Yunus Emre, şeyhi Taptuk Emre’nin dergâhına yıllarca düzgün odunlar çekmiş, dikkatini çeken Taptuk Emre de, “Ormanda eğri odun tükendi mi evlâdım? Sen hep düzgün odunlar getiriyorsun. Hikmeti nedir?” diye sormaktan kendini alamamış. Yunus Emre de, “Seçiyorum şeyhim,” diye cevap vermiş ve devam etmiş: “Çünkü bu dergâha odunun bile eğrisi yakışmaz.”
Taptuk Emre’nin dergâhı İslâm hakikatleriyle yoğrulmuş bir dergâhtı. Bu dergâh odunun eğrisini kabul etmediği gibi elbet eğri söz ve davranışı da kabul etmezdi. İslâm nasıl eğriliği kabul eder?
İçi dışı bir, samimi her insan İslâmın ruhunu teşkil eden bu hakikate teslim olmaktan başka birşey yapamaz. “Ya olduğun gibi görün. Ya göründüğün gibi ol” diyen Mevlânâ da bunu anlatmıyor mu?
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz de sıkı sıkıya doğruluğa sarılmamızı emrediyor. “Doğruluğa sarılınız. Çünkü doğru söz insanı iyiliğe, iyilik de Cennete götürür”1 buyuruyor.
Maksat dünyamızın iyiliklerle, güzelliklerle dolması, bir nevî Cennete dönmesi değil mi? Doğruluğun olmadığı yerde iyilik ve güzellikten söz edilebilir mi?
Doğruluk kurtuluştur. Yine Allah Resûlü (a.s.m.), “Sonunda helâk olacağınızı bilseniz bile doğruluktan ayrılmayınız. Çünkü gerçek kurtuluş ondadır. Kurtuluş görseniz bile yalandan sakınınız. Çünkü gerçek helâket ondadır”2 buyuruyorlar.
Selâmet ve gönül huzuruyla yaşamak için doğruluktan başka biryol yok. Yalan herşeyiyle felâkettir. Kurtuluş doğruluktadır. Bediüzzaman Hazretleri 1911 yılında Şam Emevî Camiinde okuduğu hutbesinde yalanın İslâm dünyasının en büyük hastalıklarından biri, kurtuluşun da ancak sıdk, yani doğrulukla olduğuna dikkat çekmiş, sıdk ve doğruluğun toplum hayatının hayat düğümü olduğuna parmak basmıştı. Diyordu ki: “Riyâkârlık, fiilî bir nevî yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannû [yapmacık hareketler] alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir.”
Küfrün, inkârın çeşitleriyle birlikte yalancılık, imanın doğruluk olduğuna, bu sırra binâen yalanla doğruluk ortasında hadsiz bir mesafe bulunduğuna; şark ve garb kadar birbirinden uzak olması, ateş ve nur gibi birbirine girmemeleri gerektiğine dikkat çekiyor ve “Bu sıdk ve kizb, küfür ve îman kadar birbirinden uzak. Asr-ı Saadette sıdk vasıtasıyla Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âlâ-yı illiyyîne [yücelerin yücesine] çıkması ve sıdk anahtarıyla hakaik-ı îmaniye [îman hakikatleri] ve hakaik-ı kâinat hazinesi açılması sırrıyle, içtimâiyât-ı beşeriye [insanlığa ait sosyal hayat] çarşısında sıdk en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzâb’ın emsâli, esfel-i sâfilîne [aşağıların en aşağısına] sükût etmiş.”2
İnsanı aşağıların aşağısına düşmekten kurtaran, yücelerin yücesine yükselten bir hakikatten inanan bir insanın uzak kalması düşünülebilir mi? Öyleyse tek yol doğruluktur.
Dipnotlar:
1- Buharî, Edeb: 69; Müslim, Birr: 105.
2- Feyzü’l-kadir, 3:232.
29.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|