12 Mart muhtırasından sonra Süleyman Demirel, “MİT bilgi vermedi” demişti.
Dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil ise, CIA’nın altlarını oyduğunu belirtip, MİT’in sivil hükümetlere bilgi vermemesinden yakınmıştı.
Bir iki istisna hariç, MİT, her zaman patronu olan sivil hükümetlere değil, askere çalıştı.
Hükümetlerin devrildikten sonra darbeden, kamuoyuna açıklandıktan sonra bildiriden, burunlarına dayatıldıktan sonra muhtıralardan haberi oldu.
27 Nisan gecesi yayınlanan Genelkurmay bildirisinden sonra bir şey dikkatinizi çekti mi?
Bildiri Cuma gecesi 23.25 civarında açıklandı, Başbakan 28 Nisan Cumartesi günü Başbakanlık Konutu’nda bakanları ile bir değerlendirme yapıp, hükümetin karşı açıklaması geldi. Ondan önce de Erdoğan’ın MİT Müsteşarı Emre Taner’le bir görüşmesi oldu.
Başbakan’ın yakın çevresinden aldığımız bilgiye göre, Başbakan Erdoğan başta olmak üzere, Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile bakanların tümü dahil, bildiriyi kamuoyuna açıklandıktan sonra öğrendiler.
Vecdi Gönül önceden öğrenmiş olabilir mi diye kısa bir soruşturma yaptım. Hayır o da bizim gibi, bildiriden, www.tsk.mil.tr’ye atıldıktan sonra bilgi sahibi olmuş.
Peki bildirinin kaleme alınmasında bir yazarın ya da iddia edildiği gibi akademisyen yazar Hasan Ünal’ın bir katkısı olmuş mu? Kendi payıma böyle bir bilgiyi doğrulatamadım.
Mehmet Barlas, “Kötü bir yazarın kaleminden çıkmışa benziyor” dedi. Bu bir ima olarak anlaşıldı. Ekrem Dumanlı aynı hafta içinde hem Baykal ile, hem Genelkurmay ile görüşen bir portre çizdi. Bu tariften Hasan Ünal’ı anlayanlar çıktı.
Niye Emin Çölaşan, ya da Mustafa Balbay veya Tuncay Özkan değil de Hasan Ünal.
Ulaştığım bilgilere göre, esin kaynağı olan gazeteciler var. Ancak olay Hasan Ünal’a sorulacak kadar değil.
Bir kurmay çalışması yapılmış.
Peki fırtına dindi mi?
Daha açık bir deyimle bildiride yer alan ve TSK’nın yasalardan kaynaklanan yetkilerini kullanacağına dair sözlerinden bildirinin yazılı hale dönüştürülüp hükümete bir muhtıra olarak verilmesi ya da ihtilâl söz konusu mu?
14 Nisan Tandoğan mitingini basın çok abartmadı. Hatta habercilik gereği, yüz binlerin toplandığı bir eylemi gereği gibi görmeyenler de oldu. Ama 16 Nisan Pazartesi gününden itibaren ibre değişti. NTV başta olmak üzere, haber kanalları iki gün önce yapılan mitingden uzun uzun paketler yayınladılar. Gazeteler günlerce haber ve fotoğraflarla olayı canlı tuttular.
Çağlayan mitingi ise, medyayı teslim aldı. Şimdi ise, her il ve ilçede yapılan mitingler canlı yayınlanıyor, gazeteler de özendirici fotoğraflarla günlerce haber oluyor.
Tandoğan mitingini izleyen biri olarak, orada AKP’ye karşı çıkılırken, “Ne AKP, ne darbe” sloganları atılıyordu.
Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, Tandoğan mitinginin verdiği mesaj doğru okunamadı. Gereksiz tepkilerle iş bir bilek güreşine dönüştürüldü.
Peki Tandoğan ile bildiri arasında bir paralellik var mı? Meydana toplanan yüz binler hem Genelkurmay’ı, hem Anayasa Mahkemesi’ni etkiledi. Zinde kuvvetler üzerine düşen görevi yapmak için ayağa kalktı.
Orduda fırtına dindi mi? Demokrasi yeterince hırpalandı, Türkiye yara aldı. Brüksel’de görev yapan bir meslektaşımla konuştum. 27 Nisan’dan önce kendisini arayan yabancılar Türkiye’de büro açmayı, ortaklık yapmayı, özelleştirmeye girmeyi düşündüklerini belirtip, sorular soruyorlarmış. Bildiriden sonra arayanlar ise, “Ne olur, darbe olur mu? Devlet özelleştirmelere, yabancı sermayeye el koyar mı?” diye soruyormuş. Bu yeter. Ülkeye bundan daha büyük bir darbe vurmak mümkün mü?
İki noktada AKP’nin iletişim kanalları iyi çalışmadı.
Bir, özelleştirmeler vatan toprağının satılması olarak anlaşıldı. Müthiş bir ulusalcı dalga oluştu, “ülkenin tesisleri satılıyor” havası verildi. Bu etkili oldu. Hatta M. Kemal’in Kurtuluş Savaşına ilişkin söylediği, “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş” sözü bir parola oldu.
Bu hafife alındı. Özelleştirme sadece Kemal Abi’nin kasasına giren para olarak görüldü. Gerçekte Türkiye adına müthiş bir başarıydı. Ama nasıl anlattığın değil, kitlelerin ne anladığı önemliydi. Bir özelleştirme sosyolojisi oluştu. Buna toplum hazırlanmalıydı.
İkincisi ise, hayat dayatması…
Ankara’da sosyetenin merkezi olan Tunalı Hilmi’de bir grup gazeteci yemek yerken, yanlarına orada garson olarak çalışan 16-17 yaşlarında genç bir kız geliyor. “Benim başımı zorla örteceklermiş, örttürmek istemiyorum” diyor. Genç kız o yüzden Tandoğan’daki mitinge katıldığını söylüyor.
NTV’de yayına bağlanan birisi, “Bir sabah kalktığımda polisin eşimin başını zorla örttürmesini istemiyorum” diyordu. Çağlayan mitingine neden katıldığını anlatırken…
AKP’liler iktidar olunca, neredeyse kendi eşlerinin başındaki örtüyü çıkartacak seviyeye geldiler. Müthiş bir kibir ve ihale yağmasına girdiler. Ama algılama tam tersine. Bu psikolojik savaşın çok önemli bir unsuru. İyi işlemişler, korku salmışlar.
Bunlar dikkate alınıp, kamuoyu ile sağlıklı bir iletişim kurulup, korkular giderilmeliydi. Hâlâ da giderilmeli.
İlk başta sorduğum soruyu tekrarlamak istiyorum.
MİT, Genelkurmay bildirisinden hükümete bilgi verdi mi?
07.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|