mesajların yanı sıra gençleri aşk/meşk işine sokmaları hoş gelmedi. Halbuki gençleri ahlaksızlığa iten sebeplerin başında onların laubali davranışları da yer almakta. Biraz daha dikkat!
20.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Risâle-i Nur’a teslimiyet |
|
“Adalet” konulu “8. Bediüzzaman Sempozyumu”na katılan konuşmacılar, Risâle-i Nur’un “iman kurtarma dâvâsı”ndaki rolünü bir defa daha dikkat çekmiş oldular. Pazar günkü (18 Kasım 2007) açılışta ve tebliğlerin sunulduğu oturumlarda önemli tesbitler yapıldı. Bediüzzaman Said Nursî’nin ilhamen telif ettiği Risâle-i Nurların, çağın dertlerine ‘deva/çare’ olduğu ilân edildi.
Bu ve benzeri sempozyumlarda bazı katılımcılar bir bakıma ‘sürpriz’ çıkışlar yapar. Uzun bir aradan sonra Türkiye’ye gelen Prof. Dr. Colin Turner de bunlar arasında sayılmalı. Turner’i daha önce yazdığı ve hâlâ tazeliğini koruyan “Bir İman İnkılâbı Olarak Risâle-i Nur” başlıklı makalesiyle hatırlıyoruz. Turner bu makalesinde hem Risâle-i Nurla tanışmasını hem de onu nasıl yorumladığını geniş bir vukufiyetle anlatıyor. (Bir İman İnkılâbı Risâle-i Nur, Risâle-i Nur Enstitüsü yayını, İstanbul, Mart, 2004)
Sempozyumun açılışının yapıldığı Yeşilköy’deki “İstanbul Gösteri Merkezi”ndeki konuşmasında da yine önemli tesbitler yaptı. Bu tesbitler, aynı zamanda Risâle-i Nuru ‘okumak’ ve ‘ona teslim olmak’ arasındaki farkı da gösterdi denilebilir. Turner konuşmasında, mesala; “Bugün İslâm dünyasının dört bir köşesinde Müslümanlar Hazret-i Peygamberin altın çağı denilen dönemi yeniden varedebilmek için ‘Medine hayalleri’ kuruyorlar. Ama bunu yaparken gerçek adalet dersinin öğretildiği ‘Mekke dönemi’nin zoruluklarına katlanmak da istemiyorlar. Bu anlamda Bediüzzaman bizi Mekke’ye geri çağırıyor; çünkü bir defa Mekke tecrübesi yaşandı mı Medine kendi başının çaresine bakacaktır” diyordu.
Sempozyumun konuşmacılarından Prof. Dr. Nora Şerif’in Risâle-i Nur’a teslimiyeti de dikkat çekiciydi. Filipinler’in Mindanau Özerk Bölgesi Yüksek Öğretim Konseyi Başkanı olan Prof. Dr. Nora Şerif, Risâle-i Nurların bütün üniversitelerde ‘ders kitabı’ olarak okutulması gerektiğini söylüyor. 60’a yakın üniversitenin kendisine bağlı olduğu ifade edilen bayan Nora Şerif’in, bir anlmada ülkesinin YÖK başkanı olduğu söylenebilir.
Sempozyum devam ederken, oturumlar arasında Üstad Bediüzzaman’ın talebesi Abdullah Yeğin ağabeyle mütercim vasıtasıyla sohbet eden Nora Şerif’in Risâle-i Nurla tanışması da sürpriz bir şekilde gerçekleşmiş. Bayan Şerif, Filipinler’in başkenti Manila’da düzenlenen bir fuarı ziyarete gitmiş. 120 yayınevi arasında Risâle-i Nurların satıldığı standı tevafuken ziyaret etmiş ve burada eline aldığı her Risâleden bir satır okuyunca onları satın almış. Nihayet, “Bunların bir arada olduğu büyük kitaplar yok mu?” diye sormuş ve külliyatı satın alıp okumaya başlamış. Bilhassa Lem’alar’daki “İsm-i Kuddüs” bahsini çok beğenmiş ve bu eserden 100 adet satın alıp bütün okulara dağıtıp, okunmasını tavsiye etmiş.
Nora hanım bir de müjde veriyor: “Bana bağlı olan bir üniversite rektörüyle konuştum. Üniversitede bir İslam Fakültesi kurulacak ve orada Risâle-i Nur Bölümü açılacak. Bunun için Risâle-i Nur’u bilen çok sayıda öğretmene ihtiyacımız var.”
Nora Hanım haklı. Risâle-i Nur’u bilen öğretmenlere bizim de, dünyanın da ihtiyacı var!
20.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Bediüzzaman Sempozyumu |
|
Zamanın dokusu, üç gündür yeni bir kayıt düştü fikir dünyasına. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nda, beşerin masumiyetten uzak hallerine ve özellikle coğrafyamızda cereyan eden zulümlere bir duâ kabilinden ilim insanları, “adalet” konusunu tartıştılar.
Tamamına yakını Türkiye dışından olan yabancı tebliğciler, Said Nursî’ye göre adalet kavramı üzerinde durdular. Geniş perspektiften ve farklı ülkelerin, dinlerin ve dillerin kendilerinde oluşturduğu algı, inanç ve yaklaşım farkıyla Risâle-i Nur’daki Adalet anlayışı üzerinde tartıştılar.
Müspet tartışmadan bahsediyorum. Birbirini tamamlayan, birbirini besleyen, birbirine masadak olan mânâlar zincirini zihinlerde nakşettiler. İlmî müzakerelerin konu başlıkları ve konuşmalar bile bu sütunu aşan nitelikte ve zenginlikte.
Pazar günkü açılış programı, 20 yabancı ilim insanının fikrî tadımlık resmi geçidine sahne oldu. Rusya’dan Prof. Vasilyev’den, Singapur’dan Prof. Farid Alatas’a, Fas’tan Dr. Tribak’a, Cezayir’den Prof. Dr. Binslama’ya, İngiltere’den Prof. Dr. R. Law’a, Bulgaristan’dan Prof. Dr. Theophanov’a, Endonezya’dan Prof. Dr. Saleh’e, Nijer’den Prof. Dr. Meğa’ya, Suudi Arabistan’dan Prof. Dr. Er Roki’ye, ABD’den Scott’a, Almanya’dan Prof. Dr. Kaplow’a, Irak’tan Prof. Dr. Halil’e ve Filipinlerden Prof. Dr. Şerif’e kadar uzanan bir zihin haritası, Bediüzzaman’ın düşüncelerini dünya atlasına işlediler.
İsmini yazamadığım ilim insanları mazur görsünler. Onların Said Nursî’yi öğrenme arzuları, değerlendirme biçimleri, sorgulama tarzları ve her şeyden önemlisi, onun fikirlerini dünya barışı için ve İlâhî adaletin yeryüzünde daha insanî bir sonuca ulaşması için çare olarak görmeleri, kıymetli kaynağımızı bize hatırlatan bir ikaz gibiydi.
Daha yakın perspektiften, önceden ismini bildiğimiz, makalelerine aşina olduğumuz, İngiltere Durham Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Colin Turner’in bir saati aşan mükemmel nur dersi ise ayrı bir kıvam, güzellik ve kaliteydi.
İstanbul Gösteri Merkezi’ne sığmayan kalabalık, Risâle-i Nur’u, ilgi odağına oturtan, kendini okutturan ve dinlettiren ihlâsın bir eseriydi.
Moral Fm, Dost Tv ile Haber 7 Tv’nin canlı verdiği program, camialarımızın bütün sembol şahsiyetlerinin de anons edildiği bir buluşmaydı. Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Mehmet Fırıncı, Mehmet Kutlular ve Mehmet Kırkıncı ağabeyler…
Türkiye’deki aydınların henüz yeterince risâle dersine çalışmadığı bir vasatta, bölgemizin kan revan halinden bir çıkışın, bir sulhun, en önemlisi bir adalet ve hukukun arandığı, vicdanların bunu duâlarına katık yaptığı bir süreçte, Said Nursî’yi dünyanın konuşması ve gelip bize anlatmaları, hepimizin yeni sorumluluklarını hatırlatacak mahiyettedir.
Adalet’in şefkat ve rahmetle birlikte İlâhî bir tanıma oturtulması, İngilizce “Justice” ifadesinin, Arapça’daki “Adalet” orijinalini karşılamadığı hakikatinin ortaya konulması, Colin Turner’in bunu idrak edip, Batının kavram fukaralığına atıf yapması, İlâhî adalet hakikatinin derinliğini ve şümûlünü gösteriyordu.
Ülkemiz başta olmak üzere bütün dünyada gerek beşeriyetin muktezası hak ihlâlleri ve gerekse zulüm kokan siyasî cinayetlerden işgal ve savaşlara varan adaletsizliklere kadar, hepsinin şefkat merkezinde İlâhî bir tarifle çözülebileceği gerçeği, en farklı Bediüzzaman boyutudur.
Anayasasını yenileme sürecindeki Türkiye’nin adalet kavramına bağlı, hak ve hukuk zeminini insanî varlığın içinde arayan bir yaklaşım için adalet mefhumu üzerinde özellikle durması gerekir. Sempozyum, bu konuda ciddî ipuçları vermektedir.
Bu vesileyle, 8. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumunu düzenleyen İstanbul İlim ve Kültür Vakfı ilgililerini kutluyoruz..
Temennimiz, her düzeyde Risâle-i Nur’u anlama ve Bediüzzaman’ı anlatma programlarının akademik perspektifle yaygınlaştırılması ve bunların dünya ilim mutfağına taşınmasıdır.
Bir kez daha anladım ki, bu yüzyılda herkesi anlayan biri var. O da Bediüzzaman. Hepimize yetiyor.
20.11.2007
E-Posta:
[email protected].
|
|
Cevher İLHAN |
Saptırma |
|
Ankara’da terör örgütüyle ilişkisinden dolayı bir partinin toptan kapatılma dâvâsıyla mahkemeye verilmesi tartışmaları devam ediyor. Diğer yandan, kimi emekli paşaların “terörle mücadele” hakkındaki hataları “itiraf”tan sonra, askerî sosyal tesislerin bazı emekli generallere yasaklanabileceği yönetmeliği, Ankara’nın yeni bir tartışması olarak ortaya atılıyor.
Ancak bu tür oyalayıcı günübirlik tartışmalarla Türkiye’nin gerçek gündemi kamuoyundan kaçırılıyor; Türkiye göz göre göre gündeminden koparılıyor...
Her ne kadar, “terörün demokratikleşmeye takılmaması” temennisi dile getirilse de, sonuçta etrafta olup biten bir dizi emr-i vaki, “terörle mücadele” paravanında yeterince tartışılmıyor, hatta bir kısım hayatî mesele rafa kaldırılıyor, gündeme bile getirilmiyor.
Zaten terör örgütü de gündemde kalmak ve hedefine ulaşmak için sürekli “çatışma stratejisi”ni güdüyor.
Ankara’nın gündeminden sapması, demokrasinin askıya alınması, AB sürecinin tavsaması, insan hakları ve özgürlüklerinde geriye gidilmesi, karşılıklı tahrike zemin hazırlanması ifsadı işleniyor...
Maksat, Türkiye’yi çeşitli ütopik tehdit algılamalarıyla içte güvensizlik, kargaşa ve kaosa itmek; Müslüman komşularıyla arasını açmak...
Ve ne yazık ki Ankara’dakiler de bu oyuna geliyor. Son bir iki haftalarda örnekleri görüldüğü gibi...
* * *
Doğrusu geçtiğimiz günlerde televizyonlara çıkan bir kadın teröristin “itirafları”, bu dehşetli projenin âdeta deşifresi oldu.
1994 yılında PKK’nin bitme noktasına geldiğini, örgütün küçük gruplar halinde parçalanıp dağılma sürecine girdiğini belirten eski teröristin söyledikleri, ibret verici...
Terör örgütünün demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesini istemediğini, demokratik açılımların örgütün propaganda ve istismar alanını daralttığını, bu yüzden AB ve komşu Müslüman ülkelerle işbirliğinin ve bölgenin kalkınmasına karşı olduğunu açıkça ikrar ediyor.
Çatışmanın devam etmesinin terör örgütünü güçlendirdiğini anlatan “itiraf”taki tespitler, bazı emekli paşaların yapılan yanlışlara dair “itirafları”yla âdeta örtüşüyor...
Açıkça ortada ki örgütten başka yaşama alanları olmayan dağdaki elebaşları, hep çatışmadan yanalar. Onlara kalsa hep kan ve gözyaşı aksın, hep Anadolu’ya şehid naaşları gitsin; tâ ki toplumda asimetrik kışkırtmayla husûmet hisleri yerleşsin; iç çatışmayla toplum temelinden sarsılsın...
Sonuçta “sınırötesi operasyon”la örgüte darbe vurulsa da bunun nihâî çözüm olmadığını, bölgeyi rahatlatacak, istismarların önünü alacak, ekonomik ve sosyal tedbirlerin mutlaka gecikmeden alınması gerektiği bu “itiraflar”dan da ortaya çıkıyor.
Buna ilâveten Türkiye’nin saptırmalara kanmadan çevresiyle, özellikle Müslüman komşularıyla siyasî, iktisadî, kültürel sahada ciddî işbirliğine girmesi, akl-ı selimin önerisi...
Ne var ki son demde olup bitenler, bu konuda ciddî endişelere yol açıyor...
Mesela, AKP hükûmetinin “savunma işbirliği anlaşmaları”na ilâveten geniş kapsamlı ekonomik işbirliği anlaşmalarını imzaladığı İsrail Cumhurbaşkanı Peres, TBMM’de “barış”a vurgu yaparken bile, barışı baltalayan sözler sarfetti.
Türkiye’nin kalbi Türk parlamentosunda komşu ve kardeş Müslüman ülkeleri suçladı. Hükûmet bir cümleyle de olsa bunu tashih etmedi; destekçisi mâlum medya, tek kelimeyle bunun üzerinde durmadı...
* * *
Dahası Peres, Ortadoğu’nun durumunun görüşüleceği Annapolis konferasında, Suriye’nin, İsrail’in işgal ettiği Golan tepelerinin görüşülmesi talebini “uzlaşmazlık” diye niteledi.
Resmen komşu İran’ı hedef gösterip, İsrail’deki yüzlerce nükleer silâhı nazarlardan kaçırarak, İran’ın BM Atom Enerjisi Başkanlığınca da “meşru” görülen nükleer enerji üretiminin bölgede “terör kaynağı” olduğunu öne sürdü. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat’a hakaret etti; Telaviv’in her fırsatta Tahran’ı “tehlike” gören iftiralarını yeniden telkin etti.
Ve en son ABD Enerji Bakanı, Azerbaycan’dan Türkmenistan’a, İran ve Irak’tan Körfez ülkelerine kadar Hazar-Kafkas, Orta Asya ve Ortadoğu doğalgazını “enerji güvenliği” plânı çerçevesinde Avrupa’ya taşıyacak “Türkiye-Yunanistan-İtalya doğalgaz boru hattı”nın, İran bölümüne karşı çıktı.
İpsala’daki “vana açma töreni”ne katılan Bakan Samuel Bodman, onca ülkeye ve AB’ye rağmen, resmen Türkiye’nin İran’la her türlü işbirliğini kesmesini “buyurdu!” İran’ın uranyumu zenginleştirme çabasını ve nükleer enerji çalışmalarını bahane ederek...
İşte bu durum, zâhiren karşı olduğu havasını yaysa da, Amerikan yönetiminin Türkiye’nin Kuzey Irak’a girip bu fitneye bulaşması, en vâhimi de İran operasyonuna ortak edilmesi tezini bir defa daha teyid etti.
Plân, Türkiye’yi saptırmak; Kuzey Irak bataklığı çıkmazına çekerek AB yolundan ayırmak. Müslüman komşularla arasına engeller koymak. Ankara’yı kendine mecbur etmek. Sürekli çatışma ve operasyonları gündemde tutup, asıl gündeminden ve demokratikleşme sürecinden uzaklaştırmak...
Görünen o ki, İsrail’e hizmeti “görev” bilen Evanjelist Bush ve neoconlar, Erdoğan’ın Oval Ofis’te ve Amerika’daki Yahudi lobilerinde sürekli vurguladığı “stratejik müttefik”likten sadece bunu anlıyorlar...
20.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Büyük düşünce” ve uluslararası sempozyum |
|
“Büyük bir düşünürün düşünceleri, eğer sadece kimi sınırlı grupların, hatta milletlerin bilinç ve davranışlarını değil de, bilâkis bütün insanlığın düşünce tarzını ya da en azından bugün yaşadığımız dünyada Müslümanlar gibi büyük bir yekûn tutan dinî bir topluluğu etkiliyorsa, işte o zaman bu düşünceler büyük olarak nitelendirilebilir.
“Said Nursî yukarıda sözü edilen vasıflara sahip düşünürlerin arasında şerefli bir yer işgal etmektedir.”
Bu ifadeler “Said Nursî’nin Adalet Yaklaşımının İslâm Dünyasında Siyasî Değişimlerdeki Rolü” başlıklı tebliğin sahibi Moskova Devlet Ekonomisi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Leonid Sykiainen’e ait.
Şimdiye kadar Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşleriyle ilgili ülkemiz başta olmak üzere değişik dünya ülkelerinde ilim adamlarınca farklı alanlarda bin civarında tebliğ sunuldu.
İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın organizatörlüğünde yıllardır sürdürülen Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna bu sene 8’incisi eklendi. Birkaç gündür İstanbul’da tebliğlerin sunumları yapılıyor. Açılışı İstanbul Yeşilköy İstanbul Gösteri Merkezinde yapılan sempozyum dün de, bugün de Kumburgaz Marin Princess Hotel’de devam ediyor.
Daha başka etkileri bir yana sadece şu sempozyuma katılan ilim adamlarının “İnsanlık Onuruna Lâyık Bir Dünya İçin Adalet” çerçevesinde adaleti çeşitli boyutlarıyla ele alan 90 kadar tebliğleri bile Prof. Dr. Leonid Sykiainen’in de dikkat çektiği gibi Bediüzzaman’ın etkinliğinin apaçık bir göstergesi değil mi?
Demek onun görüşleri, tesbitleri ilgi çekecek; düşünen, araştıran ruhları, dünyanın nice ülkesinden ilim adamlarını bir araya toplattırıp kafa patlattıracak kadar önemli, dikkat çekici.
Dünya Risâle-i Nur’u Okuyor isimli eserimizde de örneklerini sunduğumuz gibi düşünen beyinler insanlığın içerisine düştüğü sıkıntı ve problemlerden kurtulması ve Kur’ân’ın çağımıza ve gelecek çağlara bakan mesajlarını bulabilmek için Risâle-i Nur’a yönelecek, aradıklarını onda bulacaklardır. Risâle-i Nur Külliyatının İngilizce ve Arapça’ya çevrilmiş olması da büyük bir imkân sağlamıyor mu?
Bugün insanlık içinden çıkılmaz ne gibi problemler yaşıyor? Anarşi, terör, yoksulluk mu? Mesaj, çağdaş Kur’ân tefsiri Risale-i Nurlar’da. Risâle-i Nur, toplum olarak barış ve mutluluk içinde yaşamanın formüllerini veriyor. Bunlar uygulandığında yüzlerce, binlerce örneklerinde de görüldüğü gibi insanlıktan çıkmış canavar ruhlu nice kişi karıncayı dahi incitmekten çekinir hâle geliyor. Problemli dünyamızın bu formüllere her zamankinden fazla ihtiyacı yok mu?
20.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İstişare ve toplantı âdabı |
|
Hürriyet, imânın özelliklerindendir. İstişâre, Kur’ân’da yer alan bir hüküm olduğuna ve Resûl-i Ekrem (asm) ısrarla tavsiye ettiğine ve uygulamalarıyla bizzat ders verdiğine göre öncelikle imân, eğitim ve terbiye ile ilgilidir. Şer’î şûrâ (meşrû seçimle iş başına gelen meclis, istişare heyeti) hürriyetçi/demokratik seçim sistemiyle belirlenir.
Meşveret üyelerinin uyması gereken istişârenin prensiplerini şöyle sıralayabiliriz:
- İstişâre, Allah rızası için yapılır. Şahsî garaz ve öfkelere asla yer verilmez.
- Temel hükümler ve haklar asla meşveret edilemez.
- Meşveret, teferruât ve tercihâta (bir hükmü nasıl uygulamak gerektiğine dair) yapılır.
- Meşverete hazırlanarak gelinir. Gerekli doküman ve malzemeler hazır bulundurulur.
- Üyeler, söz alarak konuşur. Her kafadan bir sesin çıktığı toplantı, meşveret değil, bedevî sohbetidir. Karşılıklı konuşmalar, olumlu sonuç alınmasını geciktirir.
- Sataşma, hakaret ve alayvârî konuşmalar yapılmaz.
- İstişârenin ruhuna uygun nazik, nezih, ancak kararlı bir üslûp kullanılır.
- Meşverette şahısların değil, hakkın hatırını korumak gerekir. Nakledildiğine göre; hakkın ortaya çıkması için öylesine hassasiyet ve öylesine medenî cesâret gösterirlerdi ki, onların hâlini gören, “Bir daha birbirleriyle konuşmazlar!” diye tasvir ederdi. Ama, meşveretten sonra can ciğer olurlardı.
- Düşüncelerinin paylaşılması yüksek ses ve imâlı dahi olsa tehditvârî tavırlarla değil; aklî/mantıkî gerekçelerle sağlanır.
- Konuşanın sözü kesilmez; konuşurken itiraz edilmez. Not alınır, sonra söz alınarak istenen cevaplar verilir.
- Meşveretten maksat, hakkın ve hakikatin ortaya çıkmasıdır. Yoksa, kendi fikirlerini kabul ettirme zemini değildir.
- Meşverette insafı elden bırakmamalı.
- Yanlış anlaşılmalara meydan vermemeli.
- Ne kadar ters olursa olsun, her fikir ve düşünce ifade edilebilmeli ve saygı görmeli; kimse fikirlerinden dolayı kınanmamalı.
- Ne var ki, “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra fedâ edilmez” prensibince yanlışlar düzeltilmeli. Ancak, pozitif bir yaklaşım sergileyerek, “Söyledikleriniz tamamen yanlış, büyük bir hata veya yalan söylüyorsun!” gibi olumsuz sözlerle kimsenin inat damarına basılmamalı.
“Söyledikleriniz veya iddialarınız gerçeklerle çelişiyor gibi geliyor bana!” veya, “Kim vermişse, size eksik bilgi vermiş” veya “Yanlış aktarılmış!” diyebilmeli. Faraza, muhatabınız “yalan” konuşuyor! Veya, bazı konuları bilmiyor. Ona direkt olarak, “Yalan söylüyorsun. Yanlış biliyorsun, câhilin birisin!” gibi karşılıklarda bulunmak, çok kötü bir üslûptur. Meşvereti bulandırır.
“Düşünceleriniz gerçeklere uymuyor!” veya “Bu ifâdeler gerçek dışıdır!” diyebilirsiniz.
- Çoğunluğun aldığı karar, yanlış veya görüşlerinize aykırı olsa da mutlaka uymalı.
- İstişârede, karar alındıktan sonra, karara aykırı olarak sarf edilen fikirler, konuşmalar asla dışarıda konuşulmaz, başkalarına aktarılmaz.
20.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Hayatın içinden |
|
Geçtiğimiz haftalarda birkaç yazıyla temas ettiğimiz sigara, zeytin, zeytinyağı ve refleksolojiye dair konular, pekçok okuyucumuz tarafından dikkate değer bulunmuş olmalı ki, bu meyanda sayılamayacak kadar telefonlar, mesajlar aldık.
Hatta, bir kısım okurlarımız "Lütfen, bu tür hayata dair ve hayatın içinden addedilen konulara daha fazla ağırlık verin" diyor.
Aziz okurlarımızın bu yöndeki arzu ve taleplerini anlıyoruz. Çoğuna da hak veriyoruz.
Ancak, bizler de dengeyi, orantıyı bozmamak ve muhafaza etmek durumundayız.
Şayet, sosyal ve siyasî aktüaliteden koparsak, bu yaptığımızın adı "gazetecilik" olmaz.
Dolayısıyla, Bedesten'i–Sefer Abimizin tabiriyle–şifalı bitkiler ansiklopedisine çevirmemeliyiz.
Arada bir ve ihtiyacın hissedilmesi ölçüsünde, yine de faydalı yahut zararlı yiyecek ve içeceklere dair (bilgi ve tecrübeye dayalı) yazılar inşaallah devam edecek.
Zeytin çekirdeği
Bu arada, sizlerden gelen bazı mesajlara da burada yer vermek arzusundayız. Ne var ki, yayınlamak için rızasını almadığımız bu okuyucularımızın ismini veremiyoruz. Zaten önemli olan verilmek istenen bilgilerin, mesajların kendisidir.
İstanbul (7–8 kişi), Edremit, Diyarbakır, Eskişehir, Balıkesir, Mersin, Gaziantep ve Hatay'dan arayan birçok okuyucumuz, bilhassa zeytin ve zeytinyağı ile ilgili mesajlarını ilettiler. Hepsi de, bu büyük İlâhî nimetin mûcizevi faydasını görmüşler. Herkese de hararetle tavsiye ediyorlar.
Meselâ, bazıları zeytin ve zeytinyağının yanı sıra, zeytin çekirdeğini atmayıp, ilâç ve şifâ niyetine kullandığını ifade etti.
Bunların arasında, günde 4–5 adet kadar zeytin çekirdeğini olduğu gibi yutanlar var. Ayrıca, çekirdeği öğütüp toz haline getirdikten sonra, yine ilâç niyetine kullananlar da var.
Hakikaten, biz de konuyu kendi çapımızda araştırdık ve tecrübe ile sabit olduğunu tesbit ettik ki, zeytin çekirdeği, basur ve mide hastalıkları (gastrit, ülser) başta olmak üzere, sindirim sistemindeki hemen bütün rahatsızlıklara çok iyi geliyor. İltihapları kurutuyor, yarayı tedâvi ediyor.
Bu arada, yumuşacık bir meyve olan muzu zorlanarak hazmeden midenin, zeytin çekirdeğini ise kolaylıkla öğütüp hazmettiğini de hatırlatmış olalım. (Dikkat: Zeytini yerken, çekirdeğini çiğnemeyin. Yutun, ancak dişlerinize zarar vermemesine özellikle dikkat ve hassasiyet gösterin.)
Ayrıca, zeytin çekirdeğini öğütüp toz haline getirerek, bunu açık yaraların tedâvisinde kullananlar da var.
Bu noktadan hareketle, açık yaraya iyi gelen bir mûcizevî maddenin, içteki yaralara da iyi gelebileceğini düşünebiliriz. Meselâ, yaraotu ve kudretnarı gibi...
Son bir not: Zeytinden imâl edilen sabunun (hakikisi), cilde, saçlara ve kepeklenmeye karşı da müsbet, harikulâde tesirler icrâ ettiğini bittecrübe ifade etmiş olalım.
GÜNÜN TARİHİ 20 Kasım 1961
Darbenin ilk siyasî meyvesi: Koalisyon
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir koalisyon hükümeti kuruldu. AP–CHP ortaklığında kurulan bu ilk koalisyon hükümetinin başına İsmet Paşa getirildi.
Bu yeni siyasî handikap, aynı zamanda darbeci cunta idaresinin ilk siyasî meyvesi oldu.
* * *
27 Mayıs İhtilâli sonrasında yapılan ilk genel seçimler, hiçbir partiye tek başına iktidar şansı getirmedi.
Zira, evvelâ demokrasi hançerlenmiş ve siyasî yapı darmadağın edilmişti.
İkincisi, darbenin en önemli gerekçelerinden biri ve belki de birincisi, yapılan her seçimden zaferle çıkan DP lideri Menderes'in önünü kesmek (hatta işini bitirmek) ve halkın nazarında itibarı düştükçe düşen CHP lideri İsmet Paşayı yeniden ülkenin başına getirtmekti.
Bu sebeple, CHP'nin oylarını bölecek hiçbir partiye müsaade edilmezken, DP'nin taban oylarını bölüşecek 3 ayrı partinin seçime katılmasına izin verildi: AP, CKMP ve YTP.
Buna rağmen, halkımız Halk Partisinin tek başına iktidara gelmesine fırsat vermedi.
Seçimde yarışan dört partinin yüzdelik oy oranları ile milletvekili sayısı şu şekilde gerçekleşti:
CHP : 36,7 173
AP : 34,8 158
CKMP: 13,9 54
YTP : 13,7 65
İsmet Paşanın hesabı, partisinin tek başına iktidara getirilmesi halinde, yeniden cumhurbaşkanlığı makamına geçmek yönünde idi.
Ancak, istediği neticeyi alamayınca, koalisyon hükümetinin başbakanı olmaya razı oldu. Cumhurbaşkanlığı makamına ise, cunta lideri Org. Cemal Gürsel getirtildi.
* * *
20 Kasım 1961'de CHP ve AP ortaklığında bir koalisyon hükümeti kuruldu. İnönü başbakan, AP Genel Başkanı Emekli Org. Ragıp Gümüşpala ise Başbakan Yardımcısı olarak hükümette görev aldı.
Türkiye, 1965 yılı genel seçimlerine kadar, bir türlü uyum içinde çalışamayan ve zaman zaman dağılma noktasına kadar gelen koalisyon hükümetleri tarafından yönetildi.
20.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bedduâ yıkıcıdır |
|
Gülten Sadak:
*“Anne haksız olduğu halde bedduâsı geçer mi? Her zaman bedduâ etmenin kişiye ve aileye zararları nelerdir?”
Duâ yapmak dururken, bedduâ yapmak; duâsını almak dururken bedduâsını almak hayır değildir. Duâda da, bedduâda da dereceler vardır: Sıradan yapılanı, istekle yapılanı, ihtiyaçla yapılanı, ihlâsla yapılanı, gözyaşı ile yapılanı, ısrarla yapılanı, ıztırarla yapılanı, istidatla yapılanı, fiil ile yapılanı…
Bedduâ yapmak veballi bir iştir. Haksız olduğunda, döner bedduâ yapan kişiyi bulur. Haklı ve makbul olduğunda ise, çoğunlukla mahşere dönük bir hesap dünyada görülmüş olur. Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Kim ki, zulüm gördüğü kimseye bedduâ yaparsa intikamını almış olur.”1
Yani zulmün cezasını adaletli biçimde veren Cenâb-ı Allah’tır. Kul, hasmının cezasının mahşerde değil, dünyada ve ivedilikle verilmesini isterse, Cenâb-ı Hak dilerse dünyada ve ivedilikle verir. Fakat kul bedduâ ile zulüm isteyemez. Çünkü Allah zulmetmez. Böyle olunca da, zulüm ve haksızlıkla yapılan bedduâ hiç şüphesiz geçmez. Keza, Allah kulunun zulüm istemesini de kabul etmiyor.
Haksız bedduâ yapmakla aslında kul haddini aşmış ve hatta zulüm yapmış olmaktadır. Ki bu haramdır. Çünkü haksız bedduâ ancak “su-i zan”dan beslenir. Su-i zan ise, haramdır.2
Lâf aramızda, aslında toplum olarak, zanlarımızın çoğu kötü cinstendir. Yani kulağımıza gelen bilgi ve haberlerde, ya da içimize düşen şüphelerde muhatabımız lehine delil varsa, ancak o zaman hüsn-ü zanna, yani iyi zanna gidiyoruz. Hâlbuki delil varken iyi zan sahibi olmak marifet değildir, faziletten de sayılmaz. Çünkü zaten muhatabımızın delili, kötü zan kapısını kapamıştır. Asıl marifet, muhatabımız lehine delil yokken iyi zan besleyebilmektir.
Biz; muhatabımızın elinde delil varken değil, delil yokken; göstergeler muhatabımızın aleyhine işliyor gibi görülmeye yüz tutmuş iken; muhatabımızı içimizde mahkûm etmeye meyletmişken; kulağımıza muhatabımız aleyhine sözler gelmeye başlamışken; muhatabımızı yargısız infaza kurban etmeye değil, hüsn-ü zanna, yani muhatabımız hakkındaki iyi zannımızı bozmamaya, kulağımıza gelen veya içimize doğan kötülük düşüncesini de muhatabımız lehine tevil etmeye memur ve vazifeliyiz. Yüce dinimiz zanna dayalı bilgilerde muhatabımızı bizim şerrimizden korumuştur. Ki, sû-i zannın hemen arkası, çoğu zaman bedduâdır.
Bedduâları araştıralım, inceleyelim: Esefle göreceğiz ki, büyük çoğunluğu haksızdır, yani sû-i zandan beslenmektedir. Böyle haksız yere yapılan bedduâlar, ilenmeler, tel’inler, lânetlemeler, Allah nezdinde makbul de değildir. Çünkü haklılık yoktur, çünkü sû-i zanna dayanmaktadır, çünkü gerçeklerden uzaktır.
Bedduâ konumundaki kişi eğer insaf sahibi ise bedduâya yol vermez. Ya ıslâhı için duâ eder. Ya da, çok rencide olmuş ise, sabrı ve insafı kurumuş ise, onu, Allah’ın adaletine, takdirine, cezasına, celâline, kahrına ve kibriyâsına havale etmekle, yani Allah’a ısmarlamakla yetinir.
Haklı olan kişinin böyle bir havalesini ise Cenâb-ı Hak çoğu zaman makbule şayan bulur, kabul eder ve onun hakkını ondan misli bir ceza ile alır.
Fakat babadan evlâda da olsa, anneden evlâda da olsa, bedduâ eğer haksız ise sadece yapana günah kazandırır. Yapılana tesiri olmaz.
Dilin bedduâya alışması ve vird çeker gibi her olumsuzlukta bedduâya yapışması kişiye şerden başka bir şey getirmez. Her şeyden önce dili bedduâlı bir kişiyi yakınları da, uzakları da sevmez. İnsanlar sevmez. Mevcudat sevmez. Allah sevmez. Peygamber (asm) sevmez.
Yapılan bedduâ geçse bile, haklı olsa bile, böyle sevilmeyen bir işi yapmak kişiye hiç de fazilet kazandırmaz.
Dili bedduâlı kişi çevresine de düşmanlık, husûmet ve kin tohumları eker. Olumsuz enerji yayar. Çevresini kendisinden uzaklaştırır. Bedduâ, içinde barındığı ailede ve toplumda huzur bırakmaz. Yıkıcıdır ve bozucudur.
Güzel dilimizde bedduâya yer vermeyelim.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Daavât, 115
2- Hucurât Sûresi, 49/12
20.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|