|
|
Hakan YALMAN |
Doğrunun arayışı |
|
Genellikle doğru olmak ya da yanlış olmak zemininde yürütülen iletişim, paylaşımları çok azaltıyor. Çoğu zaman aileden başlayıp siyasî eğilimlere kadar uzanan bir alanda bütün hadise haklı olmak ya da olmamak ekseninde gelişiyor. Oysa bu dünya ve sahip olduğumuz özellikler haklılık noktasında hep problemli olacak bir tarzda yaratılmıştır. Bu da imtihan için zemin oluşturan faktörlerden biri olmalıdır. Vahye dayanan bilgiler dışında, bilimin verileri de dahil olmak üzere hiçbir bilginin mutlak doğruluğundan bahsetmek mümkün değildir. O halde kulun vazifesi doğru olmak ya da haklı olmak değil, samimiyetle hakkın ve doğrunun arayışı içinde olmaktır. Bu arayış esnasında samimiyetini tamamlayacak duygu muhabbet ve kucaklayıcı bir yaklaşım içinde doğru olduğuna inandıklarını anlatmak ve kabul ettirmek yerine paylaşmak ve geri kalanını Kalpleri Çeviren Âlemlerin Rabbi’ne bırakmak olmalıdır.
Her zaman hayatımızın merkezinde yer alması gereken muhabbet zaman zaman vehimler ve olmadık varsayımlarla zarar görmektedir. Hayat olabildiğince olumluluklar üzerine bina edilmelidir. Fert kabul etmediği şeyi, tarafsızlık adına ve ön yargısız olmak için, kabul ediyor gibi düşünse veya kendi doğrularını bir tarafa bırakıp olaya karşı fikir noktasından baksa bu, zamanla iç âleminde ve şuur altında karşı taraf tezin kabul edildiği, ona taraftar olunan bir hale dönüşebilecektir.
Aslında ideal bir kulluk hayatında tarafsızlık değil hakka taraftarlık esas olmalıdır. Hakkın ölçüleri içinde doğru kabul edip taraftar olduğu inançları yalnızca tarafsız ve objektif olmak adına bir tarafa bıraktığında elde doğru ve yanlışı birbirinden ayırt edecek hiçbir ölçü kalmayacaktır. Üstelik böyle durumlarda genel olarak öne konan teklif kendi inandıklarını bir kenara bırakarak bir de bu şekilde inanıyormuş gibi düşünmek şeklinde olduğundan, zamanla tarafında olunan olumsuz düşünceler bir inanca dönüşme riskini hep taşımaktadır. Sadece tarafsız olmak adına düşmanının ya da şeytanın sinsice kalbine attığı mânâların savunuculuğunu yapmak, onların doğru olup kendi inandıklarının yanlış olduğu tezinden hareketle olayları değerlendirmek zaman içinde ferdin doğruluk algılarını değiştirme ve iç âleminde karşı tarafın doğrularının yerleşmesi gibi bir sonuç doğurabilir.
Her insanın hayat bakışı geçmiş ömrünün âleminde oluşturduğu doğrular çerçevesinde şekillenmektedir. Bu doğrular iç dünyanın ve dış dünyanın karşılıklı olarak etkileşmesinden, vahyin ve alemde işleyen fıtri kuralların ahenkle uyumundan sonra ortaya çıkması gereken kabullerdir. Fert, ön planda anne ve babanın çocuğu olmakla birlikte, önemli ölçüde de zamanın çocuğudur. Kabuller, tasdikler, inançlar çoğunlukla uzun zamana yayılmış her seferinde aklın süzgecinden geçmiş ve ferdin ve toplumun genel yapısının oluşturduğu kabullerle de şekillenmiş yapının ürünüdürler.
Bu sebeple bir kenara çabukça bırakılabilmeleri ve karşı fikrin ortaya koydukları esas alınarak bir düşünce şekli oluşturmak pek de mümkün değildir. Doğruyu ve yanlışı ayırt edebilmek için bunları tartabilecek bir doğrular ve yanlışlar manzumesi şeklinde kabullerin ve tasdiklerin oluşturduğu alt yapı bulunmalıdır. Aksi takdirde, her hangi bir hükmün akılda tartılıp tasdik edilebilir olduğu anlaşıldıktan sonra kalbde tasdike dönüştürülebilmesi için elde hiç bir kriter bulunmazdı. Bu durumda kişinin neyi esas alarak doğru ya da yanlış hükmünü vereceği konusu havada kalırdı. Burada önemli bir unsur da vicdanın sesi ve zaman zaman sezgilerin yönlendirmesi olmalıdır. Vicdan gerçekten güvenilir bir hakem ve onunla irtibatlı şekilde kulak verilen sezgiler çoğu zaman çıkış yolu sunmak açısından çok etkilidirler. Belki de yapılması gereken asıl şey kendi doğrularını ve uzun zaman içinde yerleşmiş inançlarını bir tarafa bırakmak değil, ancak kabullerini ve inançlarını önüne çıkan yeni durumlara ve farklı bilgilere göre sorgulamaya açık olmaktır. Bu kendi doğrularını tamamen terk edip karşı taraf gibi düşünerek yapılamaz. Böyle yapıldığında karşı tarafın sunduklarını vuracak bir mihenk elde kalmaz.
Karşılaştığı her yeni durum için doğruluk ve yanlışlık anlamında değerlendirme yapabilme kabiliyeti kazandıran eğitim bu açıdan çok önemlidir. Çok az şekillenmiş ve pek çok yönü ile şekillenmeye hazır insan fıtratı aileden toplumdaki her türlü eğitim müessesesine ve en önemlisi vahyin insanlık âleminde yansımalarının ona ulaştırılmasına kadar pek çok eğitim süreci ile yüz yüzedir. Bütün bunlar onun sürekli dönen ve her an değişen, farklı zamanlarda farklı şartlarla karşılaşan ferdin elindeki yol haritası gibidir. Bir şahsın doğrularını ve kabullerini bir tarafa bırakarak düşünmesini teklif etmek elindeki haritayı bir tarafa bırakarak hiç tanımadığı bir alanda yönünü bulmasını istemek gibidir. Uygulanabilir olmayan ve çok yüksek ihtimalle de istikameti kaybettirecek bir tekliftir. Böyle bir durumda kabullenilebilir olan tek şey haritada yanlışlık olabileceği düşüncesine açık olup, bu noktada önümüze konulan teklifleri aklın ve vicdanın süzgecinden geçtikten sonra uygunsa haritaya yerleştirebilecek açıklıkta olmaktır. Yoksa seneler içinde oluşturulmuş haritayı bir taraf bırakıp önümüze uzatılan yeni bir harita ile istikameti bulma teklifi çoğu zaman bir oyundur ve şeytanın sıklıkla baş vurduğu bir taktiktir.
Bu oyuna düşmek ferdi gereksiz bir şekilde şeytanın avukatlığını yapma konumuna getirebilir. O yüzden dikkatli adım atmalı, maddî âlemde ve iç dünyamızda bize uzatılan her şeye el uzatmamalı ve uyanık olmalıyız. Sinsice planlanmış şeytanî oyunlara gelmemek için hep Âlemlerin Rabbi’ne sığınmalıyız.
Zaman zaman bir biri ile çelişiyor gibi gözüken bu hükümlerin toplamından şu sonuç ortaya çıkmalıdır: Hayatımızın özellikle hizmetimizin ana zemini paylaşımdır. Bu anlamda ümmet-i Muhammedî (a.s.m.) dar-üsselâma çıkaracak bir sefine-i Rabbaniye’de hademeler olarak hangi din, hangi ırk, hangi coğrafya ve hangi siyasî fikirde olursa olsun herkese eşit mesafede olmaktır. Böyle olup olmadığını da bizler değil, onlardan bize gelen geri yansımalar belirlemelidir. Bu anlamda problemli bir durum varsa, ‘biz üzerimize düşeni yapıyoruz, gerisi bizi ilgilendirmez' diyemeyiz, çünkü hademelik konumu sahiplik konumudur ve ‘Müşteri daima haklıdır.’
Bu anlamda esas vazifemizi ve konumumuzu hep aklımızda tutmalı, hizmet oryantasyonumuzu kaybetmemeliyiz. Bu, sosyal hayat ve bütün insanlıkla daha koordine ve daha sağlıklı ve samimi bir iletişim içinde olmamızın temel şartı gibidir. Buna hem ülkemizin hem de insanlık âleminin yani bütün dünyanın çok ihtiyacı var. Bütün dünyayı ve kâinatı ilgilendiren dâvâmızın günlük hadiselere ve siyasete endeksli olmaması gerektiğini çok üst düzey doktrinler ve medeniyet tezleri geliştirmek konumunda olduğumuzu aklımızdan hiç çıkarmamalıyız.
21.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Bazen zordur yazmak |
|
Bazen zordur yazmak. Sanki yazılabilecek her şey yazılmış, söylenebilecek her şey söylenmiştir. “Artık yeni şeyler söylemek lâzım cancağızım” diyen Mevlânâ’yı mahçup bir yüz ile hatırlamak ve “üzgünüm” diyerek boynunuzu bükmekten başka birşey gelmiyordur elinizden.
Dinlediğiniz her şarkının birbirine benzemesi, her filmin kendinden öncekilerin üstüne yeni birşey söylememiş olması, her yeni romanın aslında biraz eski olması güçlendirir bu duygunuzu.
“Kâinatta söylenebilecek her şey söylendi” sözleri çınlar kulaklarınızda.
Birbirine benzeyen binaların üstüste yığıldığı şehirde, birbirinin aynı kıyafetlerle dolaşıp, benzer kelimeler kullanan insanlarla beraber yaşıyorsunuzdur.
Televizyonlar aynı dizileri, aynı haberleri, aynı hayat görüşünü ve aynı bakış açısını döndürüp duruyordur ekranınızda.
On yıl önce konuşulanlarla bugün konuşulanların farklı olmaması, hayata dair, siyasete dair, Cumhuriyete, laikliğe ve demokrasiye dair söylenenlerin hep birbirinin tekrarı olması da zorlaştırır işinizi.
İddialar da aynıdır, iddialara karşı söylenenler de.
Suçlamalar da aynıdır, savunmalar da.
Günün anlam ve önemine dair konuşmalar, içine “güncel göndermeler” sosu katılsa da hep eskidir.
Yeni olan belki biraz isimlerdir, belki biraz resimlerdir, belki biraz saç tipi ve rengi, belki biraz üslûp ve yöntemdir.
Çerçeve bazen süslenir, bazen sadeleştirilir, bazen klasik, bazen modern olur; ama içinde hep aynı tablo vardır.
Bazen zordur yazmak. Biraz bundan zordur; biraz da, herkesin aslında sadece kendi bildiklerini söylemeye devam ettiğini, söylenen hiçbir sözün başkalarının sözleri üstünde bir etki bırakmamış olduğunu bilmekten dolayı zordur.
Meydanlarda, televizyonlarda, gazete sayfalarında, on gün sonra hatırlanmayacak sözler söylendiği için zordur.
Birileri dün söylediğinin tam tersini bugün rahatlıkla söylerken, eski sözleri kendilerine hatırlatılmadığı için zordur.
Evet bazen zordur yazmak, konuşmak, birşeyler anlatmaya çalışmak. Birşeyler... Yeni birşeyler anlamak, öğrenmek istemeyen, ezberlerini bozarak zihnindeki konfordan vazgeçmeye niyeti olmayanlara birşeyler söylemek zordur.
Ama rahat bir vicdanla başını yastığa koymak, bütün değişmeyenlere rağmen, birilerinin seni dinlediğini bilerek yazmak, yine de güzeldir.
Hem de çok güzel...
21.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Düğünlerimizde eğlence |
|
Pendik’ten Mehmet Bey: “Yakın akrabalarımızın kadın erkek karışık orkestralı, oyunlu, davullu, zurnalı düğünleri oluyor. Bu düğünlere gidelim mi? Gitmez isek darılıyorlar, alınıyorlar. Ayrıca akrabalık hukuku da var. Fakat bu tür düğünlerde onlarla aynı ortamda bulunmak günah değil midir? Nasıl davranmalıyız?”
Bir yandan akrabalık hukuku var, diğer yandan günah işlememe hakkımız var. Hiç şüphesiz, akrabalarımız bizim günah işlememe hakkımıza saygı duyacaklardır. Fakat onları düğünleri sebebiyle de tebrik etmemiz gerekiyor.
Bu ikisini bir arada yapmak, yaşamak ve başarmak zor olmasa gerek.
Her şeyden önce şunu ifade edelim ki, düğünlerde eğlence düzenlemek sünnette de vardır. Sünnetteki ölçülere uyulması halinde; meşru sınırlar içinde eğlenceye karşı koymamalıdır. Eğlencede sünnet ölçüleri şunlardır:
1) Eğlence kadın-erkek karışık olmamalı; kadınlar kendi aralarında ve erkeklere kapalı alanlarda, erkekler de kendi aralarında helâl sınırlar içinde –içkisiz, kavgasız, kargaşasız- olmak şartıyla eğlenebilirler.
Nitekim Resulullah Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm: “Gayr-i meşrû birleşme ile meşrû evliliği birbirinden ayıran şey, def çalmak ve ilân etmektir.” buyurmuştur. 1
Rubey binti Muavviz radiyallahü anhâ anlatmıştır ki: Ben gelin olduğumun kuşluk vaktinde Resulullah Aleyhissalâtu Vesselâm evlenme törenime geldi. O sırada küçük kızlarımız deflerini çalmakta ve Bedir günü şehit düşen atalarının kahramanlıklarını nağme ile dile getirmekte idiler. Nihayet içlerinden biri: “Aramızda bir Peygamber vardır.” dedi. Bunun üzerine Resulullah Aleyhissalâtu Vesselâm:
“Bu sözü bırak da, şu söylediklerini söylemeye devam et.” buyurdu.2
2) Eğlencelerde nefsi şımartan, şehevî duyguları tahrik eden, yetimâne hüzünler veren ve ulvî duyguları tahrip eden parçalar çalınmamalıdır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, hiç şüphesiz evlenen çiftler tebrik edilmeli ve hayır duâ edilmelidir. Nitekim Resulullah Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz evlenen kişiyi “Allah mübarek etsin. Tebrik ederim. Allah sizi mutlu kılsın ve sizi hayırla bir araya getirsin.” Diyerek tebrik ederdi.3
Öte yandan akrabalarımıza düğünlerimizdeki bu ölçüler hatırlatılır ve onlara düğünlerini meşru sınırlar içinde yapmaları hususunda yardımcı olunursa iyi olur. Böylece en azından gidemeyeceğimiz bir düğün kâbusunu önlemiş oluruz.
Fakat kimi yerlerde öyle yerleşmiş görenekler var ki, düğün denince kendiliğinden bu göreneklerden geçilmesi gerekiyor gibi bir emir ortaya çıkıyor. Sanki bir yüksek makam çıkmış emrediyor: Düğünleriniz salonda orkestralı olacak, kadınlı erkekli danslı oyunlu olacak, su gibi içki içilecek, havaya silâhlar sıkılacak… Vs. Bunlar yapılmasa düğün olmuyor. Ele güne karşı, ne deriz sonra? Öyle ya, el gün bu düğünü konuşacak ve aferin diyecek.
Şu görenekçiler, Allah ne diyor diye soruyorlar mı acaba?
Eğlenceye tamam, ama bu kadarı değil. İçinde haram unsur taşımayanına bir diyeceğimiz olmaz. Haram unsur varsa, dost ve akrabalarımızı öncelikle incitmeden uyarmamızda yarar var. Söz dinlenmiyorsa, küsmek yok. Ama düğünün içinden haram unsurları ayıklama gayretimizi sürdürürüz. Ayıklayabildiğimiz kadar ayıklarız. Meselâ içki olmayacak, silâh olmayacak denebilir. Bir de kadınlarla erkeklerin salonları ayrılsa mesele kalmayacak. Fakat başaramadığımız yerde küsüp elimizi çekmemize de gerek yok. Demek yapabildiğimiz bu kadar. Daha sonra başka yapabileceklerimiz için kapıları kapamadan, akrabalık hukukumuz çerçevesinde, içinde bir miktar bidat da olsa, bidati yaşamamak kaydıyla, akrabalarımızın düğününe gideriz. Gideriz çünkü aksi takdirde, akrabalık ilişkilerinin kesilmesi gibi daha büyük yaraların açılmasına fırsat vermemek lâzım. Küsmeden, tavır koymadan, incitmeden, kırmadan yanlış bulduklarımızı, doğru bildiklerimizi söylemeye devam ederiz. Olabildiği kadar.
Allah düğünlerimizi, derneklerimizi haramlardan ve bidatlerden korusun. Âmin.
Duâ
Ey yerleri ve gökleri eşsiz ölçülerle Yaratan! Ey gizli ve açık her şeyi bilen, her şeye güç yetiren, her şeyi gören ve her dilediğini yapan! Ey her şeyin Hâkimi! Ey doğru olan ve doğruluğu emreden! Ey güvenin ve emniyetin Rabbi Allah’ım! Nefsimin şerrinden, Şeytanın şerrinden, şirkin şerrinden, görenek belâsının şerrinden, kendime karşı ve Müslümanlara karşı kötülük işlemekten, yalancılıktan, bidatçilikten ve Senin emir ve nehiylerini dinlememek bahtsızlığından Sana sığınırım! Âmin!
Dipnotlar:
1. Tirmizî, Nikâh, 6;İbn-i Mâce, Nikâh, 1896 2. Tirmizî, Nikâh, 1096 3. Tirmizî, Nikâh, 7
21.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Fevzi Paşa Demokratları zorladı |
|
Cumhuriyet döneminin demokrasi tarihi, henüz altmış yıllık bir ömre sahip.
Türkiye, 1946'ya kadar tek parti sistemiyle ve mutlak bir istibdat rejimiyle idare edildi.
Evet, rejimin resmî adı "Cumhuriyet" olmasına rağmen, uygulanan rejimin kendisi ise, insanlık tarihinde eşine hiç rastlanılmayan bir dikta yönetimi şeklindeydi.
Böylesine ucube ve garabetli bir sistemin başını, hiç şüphesiz Cumhuriyet Halk Partisi çekiyordu. Bütün vebâl onda ve bu partinin özellikle tepe noktasındaki kadrosundadır.
Bu tür bir zihniyet sahiplerinin, kendi rızalarıyla demokrasiye geçiş yapmaları, yani çok partili siyasî hayatı kabullenmeleri herhalde düşünülemez.
1945'te biten II. Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye üzerindeki Sovyet Rusya'nın tehditleri devam ediyordu.
Keza, dünya barışını sağlamak maksadıyla Birleşmiş Milletlerin (BM) yeniden teşkili çalışmaları dünya ülkelerinin gündemindeydi.
Böyle bir durumda, Türkiye Avrupa ülkeleriyle münasebetlerini geliştirmek ve Sovyet tehlikesine karşı dost ve müttefik ülkeleri bulmak mecburiyetinde kalmıştı. Bir yandan da BM'nin kurucu ülkeleri arasında yer almak istiyordu. (1945 yılı 26 Haziran'ında kuruluşu tamamlanan BM teşkilâtı, 24 Ekim'de faaliyete geçti.)
İşte, bütün bu isteklerin yerine getirilebilmesi için, Türkiye'nin tek parti rejimini terk ile demokrasiye geçmesi gerekiyordu. Buna adeta mecbur kalmıştı. Bilhassa Avrupa ülkeleri, çok partili sisteme geçmeyen bir Türkiye'yi aralarında görmek istemiyordu.
Başkaca bir çare ve çıkış yolu kalmayan Millî Şef İsmet Paşa yönetimi, göstermelik veyahut göz boyamak şeklinde de olsa başka partilerin kurulmasına razı oldu.
Demokrasi adına böyle ciddî bir kapı açılınca, haliyle değişik isimler altında peşpeşe partiler kuruldu. (1945–50 yılları arasında kurulan partilerin adeti 25'i buldu.)
İşte, bu esnada kurulan partilerden biri ve belki de en önemlisi Demokrat Parti (DP) oldu.
7 Ocak 1946'da kurulan Demokrat Partinin lider kadrosu içinde ise, şu önemli isimler vardı: Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan.
İlk seçim ve sonrası
İktidardaki Halk Partisi, kendisine rakip olarak kurulan DP'nin halktan büyük teveccüh göreceğine ilk başlarda pek inanmıyordu.
Ayrıca, muhalefetin güçlenememesi için de, bir takım tedbirler alınmıştı. Seçimler asker süngüsünün gölgesinde yapılıyor, ayrıca "oylama açık, sayım gizli" sistemi işliyordu.
Ne var ki, bütün bu olumsuzluklara rağmen, 21 Temmuz 1946'da sandık başına giden vatandaşların önemli bir kitlesi DP'ye oy vermiş ve bu anamuhalefet partisine 61 milletvekilliğini kazandırmıştı.
O günlerin en büyük handikapı, tek parti zihniyetinin sistemli uygulamaları ve bilhassa jandarmanın eliyle muhalefetteki DP'ye yapılan ağır baskılardı.
Nitekim, bu ağır baskılar sebebiyle, bu parti dört yıl müddetle (1950'ye kadar) yapılan mahallî seçimlere hemen hiçbir yerde katılamadı.
1948–49'a doğru gelindiğinde ise, yeni ve farklı bazı gelişmeler yaşandı. Meselâ, yeni bazı partiler kuruldu.
Muhalefet cephesini güçlendiren bu yeni kurulan partilerin en önemlisi, 1948'de Prof. Hikmet Bayur başkanlığında kurulan Millet Partisi idi.
Halk Partisine rakip, ancak Demokrat Partiye de muhalif olarak kurulan Millet Partisinin vitrininde ise, yakın tarihin şu renkli isimleri vardı: Mareşal Fevzi Çakmak, General Sadık Aldoğan ve ateşli bir hatip olan meşhûr Osman Bölükbaşı.
Bu isimler daha evvel DP içinde yer almalarına rağmen, bir grup hareketi şeklinde ayrıldılar ve iktidar kanadından çok muhalefetteki Demokrat Parti ile zıtlaşmaya yöneldiler.
Garip ama, çok önemli bir husus da şudur: Millet Partisi yönetimi, Fevzi Paşayı "fahrî başkan" olarak ilân etti ve onun ismini kullanarak da dindar kesimin oylarını kanalize etmeye çalıştı.
İşte, 14 Mayıs 1950'de yapılacak olan genel seçim maratonuna böyle bir atmosfer içinde girildi.
Fevzi Paşa faktörü
Mutlak istibdat devrinde 22 yıl kesintisiz şekilde Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüten Fevzi Paşa, 1944'te kerhen de olsa emekliye sevk edildi.
O tarihte CHP'nin ikinci adamı konumundaki Hilmi Uran, istemediği halde emekliye zorlanan Fevzi Paşanın İsmet Paşaya kırgın olduğunu, fakat bu kırgınlığı ilk başlarda dışa vurmadığını anlatıyor ve şu noktaları nazara veriyor:
* Mareşal'in bir siyasî beklentisinin olup olmadığını sordum, müsbet bir cevap vermedi.
* 1946'da DP'nin listesinden bağımsız aday oldu, Meclis'e girdi. Aynı sene İsmet Paşaya karşı DP'nin cumhurbaşkanı adayı oldu.
* 1948'de DP'yi adeta sattı ve yeni kurulan Millet Partisine geçti. Bu partinin fahrî başkanı oldu. Partililer onun karizmasını tepe tepe kullandılar. (Hatıralarım, s. 467–470)
Fevzi Paşa, hakikaten hiçbir zaman DP'li olmadı. Onlardan yararlanmaya çalıştı. Sonra da gidip MP'lilerin seçimlerde fahrî taşeronluğunu yaptı.
Öyle ki, Demokratlara yönelmiş olan seçmenlerin önemli bir kesimi (bilhassa dindar kesimi) Milletçilere kaymaya başladı. Zira, MP'li Fevzi Paşa, DP lideri Celal Bayar'a nazaran daha dindar, dolayısıyla daha tercihe şâyân biri olarak kabul ediliyordu.
Doğrusu, 1950'deki genel seçim sürecine girildiğinde, vatandaşın tercihi, birbiriyle yarışan üç büyük parti arasında dağılmış durumdaydı: CHP, DP ve MP.
Aynı zamanda, parti ismi lider ismiyle birlikte yâdediliyordu: İsmet Paşanın partisi, Fevzi Paşanın partisi ve Bayar'ın partisi gibi...
Dindar kitlenin Fevzi Paşayı tercihe yönelmesi, CHP karşısındaki DP'yi bir hayli zorlamaya başlamıştı. MP'li Bölükbaşı'nın hararetli ve etkili konuşmaları da, işin tuzu biberi olmuştu. Seçmen, ilk aylarda MP ile CHP arasında sıkışmış ve adeta ikisinden birini tercihe zorlanmış gibiydi.
Seçime bir ay kala...
14 Mayıs 1950 seçimleri öncesinde, Üstad Bediüzzaman'la görüşen ve ondan siyasî ders ve ölçüleri alan Nur Talebeleri, mutlak ekseriyetle tereddütlerden kurtularak, "Demokratlara nokta–i istinat" olma yönünde esaslı bir duruş sergilediler.
Bediüzzaman, Demokratların Meşrûtiyet zamanındaki Ahrarların devamı olduğunu, o zaman mânen İttihad–ı Muhammedî'den olan Nurcular Ahrarlar'a nokta–i istinad olduğu gibi, bugün de aynen İttihad–ı İslâmdan olan Nurcuların Demokratlara nokta–i istinad olmaları gerektiğini talebelerine ders veriyordu. (Emirdağ Lâhikası, s. 271.)
Buna rağmen, Fevzi Paşa hakkında sair dindarların tereddüdü, hatta bir kısmının teveccühü devam ediyordu.
Derken, genel seçimlere yaklaşık bir ay kadar kısa bir zaman kalmıştı ki, MP'nin fahri başkanı Fevzi Paşa aniden öldü.
Onun ölmesiyle birlikte, Millet Partisinin yıldızı da aniden sönüverdi.
Meclis'e büyük bir grup ile girmeyi tahayyül eden MP'liler, ancak yüzde üç buçuk oy oranı ve bir tek genel başkan Bölükbaşı ile girebildiler.
Evet, Fevzi Paşanın anî ölümü, bir bakıma demokrasi tarihimizin de seyrini değiştirdi.
Gerçekten de, anî ve beklenmedik ölümlerin, tarihin seyrini değiştirdiği de bir vakıadır. Meselâ, 1921'de bütün Anadolu'yu istilâya hazırlanan Yunan Kralı I. Aleksandros'un bir maymun tarafından ısırılarak ölmesiyle, o dehşetli planın akim kalması gibi...
İşte, Fevzi Paşanın ani ölümü de, iç siyasî dengeler açısından çok önemli bir hadise olmuştur.
Onun ölümü, aynı zamanda DP'nin önündeki en büyük handikapın aşılmasını netice vermiştir ki, seçim sistemini kendi hesabına göre tanzim eden İsmet Paşanın bütün hesapları da bir anda altüst olmuştur.
Seçimin neticesi şöyledir: 487 milletvekilliğinin 408'ini DP, 68'ini CHP ve ancak bir tekini MP alabilmiş, geri kalanını da bağımsızlar kazanmıştır.
(Devamı var)
21.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Bîtaraf olamayız |
|
Yollar umumiyetle “iki” sayısıyla ifade edilmektedir. İyilik-kötülük, karanlık-aydınlık, iman-küfür, muhabbet-husûmet, doğruluk-yalan gibi... Örnekler çoğaltılabilir. Çoğu zaman iki ihtimalin dışında başka bir ihtimal bulunmamaktadır. Çünkü bunların arasındaki dere çok derindir. Onları bir arada bulundurmak mümkün değildir.
Evet yol ikidir. Yol ya bizleri Allah’a götürür veya da karanlıklar iklimine, anlamsızlıklar ülkesine götürür. İnanç nokta-i nazarından üçüncü bir ihtimal düşünmek mümkün olmuyor. Yani, bir insan iman ile küfür arasında tarafsız bir konumda olamaz.
Bir insan “Ben Allah’a ve Onun düşmanlarına aynı mesafede duruyorum” diyemez, dese de bu hüküm hiçbir şeyi ifade edemez. Çünkü bu kişi bu duruşuyla düşmanlar yanında yerini almıştır. İyilik işlememek, iyiliklerden yana olmamak, kötülüklerin yayılmasına yardım etmektir.
Cennet ile Cehennem arasında, tarafsız olanların gideceği bir yer bulunabilir mi? Allah insanlara, inanmakla inanmamak arasında ayrıca bir yol göstermemiştir. O zaman insanlar, iki tercihten birini seçmeleri gerekir. “Tarafsızlık taraf-ı muhalifi iltizamdır” hükmü gereğince, iman ile imansızlık arasında tarafsızlık, imansızlık hesabına geçer. Aynen bunun gibi iyilik ile kötülük arasındaki tarafsızlık da kötülük hesabına geçer.
Aydınlıkların olduğu yerde karanlıklar barınamaz. Aynı şekilde, bir söz biraz doğru, biraz da yalan olamaz. Çünkü doğru, yanında yalanı arkadaş olarak görmek istemez. Hadis-i Şerif hükmünce insanlar ya doğru söylemeli veya susmalıdırlar. Üçüncü bir ihtimal olan yalana hiç yer bırakılmamıştır.
Bunları, nerede olduğumuz konusunda bir nefis muhasebesine yol açmak için söylüyorum. Bulunduğumuz yeri, içinde yol aldığımız yolu, nefes aldığımız iklimi, istirahat ettiğimiz mekânı sorgulama ihtiyacı içinde olduğumuzu düşünüyorum.
Bizler ya Rabbimizi sevindiriyor, razı ediyoruz veya şeytanın yolunda gaflet içinde yürüyoruz. Bizler ya Allah dostlarını sevindiriyoruz ya da şeytanı zevkten dört köşe haline getiriyoruz. Dünya yaratılalıdan bu yana Kâinatın Yaratıcısına isyan etme cür’etinde bulunan şeytanlar insanları kendilerine çekmek için çaba sarf etmeye devam etmektedirler.
Hiçbir müfsid “Ben insanları fesada veriyorum” demez. Herkes yaptığının doğru olduğu iddiasındadır. O zaman ölçü insanların kendi ifadeleri olmayacaktır. İyilik ve kötülükleri birbirinden ayrıştıran bir mihenk taşı olmalıdır. Elimizde ölçü olarak kullanabileceğimiz kıstaslar olmalıdır.
Kâinatın yaratıcısı olan Rabbimiz, biz düşünen ve düşüncesiyle imtihana tabi tutulan insanlara elbette bir mihenk taşı, bir ölçü vermiştir. Bize cinsimizden bir rehberle, hakikatler manzumesi bir kitap göndermeden bizi imtihan etmezdi. Madem imtihana tabi tutuluyoruz, o halde ders çalışacağımız bir kitap ve kitaptan anlayamayacağımız hususlar konusunda bize yol gösterecek bir muallim gönderecekti.
İki ihtimalin doğru olanını bulmamıza yardımcı olacak Kur’ânımız ve Muallim-i Zîşan Muhammed Peygamberimiz (asm), yollarımızı aydınlatmaya her zaman hazırdırlar. Şaşmaz ve şaşırtmaz rehber, yanıltmaz hakikatler menbaı, insanlar için büyük bir şans. Dünyaları aydınlatan, hayatlara canlılık veren değerlerimize değer vermek ve karşısındaki düşmanlara da derslerini vermek için insan olmak gerekiyor.
Görevimiz, Hâlık-ı Kerim olan Rabbimizi razı etmek ve Onun düşmanlarını dost edinmemektir. Görevimiz, kendi kendimize sahip olmadığımızı kabul etmek ve bize verilen her şeyin emanet olduğunu görebilmektir. Emaneti, sahibinin izni dairesinde korumamız gerekir.
Bizleri emanete ihanet etmeye götürecek yollara yönelmemek ve yanlış yollara sürüklemek için çaba gösterenlerin düşman olduğunu anlamak için insan gibi yaşamaya azm etmek yeterlidir. Bir kere daha duruşumuzu kontrol etmemizde fayda vardır.
En çok nerelerdeyiz veya nerelere yakınız? İki tarafı da memnun etme, iki tarafı da küstürmeme gibi bir durumun, iman-küfür mücadelesinde yeri olmadığını tekrar hatırlamamız gerekir. Allah’ın rızasının olduğu yerde şeytanın sevinmeyeceğini, şeytanın sözünün geçtiği yerde de Allah’ın rızasının olmayacağını unutmamamız gerekir.
21.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Evvel âhir tavsiyemiz” |
|
Şu helâket ve felâket asrında bütün meseleleri imana ve Kur’âna hizmet olan arkadaşlarımızın Pazar günkü temsilciler toplantısında ittifakla üzerinde durdukları husus ihlâs, sadakat, ittifak ve tesanüde vurgu yapmalarıydı.
Çünkü sâlim bir hizmet için olmazsa olmaz, vazgeçilmezlerdi bu prensipler. Üstad, “Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz, itidal-i dem ve ihtiyattır” 1 demiyor muydu?
Evet, Üstad Bediüzzaman Hazretleri talebelerine bunu tavsiye ediyordu.
Ancak ihlâs, sebat ve sadakatle hizmeti esas alan bu hizmet fedâilerinin aşk ve şevklerini kırmak, usandırmak, meşrep ve fikir farklılıkları sebebiyle birbirlerinden soğutmak, koparmak isteyen şer odakları da eksik olmuyordu. Nefis ve şeytanın varlığı hayra teşvike sebep olduğu gibi onların taarruz ve hücumları da ehl-i hizmete teyakkuza, dayanışmaya itecekti.
Çünkü bu samîmî, muhlis, gayyur, gerektiğinde birbirlerine ruhlarını fedâ eden insanlar bilirler ki göz bir saman çöpünü, kılı kaldırmadığı gibi hizmetin kudsiyeti de kargaşa, ihtilaf ve sürtüşmeleri kabul etmezdi. Müsbet bir hizmet ancak birlik, beraberlik ve tesanüdle olabilirdi. Onun için Üstad ısrarla, “Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem’a-i İhlâsın düsturlarını ve hakikî ihlâsın sırrını mabeynimizde ve birbirimize karşı istimal etmek vücup derecesine gelmiş” 2 demekteydi.
Hayatın vahdet ve ittihadın, yani birlik ve beraberliğin neticesi olduğuna dikkat çekip, sonra da, “İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır kuvvetiniz de elden gider” 3 âyetinin işaretine dayanarak, tesanüt bozulduğunda cemaatin de tadının kaçacağını; üç elif örneğini vererek üç elif yanyana geldiği, omuz omuza verdiğinde 111 kıymetinde olduğu gibi, Hakk’a hizmet eden üç-dört kişi ayrı ayrı ve işbölümüne dikkat etmeksizin hareket ettiklerinde kuvetlerinin üç-dört adam kadar olacağını belirtiyor, aksine, “Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirlerinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefâni (birbirinde fani olma) sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler” 4 diyordu.
Demek sonuç alıcı, verimli bir hizmet ancak ihlâs, sebat, sadakat, vahdet, ittihad ve tesanüd düsturlarıyla mümkün.
Dipnotlar:
1. Şuâlar, s. 262
2. A.g.e.; s.422.
3. Enfal Sûresi; 46,
4. Barla Lâhikası, s. 88
21.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Samarra'nın Mehdisi Manisa'nın Tarzan'ı |
|
15-20 yıl sonra yolum yine Manisa’ya düştü. 19 Mayıs’tan beri (bugün 20 Mayıs) buradayım. Bu vesile ile şehre borcumu ödeyeyim istedim. Manisa şehzadeler şehrimizdir ve son dönemlerde Gaziantep ile birlikte sanayi şehri olarak da anılıyor. Kayseri ve Gaziantep’le aynı gelişme hattında düşünebiliriz.
Bir başka özelliği de Tarzanı’dır. “Samarra Mehdisi ile Manisa Tarzanı’nın alakası ne, diye sorulabilir. Samarra ile Manisa arasında görünmez bir efsane ve bağlantı hattı var. Bu bağlantı Manisa Tarzanı olarak da bilinen Ahmedettin Carlak’ın şahsında gizli. Ahmededdin Carlak veya namı diğer Ahmet Bedevi aktab-ı erbaadan birisinin adını taşımaktadır. Kendisi Bağdat yakınlarında bir Türk şehri olarak bilinen Samarra doğumlu. Samarra Abbasiler tarafından Türk ordugâhı olarak kurulmuş bir şehir. Manisa Tarzanı Ahmededdin Carlak 1899’da bu şehirde doğmuş. Daha sonra sevk-i kaderle Manisa’ya gelmiş ve Tarzan olarak bu şehirde yaşamış. Samarra aynı zamanda Mehdisi ile ünlü bir şehir. Şiiler onikinci imamlarının bu şehirde bir kuyuda kaybolduğuna inanırlar. Sünnilere göre ise Hasan Askeri’nin Muhammed Mehdi adında çocuğu hiç olmamıştır ki kuyuda kaybolsun. Ama yine de şehir mehdi şehri olarak bilinmiştir.
Manisa Tarzanı’na gelince; hiç yaşamamış kayıp bir mehdinin Tarzan suretinde Manisa’ya iz düşümü olsa gerek. Manisa Tarzanı belediyeye ve Manisa halkına yaptığı belde hizmetlerinden sonra 31 Mart 1963 tarihinde hayata veda etmiştir. En önemli özelliği ve vasfı yeşile düşkünlüğü ve tabiatla uyumu ve bütünleşmesidir. Samarra Mehdisine benzeyen özelliklerinden birisi Sipil Dağı eteklerinde kendisine göre mağaramsı bir mekânda görünür görünmez yaşantısıdır. Manisa elbette sadece Tarzanından ibaret değil. Manisa, beldeleriyle de ünlü bir şehrimiz. Akhisar, Kırkağaç gibi. Kırkağaç kavununun ünü Manisa’nın sınırlarının ötesinde ülke sınırlarını da fersah fersah aşmış durumda. Hatta Şeyhülislam Mustafa Sabri, Mısır’da sürgünde iken Ali Özek gibi Türkiye’ye gidip gelenlerden Kırkağaç kavunu ısmarlarmış.
***
Manisa öğrenebildiğim kadarı ile, göçmenler şehri ve bu bana ilk göz ağrım olan Adapazarı’nı hatırlatmakta. Rumeli ile Anadolu’nun izdivaç ettiği şehirlerden, mekânlardan bir tanesi. Osmanlı bakiyyesi minyatürü şehirlerden birisidir. Kanaatıma göre Adapazarı ile Bursa’yı buluşturan Orhan camileridir. Manisa ile Adapazarı’nı buluşturan ortak silüetlerden bir tanesi Yarhasanlar Camii ile Tozlu Camii olsa gerek. Tozlu Camii Adapazarı’nın kaybettiğimiz şehit camilerinden birisidir. Yarhasanlar Camiine benzer tarafı modern mimarisi ve ibadet mahalli olarak kullanılan ikinci katı olmasıdır. Maalesef depremde kaybettiğimiz camiler arasında yerine almıştır. Umarız daha muhkem bir şekilde eski tarz üzerine yeniden inşa edilmesidir.
***
Onun ötesinde Egenin şehirlerini kendime nazaran birbirine benzetiyorum. Manisa’ya girdiğimde İzmir’in Tire kazasına girdiğimi zannettim bir an. Dağ yamaçlarına uzandıkça bu benzerlik daha da artıyordu. Ve yolumuza devam ederek Manisa’nın yamaçlarına kadar çıktık. Ulu Camie vardığımızda şehir ayaklarımız altındaydı. Ulu Camii şehrin Osmanlı öncesine uzanmasının hem bir sembolü hem de tarihi ve fiziki bir işaretiydi. Bu anlamda Manisa, Türk tarihinde ayaklarını derinlere vuran Kayseri, Konya gibi Selçuklu şehirlerimizle aynı tarihi dokuyu paylaşmamaktadır..
21.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Millet de rahatsız |
|
“Sözde” demokratların, darbe ve ihtilâllere zemin hazırlamak için oluşturdukları zemini kuvvetlendirmek için manşetlere taşıdıkları bir ‘haber’ vardı. Buna göre, “genç subaylar rahatsız”dı ve her an her şey olabilirdi.
2003’de yayınlanan bu ‘manşet/haber,’ ilgililerce yalanlanmış, ancak ısrarlı bir şekilde aynı konunun ‘duman’ı tütmeye devam etmişti. Nihayetinde tartışmalar, gelip ‘e-muhtıra’ya kadar dayandı.
İhtilâle zemin hazırlayan ve darbelerden pay kapmak isteyenler ‘rahatsız’ oluyor da, demokrasiyi hedef alan bu ve benzeri girişimlerden kimseler rahatsız olmuyor mu? Tabiî ki ‘demokrasi dışı davranış’lardan da ciddî anlamda rahatsız olanlar var. “Genç subaylar rahatsız”a gönderme yaparak, kendilerini; “Genç siviller rahatsız/ Genç demokratlar rahatsız” diyerek ifade edenler de seslerini duyuruyor.
Kendilerini ‘genç siviller’ olarak tanımlayan ve millet ekseriyetinin hissiyatına tercüman olan bu gençler, e-muhtıraya karşı demokrasiyi savunan bir ‘muhtıra’ yayınlamışlardı. ‘19 Mayıs Bayramı’nı da farklı bir şekilde kutlayan ekip, oluşturdukları ‘Demokrasi sınıfı’nda ‘aydın’lara ‘karne’ vermiş. Tabiî ki bazıları sınıfta kalmış, bazıları ise ‘pekiyi’ almış.
Aslında Türkiye’nin ‘çıkmaz sokak’lara sürüklenmesinden en fazla milletimiz rahatsızdır. Her ne kadar onların rahatsızlığı manşetlere taşınmıyorsa da imkân ve fırsat buldukça bu rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. Seçim sandıklarından çıkan neticeleri bir de bu gözle değerlendirmek gerekmez mi?
Hal ve gidişten rahatsız olan “genç siviller”in YÖK’le ilgili tesbitleri de dikkat çekici. Oluşumun çekirdek kadrosundan Turgay Oğur’un tesbiti şöyle: “YÖK Kanunu, bir kereste fabrikası talimatnamesinden farksız. Yani şunu söylüyor: Ham kütükler üniversiteye gelirler. Ondan sonra ihtiyaçlara göre aynı boyda biçim biçim doğranır, hizmete sunulurlar.” (Nuriye Akman’ın röportajı, Zaman, 20 Mayıs 2007)
YÖK’le ilgili yüzlerce, belki de binlerce değerlendirme/eleştiri duymuştuk; ama hadiseyi bu kadar ‘veciz’ anlatanı az oluyor. Bu değerlendirme hem vak’aya uygun, hem de gerçeği özetliyor. “Genç siviller”in bu tesbiti aynı zamanda Pink Floyd’un, eğitimle ilgili bir filmini de hatırlattı. İlgili filmde, (The Wall) eğitim sistemi bir ‘fabrika’ya benzetiliyor ve öğrenciler de sıra ile ‘torna tezgâhları’nda şekilden şekle sokuluyor. “Torna tezgâhı” da “kereste fabrikası” da aynı işe yaramıyor mu: “Mal”zemeleri belli bir standarda sokmak!
Türkiye’de yaşayanlar yıllardan beri tekrarlanan ihtilâl ve darbelerle belli bir şekle sokulmak isteniyor. Bu durumdan “genç siviller” de rahatsız olmuş. Ama asıl rahatsız olanlar “bütün bir millet”tir. Gençler düşüncelerini bildiri ile duyurmuş, millet de sandık neticelere ile rahatsızlığını ilân edecek.
Bakalım bu ‘ilân’lar nasıl karşılanacak?
21.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Siyaset ve menfaat ilişkisi |
|
Bu günlerde bütün partilerde aday adayları yoğunlukta. Yapılan her başvuru, kasaya giren para demektir. Adaylar, karar süreçlerinde, sonrasında ve teşkilatlarla yürüttükleri iletişim stratejilerinde, umutla hüzün arası gelgitler yaşıyorlar.
İlke siyasetinden gelenler, klasik tercihleri ile istikrarlı bir şekilde bilinen partilerine başvururken, diğer aday adayı türü ise daha güvenceli ve istikbali avantajlı görünen yerlerden ve cazip partilerden yana tercih koyuyorlar.
Demokratik seçim sathı mailinde yaşanan bu yoğunluk ve telaş, parti genel merkezlerinin trafiğini arttırırken, otel lobileri, yemek masaları ve özel iş büroları ile daha değişik mekânlar; diyalogların, kendini farklı ifade etmenin ve yarışta bir adım öne çıkmanın arayışları olarak yürütülüyor.
Bu girişi yapmamın nedeni, Ankara’daki yığılmanın doğurduğu gayr-i sıhhi siyasi yapılanmadır. Taban demokrasisine dayalı, hakim huzurunda kayıtlı parti üyeleri ile ve halkın belli temsil değerleri ile orantılı ön seçime dayalı gerçek temayüller alınabilseydi, yerinde yönetimin gereği daha adil bir demokratik yarış olurdu.
Ancak, parti genel başkanlarının önümüzdeki iki hafta içine sığışmış aday belirleme süreçlerinde, çok sağlıklı ve katılımcı, dengeli listeler yapabileceğini düşünemiyoruz.
Baskı grupları; ekonomik imtiyazlar ve başka mahfillerin zorlayacağı adaylar konusunda fazla direnme ve kaale almama şansları olduğunu tahmin edemiyoruz. Çünkü, merkezi ve kapalı devre aday belirleme hali, parti içi demokrasinin rekabete dayalı adil dengelerini ve halkın daha belirleyici vasfını olumsuz etkilemektedir.
Aday belirlemede merkez yoklaması, bugüne kadarki siyasi tecrübelerde tek başına sağlıklı değerlendirmeyi ve doğru karar vermeyi temin etmediği yönündedir. Teşkilatlarını devre dışı bırakan veya eğilimlerini önemsemeyen bir yaklaşım, demokrasinin çoğulcu kalitesini ve daha nitelikli yarış şansını zaafa uğratmaktadır.
Bütün partilerin, değişmesi için üzerinde ittifak ettiği Seçim Kanununun daha katılımcı olma isteği, ne hikmetse eyleme geçmiyor. Halbuki, temiz siyaset ve doğru temsil ile kaliteli hizmet, adayların parti ve ülke hizmetine talipli olurken ortaya koydukları performansı ölçecek ne kadar çok aygıta ve kritere sahip olurlarsa, o kadar hijyenik bir demokrasi kültürü teşekkül eder.
Sivil siyaset, halkı belli zaman aralıklarında hakem yapmanın ötesinde, aynı zamanda denetleyici ve kamu vicdanını rahatlatıcı şeffaflığı temin etmesini de sağlamalıdır.
Eğer mekanizmalar böyle işlerse, adaylar bütün seçim harcamalarını ve yaptıkları siyasi bütçelerini önceden kamuoyu ile paylaşıp deklare ederlerse, o zaman ahlaki zemini sağlam bir demokratikleşme adımı daha atılmış olur.
Bilinen ve üstü örtülen konu, siyaset-para-bürokrasi ilişkisidir. Bu üçgende, şeytani hilelerin her türlüsü hırsın emrinde insanı ilkelerinden uzaklaştırabilir.
Ekonomiye dayalı siyaset yapma, nüfuz temini ile para kaynaklarına uzanma ve hesabı verilemeyen seçim harcamaları, siyasetin kamburlarıdır.
Bediüzzaman’ın enfes tespitiyle, günümüz siyasi pratiğini tarif eden; “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır” hükmü, ekonomik kaynaklarla iç içe duran ve nemalanma istidadı gösteren siyasi beklentilerin, insanı ve rakibini canavarlaştıracağını belirtmektedir.
Gerçekten, bunu hepimiz gözlemliyoruz. Daha seçim aşamasında kendisinde olmayan kaynaklarla ve tabiri caizse başkasının yatırım aracı olarak vekil olmanın ve suiistimal kapılarını aralamanın hiçbir sempatik ve inandırıcı karakteri olmadığını biliyoruz.
Öyleyse bütün bu mekanizmalar, siyasi etik içinde seçim kanunundaki düzenlemelerle birlikte yasalaştırılmalıdır.
Eğer seçim sistemimiz, genel merkez yapılanmaları; demokratik, katılımcı ve adil rekabet ortamında nitelikli insan potansiyelini ortaya koyarsa, halkın seçme ve seçilme iradesi de daha bilinçlenir.
Yoksa kurulu ağların ve etkileşimlerin dizayn ettiği siyasi zemin, ıslak yüzeyde zaman zaman demokrasinin kayganlaşmasına ve tökezlemesine sebep olmaktadır.
Bunun çaresi, karar riskinin yüksek olduğu nitelikli aday belirlemelerde halkın daha çok aktör kabul edildiği ve de beklentilerinin ve öngörüsünün fazlasıyla sürecin içine alındığı metotlar bulunmalı ve hayata geçirilmelidir.
21.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Toplantı'nın ardından |
|
Geçtiğimiz hafta sonu, Güneşli tesislerimizde gerçekleştirilen 2007 ilkbahar dönemi umumî temsilciler toplantısında, bir önceki dönemin çalışma ve faaliyet raporu gözden geçirilerek, önümüzdeki döneme ait plan ve hedefler üzerinde duruldu. Verimli görüşme ve müzakerelere sahne olan toplantıda müessese birimleri ile birlikte diğer hizmet organları da değerlendirildi. Türkiye gündeminde önemli bir yer tutan son siyasî ve içtimaî gelişmeler tahlile tabi tutuldu.
Toplantının açış konuşmasını Yeni Asya A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Kutlular yaptı. Kutlular, yayınlarımız ve diğer sosyal hizmet birimlerimizi değerlendirdiği konuşmasında, Risâle-i Nur’un bakış açısını hizmetlerimizin her alanına yansıtmanın asıl gayemiz olması gerektiğine dikkat çekti. İhlâs, sadakat, uhuvvet, tesanüt ve muhabbet düsturlarını hayata geçirmenin önemine işaret eden Kutlular, Risâle-i Nur’un hizmet tarzının bir bütünlük arz ettiğini, bölünme kabul etmediğini söyledi. Risâle-i Nur ölçülerinin bir kısmını kabul edip, diğer bir kısmına sırt çevirmenin büyük bir hata olacağını belirten Kutlular, yayın hizmetlerini ticârî bir anlayışla değil, iman ve Kur’ân dâvâsına hizmet adına yaptıklarını söyledi.
Yeni Asya A.Ş.nin yayın faaliyetleri hakkında bilgi veren Genel Koordinatör Yakup Erdoğan da temsilcilerimizi neşriyata daha fazla destek vermeye çağırdı. Promosyonlar ve gazete tirajına değinen Erdoğan, kupon neşrine 1 Haziran’da başlanacak olan Elifba cüzü ve VCD’sinin yaz aylarındaki gazete düşüşlerini önlemek için iyi bir fırsat olacağını söyledi. Yeni tanzimle basılan külliyat kampanyaları hakkında da bilgi veren Erdoğan, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyükşehirlerde açılacak olan kitabevleri ile, yeni bir çizgi yakalamayı hedeflediklerini ifade etti.
Daha sonra, Yönetim Kurulu ve Denetleme Kurulu raporları üzerinde yapılan müzakerelerde söz alan temsilcilerimiz, teklif ve tavsiyeleri yanında yapıcı eleştirilerini de dile getirdiler. Yayın hizmetleri yanında ticarî faaliyetlerin de değerlendirildiği toplantıda müesseselerimizin ’hizmet amaçlı’ oluşuna dikkat çekildi.
Yeni yönetim kurulunu belirlemek için yapılan seçimler sonrasında yönetim kurulu şu isimlerden oluştu:
Mehmet Kutlular, Ali Göllü, Ali Vapurlu, Gürbüz Aksoy, Fuat Yapalak, Hamza Kara, Mustafa Yılmaz, Yakup Erdoğan, Mehmet Timur, Ali Yılmazcan, Ali Kanıbir.
***
Tatil hediyeniz
Kültür hizmetlerimizin hız kesmeden sürdüğünü ifade etmiş, birbirinden değerli eserlerin hediye edildiği kampanyalarımızda son halkanın elifba cüzü ve sesli-görüntülü vcd’si olduğunu belirtmiştik.
Peygamberimizin “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve başkalarına öğretendir” hadis-i şerifi, Bediüzzaman Hazretlerinin bir talebesine hitaben yazdığı bir mektubunda “Hem herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’ân öğretmek olduğundan,” diye başlayan hatırlatması bu değerli hediyede bize yol gösterici oldu.
Bu ve benzer mânâlardan hareketle, Yeni Asya hediye edeceği elifba cüzü ve vcd’siyle, yaz tatilini bereketlendirmek isteyen minik okuyucularımıza önemli bir fırsat sunuyor.
45 kupon karşılığı verilecek ve kupon neşrine 1 Haziran’da başlanacak olan elifba cüzü ve vcd’si ile ilgili teknik detayları şöyle sıralamak mümkün:
*Konular vcd’de ayrı bölümler olarak yer alacak. (Her konu ayrı ayrı tıklanarak izlenebilecek.)
*Günde 15 dakika çalışacak şekilde 15 günde Kur’ân öğrenimi hedefleniyor.
*Vcd’nin sonunda kitaba uyumlu alıştırmalar bulunuyor.
*Kelimeler ekranda tam sayfa görünüp, ekranda sadece 6 kelime görünecek şekilde yer alacak.
*Vcd kitaba bağlı olarak hazırlanacak ve hangi sayfada olunduğu ekranda belirtilecek.
*Ekranda okunan harf veya kelime kırmızı renkte olacak.
*Vcd’nin sonunda kitap alıştırmaları ses ve hat olarak verilecek.
*Kısa sûreler yavaş ve makamlı olarak okunacak.
*Vcd sadece Kur’ân harflerini tanıma ve öğrenme, Kur’ân âyetlerini okumayı, öğrenmeyi öğretme gayesi taşıyor.
*Film süresi yaklaşık 60 dakika olarak tasarlandı.
*Ana bölüm olarak; harfler, işaretler, harflerin birleşme şekilleri ve kelime alıştırmaları bulunuyor ve en sonunda da namazda okunabilecek kısa sûrelerden örnekler veriliyor. Bunlar hem hat olarak ekranda görünecek, hem de okunan kelimeler işaretlenerek sesli biçimde takibi yapılabilecek. Hem kulak, hem gözle Kur’ân okuma pekiştirilebilecek.
Kampanyanın tanıtımı, tv, radyo ve gazete reklâmları, toplu taşıtlar ve merkezî yerlere asılacak afişler ve internet siteleri vasıtasıyla yapılacak. 26 Mayıs-1 Haziran tarihleri arasında yürütülecek tanıtım kampanyası için özel bir reklâm filmi çekildi. Film, Cihan Haber Ajansı aracılığıyla bütün Türkiye’de ki yerel televizyonlarda da yayınlanacak. Abone ve tanıtım çalışması yapacak büro ve temsilciliklerimize başarılar diliyoruz.
***
www.bizimradyo.fm
104.4 frekansından yayın yapan Bizim Radyo’nun internet adresi, hizmet verici ile yaşanan teknik sorunlar sebebiyle değişti. Daha önce www.bizimradyo.com adresinden dinlenilebilen Bizim Radyo’ya bundan böyle wwww.bizimradyo.fm adresinden ulaşılabilecek.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
21.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|