Su samurları, eriyen buzulların şok dalgaları ve denize yığılan büyük parçaların etki sahasını 1.5 km’ye kadar çıkardığı bir anda, bu tehdit/tedirgin edici dalgalardan uzaklaşmayı başarıyorlar.
Buzların üstünde saatlerce dinlenebilmeleri ve alışılmışın dışında yavrularını karınlarının üstünde tutup şefkatle sarmaları, düşünülmeye değer bir tablodur.
Kışın ağır şartlarında, pençeleri ve koruyucu derileri ile tüyleri, sıcaklığını sağlarken, kâinattaki her canlının kendi şartlarında hayatını idame etmesi için onlara verilmiş koruyucu ve doyurucu özelliklerinin mükemmelliğini göstermektedir.
Beş aylık bir su samuru yavrusunun iştah açıcı istekleri, ancak annesinin bulduğu her yiyeceği onunla paylaşması ile karşılanmaktadır. Yavrusuyla oynayan, ona egsersiz yaptıran annenin bambaşka rolleri, heyecanları ve tutkuları öne çıkıyor.
Yavru büyüdükçe avlama becerileri artıyor. Bu dönemde yanlış maceralara kurban gitmemesi için sürekli doğru yönlendirilmesi gerekiyor.
Su samurları da diğer canlılar gibi, su içinde yaşama, açık denizlerin hayat kurallarına alışma ve görevlerini sevk-i İlâhî ile yapmada çok mahirler.
Su samurları için deniz bir anne kucağı, bir deniz altı gemisi, bir hayat merkezi, bir yaşama zevki, oyun, beslenme ve beraberliklerini devam ettirme atmosferidir.
İstiridyeler onlara kâinat sofrasının ikramı olarak takdim edilirken, döllenme ve doğum sonrası yavrularına sahiplenme fıtrîliği, çok eziyetli görünse de, onları mutlu eden, oynaşmaya sevk eden, vazifelerine bağlayan ve bunu en iyi bir şekilde yerine getiren capcanlı özelliklerine halel getirmiyor.
Buzulların ani çöküşünün altında kalmamak, mesafeyi açmak, sonra da buzların üzerinde dinlenmek; su samurlarının biz insanlara vereceği çok güzel bir hayat dersidir.
Hepimizin farklı zamanlarda, nefis denizinin riskli bölgelerinde, çözülen ve birden yığılan buzulların altında boğulma/boğuşma ve “can verme” tehlikesi ile karşı karşıya kaldığımız mevsimler olur. Su samurları gibi, buzulların eridiği ve yığınak yaptığı baskıdan uzaklaşıp, tehlike sınırının dışına çıkabiliriz.
Tehlike arz eden buzlar/buzullar erirken paniklememek ve bizi eritmemeleri için tedbirler almalıyız. Sonrasında buzları denizin normal ve durgun dalgalarında kendimize musahhar edebiliriz. Bir döşeğe, bir mekâna dönüştürebiliriz.
Musibetin yüzüne gülmekle, musibetin dili ve rengi değişir. Küçülür. Şerrin hayra, sıkıntının kurtuluşa, eziyetin rahatlığa ve daralmanın feraha namzet olduğu geçiş iradesi, sigortamız olur.
Geceyi gündüz etmek, zulmeti nura çevirmek, kışı bahar eylemek, kaderin bilmediğimiz hikmetlerinde saklı neticelerdir.
En büyük buzumuz ve üstümüze yığılmaya hazır buzulumuz “ene” olarak ifade edilen menfî benliğimiz ve nefsimizin olumsuz arzularıdır. Olumlu “ben”le buzlarımızı eritip, ihlâs denizine katarsak, umman oluruz, denizin kalbinde büyürüz.
Mânây-ı harfî diliyle her şeyi Allah adına kabullenerek görme ve anlama şuuru ile emanetin farkında olduğumuz takdirde; “ene” buzunun üstüne çıkıp kendimize hizmet ettirebiliriz. O zaman Hazret-i Yunus (a.s.) gibi nefsin bizi yutması yerine, onu kendimize deniz altı gemisi olarak emirber yapmak mümkündür.
Ya nefsimiz bize, ya biz ona bineceğiz. Hayatın anlamı, kimin kime hizmet ettiğinde gizli.
Sahi, biz kime hizmet ediyoruz? Bize hizmet etme nimetini kim veriyor?
Denizin dalgaları, nefsimizin kıyısına vurduğunda sahilde yaşanan hal nicedir?
Dalgaların boyumuzu aşan riski karşısında, sahilden ne kadar uzak ve güvenli bir noktadayız?
Boyu aşan her dalga, deniz koyuna taştığında, saklı olanları da yutar.
Korunmak bizim görevimiz.
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|