Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Odunun eğrisi



Yunus Emre, şeyhi Taptuk Emre’nin dergâhına yıllarca düzgün odunlar çekmiş, dikkatini çeken Taptuk Emre de, “Ormanda eğri odun tükendi mi evlâdım? Sen hep düzgün odunlar getiriyorsun. Hikmeti nedir?” diye sormaktan kendini alamamış. Yunus Emre de, “Seçiyorum şeyhim,” diye cevap vermiş ve devam etmiş: “Çünkü bu dergâha odunun bile eğrisi yakışmaz.”

Taptuk Emre’nin dergâhı İslâm hakikatleriyle yoğrulmuş bir dergâhtı. Bu dergâh odunun eğrisini kabul etmediği gibi elbet eğri söz ve davranışı da kabul etmezdi. İslâm nasıl eğriliği kabul eder?

İçi dışı bir, samimi her insan İslâmın ruhunu teşkil eden bu hakikate teslim olmaktan başka birşey yapamaz. “Ya olduğun gibi görün. Ya göründüğün gibi ol” diyen Mevlânâ da bunu anlatmıyor mu?

Resûl-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz de sıkı sıkıya doğruluğa sarılmamızı emrediyor. “Doğruluğa sarılınız. Çünkü doğru söz insanı iyiliğe, iyilik de Cennete götürür”1 buyuruyor.

Maksat dünyamızın iyiliklerle, güzelliklerle dolması, bir nevî Cennete dönmesi değil mi? Doğruluğun olmadığı yerde iyilik ve güzellikten söz edilebilir mi?

Doğruluk kurtuluştur. Yine Allah Resûlü (a.s.m.), “Sonunda helâk olacağınızı bilseniz bile doğruluktan ayrılmayınız. Çünkü gerçek kurtuluş ondadır. Kurtuluş görseniz bile yalandan sakınınız. Çünkü gerçek helâket ondadır”2 buyuruyorlar.

Selâmet ve gönül huzuruyla yaşamak için doğruluktan başka biryol yok. Yalan herşeyiyle felâkettir. Kurtuluş doğruluktadır. Bediüzzaman Hazretleri 1911 yılında Şam Emevî Camiinde okuduğu hutbesinde yalanın İslâm dünyasının en büyük hastalıklarından biri, kurtuluşun da ancak sıdk, yani doğrulukla olduğuna dikkat çekmiş, sıdk ve doğruluğun toplum hayatının hayat düğümü olduğuna parmak basmıştı. Diyordu ki: “Riyâkârlık, fiilî bir nevî yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannû [yapmacık hareketler] alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir.”

Küfrün, inkârın çeşitleriyle birlikte yalancılık, imanın doğruluk olduğuna, bu sırra binâen yalanla doğruluk ortasında hadsiz bir mesafe bulunduğuna; şark ve garb kadar birbirinden uzak olması, ateş ve nur gibi birbirine girmemeleri gerektiğine dikkat çekiyor ve “Bu sıdk ve kizb, küfür ve îman kadar birbirinden uzak. Asr-ı Saadette sıdk vasıtasıyla Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âlâ-yı illiyyîne [yücelerin yücesine] çıkması ve sıdk anahtarıyla hakaik-ı îmaniye [îman hakikatleri] ve hakaik-ı kâinat hazinesi açılması sırrıyle, içtimâiyât-ı beşeriye [insanlığa ait sosyal hayat] çarşısında sıdk en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzâb’ın emsâli, esfel-i sâfilîne [aşağıların en aşağısına] sükût etmiş.”2

İnsanı aşağıların aşağısına düşmekten kurtaran, yücelerin yücesine yükselten bir hakikatten inanan bir insanın uzak kalması düşünülebilir mi? Öyleyse tek yol doğruluktur.

Dipnotlar:

1- Buharî, Edeb: 69; Müslim, Birr: 105.

2- Feyzü’l-kadir, 3:232.

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cevap bekleyen sorular



İnsanın ruh boyutu, metafizik âlemle bağlantılı. Ve temel duygu ve yeteneklerimizi sonsuz derecede geliştirdiğimiz veya dumura uğrattığımız gibi; duygularımızı fevkalâde yükseltip, harika işler de başarabiliriz. Ne var ki, mu’cizeyi (ki, yalnız peygamberler mazhar olur) kerâmetle; kerâmeti istidracla; olağanüstü âdeti alışkanlıkla, ilhamı habis ruhların dürtüleri olan vesveseyle karıştırırız. Kimi bunları istismar; kimisi de inkâr eder.

Kur’ân’da arıya vahy (ilham) edildiği anlatılır. Buna rağmen, insana ilham edilmeyeceği zehabına kapılanlar da yok değildir. Kimi ilâhiyatçılarımız;—içinde profesör ünvanlılar da mevcut—ne yazık ki, zaman zaman taassubun kahredici pençesinden yakasını sıyıramadığından hakikati bütünüyle göremiyor, dolayısıyla çarpıtıyor.

Halkın yüzde 80’i ehl-i tahkik olmadığından, sanki profesörler, İslâmın her meselesinde uzmanlarmış gibi algılanmaktadır. Oysa meselâ, tıp sahasındaki profesörler tıbbın tek dalında, insanın bir uzvunda uzmanlaşıyor. Ve elbette, yine de aynı branşta olanların da aralarında bilgi ve beceri farkı olmalı.

Oysa; rûhumuzu tekâmül ile olumlu duygularımızı geliştirmek; olumsuzlarını mecralarına yönlendirip nefsimizi terbiye ederek rûhumuza/duygularımıza, hattâ duyularımıza olağanüstü performans kazandırmak pekalâ mümkün. Zîrâ, kâinattaki tüm fizik ve metafizik enerji boyutları rûh ve bedenimizde özetlenmiş.

İnsan nasıl bir mahiyete ve duygulara sahiptir? Rûhumuzun/duygularımızın kazanabileceği sayısız olağanüstü kabiliyetlerin; evliyaların, halk tabiriyle ermişlerin veya herhangi bir kişinin gösterdiği kerâmet gibi harika hallerin mahiyeti nedir? Gayb âlemleriyle nasıl irtibat sağlarız? Sonsuz potansiyel güce sahip ve kâinattaki bütün elektro-biyo-manyetik enerjilerle irtibatlı olan duygularımızın olağanüstü halleri nelerdir, harika haller nasıl gösterilir? Vahiy, ilham, mu’cize, kerâmet, istidrac nedir?

Gayb/metafizik âlemlere seyr ü sülûk ile (mânevî gezi ve gözlemle) nasıl geçiş yaparız? Âdet/alışkanlık, olağandışı hâl, vecd, istiğrak, yakaza, keşf (durugörü), rüya, bast-ı zaman, tayy-ı mekân (zaman içinde zamanı yaşama ve kısa zamanda mekânları aşma) nasıl gerçekleşmektedir? Olağanüstü olayları, harika halleri yaşayabilmek; kâinat-unsurlar ve insan arasındaki irtibatı kurmak; gayb âlemlerinin sırlarına ulaşmak; kerâmet, âdet/alışkanlık, mu’cize gibi hakikatlerinin mahiyetini anlamak; rûh/duygu, dimağ (zihin yapısı, akıl), nefis ve psiko-biyo-fizyolojik yapımızı geliştirip terbiye etmekle mümkün olduğuna göre; tekâmül ve terbiyenin en kısa ve etkili yolunu öğrenmemiz gerekir.

Acaba, eski devirlerde olduğu gibi senelerce mağara, çilehane veya uzlethanelere çekilip tefekkür, riyazetle nefis terbiyesinden geçmek mi gerekir? Yoksa bunun kısa bir yolu var mı? Diğer taraftan cevaplandırmamız gereken önemli bir soru var: Harika haller ve kerâmetler amaç olabilir mi? Olağanüstü durumların ihlâs ile ilişkisi nedir? Risâle-i Nur, muhteşem bir ma’rifetü’n-nefs/nefis terbiyesi, rûhî tekâmül eğitimi ve formülleri ihtiva ettiğine göre Nur mesleğinde neden bilinen klâsik harika hallere ve kerâmetlere rastlanmıyor?

Bu ve benzeri soruların cevapları, meraklılarınca bekleniyor. Umarım sahanın uzmanları, ilimlerinin zekâtını vererek, meselenin bu boyutlarını Risâle-i Nur’dan ele alarak bize sunarlar.

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kabir ziyareti nasıl yapılır?



Kader Gül: “Kabir ziyareti nasıl yapılır? Adâbı nelerdir? Kadınların mezarlığa girip kabir ziyareti yapmaları câiz midir?

Kabir ziyareti kadın erkek her Müslüman’a sünnettir. Kadınların mezarlığa girip kabir ziyareti yapmaları hiçbir şekilde sakıncalı olmadığı gibi, sünnettir de.

Bir gece Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Âişe validemizin (ra) yanından sessizce çıkıyor, Baki kabristanına geliyor ve oradaki kabir ehline duâ ediyor. Döndüğünde Hazret-i Âişe validemize (ra) şöyle buyuruyor:

“Cebrail bana gelip seslendi. Ben de onun çağrısına uydum ve bunu senden gizledim. Ve zaten o, sen elbiseni çıkarmış olduğun halde senin yanına girecek değildi. Ve ben de senin uyuduğunu zannederek seni uyandırmak istemedim. Korkacağından da endişe ettim. Cebrail bana: ‘Muhakkak Rabb’in sana Baki kabristanına gidip onlar için istiğfar etmeni emrediyor’ dedi.”

Hazret-i Aişe (ra) diyor ki: “Ben:

“Ya Resûlallah! Onlar için ne söyleyeyim?” diye sordum. Buyurdu ki:

“Şöyle de: ‘Esselâmü Aleyküm yâ ehle’l-kubûr! Mü’minler ve Müslümanlar diyarının ehline selâm olsun! Allah bizden evvel ölenlerle bizden sonra öleceklere rahmet eylesin! Allah bizi ve sizi bağışlasın. Siz bizim öncümüzsünüz. Biz de peşinizden geleceğiz. Ve inşaallah sizlere kavuşacağız!”1

Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde: “Annemin kabrini ziyaret için Rabb’imden izin istedim. Bana izin verdi. Siz de kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti ölümü hatırlatır”2 buyuruyor.

Kabir Ziyaretinin Adâbı

1- Kabir ziyaretinin belli bir vakti yoktur. Her vakit kabir ziyareti sünnet olarak yapılabilir.

2- Kabir ziyaretinde mümkünse abdestli olmak sünnettir.

3- Kabristana varılınca: “Esselâmü Aleyküm ehle’d-diyâri mine’l-mü’minîne ve’l-müslimîn. Ve innâ inşâallahü le-lâhikûn. Es’elullâhe lenâ ve lekümü’l-Âfiye.”3

(Meâli: Bu kabristanda bulunan Mü’min ve Müslümanlara selâm olsun. Bizler de inşaallah sizlere muhakkak katılacağız. Allah’tan bize ve size afiyet dilerim” diye duâ etmek sünnettir.

4- Kabristanda Kur’ân-ı Kerim’den bilinen âyet ve sûreler okunur. Çünkü Kur’ân okunan yere rahmet iner. Yâsîn Sûresini okumak efdaldır. Peygamber Efendimiz, “Ölülerinize Yâsîn Sûresi okuyun”4 buyurmuştur. Okunan Kur’ân’ın sevabı kabir ehline bağışlanır, kabir ehline ve tüm ehl-i imanın mevtalarına günahlarının bağışlanması ve varsa azaplarının hafifletilmesi için duâ edilir.

5- Dünya hayatının geçici oluşunu, kabir hayatını, sorguyu, diriliş gününü, hesabı, mahşeri, sırat köprüsünü ve tümüyle âhiret hayatını düşünmek ve ölümden ibret almaya çalışmak da kabir ziyaretinin sünnetlerindendir.

6- Kabrin üzerine ağaç veya yeşillik dikmek sünnettir.

Kabir Ziyaretinin Bid’atleri:

Kabir ziyareti sırasında yapılmaması gereken davranışların yapıldığı gözlenmektedir. Bunları özetlemek gerekirse:

1- Yüksek sesle ağlamak, dövünmek, elbisesini, saçını, başını yolmak ve feryat etmek.

2- Kabrin taşını, duvarını, demirlerini, mermerini öpmek.

3 -Kabir üzerine mum yakmak ve çaput bağlamak.

4- Kabirde yatandan dilek dilemek.

Bu davranışlar bidattir. Ne ölüye, ne diriye hiçbir faydası olmayan davranışlardır. Müslüman’a yakışan, kabir ziyareti sırasında bu davranışlardan kaçınmaktır.

Dipnotlar:

1- Müslim, Cenâiz, 35/103

2- Müslim, Cenâiz, 36/108

3- Müslim, Cenâiz, 35/104

4- Müsned: 5/26

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Asılsız iddialara kaynağından cevaplar (2)



Delilsiz iddialara cevap

Soner Yalçın'ın "Efendi–2" isimli kitabında yer alan asılsız iddialardan birinde şöyle deniliyor: "Said–i Nursî cemaati içinde dışarıya hiç sızdırılmamaya çalıştıkları bir 'cifir ilmi' vardı."

Cevap: Bu uçuk iddianın dayanağı nedir? Neden kaynak ismi verilmiyor. Böyle uluorta söylenen söze hiç itibar edilir mi? Edilirse şayet, kim bilir başkası da "Efendi"nin yazarı hakkında neler söyler, neler...

O takdirde, bu tür söylenti ve iddialara da inanmak mı lâzım gelir? Ki, yazar Soner Yalçın'ın kendisi de yer yer köpürüyor, hatta ateş püskürüyor, kişiliğiyle ilgili dolaşan söylentilere...

Peki, o zaman yaptığı bu sorumsuzluğa ne demeli?

Hem, cifir ilmi "cemaat içinde" niçin gizlensin ki?

Bilâkis, tersi bir durum söz konusu...

Kudsî temeli Kur'ân'a, Hadis'e dayanan, ilmî üstadlığını Hz. Ali'nin (ra) yaptığı, aynı ilmî çığırda büyük İslâm âlimlerinin yürüdüğü bir cifir ilmini, Nur talebeleri neden gizlesin?

Bunun geçerli bir mantığı olabilir mi?

Anlaşılıyor ki, sayın yazar—hakkında çok şey yazdığı—Said Nursî'nin Külliyatına zahmet edip de hiç bakmamış bile...

Baksaydı şayet, başta Birinci Şuâ olmak üzere, 8. Lem'a, 18. Lem'a, 28. Lem'a ve bilhassa Sikke–i Tasdik–i Gaybî isimli eserinde, cifir ilmi hakkında yeterince bilgi bulabilirdi.

Ayrıca, Said Nursî'nin "Rumuzât-ı Semâniye "isimli bir eseri de vardır ki, neredeyse baştan sona "huruf-u Kur'ân"a dair bilgileri ihtiva ediyor. Yazarın bundan da haberi yok.

Habersiz, bilgisiz; ama, iş ahkâm kesmeye gelince de üzerine kimse yok.

Sevsinler sizin ilimsellik–bilimsellik ilkenizi ve de "araştırmacı–gazetecilik" afra tafranızı.

Meğer, ne kadar da çürük ve esassız bir duvara yaslanmışsınız...

* * *

Saçma bir diğer iddia: "...Söylediklerine göre, bu hesabı (cifir hesabı) yapıp çok önceden Adnan Menderes'in öleceği tarihi bilmişlerdi! Bunu 'cifir ilmi'ne göre, Said–i Nursî hesaplamıştı; 1980–1990 yılları arasında Mehdi gelecek, inkârcı felsefeyle mücadele edip, 2001 yılında zafer kazanacak ve İslâmı yeryüzüne hâkim kılacaktı. Olmadı."

Cevap: Kendince "Said Nursî cemaati"ne mensup kişilerin fikirleriyle alay etmeye çalışan Soner Yalçın'a sormak lâzım: Bilgi kaynağınız nedir? Niçin belirtmiyorsunuz? Yoksa siz de "Söylediklerine göre..." diye başlayıp ipe sapa gelmez iddiaları sıralamayı marifet bilenlerden misiniz?

Evet, Said Nursî—Kur'ân'a dayanarak ve her defasında Allah'a sığınarak—eserlerinde ebced hesabı ve cifrî yorumlarla ileriye yönelik bazı tarihleri zikrediyor.

Ancak, iddiada yer aldığı şekliyle Mehdi hakkında 1980-1990-2001 gibi tarihler tamamen uydurma ve yakıştırmadan ibarettir. Aynı iddiayı sürdüren varsa, kaynak ismi belirtmek ve delilleri ortaya koymak durumundadır. Aksi halde Nursî'ye iftira edilmiş olur.

Böyle yanlış bilgiler isnad ederek, ardından da aynı katmerli yanlışlar üzerine birtakım hükümler bina ederek Said Nursî ve talebelerini karalamaya, küçük düşürmeye çalışmanın adı "ilmî araştırma" falan değil; başka bir şeydir. Onu söylemeye de terbiyemiz müsaade etmiyor.

Asılsız iddialara, kaynağından cevaplar vermeye devam...

Said Nursî ve cifir ilmi (2)

Üstad Bediüzzaman, Kur'ân'ın kısmî tefsiri olan Nur Risâlelerinde, yer yer ebced ve cifir ilmine de müracaat ederek bazı istihraçlarda (mânâ çıkarsamalarında) bulunmuştur.

Ağırlıklı olarak "bir derece mahrem" tuttuğu Birinci Şuâ, 8., 18. ve 28. Lem'a gibi eserlerinde kullandığı ebced ve cifir ilminin, hakikatte "makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kànun-u edebî olduğu"nu ifade eden Üstad Bediüzzaman, bu gerçeğin pekçok delilinden nümûne için beş tanesini şöylece beyan ediyor:

Birincisi: Said Nursî, ebced ve cifir ilminin makbuliyeti noktasında öncelikli en büyük delili Kur'ân'dan ve Hadisten getiriyor.

Kaynağı belirtilen sahih hadislere göre, Benîisrail âlimlerinden bir kısmı Hz. Peygamber'in (asm) huzuruna gelmişler ve Kur'ân'daki—Elif, Lâm, Mim... gibi—"huruf-u mukataa"ya dair cifir ilmiyle sohbette bulunmuşlar. Sohbette "Yâ Muhammed! Senin ümmetinin ömrü azdır" diyen bu âlimlere, Hz. Muhammed (asm), sâir sûrelerin başındaki mukatta harfleri de okuyarak onları susturmuş. (Bkz: Birinci Şuâ, 24. Ayet, "İzahtan evvel mühim bir ihtar" bölümü. Ayrıca bkz: İbn-i Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’ani’l-Azîm: 1:38; Tefsîrü’t-Taberî, 1:71-72; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2:722.)

Yine aynı kaynakta, "Herbir âyetin mânâ mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır" şeklindeki bir başka Hadis-i Şerifi hatırlatan Üstad Bediüzzaman, bunun mânâsını da şu sözlerle tefsir ediyor: "'Bu dört tabakadan her birisinin (hadisçe tâbir edilen) fürûatı, işârâtı, dal ve budakları vardır' meâlindeki hadisin hükmüyle, Kur’ân hakkında nazil olan bu âyet-i kudsiye fer’î bir tabakadan ve bir mânâ-yı işârîsiyle de Kur’ân ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe’nine bir nakîse değil, belki o lisanü’l-gaybdaki i’câz-ı mânevîsinin muktezasıdır." (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 86.)

İkincisi: Said Nursî, cifir ilminin makbuliyetine ikinci delili Hz. İmam-ı Ali'den getiriyor. Onun okuduğu "Celcelûtiye" isimli kasidesi için "baştan nihâyete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış" diyor.

Üstad Bediüzzaman'ın ebced ve cifir ilmine dair sıralamış olduğu diğer deliller ile ilgili ifadeleri ise, aynen aşağıdaki gibidir.

Üçüncüsü: "Câfer-i Sâdık (r.a.) ve Muhyiddin-i Arabî (r.a.) gibi esrâr-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstûr ve bir anahtar kabul etmişler."

Dördüncüsü: "Yüksek edipler, bu hesabı, edebî bir kànun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için iradî ve sun’î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun’î ve kastî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar."

Beşincisi: "Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen kànunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler."

Sonuç: "...İşte, madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kànun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usul-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette, menba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mucize-i kübrâsı ve lisanü’l-gayb olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, o kànun-u tevafukîyi, işârâtında istihdam, istimal etmesi i’câzının muktezasıdır." (A.g.e., s. 88.)

Yarın: İtirazlara cevap

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Kabir olayı



Zaman zaman gündeme gelir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin cesedi “denize atıldı”, “çöp kamyonuna atıldı” gibi yakıştırmalar yapılır. Halbuki devletin resmî kayıtlarında Bediüzzaman’ın kabri Isparta’dadır. Isparta kabristanındadır.

O dönemde Isparta kabristanına bir çocuk cesedi defnedilecek iken tabut ile bir ceset bulunuyor. Cesed çürümemiş. Sonra anlaşılıyor ki bu ceset, Said Nursî Hazretlerinin cesedidir. Talebelerine haber veriliyor, ceset bizce meçhul bir yere defnediliyor. Olay bu.

Said Nursî Hazretlerinin kendi isteği ve vasiyeti birkaç yerde var. “Kabrimin gizli olmasını vasiyet ediyorum” mânâsında talebelerine vasiyet ediyor.

Şimdi birkaç talebesinden başka kabrini bilen yok. Eserinde ise kabrinin kırılacağına önceden işaret ediyor:

“Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde...”

Çok ilginçtir. Hürriyet gazetesinin sürmanşetten verdiği haber, geniş yankı yaptı. Arkasından medyada çeşitli haberler yayınlandı. Birçok insan konuk olarak çağrıldı. Mesele enine boyuna müzakere edildi. Savaş Ay sonunda önemli bir tesbitte bulundu:

“Said Nursî de bizim insanımız, diğerleri de. Katılırsınız veya katılmazsınız o ayrı mesele ama bu ülkede yaşamış insan bizim insanımızdır.”

Geçmişte bu tip konular hep çarpıtılırdı. Ama artık öyle olmuyor. Objektif olarak ele alınan mesele her zaman gerçeği yansıtır.

Yaklaşık bir asra yakın bu milletin imanına çalışmış bir insan böylesine horlanmamalı idi. Ama oldu.

Yaşadığı dönemde bir başka ülkeye kaçmamış, “Mekke’de olsam dahi buraya gelmem lâzımdı. Çünkü en ziyade burada ihtiyaç var” demiştir.

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Meselâ...



Bir gün, ansızın kendini, bir kırmızı ışıkta, cam silen peypaye kıyafetli çocuk olarak bulmayacağın için sevinmeli misin; bugün camı silinen arabanın içinde biri olarak?

Üniversite kapısından rahat rahat geçen, derslerine, sınavlarına giren, belki sadece erkek ya da “çağdaş görünümlü” bir genç kız olarak; gözünü kapatıp açtığında, kendini kapının dışında bir yerde, belki elinde bir “yasak kalksın” dövizi taşıyan, oturma eylemi yapan, her nevi kamusal alandan yasaklı biri olarak görmemek büyük bir şans mıdır… acaba?

Ekonominin dalgalanmasından kârlı çıkan biri olup da; önce flulaşıp, ardından, bambaşka bir yerde, meselâ dövizin her dalgasında sarsılan bir “zede” olarak netleşivermek mümkün değil mi?

Akşam rahat yatağına yatıp, mışıl mışıl uyuduğun halde; sabah saatin zili yerine, yanıbaşına atılan bir bombayla uyanarak, aslında Irak’ta bir Iraklı olduğunu çok sıcak bir şekilde öğrenmenin şokunu asla yaşamayacağın için mutlu mu olmalısın?

Geçtiğin bir kapıdan, bambaşka bir dünyaya, bambaşka biri olarak geçmeyeceğini; -misal- işçiyken işsiz, galipken mağlup, zirvedeyken çukurda oluvermeyeceğini bilmek içini rahatlatır mı?

Bugün sokaklarda özgürce dolaşan, sıradan biriyken; yarın farklı bir tarihte, -meselâ 1980’de-, farklı—meselâ aranan biri—olarak, sokağa çıkma yasağını yaşama ihtimalinin, “Geleceğe Dönüş” filminin bir fantezisi olarak kalması, bizim için bir kazanç mıdır?

Bugün fikirlerini özgürce söyleyip, hayatını özgürce yaşarken, bir şey olup da –meselâ Resmî Gazete’de bir kanun yayınlandı diye- kendini “Adalet mülkün temelidir” yazılı bir duvarın karşısında, üç hakimin önünde, kendini savunur halde bulmayacağının garantisi var mıdır?

Akşam teröre karşı en sert cümleleri kuran biri olarak yatıp, sabah –sırf Resmî Gazete’de o kanun yayınlandı diye- terörist olarak jandarma eşliğinde yürüyeceğin ihtimali, Hollywoodvari bir fanteziden mi ibaret?

Bugün hiç ilgilenmediğin kanunun yarın başının balâsı olması, bir komplo teorisinden mi ibaret?

Dikkat et!

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Son Hacı



Hacı dizisinin (Show TV) uzamayacağını söylemiştim. Dizi kimi çevrelerden tepki aldı.

“Ücret” bahane edilerek ekibin dağılacağı söyleniyor.

Tüm oyuncular ödeme olmamasından şikâyetçiymiş.

Fakat dizinin oyuncularından Mehmet Akif Alakurt’tan ilginç bir itiraf geldi.

Diyor ki:

‘’Türkiye’de profesyonellik kavramı yok. Dizinin bitmesi beni şaşırtmaz. Şu bir gerçek Hacı dizisinin sezon finali 13’üncü bölümüyle son buldu ama düşünüldüğü gibi bitmedi. Bütün bu bölümler romana sadık kalınmadan çekildi. Bunu halka yakın olmak adına yaptılar, ancak ters tepti. Dizide maddî sıkıntılar yaşandığı doğru. Alamayan arkadaşlarım var. Ben ilk başta kendimi dizimizin en az iki sezon devam edeceği yönünde inandırmıştım. Ama biterse üzülmem, bana kattığı değerlerle yoluma devam ederim’’ Görülüyor ki, işin içinde birşeyler var. Bir dolaplar dönmüş.

Ancak Alakurt’un bahsini ettiği “halka yakın olmak adına ters tepen” sahneler ne? Onu iyi anlamak lazım.

Dindarları karalamak mı? Olmamış bir olayı oluyor gibi göstererek, insanların inancına ters tepen sahnelerin geri çekilmesi mi?

Bu detayı biraz daha açabilseydi, aydınlansaydık!

İKİ “F”...

İki haber, iki kadın.

İki farklı dünyanın, zıt kutubundaki kahramanlar(!).

İki “F...”

Biri Fehriye. Diğeri Feraye.

Malum; Fehriye Erdal, Sabancı suikastının “sanık”larından.

Belçika’ya kaçtı. Yargılanması halen devam ediyor. Hatta oradan da kaçtı. Şimdi muamma.

Diğer kadın: Feraye Tanyolaç.

Hülya Avşar’ın eski eşi ile ilgili polemik, magazin gazetelerin baş malzemesi. Kimin nesi, kimin fesi türünden... Hamileydi, değildi, derken, şimdi “evlendi, evlenmedi” gibi soru işaretlerin muhatabı... Yetmiş milyonu ilgilendirmeyen “özel” ve mahrem konular, dedikodu muhabirleri tarafından, ekrana servis ediliyor.

Biri, ideolojisi uğruna cinayet işleyen eli kanlı cani.... Diğeri, insanların zihinlerine “dedikodu” gibi son derece zararlı unsurlar zerk eden bir unsur...

ER GILAD’I KURTARMAK

Kurtlar Vadisi, İran’da gösterime girecekmiş.

Bizde?

Hollywood filmleri gözde.

Kaç zamandır, “savaş”la ilgili filmlerin fragmanı dönüyordu sinemalarda.

Hiçbiri gösterime girmedi. Firma yetkilileri herhalde Amerikan taraftarı “savaş” filmlerinin tepki çekeceğini düşünmüş olacak ki, isabetli karar vermişler.

Gelelim İsrail’in Filistin’i işgal “bahanesi”ne.

Bakıyoruz bazı gazeteler “Er Ryan’ı Kurtarmak” filmini andıran manşetle, adeta “Yahudi” taraftarlığı yapıyor. Daha düne kadar çocuk katleden İsrail askerleri hakkında tek kelime etmeyenler, filme atıf yaparak, meseleyi “dramatize” ediyor.

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Dinî rekabet



Normalde isim dışında İslâmla hiçbir bağı bulunmayanlar, gerektiğinde de İslâmın temsilini kimseye bırakmıyorlar. Hamisi kesiliyorlar. Bir ılımlılık yarışıdır gidiyor. Belki bunun tek istisnası Türkiye’deki kurulu düzen veya müesses nizam. Ilımlısıyla, sertiyle her türlü İslâmî anlayışı ve modeli reddediyor. Bununla birlikte ABD ve İsrail gibi ülkeler Türkiye’nin ılımlı bir İslâm ülkesi olduğunda ısrarlılar. Zira Türkiye’deki anlayış markalaşırsa onlar da bundan yarar ve kâr sağlayacaklar. Elbette bu Zevahiri’nin savunduğu anlayışı haklı çıkarmaz. Bununla birlikte Zevahiri yine de Türkiye’deki İslamî anlayışa vermiş veriştirmiş.

El Kaide’nin iki numaralı ismi Eyman El Zevahiri Haziran ortalarına doğru (2006) El Cezire televizyonunda yayınlanan video görüntülerinde Türkiye’nin, İslâmiyetin çarpıtıldığı ülkelerden birisi olduğunu ileri sürdü. ABD yönetiminin kendisine sadık gruplar oluşturmak amacıyla İslâmiyeti çarpıttığını söyleyen Eyman El Zevahiri, laik yapısı nedeniyle Türkiye’nin de buna örnek teşkil ettiğini savunuyor. Aslında bu hususta Zevahiri ile cihet-i askeriye pek farklı düşünmüyor. İkisi de bütün ılımlı yaklaşımları reddediyorlar. Türkiye’nin şeriat hükümlerini uygulamaya cesaret edemeyen gruplarca yönetildiğini ileri süren Zevahiri, Türkiye’nin, İsrail’i tanımasına ve ABD üslerine izin vermesine de eleştirdikten sonra, Müslümanları direnişlerine devam etmeye çağırıyor. Bu açıklama Zevahiri’nin Türkiye’ye ve dinî anlayışına yönelttiği ilk eleştiri de değil. Zevahiri daha önce de, Türkiye’yi, “Siyonist Haçlıların ajanı” olmakla suçlamıştı. Dubai’deki El Arabiye Televizyonunda bir ses kasedi yayınlanan Zevahiri, Fransa’daki başörtüsü yasağına karşı çıktığı konuşmasında, “Bu, Haçlı Siyonistler ile Türkiye, Mısır, Tunus ve öteki İslâm ülkelerindeki ajanlarınca planlanan bir kampanyadır” ifadesini kullanmıştı. “Fransa özgürlük şampiyonu olmakla övünüyor. Oysa orada yalnızca vücudunu sergileme, yozlaşma ve ahlâksızlık özgürlüğü var. Fransa’da bedenini gösterebilirsin, ama gösterişsiz bir şekilde örtünemezsin” diyen El Kaide’nin ikinci adamı, Fransa’da okullarda türban giyilmesine getirilen yasağı, Batı’nın İslâma yönelik düşmanlığının bir kanıtı olarak göstermişti.

***

Yöntemi yanlış olsa da söyledikleri arasında yabana atılmayacak unsurlar var. Maalesef ‘laik’ oldukları gerekçesiyle İslâmı dışlayan ona sırtını dönen rejimler Fransa gibi ülkelere hizmet sunmaya gelince ılımlılık seferberliğine ve yarışına giriyorlar. Şimdi Fransız makamlarını memnun etmek için Mısır ile Cezayir arasında gizliden gizliye ‘hangimiz daha ılımlı anlayışı temsil ediyoruz’ yarışması sürüyor. Cezayir yönetimi Fransa topraklarındaki dini hizmetleri Mısır’daki Ezher’e kaptırmaktan korkuyormuş. Bundan dolayı da ‘Maliki mezhebine dayalı bizim Mağrib tarzı anlayışımız maşrık ve Mısır anlayışından daha iyi’ diyorlarmış. Dolayısıyla sanki maşrik ve mağrib tarzı farklı İslâmî anlayış ve modeller varmış gibi kendi aralarında ‘dinî’ rekabet ve sürtüşmede bulunuyorlar. Başörtüsü konusunda Paris Camii Rektörü Delil Ebubekir nispeten daha düzgün konuşsa bile neticede Ezher Şeyhi Tantavi’nin konuşmalarına çok da mesafeli değildi.

İki ülkenin de amacı ‘ılımlı İslam’ adı altında Fransa nezdinde nüfuz ve itibar kazanmak. Bunun için Sarkozy ve Fransa Dışişleri Bakanı Philippe Douste-Blazy için hizmet yarışında bulunuyorlar. Bu yarışta birisinin silahı Paris Camii, diğerinin ki ise Ezher Camii. Aslında alnında bir kara leke oluşturmasına rağmen Ezher Şeyhi Tantavi’nin başörtüsü yasağına açık desteği dolasıyla Fransa’nın laik borsasında Mısır’ın hisseleri yükselişe geçmişti. Şimdi Cezayir, Mısır’ın bu rolünü kıskanmış bulunuyor ve insiyatifi yeniden ele geçirmeye çalışıyor. Fransa’daki en kadim ve arkaik İslâm cemaatinin Cezayir toplumu olduğunu hatırlatıyor. Mısır’ın nüfuzuna ket vurabilmek için bariyer kurmaya ve saflarını sıklaştırmaya çalışıyor. Bu mânâda, Mısırlılardan daha ılımlı oldukları mesajını veriyor. Delil Ebubekir de daha önce Mısır kaynaklı İhvan fikriyatının Fransa gibi ülkeler için tehlikeli olduğunu savunmuştu.

***

Gerçekten de Müslümanlar açısından, Sarkozy gibilerine yönelik bu hizmet yarışı utanç verici. Ezher Şeyhi Tantavi başörtüsü yasağından sonra ülkeyi ziyaret eden Sarkozy’nin huzurunda Fransa’nın hükümran bir ülke olarak başörtüsü konusunda istediği yasaklama kararını alabileceğini söylemişti. Daha sonra yasak onayı için Fransa Dışişleri Bakanı Philippe Douste-Blazy gibi Fransız yetkililer Mısır’ın eşiğini aşındırmaya devam etmişlerdi. İşte dinî rekabetin acı hikâyesi budur. Sidik yarışı bile bundan daha onurlu olsa gerek.

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Siyaset soslu maç



İktidar kulisinin ortasındaki büyük boy ekran televizyonun önüne tekli, ikili koltuklar çekilmeye başlandı. Az sonra küçük çaplı bir tribün oluşmuştu. Bir müddet sonra tüm bu hazırlığın Brezilya-Gana maçı için yapıldığı anlaşıldı.

Türk halkının Brezilya’ya olan kadim dostluğu bilinmesine rağmen, maçı izleyenlerin ezici çoğunluğu, “Bizim Appiah’ın takımı” dedikleri Gana’yı tutuyorlardı. Hatta sıkı Fenerbahçeli olanlar dahi, “Brezilya’nın renkleri hoş, ama bu kez Gana” diyorlardı.

Aynı düşüncede değildim. Appiah da olsa, yaşattığı tüm şoklara, şampiyonluk kâbusuna rağmen Fenerbahçe’den olduğu gibi Brezilya’dan da vazgeçemeyeceğimi bir kez daha anladım.

“Finali Almanya ile Brezilya oynar” dedi, maçları sıkı takip eden bir milletvekili. Dünya Kupasını bu kez Almanya’nın alacağını da söylemeyi ihmal etmedi. “Brezilya’nın eski tadı yok” diyenlerin yanı sıra, “takımın yaşlandığını” belirtenler de az değildi. Haksız da değillerdi, ama sahada bir futbolcudan ziyade güreşçi gibi dolaşan Ronaldo topu kaptığı gibi kaleciyi de çalımlayarak ağlara bıraktı. Kaleci kim mi? Milletvekilleri, “Şu bizim Samsunspor’daki Kingston değil mi?” diye birbirlerine soruyorlardı. Cehaletim ortaya çıkmasın diye fazla ses çıkarmadım ama “Bu kaleciyi gözüm bir yerden ısırıyor” diye düşünüyordum. Meğer Samsunsporlu değil, bizim Ankaraspor’un yedek kalecisi Kingston’mış. Fenerbahçe’nin Ankaraspor’la oynadığı maçta kaledeydi. Bizim Appiah’ın takımı Gana’nın kalecisi de bizim Ankarasporlu Kingston’dı.

Bir kısmının muhterem bir görüntüsü olmasına karşın futbolla bayağı içli dışlı isimler var AKP milletvekilleri arasında.

Tabiî, ekranda Gana’nın kısaltması olan GNA’yı ismini Çin olarak okuyup, “Çin nereyle oynuyor arkadaşlar?” diye soranlar da yok değildi. Brezilya ile Gana oynuyor cevabı verilmedi çoğunlukla. “Abi Çinliler ne zaman zenci oldu” türü sataşan da çıktı, “Bunlar da Çin’in zencileri” yorumunu yapan da…

* * *

Bir yandan maç izlenirken diğer taraftan siyasî konulara da gönderme yapılmadı değil.

“Görüyor musun hepsi bize karşı ittifak kuruyor” diye eskilerin cephe harekatından rahatsızlığını dile getirenlere, “Bizim için iyi oluyor. Millet bunların ne olduğunu görüyor” diyen de çıktı, “Allah bunlara fırsat vermesin” temennisinde bulunan da. Seçim havasına girilmesi ve bir de AKP’ye yönelik hücumlar sebebiyle parti içi sorunlar halının altına süpürülüp, “dayanışma ruhu” daha bir ön plâna çıkmış gibi bir izlenim edindim.

AKP vekilleri ekseriyetle Gana’yı tutmalarını sadece Appiah’a olan sevgileri ile izah etmediler elbette ki. “Ezilmişler,” “mazlumlar” diye tanımladıkları Ganalıları, sadece bu özelliklerinden dolayı tutuyorlardı. “Ne de olsa biz de bu ülkenin zencileri değil miyiz?” diye sosyal bir sorumluluk yüklüyorlardı bu sevgilerine.

Belki bir süre önce bu ülkenin zencileriydi hatta bu itilmiş kakılmışlıkları sebebiyle halk onları iktidara taşıdı, ancak 3 yıllık iktidarları süresinde, zencilikten beyazlığa geçen de az olmadı aralarında. Hatta içlerinde yıllarca beyazlara dokunabilmenin özlemiyle yanıp tutuşan ne tipler olduğunu da gördük bu vesile ile. En azından bir kısmı epey semirmiş zenci oldular...

* * *

İkinci gol henüz atılmamıştı. Grup Başkanvekili Sadullah Ergin, “Yoklama var” diye kulise çıktı. Orası bir anda boşaldı. Peşlerinden, “milletvekili olmamanın ayrıcalığı” diye laf atanlarımız oldu. Ancak hızlı bir şekilde oylarını kullanıp geri döndüler boşalttıkları koltuklara. Tekrar maçı izlemeye koyulmuştuk ki, Sadullah Ergin bir kez daha dışarı çıktı. “Aranızda bakan var mı?” diye sordu. Bakanlardan kimse yoktu. Ergin bu kez, “Aranızda bakan olmak isteyen var mı?” diye sorunca bir tebessüm yayıldı oraya. İkinci gol de o sırada geldi. Tabiî “ofsayt”tı tartışması da beraberinde.

İlk yarının bitmesine birkaç dakika kala iktidar kulisinden ayrılıp, biraz da seri adımlarla muhalefet kulisine geçtik. Bakalım orada ne oluyor diye. CHP Trabzon milletvekili Akif Hamzaçebi, piyasalardaki dalgalanma üzerine konuşuyor, vekiller de kuliste çay içip sohbet ediyorlardı.

İktidar kulisinde futbol ne kadar popülerse, muhalefet kulisinde o denli reytingi düşüktü...

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Siyasî cepheleşme ve DYP



Uzun süredir alttan alta yürütülen yeni cephe oluşumu denemeleri, son altı aydır gün yüzüne çıkmaya başladı. Kızılcahamam’da Demirel’in yürüttüğü kulisler ve bazı isimlerin arka planda kısmen Demirel’le dirsek temasında bulunarak organize katkısı yaptığı toplantılar birer işaretti.

Ayrıca üç yıl öncesine döndüğümüzde, Rauf Denktaş’ın Ankara Ticaret Odası’nca ağırlanması, o günlerde ulusalcı cephe provasının yapılması da başka bir izdüşümün habercisiydi. Sinan Aygün’ün ev sahipliğinde; Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Recai Kutan, Doğu Perinçek ve MHP temsilcisi ile diğer AB muhalifleri aynı kareye oturmuşlardı.

Kıbrıs üzerinden ulusalcı cephe ve AB muhalifliği Atilla İlhan’la Devlet Bahçeli’yi, Mustafa Başoğlu ile Doğu Perinçek’i yakınlaştırmıştı. Daha arka planda ise seçimle gelen bir siyasî iktidara, AKP’ye hazımsızlık vardı. Bu hazımsızlık; bazen laiklik, bazen milliyetçilik, bazen de dinî hassasiyetler bağlamında farklı düşünce ve mizaç sahiplerinin muhalifler ittifakına dönüşüyor.

Amaç birliği olmayanlar, iktidarı kaybedenler, sadece istikbal birliği ve daha ötesi halktan alamadığı siyasî inisiyatifi başka yollarla, “Öcüler seni yer” mantığı ile belli hassasiyetlerin gölgesinde ve korkutarak tekrar iktidarı bölüştürecek mekanizmada yer almak istiyorlar.

İmtiyazın alışkanlık haline geldiği ihtiras odaklı siyasî hırs, zaafiyetlerden medet ummakta ve ülke yönetiminde başarısızlık beklentisine girmektedir. Bu hal, ilkesiz beraberliklere, siyasette yeni cepheleşmelere, puslu havada fırsat kollamaya sevk etmektedir.

Bu tür talihsizlikleri, siyasî boğuşmaları, meşrû siyasete ve iktidara müdahale zeminleri fazlasıyla yaşamış bir ülkeyiz. Artık bu tür bayat Bizans oyunları ile kamuoyunu meşgul etmenin zamanı geçmiştir.

Tarih, her doğru oluşuma ve harekete bir dönem şans verir. İkbal kapılarını açar. Kamu vicdanı bunu değerlendirir ve seçimde siyasîlerin karnesini doldurur. Siyasetçinin referansı halktır. Meşrû kavganın zemini seçimdir. Ankara-İstanbul hattındaki gayr-i memnun siyasî otokrasinin tezgâhları değil.

* * *

Bugüne kadar devam eden Demokrat Partisi çizgisi, hep mazlumun tarafında ve milli iradenin tecelligâhı olan meclis üzerinden siyaset yaptı. Darbelere maruz kaldığı dört müdahalede de, halkın sağduyusu ve meşrû müdafaa ekseninde sadece millete olan vicdan ve gönül borcu ile üç ihtilalde de ayakta kalmayı başardı. Her defasında helâl reylerle kendini toparladı ve emanetin sahiplerine müteşekkir kaldı.

Ne zaman ki, devlet eliti, sol propagandaların medyatik aktörleri ve bir kısım mahfillerin beslemeleri ile konjonktürel bağlara ve açılan yeni ağlara takıldı, gücünü de imajını da, sessiz kitlenin sağduyusunu da kaybetti.

27 Mayıs ihtilâlinden sonra Ekrem Ali Can’ın Yeni Türkiye Partisi’ni Adalet Partisi nasıl elediyse, 12 Eylül sonrası merkez sağın siyasî nüfuzunu zimmetine geçiren Anavatan Partisi’ni de Doğru Yol Partisi 1991 seçimleri ile elemiştir.

Aynı şekilde 1991 seçimleriyle, demokrat çizgi 12 Eylül kadrosundan da rövanşını demokratik yollarla almıştır. Benzer şekilde 28 Şubat mağduriyetinde aldığı puanı, sadece ekonomi gündemine dönerek, siyasî demeçlerini kısarak ve hakların sözcülüğünden biraz çelişkili beyanlara kayarak gerilemiştir.

Partinin temel felsefesine uymayan ve tam aşı tutmamış yönetim kadroları ile 28 Şubat sonrası temel özgürlüklerle ilgili yeterli direnç gösterilemediğinden, merkez sağ boşluğu oluşmuştur. Bu boşluğun tepki oylarını AKP kapmıştır.

DYP’yi 28 Şubat sürecinde bölen tavır, bugünün vebaline ortaktır. Ayrıca merkezden genel başkan takdiriyle meclise siparişle giren sözüm ona siyaset kademesinin DTP şemsiyesinde nasıl iktidar filesine ve hilesine takıldıklarını da biliyoruz.

Taşıma suyla değirmen dönmeyeceğine göre, dışardan partilere şırınga edilen fikir ve empozelerle de doku uyuşmazlığı giderilemez. Herkes kökleri üzerine büyür. Her felsefe ve parti misyonu, kendi sadık taban ve düşüncelerini güncellemeli. Yoksa ötekine benzeme ilkesizliği, siyasî kabızlığı daha da arttıracak ve mevcut hükümeti öne çıkaracaktır.

Deniz Baykal’ın sağa açılma macerası neyse, merkez sağın sol liderlerden, siyasetçi figürlerden ve fırsat kollayan yeni makosen meraklılarından medet umması da aynı maceranın, kargaşanın ve ilkesizliğin provasıdır.

Hakkını vermek gerekir. DYP, yeni siyasî cephe oluşumuna tavır koyma iradesini göstermiştir. Türkiye’yi iktidar karşıtı bir cepheleşmeye götürmek, “benden sonrası tufan” anlayışının ürünüdür. Türkiye, mutlaka tercihler içerisinde cepheleşecekse, bu cepheler; “demokrat olanlar ve olmayanlar” şeklinde olmalıdır.

Demokratlar kategorisine güç vermek, ilkeli sağduyunun talepleri ile paralel yürümelidir. Halkın gündemine bağlı kalmak ve meşrû AKP hükümetine karşı seçim ortamında rakip çıkmak, medenî ve kalıcı bir siyasetin temel esprisidir.

Haram oylarla, milletvekili transferleri ile siyasetin meşrû kuralları dışında perde arkası güç odakları ile iş birliği yapmanın, kısa süreli koltuk kapmaca oynamanın ve kargaşaya umut bağlamanın, ülkemize ve demokrasi kültürümüze ciddi zarar verdiğini hepimiz yaşadık, gördük.

Merkez sağ veya merkez kavramı, demokrasi eksenli bireyin özgürlükçü fikirlerini ve topluma duyarlı kodlarını muhafaza ederek birlik ruhunu ve AB sürecinde katılımını ve kalkınmasını sağlayabilir.

* * *

Beyin ölümü yaşayan Ecevit’in eşi Rahşan hanım, evinde eşinin geçmiş olsun kabullerini alması ve Gata’da hastane ortamında sabırla insanî duygularını yaşaması varken, merkez siyasete ve bloklaşmaya akıl vermekle meşgul.

Şair ruhlu Ecevit’ten sadır 30 yıllık kooperatifçilik hedefi, şimdilerde “siyasetçiler kooperatifine” döndü. Köy-kent hayaline benzer bir siyaset kenti kurulmak isteniyor. Halktan uzak görüşme seansları ile bütün siyasî gayr-i memnunları bir arada yaşatacaklar. Proje sorumlusu da Rahşan Ecevit.

Memleketin son manzarası bu. Çözüm Rahşan hanıma kaldıysa, yandı gülüm keten helva.

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Hak yol İslâm yazanlar



Ortaokul 1. sınıftayken İttihad gazetesinin müdavimlerindendim. Yeni Asya’nın bir nevî nüvesini teşkil eden ve alt yapısını oluşturan bu muhteşem gazete, haftalık çıktığından dergi mesabesindeydi. Yeni sayısını iple çekerdim.

Yeni Asya Yayınları kurulmazdan önce de Mihrab Yayınları vardı. İlk kitaplar bu isim altında basıldı. Nefis kapak kompozisyonu ile herkesi celbederdi. Öylesine albeniliydi.

Pazartesi günkü gazetemizde bir taziye ilânıyla karşılaştım. Çocukluğumun ve gençlik çağımın bayan yazarlarından olan Zeynep Münteha Polat, Hak’ka yürümüştü. Yeni Asya gazetesinin müessisi rahmetli M. Nezihi Polat Ağabeyle akraba olduğunu da bu taziye ilânında öğrendim. Allah gani gani rahmet eylesin.

Basın hayatında hemen hemen bayan yazarlar yoktu o zamanlar. Büyük bir boşluk hissediliyordu elbetteki. Zaman zaman tek tük yazıları çıkardı bayan okuyucuların ama devamlı ve kalıcı değildi. Ve o günlerde Allah’ın bir lütfu gibi ortaya bir bayan yazar triosu çıktı. Mü’mine Güneş, Zeynep Münteha Polat ve Şule Yüksel Şenler... Bu üçlüyü bugünün muhafazakâr, mütedeyyin okuyucuları da, yazarları da çok iyi bilirler. Unutulmaz izler bıraktı o günkü neslin üzerinde.

Taziye ilânını okuyunca Eylül 1969 tarihli, İttihad matbaasında basılan, ilk şiir antolojimiz de sayılan “Hak Yol İslâm Yazacağız” kitabını hatırladım. l970’li yıllarda 10 liraya aldığım ve kapağı yıpranmasın, sayfaları yırtılmasın diye ince bir naylon torbayla ciltlediğim ve hâlâ öylece saklayabildiğim kitaptaki Mü’mine Güneş ablamın Z. Münteha ablama yazdığı şiir geldi aklıma: “Gönlünde imanın çiçekleri var. Sen ki bir bahar dalısın Münteha” diye başlayan şiiri. Ben o yıllarda okuduğumda, saflara yeni katılan Mü’mine Güneş’in Münteha ablaya ithafen yazdığı şiirdeki “İki yanık gönül ki seninle ben” mısraını hiç unutmam. Çünkü o günlerde başında örtüsü, elinde kalemiyle basın yayın hayatında yazarlık yapmak, hakikaten ateşten gömlek giymek gibiydi. O şartlarda hizmet etmek böylesi hanım kişilerin harcıydı aynı zamanda. Ancak böylesi hanım kişilerin yiğit, merdane ve yılmaz, sarsılmaz, sebatkâr kalemlerinin destekleriyle dayanabilirdi “er kişi”lerin kılıçları.

Merhume ablamızın mezkur antolojide yer alan “Nur yolcuları” şiirinin ilk kıtası, onun hangi bilinçle, hangi inançla ve misyonla kalemle savaş meydanına atıldığını zaten özetliyordu: “Ey insan dem vurma, cihaddan, harbden. / Kalemden bir kılınç var elimizde. / Fikir meydanında geçilir serden / İnnâ fetahnâ’nın müjdesi bizde…” diye haykırıyor ve Bedir’de, Uhud’da yaralı sahabelere yardıma koşan hanım sahabeleri andırıyordu bu haliyle.

Sanki bu şiirin devamında kendisini anlatmıştı. Üstadımızın cehdinden misaller taşıyordu. Varlığı biz okuyuculara huzur veriyordu. Dünyaya beş para değer vermediler.

O ve onun gibi mücahide yazarlar, Asrın Sahibini imtisâl ederek iman hastalarına şifa dağıttılar. Yaşanmaz denilen şartlarda sahabe-misâl İslâmı yaşadılar. Yazar oldukları için asla kibirlenmediler. Bu dâvâ uğrunda şevk ile yürüdüler ve bizlere şevk verdiler.

Silahı ikna, siperi haya, kalesi iman, zırhı tesanüd olan bu yazarlarımız cennetle müjdelenenler gibi sadaketle, teslimiyetle, fedakârlıkla yürüdüler bu kalemle cihad yolunda. Birer meş’ale oldular milyonlara.

Şöhret için yazmadılar, korkaklık göstermediler. Cesaret madeni imandan aldıkları şecaatle. Üstadlarının izinde gerektiğinde memleket memleket dolaştılar hanımlara tebliğ ve irşad için. Ve gönüllerde taht kurdular. Sonunda hizmet, külfet bitti, ücretlerini almaya, Rahmet-i Rahman’a kavuşmaya gittiler. Kendi şiirinde söylediği gibi “Cennet-i Firdevs’e Büşrâ var bizde”. Rabbim o ve onun gibileri Cennet-i Firdevs’ine dahil eylesin.

Ve onlar dağa taşa, ırmağa, göklere, yıldızlara ve her şeyden önemlisi gelen yeni neslin gönlüne “Hak Yol İslâm yazacağız” dediler. Ve Allah’ın inayetiyle yazdılar. Zafer onlarındır. Zafer Kur’ân’ın, hüsran Süfyan’ın oldu. Nur içinde yatsınlar.

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇİFTKAYA

Babalar ve oğullar



“Babam ve Oğlum” filminin sessiz-sedasız, reklâmsız dört milyona yakın insan tarafından gözyaşlarıyla izlenmesini siz nasıl açıklarsınız, bilmem; ama ben filmin iki farklı nesil baba-oğulun farklı yaralarına parmak basmasını öne sürerim. Bir tarafta, otorite/metanet/sertlik heykeli gibi görünse de, içten içe şefkatini yağmur yüklü bir bulut gibi oğluna akıtmak isteyen ama kendini aşamayan “eski” tarz bir baba; diğer tarafta, babasının kuvvetli ve şefkatli elini omuzunda hissedememenin ezikliğini yıllarca içinde taşıyıp kendi oğluna amansız bir nedenden ötürü şefkatini cömertçe sunamamaktan muztarip yaralı genç bir baba…

Bir felâket ve helâket asrıdır modern zamanlar. Belki de, en çok yerleşik değerler ve ilişkiler almıştır nasibini bu helâketten. Babaları ve oğulları koparmıştır birbirinden meselâ zalim modernlik. Sanayi Devriminden sonra şehirlere göç eden ailelerin hali sadece maddî fakirlik değil, manevî/duygusal yoksunluk açısından da içler acısıdır. Babalar artık doğan güneşle birlikte fabrikalara veya bürolara akın eden, geç vakte kadar çalışan, gece eve yorgun-argın gelen, çocukların uykulu gözlerle hayal-meyal ama hep hüzünle ve özlemle uzaktan gördüğü gölge varlıklar haline gelmiştir.

O yüzden, babalar, erkek çocuklar için yürekte bir yaradır. Hiçbir annenin dolduramayacağı bir boşluktur. Tutulamayan, saçlarında gezindiği hissedilemeyen, uzakta duran kocaman ellerdir. Ve bu birkaç yüzyıldan beri böyledir.

Baba artık oğlunu kendi mesleğinde eğitmek için kendi mekânına—tarla, dükkân, vs.—ve aslında oğlunu annesinin kadınlara mahsus dünyasından alıp erkeklerinkine buyur eden bir figür değildir. Oğlunu hem evde (anne) hem ulus-devletin türedi okul sisteminde (öğretmen) kadınlara teslim etmek zorunda kalmıştır. Uzaktadır. Özellikle oğlundan uzakta.

Ve modern zamanlar en çok erkek çocukların yetim kalışının öyküsüdür.

Erkek çocuklarını evet anneler doğurur, ama onları babaları oldurur. Tarlada, dükkânda babalarıyla birlikte geçirdikleri zaman sadece bir sanatın, zenaatin ya da geçim yolunun talimi değil, aynı zamanda çocuğun içindeki erkeğin filizlenmesinin yoludur. İşte, Sanayi Devriminden sonra babaların “işe gitmesi,” çocukların dünyasından çıkıp uzaklaşması ençok oğlan çocuklarının erkek özelliklerini kazanma sürecine ket vurmuştur ne yazık ki. Türkçe’ye Sert Erkek, Güçlü Erkek diye çevrilen Iron John isimli kitabında Robert Bly bu sürecin ne denli sancılı olduğunu anlatır.

Demir John masalının simgeleriyle oğlan çocuğun içindeki gizli erkeğin ortaya çıkış serüvenini anlatırken, Bly, masalda çocuğun annesinin yastığının altındaki anahtarı çalmasının simgelediği özgürleşme ve bağımsızlaşma adımının altını çizer. Annesinden özgürleşemeden tam anlamıyla erkeklerin dünyasına adım atamaz oğlan çocukları. İşte baba, tam da bu noktada, çocuğun annenin kadın dünyasından erkeklerin dünyasına geçiş yapmasını kolaylaştıran kişidir.

Tekrar etmek gerekirse, babanın evden uzaklaşmasıyla, erkek çocuğun ruhunda annenin hiçbir şekilde dolduramayacağı bir boşluk açılır. Öyle ki, anne erkek çocuğunun üstüne düştükçe daha da büyüyen, çocuğa daha fazla kadınsı bakış açısını telkin eden bir süreçtir bu.

Dert de babadır, derman da!

Erkek çocuk ancak annesinden ve kadınlara özgü dünyadan koparak erkekliğe, bağımsızlığa, sorumluluk almaya adım atabilir. Bu zor, sancılı yürüyüşü ise ancak bir erkeğin, meselâ babasının elini tutarak gerçekleştirebilir. Tıpkı Bly’ın kitabında temel aldığı masalda çocuğun annesinden anahtarı çalıp kafesteki Yabani Adam’ı özgürlüğe kavuşturduğu gibi, erkek çocuğunun içindeki Yaban Adam’ın yani saklı erkeğin ortaya çıkması ancak anneden özgürleşmeyle gerçekleşebilecektir.

Kadınsı yönü ağır basan, annesinden özgürleşememiş erkek çocukları yetişkinliklerinde, meselâ evlendiklerinde, sorunlarla boğuşmak zorunda kalırlar. Erkeklerden beklenen bağımsız, güçlü, sorumlu, problem çözen, sorunların üstüne giden figür yerine, kadınları hayal kırıklığına uğratan tembel, uyuşuk, naif bir “erkek” resmi çizmeye meylederler.

Evden, çocuklarından uzakta çalışıp eve bir “hayalet” varlık gibi gelirken, babalar oğullarını eksik bıraktıklarının ne kadar farkındadır? Kız çocukları anneleriyle bir ölçüde tamamlanabilirler belki, ama erkek evlâtlar nesilden nesile, babadan uzaklığın sonucu olarak kadınların dünyasında fazlaca kalmalarından dolayı kadınsı bir ruh haline bürünürler. Ve yetişkinlerinde ya sancılı—erkek kimliğini kazanma sürecini—geç de olsa yaşamaya çalışırlar, ve içlerindeki erkeği hapsolduğu yerden özgürlüğe kavuştururlar. Ya da kaçarlar. İçkiye, daha fazla işe, kendilerini değerli hissettirecek başka bir kadına kaçarlar.

Evin direği, kadınlar üzerinde bir “kavvam”dır ideal erkeğin konumu. Koruyup gözetleyen, sorumluluk üstlenen, inisiyatifi elinde tutan, güvenilen erkektir. Kadın ile erkeğin arasındaki ilişki o denli önemlidir ki, bazılarınca yanlış anlaşılan bir hadis-i şerifinde Hz. Muhammed (asm) “Bir insan AIlah’tan başkasına secde edebilseydi, kadının kocasına secde etmesini emrederdim” demiştir.

Burada itaattir aslolan. Bakışımızı kadına değil erkeğe yoğunlaştırdığımızda, neredeyse secdeye varacak kadar itaati hak edecek bir erkek resmi çıkar hadisten. Nebevî dille “Neredeyse secdeye mazhar olacak kadar Rabbinin emirleri doğrultusunda sağlam ve güçlü durmalısın!” “Sen halifesin! Halife Allah’ın gölgesidir. Aslından ayrı hareket etmeyen, o yüzden neredeyse secde edilecek kadar asla işaretçi olan bir gölge!” mesajı ve emri verilir.

Bugün evlerin direği yıkılmış ya da sendeliyor. Secdeye yakın bir itaati hak edecek bir profil çizmiyor artık erkekler. Ve nesilden nesile oğlan çocuklar içlerindeki erkeği özgürlüğüne kavuşturamadan oğul sahibi oluyorlar.

Erkekler mutsuz. Mutsuz, çünkü içlerindeki bağımsız, sorumlu, inisiyatif sahibi erkek kör kuyularda özgürleşmeyi bekliyor. Onlar o kuyudan çıkmadan erkekler de mutsuz kalmaya ve kadınları mutsuz etmeye devam edecekler. Babaların mânen yetim bırakarak kadınlara terk ettiği, annelerin farkında olmadan kadınsılaştırdığı erkekler, eşlerine “büyük oğlan” tavrıyla yaklaşmayı sürdürecekler. Kendisi kol kanat gerilmeye, şefkate, gözetlenmeye, kısacası erkeğe muhtaç kadınlarından şefkat, sorumluluk ve erkeksi tavırlar beklemeyi bırakmayacaklar. Daha kötüsü, evden kaçarken oğullarını da aynı talihsiz serüvene itecekler.

Elhasıl, kadınların da, oğulların da ve aslında annelerin de kurtuluşu, erkeklerin elinde: Onların sahici anlamda erkek kimliğine ve sorumluluğuna kavuşmalarında. Kendilerinden beklenen “kavvam” ünvanına lâyık olabilmelerinde. Kadınların da neredeyse secde edercesine itaat etmekten yüksünmeyecekleri erkek statüsünü tekrar kazanmalarında…

29.06.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

'Yeni oluşum'lar bitmez



Ankara’da oturup, Türkiye’nin idaresine talip olan; ancak bunun için milletten ‘yetki’ alamayanların canı sıkılmış anlaşılan. Canı sıkılan siyaset erbabı, belki de bininci defa ‘yeni oluşum’ların peşine düşmüş görünüyor.

‘Yeni oluşum’larla ilgili o kadar ‘senaryo’ var ki, hangisinin ‘gerçek senaryo’ olduğunu ayırt etmek mümkün değil. Kimi, sağ ile sol partileri bir araya getirmekten, kimi de sağ partileri tek çatı altına, sol partileri de oluşturulacak başka bir tek çatı altına toparlamanın hesabını yapıyor.

Yalnız bütün bu hesaplamalarda bir şey ya unutuluyor, ya da bilerek gözardı ediliyor: Bu planlara, bu hesaplara millet ne der? Bu oluşumlarda ‘millet’in yeri neresidir?

Devir ‘tek parti’ devri olmadığına göre, siyaset sahasında iş yapmak isteyenlerin millete dayanması zarurîdir. Milletin tasvip ve onayı olmadan bir işi yapmak, ya da iktidara gelmek—hile ve aldatmayla olanlar bahsimizin haricindedir—mümkün değildir. Öyle ise, bütün bu planlar yapılırken milletin hesaba katılmamasını nasıl yorumlamak lazım?

Çok partili hayata geçtikten sonra ‘sağ’ ve ‘sol’ partiler sayasî arenada mücadele etti ve ağırlıklı tercih ‘sağ’ partilerden yana oldu. (Gençlere kısa bir hatırlatma: 1950 yılına kadar Türkiye’de ‘tek bir parti’ vardı. Millete; istediği farklı bir partiyi/adayı ‘seçme’ şansı verilmemişti. ‘Kadınlara bile seçme ve seçilme hakkı tanındı’ gibi beyanlara bir de bu bilgiler ışığında bakmakta fayda var.)

Vakıa böyle olduğuna göre, ‘sağ’ ve ‘sol’ partileri ‘tek çatı altında’ bir araya getirme gayreti boş bir gayret olur. Çünkü böyle bir birliktelik, mümkün olsa bile netice vermez. Bu yönde gayretler geçmiş yıllarda da yaşandı ve fiyasko ile neticelendi. Öyle ise, benzer yanlışları tekrarlamakta ne fayda var?

‘Sağ’ ve ‘sol’ partileri kendi arasında bir araya getirme isteği, plan ve projesi ile prensipte mümkündür. Ancak bu da, ancak bir araya getirilmek istenen partilerin tabanlarının istemesiyle mümkündür. Yoksa, ‘Biz karar aldık, birleştik’ demekle ‘taban’lar da bir araya gelmez, gelemez.

Bu plan ve projeleri üretenlerin asıl sıkıntısı, Türkiye gerçeğini görmemektir. Nedir Türkiye gerçeği? Türkiye’de siyaset yapacak olan kişiler, en evvel milletin değerleriyle barışık olmalı ve onları hiç bir zaman hor görmemelidir. ‘Sol’ bütün dünyada kazandığı halde, Türkiye’de neredeyse ‘ana muhalefet’ bile olamamasının altında bu gerçek yatıyor. ‘Sağ’ kulvarda yer aldığı halde, ‘sol’ partiler gibi düşünenlerin zaafı da budur.

Tabiî ki geçmiş yıllara göre Türkiye’nin sosyal ve siyasî şartları çok değişmiştir. Ancak gerçekler değişmemiştir. Türkiye’nin önünde Demokrat Parti ve onun gibi yüzde 50’yi aşan yüksek oy oranıyla tek başına iktidara gelen ‘sağ’ parti örnekleri vardır. Siyasette birlik sağlamak isteyenlerin bu örneklerden yola çıkarak adım atmasında fayda vardır. “Merkez sağ”ın niçin ve nasıl erozyona uğradığı da ayrıca araştırılmalıdır. Oyların merkezden uçlara kaçışında da milletin değerlerine yabancılaşma hastalığı yatmaktadır.

Bu tesbit ve teşhisler doğru dürüst yapılmadığı sürece atılacak her ‘birlik’ adımı neticesiz kalmaya mahkûmdur. Birileri bu ad altında planlar yaprak ‘siyasî piyasa’larla eğlenmek istiyorsa o başka...

29.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004