|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Olumlulamalar-3 |
|
İman hayatın hayatıdır
İmanlı olmak ile olmamak; olmak ile olmamak gibi bir şey.
‘Düşünüyorum, o halde varım’ değil söylenmesi gereken; ‘İmanlıyım o halde varım.’ dır doğrusu. Varlığın anlamı, imandır.
Allah, kullarıyla, yine onlar için bir şeyleri yaratarak, irtibat halinde. Allah, olayların diliyle konuşuyor kuluyla.
Vermek, vermemek; almak, almamak; uyutmak, uyutmamak; yedirmek, yedirmemek; göstermek, göstermemek; akletmek, akledememek; kanser etmek, etmemek; evlâdı olmak, olmamak… hepsi birer etkili kelâm.
Neşe, sevinç kadar; dertler, musibetler de; O’nu tanımaya vesile.
İnsanlar, imanları için, iman etmeleri için yaratılmış. Onunla aydınlanmış hayat.
İman onun için hayatın anlamı olmuş.
İman, bütün varlıkları kardeş yaptı
İmanla sevdi insanlar âlemi. İmanla çiçek anlam kazandı. İmanla yağmur rahmet oldu. İmanla hayırlar sevaba dönüştü. İmanla adi davranışlar ibadetleşti. İman, nur oldu âleme.
İmanla konuştu insan âlemle; ‘Ey Güneş! Senin Rabbin, benim de Rabbimdir.’ diye. ‘Ey gökyüzünde Kamer! Seni yaratan, beni de yaratandır.’, Ey ağaç dalında şakıyan bülbül! Seni san’atla yaratan, beni de san’atla yaratandır.’ diye, anlam okuması yaptı imanla insan. İmanla, mânâ-yı harfiyle baktı insan âleme.
İman, mahlukatı buluşturdu Tevhitte.
İman, kardeş etti, yaratılmışları.
Çiçekler, böcekler, taş, toprak, canlı cansız her şey Hâlık’ın mahlûku.
Renk renk, ırk ırk, memleket memleket, millet millet yaratılmış insanlar aynı yaratıcının mahlûkları.
Yüz binlerce cinsi olan, türü olan bitkilerin de Hâlık’ı aynı. Mahlûklar, kardeş.
Ey yeryüzü evi!
Ey yeryüzü evi! Gökyüzü damın; Güneş lamban; ay, yıldızlar müzeyyen gece kandillerin; bahar, yaz, kış, sonbahar birbirinden renkli tabloların…
Bütün bu değişimi, gelişimi izleyen ise, sadece insan.
Nazır, seyirciler insanlar…
Bu seyir de, imanla anlamlı.
İmansız bakışlar, şaşkın; âlem, yetimhane.
İman, her şeyi anlamlı kılıyor
Aslında anlamsız hiçbir şey yok. Her şey anlamlı ve okunaklı.
Gözün varlığı anlamlı, görülecekler de. Kulak da anlamlı, en az sesler kadar.
Kalp de öyle, sevilecek şeylerle birlikte.
Midenin varlığı, yenilecek şeyleri gerekli kılıyor.
Canlılardaki bütün duyu organları, rızkları gerekli kılıyor.
Duyu organlarını halk eden, onların rızklarını düşünür ve dağıtır.
Onun için önce, Yaratıcı gereklidir.
O varsa her şey vardır. O dost ise her şey dosttur.
Hazır bir sofra, sahipsiz değildir
Bir saray sahipsiz değildir. Bir köy muhtarsız değildir. Bir iğne ustasız değildir.
Bir kitap kâtipsiz değildir. Bir nakış nakkaşsız olamaz.
Nasıl oluyor ki, mevsim be mevsim hazırlanmış olan bütün bu sofra-i nimetler sahipsiz olsun? Hiç mümkün müdür?
Narı, muzu, elmayı, limonu, karpuzu, üzümü, kiviyi, fıstığı, çileği, kirazı, armudu, portakalı, mandalinayı, kavunu, eriği, cevizi, bademi…; ülke ülke, mevsim mevsim bütün nimetleri yaratan ve dağıtan, Yaratıcıdan başka kim olabilir? Milyarlarca insanın, farklı coğrafyalarda damak zevkini O’ndan başka kim bilebilir?
Kendisinden binlerce kat büyük bir varlığın burnunun ucuna konabilen bir varlığı yaratan Yaratıcı, ona kendisini koruyacak (ani kalkış için) manevra kabiliyeti de vermiştir.
Her şey hikmetle yaratılmış.
İman nimetinden dolayı Rabbimize hamd olsun.
12.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Yunusvârî nazarlara ihtiyaç var |
|
Şüphesiz, “At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır” sözü boşuna söylenmemiş. On üçüncü yüzyıldan bu yana kaç asır geçmiş? Nice isimler unutulmuş, nice şöhretler mazinin tozlarına karışıp gitmiş. Ama Yunus hâlâ dimdik ayakta. Namıyla, gönlüyle, çevresine saçtığı sevgi ışığıyla hemen her yıldönümünde Anadolu’nun bağrında boy veren taze başaklar gibi dünyaya, “Sevelim sevilelim; bu dünya kimseye kalmaz” biçiminde dizdiği mısralarla gönlümüze dolup taşıyor.
Sahi Yunus Emre’yi bize âşina kılan, Anadolu’nun maneviyatı içine dahil eden sır neydi? Bunu anlamak için, evvela 13. yüzyılın genel durumunu bilmek lâzım. Henüz İslâm medeniyetine tam adapte olamamış bir millet, Moğollar tarafından işgâle uğramış bir vatan… Sükûnet ve huzur gibi manevî iklimi arayan insanlar… Bütün bunlar alt alta getirildiğinde, Yunus Emre ve benzerlerinin böylesi bir ortamda insanlara nasıl bir umut, bir ışık oldukları anlaşılacaktır. Neredeyse, insanı uhrevîlikten soyutlayan ve her şeyin bizzat insan için gerçekleştirilmesi gerektiğine inanan, sözüm ona, hümanistlerin kulağı çınlasın. Yanlış teşhis koymakta ısrar edip sevgi temelinde meydana getirdiğimiz medeniyetimize neredeyse bir barbar havası verenlerin karşısında, Yunus Emre toprağımızda bir sevgi bayrağı hükmünde dalgalanıyor.
Değil mi ki Moğol istilâsı gibi bir taunun ortasında, “Gönül Kabe’dir; yıkma” diyen odur. Ve yine değil mi ki, “Ak sakallı bir hoca/ Bilemez hali nice/ Emek yemesin hacca/ Bir gönül yıkar ise… Gönül Çalabın tahtı/ Çalap (Allah) gönüle baktı/ İki cihan bedbahtı/ Kim gönül yıkar ise… Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil/ Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” türünden sözlerle insanları sevgiye, kardeşliğe ve barışa dâvet eden odur; o hâlde 21. yüzyıl insanının Yunus Emre öğretisinden öğreneceği çok şey var. Zira bugün insanlar arasında neredeyse çığ gibi büyüyen öfkenin ortasında insanlığa, “72 millete bir gözle bakmayan şer’in evliyasıysa, hakikatte âsidir” gibi sözlerin yansıttığı bir nazar lâzımdır hepimize. Zira bu nazar, “Yaratılanı hoş gördük, yaratandan ötürü” gibi bir anlayışın ürünüdür.
Doğrusu ben bağrımızdan çıkan bu Yunus sevgisini anladıktan sonra, şimdilerde toplum içinde meydana gelen zıtlaşmalara, kavga ve gürültüye varan çekişmelere esefle bakmaktan kendimi alamıyorum. Her ne kadar, “Göz görmeyince, gönül katlanır” demişse de atalar; göz görmek istemese de kulak duyuyor. Kulak duymak istemese de da gönül hissetmekten geri durmayıp üzülüyor. Sahi; ötekileş(tir)menin neredeyse had safhada olduğu, sözün lâf seviyesine düştüğü; edebîliğini, zarifliğini, inceliğini ve bilgi taşıyıcılığını kaybettiği yerde, kendini dinletememenin hazin hüznünün tortusu, ne zamana kadar kulak zarımdan göz bebeklerime yansımaya devam edecek?
Evet, başta biz olmak üzere, belirtmek gerekir ki ortak paydada buluşmak için hepimiz açısından bir değer olan Yunus Emre ve benzerlerinin toplumsal hayatla ilgili nazarlarıyla birbirimize bakabiliriz. Zira bu memleket sevgi nazarına çok ciddî bir şekilde muhtaç. Nasıl ki bugün Yunus Emre’yi sahiplenmenin simgesi olarak beliren birden fazla mezar Yunus Emre’nin kültür ve medeniyet hayatımızdaki önemini gösteriyorsa, aynı şekilde bize miras kalan söz ve nasihat dolu şiirleri de dillerden gönüllere ve gönüllerden dillere akıp yürümeli seyrinde.
Yunus Emre’yi anarken, böyle anmak elbette daha faydalı olacaktır.
12.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Şefkatin bedeli |
|
Boğulmak veya yanmak üzereyken birisi gelip bizi kurtarsa ona ne kadar minnettar oluruz.
Peki, ya “Sen olmasaydın yerleri gökleri yaratmazdım” hitabına mazhar ve varlık sebebimiz olan Peygamberimiz (a.s.m.) için aynı minnetttarlığı ne kadar hissediyoruz?
O peygamber ki, Kur’ân’ın ifadesiyle, “Ey insanlar, size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.”1
Ömrü boyunca ümmetinin refah ve mutluluğu için çırpınmış, bu uğurda her türlü sıkıntıya katlanmış, çekmediği çile ve ıztırap kalmamış o yüce Nebî (asm), onca sıkıntıya sırf bizim sıkıntıya uğramamamız, maddeten ve mânen kurtuluşumuz ve mutluluğumuz için katlanmamış mıydı? Bize alabildiğine düşkün, çok şefkatli, çok merhametli o yüce Resûl, herkesin “Nefsî! Nefsî!” dediği Mahşerin o dehşetli gününde de yine bizim kurtuluşumuz için çırpınacak.
O, Kur’ân’ın ifadesiyle çok şefkatli ve çok merhametlidir. Abdullah bin Amr bin Âs’ın anlattığına göre birgün Resûl-i Ekrem (a.s.m.), İbrahim Sûresinin “Şüphesiz ki o putlar insanlardan pek çoğunu saptırmıştır. Kim bana uyarsa muhakkak ki o bendendir. Kim de emirlerime karşı gelirse, şüphesiz ki Sen çok bağışlayıcı, çok merhamet edicisin” meâlindeki 36. âyetiyle Hz. İsâ hakkındaki Mâide Sûresinin, “Eğer onlara azap edersen onlar Senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, elbette Sen dilediğini yapmaya kadirsin ve Sen herşeyi hikmetle yaparsın” meâlindeki 118. âyetini okuduktan sonra ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetim! Ümmetim!” diyerek ağlayarak duâ etmeye başlıyor.
Onun ağladığını gören Rabbimiz, herşeyi en iyi bildiği halde, Cebrail Aleyhisselâma, “Ey Cibril! Muhammed’e git, sor bakalım niçin ağlıyor?” diye sormasını emrediyor.
Cebrail Aleyhisselâm durumu öğrenip geliyor ve Cenâb-ı Hakka bildiriyor. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, “Ey Cibril! Muhammed’e git ve ümmeti hakkında kendisini hoşnut edeceğimizi ve ümitsizliğe düşürmeyeceğimizi söyle!”2 buyurur.
Görüldüğü gibi Allah Resûlü (a.s.m.) hep bizi düşünüyor, bizim saadetimiz, kurtuluşumuz için duâ ediyor. Burada olduğu gibi orada da bizi düşünecek.
Ya biz onun şefaatine nail olabilmek için Sünnet-i Seniyyesine uymada gerekli gayreti gösteriyor muyuz?
Dipnotlar:
1- Tevbe Sûresi: 128.
2- Riyazü’s-Salihîn, 1:460 (Müslim’den)
12.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İman bilimi, bilim ilerlemeyi gerektirir |
|
Risâle-i Nur literatüründe ilim denilince, fen, sosyal, manevî bütün dalların harmanlanmasıyla hâsıl olan ilim kastedilir. Buna da yüksek iman ilmi denir. Bediüzzaman’ın ilme yaklaşım tarzından bazı kesitleri sunarsak şöyle bir tablo ile karşılaşırız:
* Biz bu âleme, yüce Yaratıcıyı tanımak, iman etmek, dolayısıyla duâ ve ilim vasıtasıyla tekâmül etmek için gönderildik. Mahiyet ve potansiyel yetenek itibariyle her şey ilme bağlı.1
* Her ilim disiplini, her branş, her ilim dalı, Esmâ-i Hüsnâ’nın cilvelerini/yansımalarını yakalamanın bir sonucudur. Cenâb-ı Hak, gizli hazinelerinin ve bazı sırlı hakikatlerin bilinmesi için bir ölçü olsun diye beşere de cüz’î ilim vermiş... Nasıl Onun Basar ve Semî sıfatlarının bilinebilmesi için göz ile kulak vermişse; Alim sıfatını anlayabilmemiz için de ilim vermiştir.
Meselâ matematik bir fendir. Onun hakikatı ve son noktası, Cenâb-ı Hakkın Adl (her şeyi yerli yerine koyan, ölçen) ve Mukaddir (her şeye bir
ölçü, denge getiren) isimlerinin hakimane cilvelerini müşâhede etmek, gözlemlemektir.
Tıp bir fen, hem bir san'attır. Son noktası ve hakikati; Hakim-i Mutlak’ın (Her şeye hükmeden, her şeyi hikmetle yapan) Şâfi ismine dayanır. Allah’ın büyük eczanesi olan yeryüzünde Rahîmane cilvelerini ilaçlarda görmekle, tıp kemalâtını bulur, hakikat olur.2
* İnsanoğlunun Cenâb-ı Hakkın arzında varlıkların öncüsü olabilmesi, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi ile mümkündür. Bu ise tam bir ilme bağlıdır.3
* İlimlerin şâhı imân ilmidir. İmân ise, hakikî ilimlerin de esası, mâdeni, nûru/ışığı, rûhudur. Bu da mârifetullah/Allah’ı bilmektir.
Washington ile California Üniversitesi’nden ve Amerikan Fizik Enstitüsü üyesi Prof. Irrel Chister Rex; “Kâinatın oluşunu açıklayan ve ona hükmeden kanunları belirten modern teoriler, Allah fikrinin dışında bir düşünceyle ortaya konduğu zaman, son derece karmaşık ve girift bir karanlık çıkmaza girerler”4 der.
* İster insan ve davranışları, ister devenin yaradılışı, ister yaprak, çiçek, ister böcek, ister atom, ister hücre, ister unsurlar, ister yıldızlar olsun, Allah hesabına gözlemlenen ve incelenen her şey ilimdir.5
* İlim bir bütündür. Fen ilimleri dini, din ilimleri de fenni gerektirir. Çünkü, fen, Allah’ın kâinata koymuş olduğu kanunlardan ibârettir. Din de bu gerçekleri dikkate sunar.6 Bütün fen ve sosyal bilim dalları din; bütün dinî/manevî ilimler, fen ve sosyal ilimdir. Aklın nuru fen ilimleri, vicdanın ışığı din ilimleridir.
* Her şey, tek ve sonsuz güce dayanıyor. Atomaltı parçalardan kâinatın bütününe kadar her şeyde aynı kanun hâkim.7 Bu, dehşetli bir sırrı daha açıklıyor: Kâinat, bütün parçalarıyla tek bir vücuttur. Moleküller, hücre, unsurlar, yıldızlar, dünyamız ve biz, bu vücudun bir organı, bir hücresi gibiyiz.
* Kâinat, her sayfası bir kitap kadar ve her satırı bir sayfa kadar mânâları ifâde eden; her âyet-i tekviniyesi (yaratılmış delili, güneş, ay, hava, su gibi) ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktası, hattâ herbir harfi birer mu’cize hükmünde cismânî bir Kur’ân, bir kitaptır.8
* Tabiatı incelemek, varlıkların sırlarını araştırmak, rahmet eserlerini temaşa etmek aynı zamanda Kur’ânî bir tefekkür ve ibâdettir. Ve Esmâ tecellilerini okuyup hayatına mal etmek insanı maddî-manevî gelişmelerin şahikalarına yükseltir.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 330.; 2- a.g.e., s. 273.; 3- İşâratü’l-İ’câz, s. 240-241.; 4- Yeni Asya/10.8.2001.; 5- Mesnevî-i Nûriye, s. 167.; 6- Muhakemât. s. (eski) 34.; 7- Mektûbât, s. 281.; 8- Şuâlar, s. 238.
12.05.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Annemin tek taşı |
|
Her yıl Mayıs ayının ikinci pazar günü, “Anneler Günü” olarak kutlanmaktadır. Bizim kültürümüzde anneler için yılda bir günün ayrılması diye bir şey sözkonusu değildir. Bu kutlama da, bir çok özel gün gibi yabancı menşe’li bir etkinliktir. Ama o gün annelerimizi daha yoğun bir şekilde anıp, çeşitli hediyelerle onları sevindirmeye ve sevgimizi tazelemeye vesile olduğu için biz de bugünü Anneler Günü olarak kutlamakta bir sakınca görmüyoruz.
Özel günlerdeki anma ve kutlamaların çıkış noktası güzel ve anlamlı olmakla beraber, zamanla bu günler bazı fırsatçılar tarafından bir sektör haline getirilmiş, bir tüketim çılgınlığına dönüştürülmüştür. Son günlerde mail adresime ve cep telefonuma gelen reklâm amaçlı mesajların pek çoğu Anneler Günü için hediye kampanyaları sunmaktadır. Bazı insanlar da, ne kadar pahalı hediye alırlarsa, annelerini o kadar çok sevdiklerini ispatlamış olacaklarını düşünerek, en pahalı hediyeleri almak için büyük masrafları göze almaktadırlar. Halbuki, annelerimiz bizden pahalı hediyeler değil,
sıcak duygularla dolu sevgi sözcüklerinden başka bir şey istemezler. Çünkü anneler yavrularını bir hediye karşılığında sevmedikleri gibi, her hangi bir beklentileri de yoktur. Yanaklarına konan sıcak bir bûse, onlar için paha biçilmez bir hediye olacaktır.
Son yıllarda, annelere ve eşlere hediye seçilirken, “tek taş yüzük” almak sevginin bir ölçüsü olarak kabul edilmeye başlamıştır. Bazı kadınlar da, kendilerine alınan bu pahalı hediyeleri arkadaşlarına göstererek “Anneler Gününde oğlumun aldığı tektaş, sevgililer gününde eşimin aldığı tektaş” diyerek etraflarına hava atmak gibi bir tavır sergiliyorlar. Bu vesile ile ben de yıllar önce kaybettiğim annem için babamın hediye ettiği “tek taş”tan bahsetmek istiyorum.
Rahmetli annem, ben doğduktan sonra “ince hastalığa” yakalanmış ve genç yaşında hayata veda etmişti. Babam, bir ustura ve bir makasla hayatını kazanan ve ailesine bakmaya çalışan fakir bir berberdi. Anneme bir gümüş yüzükten başka hediye alamamış, kısa hayat arkadaşlığı süresinde ona lâyık bir hediye takdim edememişti. Ama onu kaybettikten sonra kendi emeği ve alın teri ile öyle bir “TEK TAŞ” hediye etti ki, annem onu kıyamete kadar takdirle anmaya devam edecektir.
Köyümüzün en sarp kayalıklarında bulunan büyük ve düzgün bir taşı küskü ile sökerek kağnıya yükledi. Yağmurlu bir sonbahar günü mezarlığın çamurlu yollarında el arabası ile taşıyarak annemin başucuna dikti. Sonra da çekiçle doğum ve ölüm tarihlerini kazıdı ve duâsını da yaptıktan sonra gözyaşları içinde oradan ayrıldı.
Rahmetli annem, babamın hediye etmiş olduğu bu TEK TAŞI’ı yıllardır onurla başucunda taşımaktadır.
Bütün anneleri “yılın annesi” ilân ediyor, aramızdan ayrılanları rahmetle, yaşayan annelerimizi de saygı ve hürmetle anıyorum.
ANNEM OLSAYDI
Annem olsaydı hiç kimse, yetim demezdi bana
Arkamdan acıyarak bakmazlardı kadınlar
Annem olsaydı, ben de koşardım kollarına,
Ruhuma korku hüzün, veremezdi akşamlar
Annem olsaydı hiçbir dert üzemezdi gönlümü,
Her mevsim gül açardı, kalbimin bahçesinde.
Güneş gibi ısıtırdı yüreğimi kış günü,
Hep teselli bulurdum “yavrum” diyen sesinde
Annem olsaydı kalkar oynardı düğünümde,
Saygı ile öperdim yumuşacık elini,
Ne kadar sevinirdi benim mutlu günümde,
Eve adım atınca anneciğimin gelini.
12.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif sorular |
|
R.G. Rumuzlu okuyucumuz;
*“Bir hadiste Allah’ın esneyeni değil, hapşıranı seveceğine dair bir beyan görmüştüm. Bunun hikmetini anlayamadım. Zira bunların ikisi de insanın elinde olmayan durumlar olabiliyor.”
Ebû Said el-Hudrî (ra) rivayet eder. Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Biriniz esnediği zaman elini ağzının üzerine koysun; çünkü şeytan girer.”1
Bir diğer hadisi de Ebû Hüreyre (ra) rivayet etmiştir ki; Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Allah aksırmayı sever; esnemeyi ise sevmez. Sizden biriniz aksırır ve Allah’a hamd ederse, onu işiten her Müslüman üzerine ‘Yerhamükellah’ demek bir haktır. Esnemek ise; o ancak şeytandandır. Birinize esneme geldiği vakit; gücünün yettiği kadar onu uzaklaştırmaya çalışsın. Çünkü birinize esneme geldiğinde şeytan ona güler.”2
Ebû Hüreyre’nin (ra) bir diğer rivayeti ise şöyledir: “Resûlullah (asm) aksırdığı vakit elini veya mendilini mübarek ağzının üzerinde tutar; onunla sesini alçaltmaya veya ağzını yummaya çalışırdı.”3
Aksırmak insanı dinlendirir. Bundan dolayı Müslüman aksırdığı vakit “elhamdülillah” der; bunu işiten de, “yerhamükellah” der; sonra kendisi yine, “yehdînâ ve yehdîkümullah” der; bu sünnettir. Bunların mânası; aksıran Allah’a hamd etmiştir; bunu işiten, ona Allah’tan rahmet dilemiştir; diğeri de Allah’ın hidayetinin “bizim ve sizin üzerinize olmasını” niyaz etmiştir.
Esnemekte ise böyle bir teşrî yoktur. Çünkü esnemek şeytandandır. Bundan dolayı bilhassa namazda mümkün mertebe esnememek lâzımdır. Esnemek gelirse ne olur? Namazda esnemek mekruhtur; ancak namazın sıhhatini engellemez. Namazda esnemek gelirse mümkünse ağzı tutmak; yani dudaklar arasında dişleri sıkmak; mümkün değilse ayakta iken sağ elin tersi ile, diğer hallerde ise sol el ile ağzın kapatılması namazın âdâbındandır. Namazın dışında esnemek geldiği zaman da ağız alabildiğine açılmamalı; sağ elin tersi ile, bu mümkün değilse diğer elin uygun şekliyle, bu da mümkün değilse başını çevirerek ağzını kapamalıdır, hiç olmazsa ağzını perdelemelidir. Esnemekle ilgili yapılabilecek adap bunlardan ibarettir.
Şu halde: Esnemek günah değildir. Yorgunluğun, uykusuzluğun veya ruhsal gerginliğin arttığı zamanlarda esneme gelebilir; büyük bir ihtimal, şeytan bizim bu hallerimizden istifade etmek ve bizi yanlışa sevk etmek üzere bir kez daha fırsat kolluyordur, bize yaklaşmıştır, kalbimiz yakınlarındaki o lümme-i şeytaniye4 denilen yuvasına gelmiştir; vücut mekanizmamız da bu vahşî misafire “esnemekle” tepki veriyordur. Yani bunu vücudun normal bir denge hareketi olarak saymak gerekir.
Bu durumda bizzat esnemeyi hiç de günah saymamalı; vücudun normal bir refleksi ve tepkisi olarak kabul etmeli ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınmalıdır. Ancak esneme esnasında nezaketen biraz derli toplu olmalı; ağzı mümkün mertebe el ile kapatmalıdır.
***
Erkan Bey:
* “Sıla-ı rahim yapamadığım zaman kendimi günahkâr hissediyorum. Annemi ziyaret ediyorum; ama annemin uzak akrabalarını ziyaret edemiyorum. Bununla da yükümlü müyüm? Uzak ve en uzak akrabalarımı ziyaret edemediğim için üzülüyorum.”
Sıla-i rahim yapmak farzdır. Ancak şekli bize bırakılmıştır. Sıla-i rahim yalnız ziyaretten ibaret de değildir. Önemli olan akraba ve yakınlarımızla ilişkimizi “husûmet” mânâsında kesmemek; onlarla kırgın olmamak, dargın olmamak; onların kusurları olduğunda affedici olmak; onlarla görüşme imkânı bulduğumuzda güler yüzümüzü eksik etmemek; telefonla dahi olsa hâl ve hatırlarını sormak; imkânlarımız varsa problemleri ile ilgilenmek veya dertlerini paylaşmaktır. Böyle sıcak ilişkilere bizler de insan olarak muhtacız. Yani bir akrabamız, bir problemimizi paylaştığında derdimizi unuturuz. Toplum içinde kin, nefret, iğbirar, intikam, dargınlık, kırgınlık, husûmet, düşmanlık, kıskançlık, haset gibi olumsuz duyguların yaşamasına meydan vermeyelim, fırsat vermeyelim. Şeytan bizi bu menfi duygularla yıkmak ister. Birbirimizi inadına sevelim; inadına sayalım; böylece sıla-i rahimi gerçekleştirmiş oluruz.
Dipnotlar: 1- Müslim 2- Buhâri 3- Tirmizî 4- Lem’alar, S.86
12.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Bediüzzaman’a göre “Ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır.”1
Günümüzde buna “sosyal olmak” denilmektedir. Peygamberimiz (asm) “Mü’min, kendisi ile ülfet edilen ve başkaları ile ülfet edendir. Ülfet etmeyen ve kendisi ile ülfet olunmayanda hayır yoktur”2 buyurmuşlardır.
İnsan topluma çeşitli faaliyetler yaparak katılır. Faaliyet, yalnız yapılmadığı ve bir etkileşim sağladığı için bundan memnun olanlar kadar memnun olmayanlar da bulunabilir. Bundan dolayı insan çeşitli sıkıntılara maruz kalır. Bu sıkıntılara katlanmak ve halktan, toplumdan gelen sıkıntılara katlanmak da bir nevî ibadettir. Buna nübüvvet dilinde idarecilik denir. Peygamberimiz (asm) “İnsanları idare etmek sadakadır”3 buyurmuşlardır.
İçtimâî hayatta denge kurabilmek için ölçülü olmak gerekir. Yüce Allah kâinatı bir ölçü içinde yaratmış ve birbirine zıt olan varlıkları belli ölçülerle dengelemiştir. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de “Biz her şeyi bir ölçü ile yarattık”4 şeklinde vurgulanmıştır. Ayrıca “Allah göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. Siz de ölçülü olun”5 ve “Belli ölçülerde size verilen nimetleri siz de idareli ve ölçülü kullanın”6 buyurulmaktadır.
İçtimâî hayatta da farklı ve zıt oluşumları ve durumları daima dikkate almak gerekir. Bunun başında insanlara faydalı olmak ve iyiliği emredip kötülüğe engel olmak gelir. Asayişin ve sosyal dengenin korunması için Peygamberimiz (asm) “İman altmış küsur şubedir. Yolda insanlara zarar verecek olan bir taşı kenara koymak da imandandır”7 buyurmuşlardır. Bu hadiste sorumluluk duygusu ve insanlara faydalı olmak imanın gereği olduğu vurgulanmak istenmiştir.
Müslümanlara toplum şuuru vermek için Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdular: “Bir gemide yolculuk yapan, altta ve üstte bulunan yolculardan altta olanlar su almak için gemiyi delmek istedikleri takdirde üstte olan ve işin vahametini görenler bu duruma müdahale etmezler de yaptıklarına engel olmazlar ise, hepsi beraber boğulurlar.”8
İslâm dininin özünü iman esasları, ana unsurlarını da ibadetler teşkil eder. Genel ahlâk, âdâb, görgü ve nezâket kuralları da dinin ve dindarlığın gereğidir. Bundan dolayı “Âdab-ı muâşereti öğrenmek farz-ı ayndır.”9 Bunlar da aile ve komşuluk ilişkileri, sosyal ilişkiler ve kurumsal ilişkilerin tamamını içine alır. Bu da sosyal hayatın tümü demektir.
Sonuç olarak, dinimizin önemli bir yönü, içtimâî hayata bakar. Dolayısıyla dinin sosyal hayata bakan yönünü ihmal ederek dindarlık olmaz.
İşte Bediüzzaman’ın “Ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır” ifadesinin bu hakikatleri en güzel şekilde ifade ettiğini görürüz.
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman, Lem’alar, 175; 2- Bilmen, Ömer Nasuhi, 500 Hadis, 287 (452. Hadis); 3- İsmail b. Muhammed b. Abdulhâdî, Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 2:180 (Hadis No: 2275); 4- Kamer, 54:49; 5- Rahman, 55:7–9; 6- Hicr, 15:21; 7- Buhari, İman, 3; Müslim, İman, 58; 8- Buhari, Şirket, 6; 9- İbn-i Abidîn, Reddü’l-Muhtar, 1:29
12.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Adana dönüşü |
|
Geçen hafta sonu Adana’daydık. Hava sıcak, insanları daha sıcaktı. Ağabey, dost ve kardeşlerimizin sıcacık tebessümleri bizi mest etti.
Can Kardeş çocuk dergisinin bir etkinliği dolayısıyla açış konuşması yaptık.
Etkinlikte geleceğin büyükleri sahne aldı, yeteneklerini konuşturdu.
Sabancı Camiinde namaz kıldık. Seyhan Nehrinin ucundan kıyısından gezindik.
Söylemesi ayıp... Adana’ya gelip, kebabını yememek olmazdı. Buram buram sıcakta, onun da tadına baktık.
İstanbul dönüşünde uçağa bindiğimizde sabah birlikte yolculuk yaptığımız, magazin programlarının “gözde” ismiyle önlü arkalı koltuktaydık. Kameralar her daim onu izliyor.
Hemen yanımda oturan “koruması” ile lâflıyoruz. Sansasyonel bir isimle yolculuk yapmanın nasıl olduğunu soruyorum:
“Zor” diyor.
“Her an kameraların bulunması, hoş olmuyor elbet. Sonuçta mahremiyetiniz kalmıyor.”
İnsanî yönünü övüyor. Çünkü parasını düzenli alıyormuş. Bu camiada “güven”in sıfır olduğunu söylüyor. Bu bakımdan parasını düzenli ödeyen kişi “güven”lidir diyor.
“Yazın çok konuşulacağız” diyor.
“Neden?”
“Yeni bir kaset çıkıyor. Patlatacağız piyasayı” diyor.
“Konuşulacak olan kaset mi, yoksa sansasyonel bir haber mi?” diye soruyorum.
“Hık, mık” ediyor.
Bu tür promosyonlarda “asılsız haber”lerin yaygınlaştığına dikkat çekiyorum.
Sözü alan “koruma” magazin programlarından dert yanıyor. “Daha da kötüsü” diyor, “bu tür programların çok izlenmesi… Rating listelerine bakın göreceksiniz.”
“Siz de malzeme vermeyin” diyorum.
“Çarkın böyle” döndüğünü söylüyor:
“Magazinde her haber reklâmdır” diyor.
Patronu, magazin programların önde gelen malzemesi... Ama koruması “magazin”nden dert yanıyor.
İlginç gelmiyor mu size?
ÖZKAN SİYASETE
Hani Tandoğan ve Çağlayan mitinglerine sahip çıkanlar var ya... Hani sayıca övünüyorlar ya... “Biz bu kadar kalabalık topladık” diye... Bence siyasete girmeli bunlar.
Türkan Saylan gibiler de üniversitedeki görevlerini bırakıp, meydanlara inmeli.
Nur Serter’i bu konuda kutluyorum. Doğru bir seçim yaptı ve CHP’den aday adayı olmak için kolları sıvadı.
Ve nihayet Tuncay Özkan...
“Gazeteci,” “haberci,” “medya patronluğu...”
Ve nihayet
“Politikacı” kimliği...
Madem demokrasi var, o halde “Özkan” gibileri mecliste görmek isteyen “seçmen” kitlesi mutlaka olacaktır.
Şimdi Özkan bu satırları okuyorsa, mutlaka gaza gelmiştir. (Eh, biz bu kadarını yapabiliriz ancak.)
Ama Özkan, önce “seçilmeli.”
Gerçek halkın karşısına çıkmalı. Onlara “buyurmak,” “nutuk atmak” yerine oy için “ricada” bulunmalı.
Peki, Baykal, mitinglerde öne çıkan Özkan’a “vize” verecek mi? Her şeyden önce bunu bir “sorun” olarak görür mü? Bilemeyiz.
Bu Baykal’ın bir “sorunu.”
KADINLAR VE DİZİ FİLMLER
RTÜK kadın seyircileri araştırmış.
Sonuç:
-Kadınlar günün yaklaşık 4-5 saatini ekran karşısında geçiriyor.
-Yerli diziler, kadınların en çok izlediği programlar...
-Kadın programlarıyla ilgili geçmiş dönemde gelen şikâyetler yok.
RTÜK Üyesi Davut Dursun tarafından açıklanan araştırmada:
Evli kadınlar bekârlardan, ilkokul mezunu kadınlar yüksek eğitimlilerden, işsiz kadınlar çalışanlardan, metropolde yaşayan kadınlar taşrada yaşayanlardan, emekliler ve ev hanımları çalışan kadınlardan daha çok televizyon seyrediyor. Kadın seyircinin yüzde 58.6’sı yerli dizileri tercih ediyor. Bunu, yüzde 18.4 ile haberler, yüzde 5.8 ile kadın programları ile müzik-eğlence-talk show programları izliyor. Eğitici programlar ile sağlık programları ise kadınlar tarafından en az izlenen program türleri. En çok ilkokul mezunu kadınlar ile ev hanımları yerli dizileri ve kadın programlarını izliyor.
İşte rakamlar ortada.
İşte Türk kadınının hal-i pürmelali!
12.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
“İki Türkiye” |
|
Rahmetli Hakkı Yavuztürk sağ olsaydı da Tandoğan, Çağlayan, Manisa, Çanakkale ve Marmaris’te yapılan “cumhuriyet mitingleri”ni görseydi, benzer olaylarda hep yaptığı gibi, dinin tahribine çalışanlara Bediüzzaman’ın yönelttiği “Türk unsurunda kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkaracaksınız” (Mektubat, s. 425) uyarısını hatırlatırdı.
Bu ikazın muhatabı, ırkçı yaklaşımlarla dine müdahale etmek isteyenlerdi. Ona göre, ırkçı bir dejenerasyon İslâm milletini ifsad etmekle kalmaz; milliyetçiliği de bozar ve aynı kavme mensup insanları dahi birbirine düşman haline getirecek şekilde parçalardı. Şükürler olsun ki, seksen sene önce yapılan bu ikazlar ırkçılığın da önünü kesti ve böyle bir felâketi engelledi.
Ancak tehlike tamamen geçmiş değil. Özellikle Genelkurmay’ın internet muhtırasında kendisini gösteren ve “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışını benimsemeyen herkesi düşman sayan anlayış, son derece ürkütücü ve vahim.
Bu anlayışla paralel olarak ifade edilen irtica ve laiklik eksenli duyarlılık da, bilhassa son mitinglerde tezahür eden yansımalarıyla, “İki ayrı Türkiye oluştu” yorumlarına kaynaklık ediyor.
Sözü edilen iki Türkiye’den birini, laikliğin tehlikede olduğunu düşünerek tepkisini ortaya koyan, “modern ve çağdaş” olduğu iddiasıyla meydanları dolduran insanlar oluştururken, diğerinde tercihini seçim sandığında ortaya koyan ve sonrasında kendi dünyasına çekilen sessiz milyonlar yaşıyor.
Aslında onların da en azından bir kısmı, 28 Şubat’ta kendilerine karşı uygulanan haksızlıkları protesto için meydanlara çıkmış, ama benzer eylemler laiklik savunucularınca yapıldığında göklere çıkarılırken, onlarınki “irticaî ayaklanma girişimi” olarak suçlanmıştı.
Nitekim şimdi de cumhuriyet mitinglerine karşı, alternatif oluşturacak şekilde demokrasi mitingleri düzenleme fikrini seslendirenler ve bunlara çok daha geniş katılımlar olacağından söz edenler çıktı, ancak ülkenin daha fazla gerilmemesi ve oluşan kutuplaşma tablosunun daha vahim boyutlara ulaşmaması için bu fikir fazla öne çıkarılmadı ve hayata geçirilmedi.
Eğer bu çeşit mitingler de hele şu ortamda tertiplenseydi, son gelişmeler üzerine Batı basınında telâffuz edilen bölünmüşlük tablosu daha da belirginleşir ve gerginlik iyice tırmanırdı.
Onun için, olgun ve sabırlı tavrıyla “alttan alıp” krizin bir an önce atlatılmasına katkıda bulunma işi yine mağdur-sessiz milyonlara düştü.
Bu da Türk demokrasisinin kendisine has ve tuhaf çarpıklık örneklerinden biri olsa gerek...
Aslında cumhuriyet mitinglerine katılanların da çoğunluğunu mâkul ve mutedil insanların oluşturduğu kanaatindeyiz. Ama şunu da görmek lâzım ki, azgın, şirret ve saygısız azınlık bu mitinglerde de yapacağını yaptı. AKP lider kadrolarına tepkiyi dile getirme iddiasıyla atılan bazı slogan ve taşınan kimi pankartlarda imam ve müezzinlerin edepsizce aşağılanmasına başkaca bir izah getirmek mümkün mü?
Temennîmiz, hangi fikirde olursa olsun, mâkul çoğunluğun tavrını ve tepkisini dile getirirken, provokasyondan başka bir anlamı olmayan bu çeşit saygısızlıklara müsaade etmemesi.
Saygı olmadan demokrasi olur mu?
12.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Halktan korkmak niye? |
|
Ankara’daki son gelişmeler baş döndürüyor. Seçim kararının ardından her şey netleşeceğine, belirsizlikler devam ediyor.
Yazımıza şu tesbiti yaparak başlamakta fayda var. 1982 Anayasası’na göre şu ana kadar Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı seçilmişti. Ancak öyle bir tartışma başladı ki, Meclis’te 353 milletvekili bulunan AKP, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtiremedi. Halbuki, Özal, 285, Demirel 244, Sezer ise 330 oyla cumhurbaşkanı seçilmişlerdi.
Bunda CHP’nin gerginliği arttıran politikalarının yanında, AKP’nin de payı büyük oldu. “Ben tek başıma cumhurbaşkanını seçerim” düşüncesi ile başlarda muhalefetle hiç diyaloğa girmedi. Ziyarete gidildiğinde de, “367 için desteğe ihtiyacımız yok” denildi. Sonra Baykal ile Erdoğan arasında yaşanan tartışmalar, sonrasında Genelkurmay’ın e-muhtırası ve Anayasa Mahkemesinin 367 kararı böyle bir netice ortaya çıkardı. Ve Gül, 352 milletvekili olan bir partinin tek adayı gösterilmesine rağmen, cumhurbaşkanı seçilemeyen ilk isim olarak tarihe geçti.
* * *
İşte bu aşamadan sonra cumhurbaşkanını seçemeyen hükümetin hemen gündeme getirdiği Anayasa değişiklik paketi uzun görüşmelerden sonra TBMM Genel Kurulu’nda 376 oyla kabul edildi.
Kabul edilen pakette neler var?
- Cumhurbaşkanı halkoyuyla ve 5 artı 5 sistemiyle seçilecek.
- Milletvekili genel seçimleri 4 yılda bir yapılacak.
- Meclis bütün işlerinde üye tam sayısının en az üçte biriyle (184) toplanacak…
- Bağımsızlar birleşik oy pusulasında yer alacak.
- Sezer değişikliğini referanduma götürürse, bütün maddeleri birlikte oylanacak.
Bu aşamadan sonra top Sezer’de… Damadı Mustafa Kemal Kısacıkoğlu’nun CHP’den aday olmasını veto etmeyen Sezer’in bu anayasa paketini veto etmesine kesin gözüyle bakılıyor. Çünkü Sezer, “Anayasa değişikliğinin çok sıkışık bir dönem içerisinde değerlendirildiğini…” belirtilerek bunun ilk işaretlerini iki gün öncesinden vermişti.
Peki, veto edilirse süreç nasıl işler? Sezer, anayasa değişikliğini veto eder ve ederken 15’er günlük inceleme süresini kullanırsa, anayasa değişikliğinin Meclis’ten geçmesi 15 Haziran’ı bulacak. Bu kez de 22 Temmuz’da halkın önüne seçim sandığının yanı sıra referandum sandığının konulması tehlikeye gidecek. İşte bundan sonra ne olacağını kimse kestiremiyor. Bu değişiklik, yeni Meclis’in oluşmasından sonra kadük mü olur, yoksa yürürlükte mi olur, şimdi bunun tartışması yapılıyor.
Ama burada asıl üzerinde durulması gereken konu, cumhurbaşkanını halkın seçmesi konusunda CHP’nin tavrı… CHP burada da “halka güvenmediğini” ortaya koydu. Daha konu gündeme geldiğinde, “Cumhurbaşkanını halk değil, Meclis seçsin” diyen Baykal’ın tavrı klasik CHP’nin halka güvenmeyen tavrının bir göstergesi. Onlara göre, cumhurbaşkanını halkın seçmesi demek, malûm aydın ve bürokrat elitlerin sistem üzerindeki kontrol gücünün zaafa uğraması demek. Çünkü hiçbir zaman kendi görüşünde olanların cumhurbaşkanı olamayacağını çok iyi biliyorlar.
Bir başka deyişle, “Cumhurbaşkanı’nı Meclis seçsin” denildi, CHP “hayır” deyip Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. “Halk seçsin” denildi. Buna da “hayır” dediler. Eski bir siyasetçinin dediği gibi, “O zaman Anayasa’ya şöyle bir hüküm koyalım. ‘Cumhurbaşkanını CHP seçsin’ diye olur mu?” Muhalefet etmede sınır tanımayan CHP, buna da bir kulp takar mı bilemeyiz, ama Meclis cumhurbaşkanını halkın seçmesini kabul etti. Şimdi gözler Sezer’de… 22 Temmuz’daki genel seçimlerde iki sandık konulur mu? Görünüşe göre çok zor…
Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararından sonra Meclis’in cumhurbaşkanı seçmesi neredeyse imkânsız hale gelmişti. Ya da seçilse de çok uzun turlarda seçilebilirdi. Bu durumda milletin iradesine bırakılması gerekli hale gelmişti. Ancak, tartışılması gereken konu, AKP’nin bunu neden 4.5 senelik iktidarlarında değil de “sıkışınca” bu yola başvurduğu… Şimdi kalkıp, “Şu andaki durum bir kilitlenmeyi getirmiştir. Ama yapılan bu değişiklikle bu kilitlenmenin önünü milletimiz açacaktır” deniliyorsa, bu kilitlenmeye kimin sebep olduğunun da sorulması gerekli.
Halk, muhtarını seçiyor, belediye başkanını, milletvekilini seçiyor. Dolayısıyla başbakanı, bakanları seçiyor. Cumhurbaşkanını niye seçmesin? Demokrasinin gereği de halka güvenmek değil mi?
* * *
DİPNOT
Geçen haftaki (6.5.2007) yazımızda Sezer’in görev süresinin uzamasını askerliği uzayan gençlere benzettiğimizi söyleyip, “Sezer, askerliği uzayan gençler gibi bir halet-i ruhiye de mi, bilemeyiz” demiştik. Sezer, kendisini ziyaret eden bir heyete “Özel hayatıma geçmeye, emeklilik günlerine hazırlanmaya başlamıştım. Kendimi buna alıştırmıştım. Bu süreç gelişti, süre uzadı, terhis olamadım. Kendimi terhis olamamış asker gibi hissettim” demiş. Ve bunu söylerken halet-i ruhiyesini neşeli ve gülerek ortaya koymuş. “Aman aman çok üzüldüm, şıkıdım, şıkıdım” yani…
Ama unutmamak gerekir ki, sayılı gün çabuk geçer, 90 gün de biter...
12.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
İçinizdeki canavarı durdurun |
|
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin çağımızdaki siyaset anlayışına dair sunduğu tesbitlerden birisi de şudur. “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.” İçerde ve dışarıda bu günkü siyasetin yüzde yüz menfaat üzerine dönmediğini, menfaatsiz bir siyasetin olmadığını kim iddia edebilir?
İçinizdeki siyaset canavarını durdurun, yoksa o sizi durdurur.
Siyaset anlayışındaki safiyet, vatanseverlik-hamiyetperverlik çok küçük bir azınlık tarafından, ihlâs ve garezsizlikle ancak yürütülebilmektedir. Geriye kalan büyük çoğunluk; kavramları, isimleri, resimleri ve mirasları menfaate dayalı siyasette bir basamak olarak kullanmaktadır. Meydanlara toplanan kalabalıklar, kamuoyunu, ma’şerî vicdanı yansıtıyor sayılsa da herkesin kendi içindeki destek gerekçesi farklı ve ayrı olduğu için, hikmet nazarında bütün hesapları onlara göre yapmak insanı yanıltabilir. Hele de yanlış bilgilendirilmiş bir kalabalık söz konusuysa..
Sokrat’ın meşhur savunmasında dile getirdiği bir gerçeğe dikkat çekmek isterim. Halkın çoğunluğunun kendisine karşı olduğu iddiası karşısında şöyle der: “Yalnızca insan kalabalığının bilgelik sağlayacağını düşünmek, bayağı ve boş bir inanç. Yığın halindeki insanların yalnız ve tek başına olan kişilerden daha yabansı, daha acımasız ve daha çılgınca davrandığı evrensel bir gerçektir.”
Her çözümü siyasetten bekleyen ve siyasîlerin omuzuna yükledikten sonra siyasî ahlâksızlığına, ticarî ahlâksızlığına, davranış ahlâksızlığına devam edenlerin günübirlik değerlendirmelerini ne derece ciddiye alabiliriz ki? Değişen dengelere göre oradan oraya, bu partiden şu partiye akıp duran kitleler, uzun soluk ve uzun vade isteyen siyaset yolculuğunda kime ne kadar ve nereye kadar teminat olabilir ki? Bireylerin hangi partinin tabelası altında olursa olsun, kendine ahlâkî formatta çekidüzen vermediği bir ortamda tavan ne yaparsa yapsın nafile, boşa kürek çekmekten başka sonuç alamaz.
Dâvâ için, idealler için, hatta inanç için yapılan parti ve cephe tercihleri artık geride kalmıştır. Dâvâ, ideal diye meydanlara çıkanlar iş başına gelince makam, servet ve şöhretle karşılaşınca eriyorsa ve kendi kimliğini kaybediyorsa, bir sonraki seçimde halka inip yine dâvâdan, vatandan, milleten bahsediyorsa siyasete bir haller olduğunun göstergesidir.
Kendi hatalarını gizleyip başkalarının hatalarına dayanarak siyasî taktik geliştirmek, siyasette ufuksuzluktan ve çapsızlıktan başka bir şey değildir. Bile bile hata yaparak mağdur duruma düşme durumunda sorumluluğu başkalarında aramak ve kendini sorgulama yerine başkalarını muhasebeye çekmek ve bunları oya tahvile yeltenmek, pek de kalıcı sonuçlar vermeyen bir ucuz taktik komedisi olabilmektedir. Oysa ki, böyle durumlarda en asil ve en gerçekçi tutum, başkalarını hiçbir şey yapamayacak hale getirmek değil, kendimizi yükselterek, doğrultarak, düzelterek aklanmaktır.
İktidar olup muktedir olunamayan bir arenada, pervasızca kılıç sallamak akıl kârı değildir. Unutulmamalıdır ki, sonucu kendisine ait olmayan bir savaşa giren kişinin mağlûp olması kaçınılmazdır ve bunun böyle olacağı dünden bellidir. Bedelini hep başkalarına ödetmek niye?
Netice, meselelerin yüzde beşini teşkil eden siyaset—hem de menfaate dayalı siyaset—için yüzde doksan beşlik önemli iş ve hizmetlerde müşevveşiyete düşmek ve fütur getirmek yanlış olur. Bırakın bütün eforunu siyasete harcayan ve bütün ümitlerini oraya bağlayanlar düşünsün.
Kısaca içinizdeki siyaset canavarını durdurun.
12.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Karardan önce, karardan sonra |
|
Bilindiği üzere, insanlık tarihiyle ilgili geçmiş hadiseler anlatılırken Hz. İsa’nın (as) doğuşuna atfen; “Milattan Önce” anlamında (M.Ö./ İ.Ö) ya da “Milattan Sonra” (M.S./İ.S) kısaltmaları kullanılır. Muhtemelen Türkiye’deki siyasî hadiseleri yorumlayacak olan siyasî tarih yazarları da Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili aldığı karara atfen “Karardan Önce” (K.Ö) ya da “Karardan Sonra” (K.S.) tabirlerini kullanmak durumunda kalacaklar.
Anayasa Mahkemesinin bundan önce aldığı pek çok karar da tartışılmıştır. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili alınan “367 şart” kararı bu kararlar içinde en çok tartışılacak karar alacak. Konu ile ilgili tartışma, karar alınmadan önce başlamıştı. Büyük çoğunluk, böyle bir karar alınmaması gerektiği hususunda ittifak ettiği halde, mahkeme aksi yönde, beklenmedik bir karar aldı.
Her şey beklenirdi, ama böyle bir karar şunun için beklenmezdi: 12 Eylül 1980 ihtilâlinin hediyesi olan mevcut anayasa ile 3 ayrı cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmış ve bu konuda bir tartışma çıkmamıştı. Uzmanların da sıklıkla ifade ettiği üzere, mevcut anayasa, cumhurbaşkanı seçemeyen TBMM’ye tepki anlamında yeni düzenlemeler getirmiş, seçimi kolaylaştırmayı amaçlamış, 4 turda seçim gerçekleşmemesi halinde Meclisin feshini ve seçimin yenilenmesini emretmiş. Burada maksadın, cumhurbaşkanı seçilmesini kolaylaştırma olduğu aşikâr. Üstelik bu tesbit, ilgili maddenin gerekçesinde de yer alıyor. Buna rağmen, daha önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde yeterli olan ‘sayı’nın, 2007’deki seçimlerde yeterli olmamasına karar verilmesi; “oyun devam ederken kuralların değiştirilmesi” olarak değerlendirildi.
İş bu noktaya geldikten sonra neyin nasıl olacağını söylemek de bir anlamda imkânsızlaştı. Çünkü bir şeyin nasıl olacağı mevcut kanun ve geçmişteki uygulamalara bakılarak karar verilebilir. Ama kanunların ters yüz edildiğine şahit olduktan sonra “Bu şöyle olur” demek anlamını kaybediyor.
Seçim kararı alan TBMM, köklü anayasa değişikliklerine de imza attı. Ancak bu kararların uygulanıp uygulanamayacağı meçhul. ‘Normal’ şartlarda işlerin nasıl yürüyeceği belli. Ancak mevcut durum biraz da geçen yıllarda yapılan bir MHP kongresini hatırlatıyor. O kongrede birisi çıkmış ve eline aldığı sandalyeyi sallayarak, “Kanuna dayanan işler buraya kadardı. Bu dakikadan sonra illegalite başladı. İllegaliteyi ilân ediyorum” anlamında beyanlarda bulunmuştu.
Ankara kaynaklı iddialara göre, iktidar partisinin kapatılması için dâvâ bile açılabilirmiş. “Karardan Sonra” böyle bir tartışmanın gündeme gelmesi hiç kimseyi şaşırtmamış. Hatta AKP’li bir yetkili, bu tartışmalara şaşırmadığını ifade edercesine, “Bu ne ki! Sen gel de Ankara’da ortaya atılan darbe söylentilerini, kumpas dedikodularını, sıkıştırma senaryolarını öğren... Neler konuşulmuyor ki Ankara’da” demiş. (Ahmet Hakan’ın köşesi, Hürriyet, 10 Mayıs 2007)
İnşallah daha fazla ‘tartışılacak’ kararlarla karşılaşmayız...
12.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|