Cumhuriyet döneminin demokrasi tarihi, henüz altmış yıllık bir ömre sahip.
Türkiye, 1946'ya kadar tek parti sistemiyle ve mutlak bir istibdat rejimiyle idare edildi.
Evet, rejimin resmî adı "Cumhuriyet" olmasına rağmen, uygulanan rejimin kendisi ise, insanlık tarihinde eşine hiç rastlanılmayan bir dikta yönetimi şeklindeydi.
Böylesine ucube ve garabetli bir sistemin başını, hiç şüphesiz Cumhuriyet Halk Partisi çekiyordu. Bütün vebâl onda ve bu partinin özellikle tepe noktasındaki kadrosundadır.
Bu tür bir zihniyet sahiplerinin, kendi rızalarıyla demokrasiye geçiş yapmaları, yani çok partili siyasî hayatı kabullenmeleri herhalde düşünülemez.
1945'te biten II. Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye üzerindeki Sovyet Rusya'nın tehditleri devam ediyordu.
Keza, dünya barışını sağlamak maksadıyla Birleşmiş Milletlerin (BM) yeniden teşkili çalışmaları dünya ülkelerinin gündemindeydi.
Böyle bir durumda, Türkiye Avrupa ülkeleriyle münasebetlerini geliştirmek ve Sovyet tehlikesine karşı dost ve müttefik ülkeleri bulmak mecburiyetinde kalmıştı. Bir yandan da BM'nin kurucu ülkeleri arasında yer almak istiyordu. (1945 yılı 26 Haziran'ında kuruluşu tamamlanan BM teşkilâtı, 24 Ekim'de faaliyete geçti.)
İşte, bütün bu isteklerin yerine getirilebilmesi için, Türkiye'nin tek parti rejimini terk ile demokrasiye geçmesi gerekiyordu. Buna adeta mecbur kalmıştı. Bilhassa Avrupa ülkeleri, çok partili sisteme geçmeyen bir Türkiye'yi aralarında görmek istemiyordu.
Başkaca bir çare ve çıkış yolu kalmayan Millî Şef İsmet Paşa yönetimi, göstermelik veyahut göz boyamak şeklinde de olsa başka partilerin kurulmasına razı oldu.
Demokrasi adına böyle ciddî bir kapı açılınca, haliyle değişik isimler altında peşpeşe partiler kuruldu. (1945–50 yılları arasında kurulan partilerin adeti 25'i buldu.)
İşte, bu esnada kurulan partilerden biri ve belki de en önemlisi Demokrat Parti (DP) oldu.
7 Ocak 1946'da kurulan Demokrat Partinin lider kadrosu içinde ise, şu önemli isimler vardı: Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan.
İlk seçim ve sonrası
İktidardaki Halk Partisi, kendisine rakip olarak kurulan DP'nin halktan büyük teveccüh göreceğine ilk başlarda pek inanmıyordu.
Ayrıca, muhalefetin güçlenememesi için de, bir takım tedbirler alınmıştı. Seçimler asker süngüsünün gölgesinde yapılıyor, ayrıca "oylama açık, sayım gizli" sistemi işliyordu.
Ne var ki, bütün bu olumsuzluklara rağmen, 21 Temmuz 1946'da sandık başına giden vatandaşların önemli bir kitlesi DP'ye oy vermiş ve bu anamuhalefet partisine 61 milletvekilliğini kazandırmıştı.
O günlerin en büyük handikapı, tek parti zihniyetinin sistemli uygulamaları ve bilhassa jandarmanın eliyle muhalefetteki DP'ye yapılan ağır baskılardı.
Nitekim, bu ağır baskılar sebebiyle, bu parti dört yıl müddetle (1950'ye kadar) yapılan mahallî seçimlere hemen hiçbir yerde katılamadı.
1948–49'a doğru gelindiğinde ise, yeni ve farklı bazı gelişmeler yaşandı. Meselâ, yeni bazı partiler kuruldu.
Muhalefet cephesini güçlendiren bu yeni kurulan partilerin en önemlisi, 1948'de Prof. Hikmet Bayur başkanlığında kurulan Millet Partisi idi.
Halk Partisine rakip, ancak Demokrat Partiye de muhalif olarak kurulan Millet Partisinin vitrininde ise, yakın tarihin şu renkli isimleri vardı: Mareşal Fevzi Çakmak, General Sadık Aldoğan ve ateşli bir hatip olan meşhûr Osman Bölükbaşı.
Bu isimler daha evvel DP içinde yer almalarına rağmen, bir grup hareketi şeklinde ayrıldılar ve iktidar kanadından çok muhalefetteki Demokrat Parti ile zıtlaşmaya yöneldiler.
Garip ama, çok önemli bir husus da şudur: Millet Partisi yönetimi, Fevzi Paşayı "fahrî başkan" olarak ilân etti ve onun ismini kullanarak da dindar kesimin oylarını kanalize etmeye çalıştı.
İşte, 14 Mayıs 1950'de yapılacak olan genel seçim maratonuna böyle bir atmosfer içinde girildi.
Fevzi Paşa faktörü
Mutlak istibdat devrinde 22 yıl kesintisiz şekilde Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüten Fevzi Paşa, 1944'te kerhen de olsa emekliye sevk edildi.
O tarihte CHP'nin ikinci adamı konumundaki Hilmi Uran, istemediği halde emekliye zorlanan Fevzi Paşanın İsmet Paşaya kırgın olduğunu, fakat bu kırgınlığı ilk başlarda dışa vurmadığını anlatıyor ve şu noktaları nazara veriyor:
* Mareşal'in bir siyasî beklentisinin olup olmadığını sordum, müsbet bir cevap vermedi.
* 1946'da DP'nin listesinden bağımsız aday oldu, Meclis'e girdi. Aynı sene İsmet Paşaya karşı DP'nin cumhurbaşkanı adayı oldu.
* 1948'de DP'yi adeta sattı ve yeni kurulan Millet Partisine geçti. Bu partinin fahrî başkanı oldu. Partililer onun karizmasını tepe tepe kullandılar. (Hatıralarım, s. 467–470)
Fevzi Paşa, hakikaten hiçbir zaman DP'li olmadı. Onlardan yararlanmaya çalıştı. Sonra da gidip MP'lilerin seçimlerde fahrî taşeronluğunu yaptı.
Öyle ki, Demokratlara yönelmiş olan seçmenlerin önemli bir kesimi (bilhassa dindar kesimi) Milletçilere kaymaya başladı. Zira, MP'li Fevzi Paşa, DP lideri Celal Bayar'a nazaran daha dindar, dolayısıyla daha tercihe şâyân biri olarak kabul ediliyordu.
Doğrusu, 1950'deki genel seçim sürecine girildiğinde, vatandaşın tercihi, birbiriyle yarışan üç büyük parti arasında dağılmış durumdaydı: CHP, DP ve MP.
Aynı zamanda, parti ismi lider ismiyle birlikte yâdediliyordu: İsmet Paşanın partisi, Fevzi Paşanın partisi ve Bayar'ın partisi gibi...
Dindar kitlenin Fevzi Paşayı tercihe yönelmesi, CHP karşısındaki DP'yi bir hayli zorlamaya başlamıştı. MP'li Bölükbaşı'nın hararetli ve etkili konuşmaları da, işin tuzu biberi olmuştu. Seçmen, ilk aylarda MP ile CHP arasında sıkışmış ve adeta ikisinden birini tercihe zorlanmış gibiydi.
Seçime bir ay kala...
14 Mayıs 1950 seçimleri öncesinde, Üstad Bediüzzaman'la görüşen ve ondan siyasî ders ve ölçüleri alan Nur Talebeleri, mutlak ekseriyetle tereddütlerden kurtularak, "Demokratlara nokta–i istinat" olma yönünde esaslı bir duruş sergilediler.
Bediüzzaman, Demokratların Meşrûtiyet zamanındaki Ahrarların devamı olduğunu, o zaman mânen İttihad–ı Muhammedî'den olan Nurcular Ahrarlar'a nokta–i istinad olduğu gibi, bugün de aynen İttihad–ı İslâmdan olan Nurcuların Demokratlara nokta–i istinad olmaları gerektiğini talebelerine ders veriyordu. (Emirdağ Lâhikası, s. 271.)
Buna rağmen, Fevzi Paşa hakkında sair dindarların tereddüdü, hatta bir kısmının teveccühü devam ediyordu.
Derken, genel seçimlere yaklaşık bir ay kadar kısa bir zaman kalmıştı ki, MP'nin fahri başkanı Fevzi Paşa aniden öldü.
Onun ölmesiyle birlikte, Millet Partisinin yıldızı da aniden sönüverdi.
Meclis'e büyük bir grup ile girmeyi tahayyül eden MP'liler, ancak yüzde üç buçuk oy oranı ve bir tek genel başkan Bölükbaşı ile girebildiler.
Evet, Fevzi Paşanın anî ölümü, bir bakıma demokrasi tarihimizin de seyrini değiştirdi.
Gerçekten de, anî ve beklenmedik ölümlerin, tarihin seyrini değiştirdiği de bir vakıadır. Meselâ, 1921'de bütün Anadolu'yu istilâya hazırlanan Yunan Kralı I. Aleksandros'un bir maymun tarafından ısırılarak ölmesiyle, o dehşetli planın akim kalması gibi...
İşte, Fevzi Paşanın ani ölümü de, iç siyasî dengeler açısından çok önemli bir hadise olmuştur.
Onun ölümü, aynı zamanda DP'nin önündeki en büyük handikapın aşılmasını netice vermiştir ki, seçim sistemini kendi hesabına göre tanzim eden İsmet Paşanın bütün hesapları da bir anda altüst olmuştur.
Seçimin neticesi şöyledir: 487 milletvekilliğinin 408'ini DP, 68'ini CHP ve ancak bir tekini MP alabilmiş, geri kalanını da bağımsızlar kazanmıştır.
(Devamı var)
21.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|