Atmosferdeki hava ile birlikte, siyasî havalar da iyiden iyiye ısınmaya başladı.
Sıcaklığın son raddeye çıktığı Temmuz ayı sonlarında, Türkiye erken genel seçimlere gidiyor. Siyasî termometre yükseldikçe yükseliyor.
Gariptir ki, son yüz yıl içindeki en sıcak siyasî hadiseler, yine yılın en sıcak mevsiminde, hatta Temmuz ayı sonlarında yaşanmış. ("Temmuz tevâfukları"na bakınız.)
Farklılığa tahammül
Siyasî havaların sıcaklık derecesi ne olursa olsun, gelişmeleri yine de serinkanlılık içinde takip ile değerlendirmek gerekir.
Aksi halde birbirimizi kırıcı, incitici olmaktan kurtulamayız.
Halbuki, böyle bir duruma gerek yok. Hırçınlaşmakla, öfkelenmekle kimse müsbet, hayırlı bir neticeye varamaz. Varılacak yer zarardır, hasardır, azaptır...
Yakın tarihimiz, ne yazık ki etrafı harabeye çeviren, dost ve kardeşlerini yara bere içinde bırakan, camilerde dahi din kardeşinin huzurunu kaçıran aykırı tiplerin örnekleriyle doludur.
Sonradan, yaptıklarına belki kendileri de pişman olmuştur. Ancak, sert ve derin kırılmaların tamiri, tedâvisi hiç de kolay olmuyor.
Demokrasilerde siyasî görüşler, düşünceler pekâlâ farklı farklı olabilir. Herkesin bu farklılığı peşinen kabul etmesi ve muhalifine saygı duyması lâzım. Aksi halde, yapılacak işin, takınılacak tavrın demokrasiyle de bir alâkası olmaz.
Herkesi, farklı fikirlere karşı tahammüllü olmaya ve itidalli davranmaya dâvet ediyoruz.
Temel ölçü ve bakış açısı
Son iki–üç haftalık siyasî gelişmeler, daha doğrusu manevralarla ilgili olarak, diyebiliriz ki haddinden fazla tepki aldık.
Bu tepkilerin mahiyeti, taban tabana zıt yönde oldu.
Yaptığımız yorum ve değerlendirmeleri doğru bularak tebrik ve duâsını ekleyenlerin yanında, yanlış yaptığımızı savunan ve bizi adeta yerden yere vurarak hınç ve öfke dolu sözlerle bizi hırpalamaya çalışanlar da oldu.
Ne çare ki, dost ve kardeşler arasında hiç kimseyi kırmak, hatta "mukabele–i bilmisil"de bulunmak gibi bir lüksümüz yok.
Bu sebeple, inandığımızdan şaşmayarak, ölçü ve prensiplerimizden inhiraf etmeyerek, temel bakış açımızı değiştirmeyerek, ve fakat muhataplarımıza yine de makul ve mülayim bir lisânla birtakım cevaplar vermeye, izahlarda bulunmaya çalıştık.
Bizi dinleyenler oldu, dinlemeye tahammül edemeyerek telefonu yüzümüze kapatanlar da oldu... Ne yapalım, yine de sakin olmak ve itidalli davranmak durumundayız.
Fikrimizi soran, söz ve yazılarımıza dikkat kesilen muhterem okuyucularımızı mümkün olduğunca tatminkâr cevaplar vermeye çalışmakla birlikte, onları özellikle sükûnete dâvet ettik. Meselâ, şunları söyledik: Lütfen, geçici rüzgârların tesirine kapılmayın. Haricî cereyanlar sizi tefrikaya atmasın, itmesin. Özellikle Yeni Asya camiası olarak, bizler hemen her meselemizi istişareyle, meşveretle konuşup halletmeye çalışırız. Şimdiye kadar böyle olduğu gibi, bundan sonra da aynı minval üzere gitmek durumundayız. Hele hele memleket meselelerini, yahut fırtınalı içtimaî hadiseleri fevrî ve infiradî çerçevede değerlendirmekten şiddetle kaçınırız. Bütün bunları, Risâle–i Nur'un penceresinden bakarak ve net görünmeyen hususları da birbirimizle istişare ederek önümüzdeki manzarayı kâmilen görüp anlamaya çalışırız. Acaba, istişareden kaçan veya meşverete itimat etmeyen bir kimseyi, başka türlü tutmanın, yahut tatmin etmenin yolu, usûlü var mı ki?
Temsilcilerimiz, hayırlısıyla yakın zamanda tekrar bir araya gelecek ve son siyasî manevralar üzerinde de müzakerelerde bulunacak. Bu heyetin ortaya koyduğu müşterek şuur ve fikir manzumesi, bizler için karanlıkları izale eden en kuvvetli bir projektör vazifesi görüyor.
Temmuz tevâfukları
20 Temmuz 1908: Kolağası (binbaşı) Resneli Niyazi Bey, Manastır'da Hürriyeti ilân etti.
23 Temmuz 1908: Enver ve Niyazi Beylerin başını çektiği Jön Türkler, Manastır'da Meşrutiyeti ilân etti.
24 Temmuz 1908: Sultan II. Abdulhamid, II. Meşrûtiyeti resmen ilân etti.
26 Temmuz 1908: Bediüzzaman Said Nursî, önce İstanbul'dan, ardından Selanik Hürriyet Meydanında hürriyet ve meşrutiyete dair bir "nutuk" irad etti.
21 Temmuz 1946: TC demokrasi tarihinde ilk kez genel seçimler yapıldı. Meşrûtiyet zamanındaki Ahrar'ın, yani Hürriyetçilerin devamı mahiyetinde olan Demokratlar, yine ilk kez seçimlere katılarak 61 millevekili ile Meclis'e girdi.
22 Temmuz 2007: Bir engel çıkmadığı taktirde, bu tarihte yapılacakseçime Demokrat Parti çatısı altında girecek kadroların Meclise girmeleri bekleniyor.
GÜNÜN TARİHİ 14 Mayıs 1950
14 Mayıs: Demokrasi şöleni
Türkiye’de ilk kez olmak üzere “demokrasinin şânına yakışır tarzda” genel seçimler yapıldı.
“Demokrasinin Bayramı” ve “Beyaz İhtilâl” olarak da isimlendirilen bu seçimlere üç parti ile bağımsızlar katıldı.
Toplam 487 milletvekilliği için yapılan seçimlerin galibi, anamuhalefetteki Demokrat Parti (DP) oldu.
Oyların yüzde 53’ünü alan DP, 408 milletvekili ile Meclis’e girdi.
İkinci sıradaki CHP, oyların ancak yüzde 39’unu alabildi. 27 yıllık saltanatı yıkılan bu parti, 69 milletvekilliği ile Meclis’te ana muhalefet konumuna girdi.
Geriye kalan 10 milletvekilliğini ise Millet Partisi ile bağımsız adaylar kazandı.
Menderes’e olan teveccüh
7 Ocak 1946’da kurulan ve 21 Temmuz’da ilk defa yapılan çok partili genel seçimlere katılan Demokrat Partinin o zamanki genel başkanı, eski başbakanlardan M. Celal Bayar idi.
Halk, Bayar liderliğindeki 1946 seçimlerine pek rağbet göstermedi. Gerçi, sandık üzerinde asker süngüsünün gölgesi vardı. Ancak, eski bir İttihatçı olan Bayar, halk tarafından fazla sevilen bir şahsiyet değildi. Bundan dolayı, DP ancak 61 milletvekilliği ile Meclis’e girebildi.
Ne zaman ki 14 Mayıs 1950 seçimlerine doğru Adnan Menderes ön plana çıktı ve parti reisliği şansını yakalamaya başladı, halkın DP'ye olan teveccühü de bir anda hızlandı ve hayranlık uyandıran bir dereceye çıktı.
14 Mayıs'taki genel seçimlerden kısa bir süre önce çok önemli bir hadise yaşandı.
Demokrat Partinin zaferine ve tek başına iktidara gelmesine yol açan bu önemli hadise, hiç şüphesiz Fevzi Paşanın ölmesiydi.
Zira, Fevzi Çakmak Paşa, Halk Partisinin (CHP) karşısında ve fakat DP'ye de alternatif bir hareket şeklinde ortaya çıkan Millet Partisinin fahrî başkanıydı.
Çakmak Paşa, elinde baston, başında fötr şapka ile meydan meydan dolaşıyor ve MP'ye oy istiyordu.
Halk ise, bu tuhaf manzara karşısında şaşkın ve tereddüt içindeydi.
İsmet Paşadan ve Halk Partisinden kurtulmak isteyen seçmen kitlesi, DP lideri Bayar ile MP lideri Çakmak arasında rahat bir tercih yapamıyordu. Kalpler, kafalar karmakarışık vaziyetteydi.
İşte, bu karmaşık ve tereddütlü vaziyet, genel seçimlerden 34 gün evvel, yani 10 Nisan 1950 günü büyük ölçüde izale oldu. Zira, Fevzi Paşa o gün öldü.
Paşanın ölmesiyle birlikte, DP rakipsiz kaldı. Aynı günlerde, Bayar'ın Cumhurbaşkanı, Menderes'in ise Başbakan ve dolayısıyla DP'nin genel başkanı olması gündeme geldi.
Bu atmosferi teneffüs ederek tereddütler içinde bocalamaktan kurtulan halk, Menderes öncülüğündeki DP'ye öyle bir teveccüh gösterdi ki, bir anda bütün hesaplar altüst oldu, bütün siyasî dengeler değişmeye yüz tuttu.
Demek ki, mevcut liderler arasında en çok sevilen kişi Menderes idi ki, onun DP'nin başına geçmesiyle birlikte, görülmedik bir halk desteği hasıl oldu.
"Mükemmel reis"
Gariptir ki, 1946'da CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran'a bir mektup yazan Bediüzzaman Said Nursî, kendilerine rakip olarak ortaya çıkan DP'yi kast ederek "...Eğer bu parti mükemmel bir reis bulsaydı, birden sizi mağlûp ederdi" diyordu. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 191.)
Bu mektup yazıldığında, DP'nin reisi eski İttihatçı, yeni Atatürkçü Celal Bayar'dı. Halk Partisinin "birden mağlûp" edildiği 1950 ve daha sonraki 1954, 1957 seçimlerindeki DP'nin reisi ise, bir "İslâm kahramanı" olan Adnan Menderes idi.
Meselenin nihaî te'vilini, yorumunu sizlere bırakıyoruz.
14.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|