Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Füzedeki İsrail tuzağı |
NATO Genel Sekreteri Rasmussen, balistik füze sahibi 30’u aşkın ülkeden söz etti, ama Sarkozy füze kalkanının özellikle İran’a karşı kurulduğunu ısrarla söyledi. Ve İran’ın adının geçtiği her yerde, insiyakî bir şekilde İsrail de gündeme geldi ve konuşuldu. Bu cihetiyle kalkan, İsrail’i İran’dan fırlatılacağı varsayılan füzelere karşı NATO şemsiyesi ile koruyacak ek bir güvence olarak niteleniyor. Ve bu, başından beri de böyle konuşuldu. Washington’da “Demokrasileri Savunma Vakfı (Foundation for Defence of Democracies)” adı altında faaliyet gösteren kuruluşun Direktörü Mark Dubowitz, NATO zirvesinden üç hafta önce bir Türk gazetesine şöyle diyordu: “Füze savunma sistemi, elbette İran’a yönelik bir sistem olarak gelişiyor. Bunda bir değişiklik olduğunu düşündürecek hiçbir gelişme yok.” Şenay Yıldız’ın “Aralarında İsrail’in de bulunduğu diğer nükleer silâh sahibi ülkelere hiç ses çıkarılmazken, İran konusunda bu kadar baskı yapılması çifte standart değil mi?” sualine de hiç eğip bükmeden şu cevabı vermiş Dubowitz: “Elbette çifte standart. Haklı olabilirsiniz, ama zaten kimse mükemmel bir dünyada yaşamıyor. Kredi geçmişiniz iyiyse, bankadan kredi alabilirsiniz, yoksa alamazsınız. Hayat geçmişte yaptıklarınız ve gelecek niyetleriniz üzerine objektif değerlendirmenin yapıldığı çifte standartlarla dolu. İran, geçmişte yaptıklarıyla dünyaya tehdit olduğunu ispatladı...” (Akşam, 29.10.10) Dubowitz “Türkiye İran ve İsrail politikaları nedeniyle ABD Kongresinde desteği yitirdi. Çünkü Kongrede İsrail Türkiye’ye tercih edilir” şeklinde “tehdit” yüklü mesajlar da vermiş. Herhangi bir arama motoruna girip hakkında yapılacak kısa bir araştırma, Dubowitz’in direktörü olduğu vakfın tümüyle İsrail için çalışan ve neocon’larla içli dışlı olan bir kuruluş olduğunu gösteren ayrıntılı bilgileri önümüze koyuyor. Ve o günlerde, aynı maksat için harekete geçen birbiriyle irtibatlı diğer adreslerden de benzer mesajlar gelmesi, organize ve sistemli bir psikolojik harekâtın yürütüldüğünü gösteriyor. Cumhurbaşkanı Gül NATO zirvesi dönüşünde yaptığı açıklamalarda “Türkiye üzerinde bilinçli, örgütlü ve kasıtlı olarak bazı merkezler tarafından yürütülen psikolojik bir harekât var” derken bunları da kast etmiş miydi, bilmiyoruz. Ama neticede zirveden çıkan sonuç, İsrail’in ve ABD’nin arzu ettiği istikamette şekillendi. Ve Gül’ün Davutoğlu ile beraber seslendirip Türk medyası kanalıyla içeriye yönelik olarak verdiği “Bütün şartlarımız kabul edildi ve NATO’nun prestijini koruduk” mesajları ise, işin aslı ortaya çıktıkça ters tepme ihtimali yükselen manipülasyon çabaları olarak kayıtlara geçti. Bu mesajların Obama’yı Gül’ün omuzuna dokunur veya sırtını sıvazlarken gösteren fotoğraflarla “desteklenerek” verilmesi ise, yine bizim medyaya has yeni magazin örnekleri oluşturdu. Sonuçta, gerek dünya kamuoyunu, gerekse ABD başta olmak üzere devletlerin karar verici konumdaki kadrolarını kendi görüşleri ekseninde yönlendirme gücüne sahip lobiler varken ve bunlar İsrail’in elindeki nükleer silâhların hiç gündeme getirilmemesinin ortaya çıkardığı çifte standardı dahi büyük bir pişkinlikle savunurken, İsrail’e karşı “İran tarzı” mücadelenin başarı şansının ne kadar zayıf olduğu yine görüldü. İran’ın geliştirdiği füzeleri kendisine tehdit olarak gören veya öyle gösteren, bu ülkenin nükleer çalışmalarını da—Tahran her ne kadar “barışçı amaçlar”la açıklamaya çalışsa da—yine aynı mantıkla bir tehlike olarak sunan İsrail, allem etti kallem etti, ABD desteğiyle NATO’yu arkasına alarak Türkiye’yi de bu yoldan dolaylı şekilde yanına çeken bir sonuç üretmeyi başardı. Ve bu sonuç, “one minute” çıkışını da, Mavi Marmara katliamında Türkiye’nin İsrail’den taleplerini de unutturacak bir süreci başlatabilir. Bakalım, gelişmeler ne gösterecek? 25.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Küresel mahalle baskısı |
Müslümanların “küresel baskı“ya maruz kaldığı bir zamanda, İslâm korkusuyla uykularını kaçıranlar, utanmadan ve sıkılmadan Müslümanlığın “mahalle baskısı“ndan söz ediyorlar. Bir kere “mahalle baskısı” olması için önce “mahalle”nin olması gerekir. Sizin anladığınız mânâda mahalle kaldı mı ki, mahalle baskısı da olsun. Âkif’lerin, Yahya Kemal’lerin ilham kaynağı, geleneklere bağlılığın, sevginin ve saygının mektebi mahallelerimiz şimdi nerede? “Hani nerde o eski Ramazanlar" dediğimiz gibi, “Hani nerde o eski mahalleler“ diyecek duruma geldik. Gerçi Türkiye’de hâlâ belediye sisteminde ve posta adreslerinde mahallenin namı ve şanı devam ediyor ama, gelenek ve inancımızın kalesi konumundaki mahalleler neredeyse tarih olacak.. Şimdi dünyayı evlerimize taşıyan televizyon ve internet, ne mahalle tanıyor, ne gelenek tanıyor, ne din, ne iman.. Belki bundan böyle mahalle kavramı da değişecek. Belki her Müslüman, kendi mahallesini de, şehrini de, belki devletini de kendi ruh ve iman âleminde kuracak. Belki zamanla mahalle isimleri bile mânâ yüklü olacak.. İlim mahallesi, güzel ahlâk mahallesi, Nur mahallesi, demokrasi mahallesi, hürriyet mahallesi vesaire..
*** Türkiye’de “mahalle baskısı“ kavramını ilk ortaya atan Şerif Mardin Hocamız, belki bunun dindarlar aleyhine bu kadar kullanılacağını ve küresel baskılara malzeme olacağını hesap etmedi. Türkiye’de Bediüzzaman ve Nur Talebeleri gerçeğini sosyolojik açıdan inceleyen ve ilim çevrelerine de kabul ettiren Hocamızdan, “mahalle baskısı“nın baskısından bizi kurtarmasını bekleriz. Alev Alatlı Hanımefendi der ki: “Mahalle abilerinin yerini pop yıldızları, öğretmenlerin yerini sütun yazarları, aile büyüklerinin yerini başarılı iş adamları aldı. Televizyonu, sineması, interneti, you-tube’u, i-podu, sporu, müziği, magazini, estetiği, yemeği ile takviyeli gelen küresel baskı, kentlerde, dar alanlarda, dipdibe yaşayan insanlar arasında daha hızlı ve kolay yayılır oldu." Bir de şöyle bir benzetme yapıyor Alev Hanım: “Mahalle baskısı deveyse, çağdaş Batının yaşam biçiminin baskısı fildir." Alev Hanımefendi burada “deve ve fil“ benzetmesini bilinçli mi yapıyor? Yani deve İslâm diyarlarını çağrıştırsın, fil de Batı’yı çağrıştırsın, diye mi düşünmüş? Öyle veya böyle, bu benzetmeyle bir gerçeğin altını da çizmiş oluyor. İlginçtir ki, Ebrehe’nin, ordusuyla Kâbe’ye saldırmasında da fil vardır. Risâle-i Nur’da Fîl Sûresinin tefsirinde çok ilginç bir de benzetme var. Fil yerine filo. Evet, işte Hâşiyede geçen o cümle: “Eski zamanda, dehşetli fil-i mahmudî azametine, heybetine dayanmış, hücum etmişler; şimdi ise, dünya servetine ve malına ve o servetle havada ve denizde filolar teşkil edip, hatta kırk milyon bir millet, o fil gibi filolarla dört yüz milyonu esaret altına almış.” İşte bakınız, Kâbe-i Muazzama yerinde durduğu halde ona saldıranlar nasıl belâlarını bulmuşlar. Ve yüce Kâbemiz hâlâ yerinde duruyor ve hâlâ milyonları cezbediyor ve etrafında döndürüyor. Şimdi de Kâbe azametinde olan dine ve imana her taraftan soğuk saldırılar oluyorsa, asıl olan onlara olacaktır ve olmaktadır. Ah bir ibret ve ders alabilseler! Müslümana düşen, sadece yerinde sebat olmalıdır. Allah’a tevekkül edip O’na dayanmalıdır. Hem Müslümanın bir başkası üzerine baskısı zaten olamaz. Zira İslâmda cebir yoktur, dinde zorlama yoktur. Kur’ân, kalpleri ve gönülleri fetheder, akılları ikna eder. *** Bir de “eksen kayması“ tabiri kol geziyor medyada. Türkiye’deki mahalle baskısı çığlıkları, Amerika’da “eksen kayması“ olarak yankılanıyor ve küresel bir baskıya dönüşüyor. Allah’a dönüşü, dine yönelişi “eksen kayması" olarak görüyorlar ve bunun da siyaset canibinden geldiğini sanıyorlar zavallılar. Acaba kendilerince doğru olan eksen nedir ve ondan nasıl kayılmış olunuyor? Bunu da açıkça ortaya koysalar bari.. Aslında dinden uzak bir hayatı tercih edenlerdedir asıl eksen kayması. Sekülarist zihniyettedir eksen kayması.. Kendileri, taparcasına dünyaya dalıp, Allah’ı ve ahireti unuttukları gibi, dünyevîleşmeyi, siyasetçiler üzerinden ülkemize boca edenlerdedir eksen kayması.. Allah’ın emriyle, kendi ekseni etrafında ve güneşin etrafında turlarına devam eden dünyamız; her halde dünyevîler keyiflerince eğlensinler, ya da kendilerine mal mülk edinsinler ve belli bir güce eriştikten sonra da güçsüzlere baskı yapsınlar diye dönüp durmuyor. Allah’ın izniyle hâlâ dönmeye devam ediyorsa, ekseninden kaymayanların, yani vahyin izini sürenlerin, Kur’ân ve sünnet ışığında yol alanların hürmetinedir. 25.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Rabbimizin “koru”su! |
Koru, koruma altında bulunan, sınırları tayin edilmiş bahçeler, bağlar, dağlardan oluşan küçük çaplı ormanlar yani zâta mahsus alanlardır. Padişahın eğlendiği, avlandığı, sevdiği, sevindiği, seyran ettiği; hilkatine hayran olduğu korular var dünyada. İstanbul’da bunların birçok örneği ihtişamla hâlâ mevcut durumda. Çiçeklerin, böceklerin, ağaçların, kuşların; hatta güzel gözlü ceylanların bulunduğu korular Cennetin enmûzeci, küçük bir numunesi; dünyadaki sergisi. Fakat bunlar, zata özel arazi! Padişah, tebaasına, bir ülkeyi bırakmış; ye, iç, içindekilerden istifade et; fakat talan etme, tahrip etme, harap etme; hemşehrilerinle iyi geçin, istemiş. Buna sınır olarak da, koruluğu göstermiş; “Buradan içeriye ise, adımını atma” diye emretmiş. Bir insan, böyle bir sınırdan içeriye adımını atarsa ne olur? Tecavüz vuku bulur, azara maruz kalır! Sınırların tayini, hayata bir “had” koymak; “konulan”ı korumak, şefkat etmektir ona. Kulunun hataya düşmemesini, günaha girmemesini, zarar görmemesini arzu eden Rabbimiz de, ibadına itaati emretmiş. Çıkardığı fermanıyla doğru yolu göstermiş. Risâle-i Nur’da bahsedilen, koyun sürüsü misâlinde olduğu gibi: “…Çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler”1 yani tecavüze girmezler. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde bu konuyu, açıkça anlatıyor: “Helâl apaçık belli, haram da apaçık bellidir. Bunların arasında, halktan bir çoğunun helâl mi haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Dinini ve namusunu korumak için bunları yapmayan kurtuluştadır. Bunlardan bazısını yapan kimse ise, haram işlemeye çok yaklaşmış olur. Nitekim korunun etrafında hayvanları otlatan kimse de koruya dalma tehlikesi ile burun buruna gelmiş olur. Dikkat ederseniz her hükümdarın bir korusu vardır. Allah’ın korusu da haram kıldığı şeylerdir.” 2 İşte dünya, sınırsız saadetlerin, sınırları belirlenmiş korusu. Güzel olan, meşrû olan her şeyden istifadeye izin var. Haramlara yaklaşmanın sonunda da yangın var! Helâl haram kavramı, dünya denen korulukta amellerin sınırı. Esasında, belirlenen sınırlar Mevlâ’mızın, çok sevdiği kullarını korumanın usûlü; şefkat ve merhametinin görünür tecellisi. Haramdan ürkmek, yasaktan korkmakla birlikte; helâle yönelerek, hayırlı iş görerek Rabbimizin şefkat kanatları altına sığınmalı insanlar. Buradaki ana tema, azîmeti esas almak; “koruya dalma” tehlikesinden korkarak, korunmak. Çünkü, çizginin bu tarafı helâl, öbür tarafı ise, haram! Günümüzde bu tehlike âdeta bir sağanak: Okul hayatında, iş hayatında, mesai hayatında, ticaret hayatında, komşuluk hayatında; alışta, verişte, insana hizmette, nâmahreme temasta hep “koru”yu hatırlayıp “Bir şey olmaz”lardan sakınmalı. Takvayı takınmalı. Koruluk korkusundan kurtulmak istiyorsak…
Dipnotlar: 1- Said Nursî, Lem’alar, 18. 2- TDV İlmihali, 1: 178 (Müslim, Müsâkât, 20) 25.11.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Ege’de karasuları 12 mil olabilir mi? |
Yunanistan’la ilişkilerin yumuşaması süreci, komşularla sıfır sorun politikası ile birleşince, Ege’deki sorunların çözümü de gündeme geldi. Yeni Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nde Yunanistan öncelikli tehdit olarak tanımlanmıyor. Bizce de artık AB üyesi olmuş, ekonomik krizle beli bükülmüş Yunanistan’dan bize yönelik büyük bir tehdit gelmeyecektir. Tabi bu değerlendirmeye Kıbrıs’taki uzlaşmaz tutumlarını, Batı Trakya’daki Türklerin temel hak ve özgürlüklerinin hâlâ kısıtlı tutulmasını, Balkanlarda gizliden gizliye yürüttükleri nüfuz mücadelesini dahil etmiyoruz. Önceki gün bir Yunan gazetesinde çıkan “Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarmasını Türkiye’nin kabul ettiği” yolundaki açıklama bu ortam içinde hayli dikkat çekti. To Vima gazetesine göre güya Türkiye Çanakkale Boğazı çevresi ile Ege’nin önemli kısımları hariç Yunanistan’ın karasularını 6 milden 12 mile çıkarmasını kabul etmişti. Bu haber sanki bütün Ege’de 12 mile çıkarma kararını kabul etmişiz gibi manşetlere taşındı. Halbuki haberin ayrıntılarına bakıldığında; Oniki ada bölgesinde –ve fiilen 12 milin uygulanmasının Türkiye’nin egemenlik haklarını zedeleyeceği diğer Ege bölgelerinde- Yunan karasularının 6 milde kalacağı belirtiliyordu. Hatta bir çok yerde fiilen bu karasuların halen 3 mil olarak uygulandığı bilinmektedir. Birleşmiş Milletler III. Deniz Hukuku Sözleşmesinin 1982 yılında yapılmasıyla karasularının 12 mile kadar çıkarılabileceği dünyaca kabul edilir bir ilkeye dönüştü. Ancak bu mesafe üst sınırı belirlemektedir. Ege gibi karmaşık bir coğrafi yapıya sahip, kapalı deniz niteliğinde ve büyük bir kısmı Yunanistan’a bırakılmış çok sayıda adaya sahip bir deniz bölgesinde, 12 mil sınırının uygulanması mümkün değildir. Yunanistan da bunu gayet iyi bilmektedir. Geçmişte çeşitli siyasal sebeplerle iki ülke de karasularını 12 mil olarak ilân etti. Zaman zaman gerek karasuları, gerekse kıta sahanlığı meselesi ciddî soruna dönüştü. TPAO’nun meşhur “Hora” (MTA’nın Sismik 1 petrol arama gemisi) gemisiyle Ege’deki Türk kıta sahanlığı olarak ilân edilen bölgelerdeki petrol arama çalışmalarıyla kriz zirveye ulaştı. Yakın dönemde Yunanistan’ın Alman Poseidon gemisine benzer bir araştırma için izin vermesiyle patlamak üzere olan kriz de hükümet liderlerinin müdahalesiyle önlenmişti. Yine çok bilinen Kardak krizi de aynı sebeplerden doğmuştu. Peki bundan sonra ne olacak? Ege’deki mevcut kriz durumu sürdürülemez. Mutlaka çözülmeli. İki ülke heyetleri arasında bu konuda sürdüğü anlaşılan teknik çalışmalarda, mutlaka uluslar arası hukukun kurallarına ve her iki ülkenin menfaatlerine uygun bir çözüme ulaşılacağını düşünüyoruz. Ancak sadece bir haberin bile Türkiye’de siyasal sansasyona sebep olduğu düşünülürse, bu çözümün en azından önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimler sonrasında gerçekleşebileceğini tahmin etmek güç değildir. Yine de böylesine sorunlu bir coğrafyada her hususta anlaşılarak kesin bir karasuları, hava sahası ve FIR hattı belirlemesi yapılması kolay olmayacaktır. Kısacası; Ege’de karasuları, kıta sahanlığı, it dalaşı gibi haberleri duymaya devam edeceğiz. Ancak sonunda ülkeler arası sınırların kalktığı bir devirde, çözümsüzlüğün çözüm olarak benimsenmesinin sürdürülebilir olmadığı kanaatiyle, bir uzlaşmaya varılacağını düşünüyor ve ümit ediyoruz. 25.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Surre Alayı |
Mübarek Kurban Bayramını geride bırakalı bir hafta oldu. Cenâb-ı Hak kestiğimiz kurbanlarımızı kabul etsin. Tabiî bu bayramla birlikte mukaddes beldelerdeki milyonlarca mü’min de hac vazifesini ifa ederek hacı oldular. Şimdi dönüş zamanı. O mukaddes yolculuğu yaşamak herkese nasip olur İnşallah. Hac yolculuğu artık çok kolay. Uçağa bindikten birkaç saat sonra oradasınız. Osmanlı döneminde ise hacca gitmek için, hacı adayları yaklaşık 6 ay evvel kâfileler halinde yola çıkarmış. Gerekli eşyaları yanlarına alarak aylarca sürecek zorlu ama bir o kadar da heyecan verici seyahate başlarlarmış. Eski bir İslâm geleneği olan surre, Peygamber Efendimiz (asm) hürmetine Mekke ve Medine halkına hediye gönderme âdetidir. Surre Alayı ise, Recep ayının 12. günü İstanbul’dan Kâbe toprağına, Harameyn’e yani Harem’e geçen mübarek bir kafiledir. Yanlarında başta Kâbe örtüsü olmak üzere hediyelerle birlikte yola çıkan Surre Alayı, yolunun üzerinde uğradığı şehirlerde kendilerine katılan hacı adayları ve hediyelerle daha da büyüyerek Kurban Bayramında mübarek beldelere ulaşırmış. Surre Alayı Osmanlı’da ilk kez 15. yüzyılda Çelebi Mehmed zamanında başlamış Sultan IV. Mehmed dönemi olan 1920 yılına kadar devam etmiştir.
İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu’nun Surre Alayı Konseri Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu 12 Kasım 2010’da Cemal Reşit Rey konser salonunda Surre Alayı konseri verdi. Genel Yönetmenliğini Ahmet Özhan’ın yaptığı İhsan Özer şefliğindeki topluluğun konseri gerçekten izlemeye değerdi. 13 enstrüman ve 17 ses san'atçısından oluşan koronun konserine bir ara semazenler de eşlik ederek aynı zamanda göze de hoş gelen bir görüntü sergilediler. Hac, Kâbe, Peygamber sevgisinin vurgulandığı ilâhiler, makam ve anlam bütünlüğü içerisinde seslendirilirken hac yolculuğunu, Kâbe’yi, hacıları gösteren eski resimler, arşiv görüntüleri de arka fona yansıtılıyordu. “Yine teşrif etti hilâl-i Recep, Kâbe’nin Yolları, İlim ilim bilmektir, Can ellerinden gelmişem, Medine menzil-i vahy-i Hüda’dır” gibi 33 adet birbirinden güzel ilâhi seslendirildi. Konser aynı zamanda 3 hafta önce aramızdan ayrılan rahmetli Hafız Yahya Soyyiğit hatırasına da düzenlenmişti. Nitekim güfte ve bestesi merhum Yahya Soyyiğit’e ait Uşşak makamındaki “Ümmetin saf saf olmuş” ilâhisi seslendirilirken ekrana yansıyan resmi, bir anda içimizin hüzünle dolmasına sebep oldu, gözlerimiz yaşardı. Bu vesileyle bir kez daha merhum Yahya Soyyiğit’e Rabbimizden rahmet niyaz ediyoruz. Ayrıca bu güzel projeye emeği geçenleri ve korodaki değerli bütün saz ve ses san'atkârlarını da tebrik ediyoruz.
Cânım Kâbe’m varsam sana!
Bir zaman dost sohbetlerinde dilimize çokça yerleşmişti sevgili Ender Doğan’ın söylediği bir ilâhi. Özellikle Yusuf Sönmez Hoca pek severdi.
“Başım açık yalın ayak/ Düştüm Kâbe yollarına Günahıma ağlayarak/ Düştüm Kâbe yollarına
Dost ahbapla vedalaşıp/ Nice sarp dağları aşıp Halilullaha ulaşıp/ Düştüm Kâbe yollarına.
Beytullahı görem diye/ Taşına yüz sürem diye Yoluna can verem diye/ Düştüm Kâbe Yollarına”
Gerçekten çok güzel bir beste ve ilâhidir. Ama yıllardır sizlerin de en iyi bildiği o rast ilâhinin yeri ayrıdır.
“Kâbe’nin yolları bölük bölükdür Benim yüreciğim delik deliktir. Dünya dedikleri bir gölgeliktir, Cânım Kâbe’m varsam sana Yüzüm gözüm sürsem sana.”
Yunus Emre’nin yine rast ilâhideki haccın önemine dair uyarısına dikkat etmek lâzım. “Yunus Emre der Hoca/ İstersen var bin Hacca Hepisinden iyice bir gönüle girmektir.”
Yine, Ahmet Kuddusi’nin “Medine menzil-i vahy-i Hüdâ’dır” ve Safer Dal’ın hicaz makamındaki “Kâbe dünyanın merkezi” Kuloğlu’nun Saba makamındaki “Cümle hüccac ile giydik yine ihram ü aba”, Seyyid Nesimi’nin Bestenigar makamındaki “Çünkü bildin mü’minin kalbinde Beytullah var” ilâhilerinde dile getirilen hep o Kâbe muhabbetidir, aşkıdır. 25.11.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Cevher İLHAN |
|
“Büyük şövalye ödülü” ve “cehâlet”! |
Bayram öncesi yeterince tartışılmayan konularından biri de Cumhurbaşkanı Gül’ün İngiltere’nin önde gelen düşünce kuruluşu Chatham House Britanya Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nce “uluslar arası ilişkilere katkısından dolayı” verilen “yılın devlet adamı ödülü” oldu. Amerikan küresel hegemonyası ve çıkarları adına ABD’nin dış politikasını yönlendiren, hedef ülkelerde kaos ve kargaşa çıkarmaktan darbelere, terörden iç savaşa, suikastlardan kitlesel ölümleri netice veren sefâletleri plânlayan Yahudi lobisi güdümündeki Dış İlişkiler Konseyi’ne (CFR) paralel örgüt olan Chatham House, bir Anglo-Amerikan kuruluşu. 1919 Paris Barış Konferansı sonrası Birinci Dünya Savaşı galipleri olarak İngiltere ve Amerika’nın kurduğu, İslâm âlemine ve Osmanlıya “Sevr hıyânet muahedesi”ni hazırlayıp dayatan kurum olarak bilinen Chatham House’un İngiliz siyasetine göre politikalar üretenlere, icra edenlere, rol oynayanlara ödüller dağıttığı, bilinen genel bilgiler arasında. Bilindiği gibi Mayıs 2008’de Türkiye’ye gelen İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth, 1918’de Türkiye’yi işgale gelen “HMS Ajax” adlı İngiliz savaş gemisinin Dolmabahçe önünde demir attığı yerde demirleyen ve Türk karasularına girmesine rağmen Türk Bayrağı asmayan, “HMS İllustrious” adlı İngiliz savaş gemisinde eşi Edinburg Dükü Prens Phliip’le birlikte Gül’e “büyük haç-şövalye nişânı” takmıştı. Askerî tören ve resepsiyonun düzenlendiği İngiliz gemisinde Gül, “Büyük bir onurla aldığım Chatham House Ödülü Türkiye’yi taçlandırıyor” övgüsünde bulunmuştu…
SEÇİM SÜRECİ STRATEJİSİ Bir diğer husus, geçen yüzyılın en büyük emperyalist gücü İngiltere ile aynı küresel istilâcı “misyon”u üstlenen ABD’nin oluşturduğu sözkonusu “Anglo-Amerikan emperyalist güç odağı” emrindeki uluslar arası sermayenin ortak işgal ve sömürü plân ve projelerini hazırlayan “Chatham House Ödülü”nün, 1918’de İngilizlerin Çanakkale Boğazı’nı işgali ile İskenderun ve Antakya’ya asker çıkardığı gününün yıldönümü olan 9 Kasım’a denk getirilmesiydi… Daha da ilginci, Kraliçe’nin iki yıl önceki ziyaretinde, “Kraliçe geldiğinde, âile yakınımız ziyaret etmiş gibi oldu, akraba gelmiş gibiydi” diye sevincini dile getiren ve Londra’nın kendisi için hatıra dolu bir şehir olduğunu belirterek, “Burada kendimi evimde gibi hissediyorum” diyen Hayrünnisa Gül’ün, ilkokulda başörtüsüne “cehâlet” yorumuydu. Ancak asıl çarpıcı olan, Hayrünnisa Hanım’ın “İlkokul öğrencisinin kendi isteği ile başörtüsü takması gibi bir şey söz konusu olamaz. Bu konuda yaşanan bir cehâlet varsa biz bunu da ortadan kaldıracağız” sözlerine önce tam destek veren Cumhurbaşkanı Gül’ün, peşinden “Bu türban konusunda bıktım açıkçası” diye kesip atmasına, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun “Eğer Sayın Cumhurbaşkanı bıktıysa meseleyi kapatalım” istihzasıydı. Ve ardından muhalefetin “YÖK’ün yapısı, seçim barajı ve dokunulmazlıkların sınırlandırılması” şartlarını reddederek peşinen konuyu kapatan Başbakan Erdoğan’ın, son tartışmalar üzerine, “Benim farklı özgürlük anlayışım var, meseleyi 2011 seçimlerinden sonra yeni anayasa ile birlikte ele alalım” deyip yasağın kaldırılmasını resmen rafa kaldırmasıydı. Strateji belli. Siyasî hesap, seçim sürecinde özellikle carî açık ve sıcak paranın patlama ihtimaline karşı yine “başörtüsü”ne sığınıp politik kart olarak kullanmak. Seçim öncesinde yine “yeni anayasa”ya atıf yapıp “beklentiler” meydana getirtmek. Dokuz yıllık icraat yerine “beklentiler” üzerinden siyaset yapmak…
AKP’NİN “AİHM SAVUNMASI”NA NE DER? Peki, halkın yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu Türkiye’de, Kur’ân âyetlerinin tefsiri ve Peygamberimizin hadisleriyle tamamen “Allah’ın emri” ve “dinî bir vecîbe” olduğu devletin din işleriyle ilgili anayasal kurumu Diyanet’in fetva kararlarıyla sabit olan tesettürün parçası başörtüsüne dair bu yorumlar neyin nesi? Gerçek şu ki, “provokasyon” kokan bazı “eylemler” bir yana, İslâm’da başta namaz ve oruç olmak üzere, farzlar ve emirler için “akil-baliğ çağı (yaşı)” şart koşulmakta. Peygamberimizin “7 yaşından itibaren çocuklarınızı namaz kılmaya teşvik edip alıştırınız, 10 yaşında ikaz ediniz” buyruğunda olduğu gibi sözkonusu “farziyet dönemi” öncesi teşvik, özendirme ve alıştırmanın gereği ve önemi bildirilmekte. Bu durumda ilkokulda “yönetmeliklerin gereği”yle yetinileceğine, başörtüsüyle “cehâlet”in yan yana telâffuzunun gereği nedir? “Bütün kadınların hakları adına” AİHM’de açtığı ve “Asla geri çekmem!” dediği dâvâsını “eşinin görevi nedeniyle” geri çeken First Lady, Dışişleri Bakanı olarak eşinin imzaladığı ve AKP hükûmetinin AİHM’e gönderdiği “savunma”nda yasadışı yasağı dayatan yasakçıların mülâhazalarıyla “üniversitelerdeki laik eğitimle çelişen ve bağdaşmayan başörtüsü, Anayasada yasaklanan din istismarıdır” çarpıtmasına ne der acaba? “Hükûmet savunması”nda, “üniversitede türban çağdaşlaşma yolunda bir geri adımdır, gericiliği teşvik etmektedir” denilerek, “siyasal simge haline getirilen başörtüsü özgürlük sorunu değil, politikacılar tarafından şeriat amaçlı kullanılmış bir olgudur” zihniyetiyle inancını yaşama hakkını “laikliğe aykırı”, “siyasî simge” ve “gerginlik sebebi” görülmesine neden tepki göstermedi? Hiç kimsenin dinin sârih ve kesin bir hükmünü -yaşa bağlı- “cehâlet” saymaya veya seçim malzemesi yapmaya hakkı yoktur… 25.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Partiler ve ideolojiler |
Siyasî partileri birbirinden ayırt etmemizi sağlayan birçok özellik bulunabilir. Başta isimleri, liderleri, liderlik ve merkez yönetim kadroları, il ve ilçe teşkilat kadroları … gibi, ön planda görünen yönleri bu ayırt ediciliğe katkı yapar. Ama asıl önemlisi ve ilke planında en kıymetlisi; partilerin felsefesi ve misyonu ve bir de varsa mazisi yani iktidar ya da muhalefetteki icraatıdır. Zira her tüzel kişi gibi parti tüzel kişiliklerinin de, iktidar olarak ve muhalefette kalarak, onu kuran ve var etmeye devam eden gerçek kişilerin hayatına sığmayacak kadar çok şeyi yapmaları ve dolayısıyla gerçek kişilerden daha uzun süre yaşamaları beklenir. Oysa ülkemizde maalesef partileri bu özellikleri ile tanımaktan mahrumuz. Birincisi partilerin mazisi yok. Bir yandan ihtilâller diğer taraftan parti kapatma uygulamaları partileri kesip biçmiş. Dolayısıyla partileri mazilerine ve uzun vadeli icraatlarına bakarak yani iktidarda ve muhalefette görerek birbirlerinden ayırt etmek kolay değil. İkincisi de anayasa ve bilhassa Siyasî Partiler Kanunu, partilerin felsefesi ve misyonu konusunda özgürleştirici değil tek tipleştirici bir eğilim sergiliyor. Anayasanın 1982’den bu yana yürürlükteki 68/4 maddesine göre “Siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bü-tünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz….” Bir türlü değiştirilmeyen Siyasî Partiler Kanununda ise ideolojik devrimciliği “emreden” hükümler var. Şöyle: “Atatürk ilke ve inkılâplarının korunması” başlıklı 84. maddeye göre siyasî partiler, “Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini korumak amacını” güttüğü iddia edilen devrim kanunlarının “hükümlerine aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar”. Bu devrim kanunları da şöyle sayılmış: a) Tevhidi Tedrisat Kanunu, b) Şapka İktisası Hakkında Kanun, c) Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun, d) Evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikâh esası, e) Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun, f) Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun, g) Efendi, Bey, Paşa gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun, h) Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun, Yine 86. maddeye göre “Siyasî partiler, Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar.” Belli ki kanunu yazanlar da hilâfetle saltanatı aynı şey sanıyor ya da sayıyorlardı. Bir başka sınırlayıcı hüküm 89. maddede; “Siyasî partiler, …Diyanet İşleri Başkanlığının, genel idare içinde yer almasına ilişkin Anayasanın 136'ncı maddesi hükmüne aykırı amaç güdemezler.” Gördüğünüz gibi tektipleştirici bir 12 Eylül kanunu yürürlükte ve partiler devrimci ideolojinin cenderesinde sıkışmış vaziyetteler. Bu hükümlerin Anayasal dayanağı olabilecek olan tek hüküm, “Başlangıç” kısmında yer alan, “Hiçbir düşünce ve mülâhazanın … Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği” kuralı olup hükümdeki “hiçbir düşünce ve mülâhazanın” ibaresi 2001 değişikliği ile “hiçbir faaliyetin” şeklinde değiştirilmiştir. Elhasıl, partiler arasındaki farkı fark edebilmemiz için, bize; “devrimcilik demokratlıkla bağdaşmaz, devrimleri kanunla korumanın zamanı geçmiştir” diyebilecek ve bunun gereğini yapabilecek babayiğit, okkalı siyasetçiler lâzım. Siyasetçilere de, önlerine düşüp çekecek yiğit babalar lâzım. 25.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İsm-i Rahman’ın tasarrufu |
Bayan okuyucumuz: “İnsan, Rahman suretinde yaratılmıştır.” Hadisini açıklar mısınız? Rahman suretinde yaratılmak ne demektir? Rahman ismi rızk mânâsında olduğu için mi bize yakındır?” Allah’ın (cc) ne Zat’ına, ne sıfatlarına, ne isimlerine, ne de Rahman ismine bir “suret” vermek mümkün değildir. Allah hayalimize gelen bütün suretlerden, şekillerden ve biçimlerden münezzeh ve müstağnidir. O’nun misli, mesîli, eşi, dengi ve benzeri yoktur. Gerek Kur’ân’da, gerekse hadislerde “Allah’ın Zat’ı” bazen “Rahman” ismi ile ifade edilmiştir. Meselâ; “İlâh’ınız bir tek İlâh’tır. O Rahman ve Rahîm’den başka ilâh yoktur.” 1 âyetiyle, “Rahman” ismini Allah’ın zatına tahsis eden Kur’ân, “Rahman Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona konuşmayı öğretti.” 2 âyetleriyle de Zat’a ait İlâhî fiilleri Rahman ismine vermek suretiyle, Allah’ı, Rahman ismi ile zikretmiştir. “Allah insanı Rahman suretinde yarattı.” 3 şeklindeki hadisin Müslim’de geçen bir diğer şekli şöyledir: “Muhakkak ki Allah, Âdem’i Kendi suretinde yaratmıştır.” 4 Müslim aynı hadisi bir kez de, Hazret-i Âdem’in (as) yaratılışını konu alan bir hadisin içinde, Cennet Kitabında, Hemmâm bin Münebbih’ten (ra) rivayet etmiştir. O rivayet de şöyledir: “Aziz ve Celil olan Allah, Âdem’i Kendi suretinde yaratmıştır.” 5 Bu son rivayetlerde geçen “Kendi” zamiri ve ilk rivayette geçen “Rahman” ismi ile “Allah’ın Zat’ı kast edilmiştir. Bu hadisi Tevhid inancına uygun düşmeyecek biçimde yorumlayan bir kısım ehl-i aşkın, sekir ve istiğrak halinde insanın manevî simasına yanlış olarak “Rahman’ın sureti” nazarıyla baktıklarını beyan eden Bedîüzzaman, aklı başında olanların bu mânâyı kabul etmeyeceğini bildiriyor. Saîd Nursî Hazretlerine göre bu hadisin çok mânâlarından birisi şudur: İnsan Rahman ismini tamamıyla gösterir bir surette yaratılmıştır. Kâinat simasında “bin bir ismin” şuâalarıyla ‘’Rahman ismi” göründüğü gibi; yeryüzünün simasında Allah’ın her şeyi terbiye ediciliğinde yine Rahman ismi gösterildiği gibi; insanın bir bütün olarak maddî-manevî suretinde de minimum ölçüde yine Rahmân isminin tam bir cilvesi görünmektedir. Yani insan Allah’ın bin bir isminin tecellisini üzerinde taşımaktadır. Bu hadisiyle Peygamber Efendimiz (asm) mecâzî bir ifâde tarzı ile, Allah’ın insanı en güzel tarzda, bütün isimlerini gösterir, bildirir, tanır ve tanıttırır biçimde yarattığını beyan etmiştir. Yeryüzünde bulunan “hayatın” ve “insanın” Zât-ı Vâcib’ül-Vücûd’a, yani Allah’a delâleti ve işâreti o kadar açıktır ki... Nasıl ki güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir aynaya, parlaklığına işâreten, mecâzen, “o ayna güneştir!” denilebiliyor ise; “İnsanda Rahmân sûreti vardır.” denildiğinde de, insanın “Allah’ın Zâtına ve sıfatlarına” çok açık bir biçimde delâlet ve işâret ettiği ifâde edilmiş olmaktadır. 6 Meseleye bir de, Rahman’ın, Rezzak mânâsında 7 olduğu noktasından yaklaşacak olursak: İnsanın maddî-manevî bütün sureti, biçimi ve şekli şiddetle rızka muhtaçtır. Hayatının devam ve bekasını sağlayan her şey insan için rızk demektir ve bunu takdir ve ihsan eden de, Rahman olan Cenâb-ı Hak’tır. “Rahman”, “Rezzak” ve “insan” arasında bu mânâda bir bağ kurmak, elbette mümkündür. Netice itibariyle, aklı başında olan insan hangi tavrına, hangi sıfatına, hangi duygusuna, hangi duruşuna, hangi huyuna, hangi tabiatına, hangi cemaline, hangi azasına, hangi organına baksa; önce kendi varlığını değil, Allah’ın varlığını, birliğini ve sıfatlarını tanır, bilir, görür, gösterir ve anlar. Yani kendini bilen, Rabb’ini bilir. Yani kendini dikkatle tetkik eden, Rabb’ini saygı ile idrak eder.
DUÂ Ey Rahman-ı Rezzak! Beni Senden gafil olma fakirliğine uğratma! Beni, Seni bilmeme cahilliğine duçar kılma! Beni, Seni sevmeme körlüğünden muhafaza buyur! Beni, Senden korkmama nezaketsizliğine uğratma! Beni, Seni işitmeme sağırlığına hapsetme! Beni, Sana kıymet vermeme bahtsızlığına düşürme! Beni kendine kul kabul et! Âmin!
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 2/163. 2- Rahmân Sûresi, 55/1,2 3. 3- Lem’alar, s. 103. 4- Müslim Birr, 115. 5- Müslim, Cennet, 28. 6- Lem’alar, s. 104. 7- İşârâtü’1-İ’câz, s. 21. 25.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin YAŞAR |
|
İç dünyaların mahremiyeti |
Bu çalışmamda, mahremiyet kavramına başka bir açıdan yaklaşarak, günümüz insanının bir hastalığı haline gelmiş, mahremiyetlere tecavüz ve tecessüs üzerinde duracağım. Bugün, dertleşmek, konuşmak, paylaşmak gibi insanî olan değerlerin ölçüsünü kaybetmesiyle, zihinlerdeki özel alanlar yok olmaya başlamış ve mahremiyet ihlalleri ortaya çıkmıştır. Zira paylaşmak demek, özelini hikâyeleştirip, milyonların önüne sermek anlamına bürünmüştür. Mahrem yaralar paylaşıma teşvik edilmektedir. Konuşmak, şeffaf olmak, sağlıklılık ifadesi olarak algılatılıp, daha çok mahremiyet ortamlara dökülsün ve birileri bunları pazarlayıp daha çok kazansın amacı güdülmektedir. İnsanın kimselere hissettirmeden sessizce yaşayacağı alanları mevcut olmalıdır. Elbette bu sessizce yaşayacağı alanlar kişinin, düşünüp, özeleştiri yapıp, kendini tartıp, duygularının kontrol yeteneğini geliştirdiği, manevî olarak olgunlaştığı, faniliği hissettiği alanlar olmalıdır. İnsanın iç dünyası mahremdir. Oraya herkes elini kolunu sallayarak giremez. Yaşanan üzüntüler, kırılganlıklar kimselerin malzemesi olmamalı, namahremler mahrem olan düşünce alanlarına nazar etmemelidir. Mahremlerin sergilenmesi, zihinlerdeki mahrem alanları bombalamaktadır. Hayaller, düşünceler, rüyalar bozulmakta ve hayatın lezzeti kaçmaktadır. Çünkü mahrem hayatları izlemek, görmek kişinin kendi olma yolundaki en büyük engel gibi durmaktadır. Duygularını kontrol yolunda atacağı gizli gizli tövbelerini kapatmakta, zihinlerde namahremleri (meşrû olmayanları) meşrûlaştırmaktadır. Mahremiyet, Allah’ın Settar isminin bir yansıması olsa gerek. Mahremiyet kavramı, aslında içinde helali barındırır. Zira içerisine haram girmiş bir mahremiyet olamaz. İşte mahremiyeti bu açıdan düşündüğümüzde insanın duygu keşifleri yaptığı, kendi olma yolculuğuna çıktığı, ifrat duyguların yularını tutabildiği ortamlar olarak bakmak gerekecektir. “Daha çok güven için, daha çok mahrem alanları bilmem gerekiyor” düşüncesinin hâkim olduğu bir asrı yaşıyoruz. Mahrem alanlara tecavüz aslında güvensizliğin bir yansımasıdır. Oysa güvenmeye ve mahrem zihin alanlarımızda sessizce dolaşmaya ihtiyacımız var. Güvenilirlik testleri, ne kadar özelinizi açabiliyorsanız, o kadar güvenilirsiniz’e dönüştürülmüş durumdadır. İnternet paylaşım alanları, mahremiyetin en çok delindiği alanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu paylaşım siteleri ile herkes birbirini gözetliyor. Bu gözetleme güvenleri tesis yerine daha çok güvensizliği ve zihinlerde haramları meşrulaştırmayı netice veriyor. Bizi hiçbir şekilde ilgilendirmeyen insanların mahrem hayatlarını izlemek, ilgilenmek psikolojisinin altında yatan duygu acaba nedir? Kişiyi böyle meraklandıran tecessüs düşüncesi her halde, fikri bir alt yapısı olmayan, hayatın ve kendisinin yaratılış hikmetleri ile uğraşmayan, düşünce dünyasını uyuşturmaya çalışan, girdiği günah bataklıklarından tövbe edip kurtulmak yerine hislerini iptal etme peşinde koşan, hayatın en önemli gerçeği olan ölüm hakikatini unutmaya çalışan psikolojilerin ürünü olsa gerek. İnsan günahlarını ve hatalarını sakladıkça gizli bir nedamet duygusu, vicdanî bir muhasebe hissi yaşar. Günahlarının ve hatalarının yayılması, birileri tarafından bilinmesi ve bildirilmesi hissi, olsa olsa kusurlarını meşrûlaştırıcı, vicdan azabından kurtarıcı (!) tövbe etmeye ihtiyaç bırakmayacak bir psikolojidir. İşte mahrem hayatlara ilgi duyanların ve paylaşanların aslında gizliden gizliye kendilerini rahatsız eden hatalardan kurtulma, meşrûlaştırma, rahatlama ve belki de bir günah çıkarma operasyonundan başka değildir. Bugün internetin sağladığı imkânlar, en mahrem düşüncelerini milyonlara fütursuzca açan, yanı başındaki ile iletişimi koparıp, hiçbir şeyi yokmuş gibi davranan hasta tipleri ortaya çıkarmaktadır. En yakınlarının bilmediği ruh dünyasını belki de manevî kirlerini milyonlarla paylaşmak duygusu altında yatan psikoloji özel bir çalışma alanıdır. Bediüzzaman, 13. Lem’a’da, “Kusurunu itiraf eden, istiaze eder; istiaze eden istiğfar eder; istiğfar eden affa müstehak olur“ tesbitinde bulunmuştur. Bu tesbiti kişisel ve sosyal yaralara merhem niteliğindedir. Şeytan bahsi olan bu meseleye, bu açıdan bakıldığında manidardır. Acaba şeytan, vicdanlarda yapılacak muhasebenin ve neticesinde ilgili kişilerle çare olacak, ümit olacak, tövbeyi kolaylaştıracak ve o kusuru terk ettirecek olan paylaşımın önünü kapamak mı istiyor. Şeytanın bu telkini bu fıtrî duyguyu internet paylaşım sitelerinde, sürekli kendini anlatıp, özelini paylaşıp, fakat hiç kimsenin seni dinlemediği, hiçbirinin derdine çare olmadığı, ümitsizlik, mutsuzluk ve haramların meşrûlaştırılmış kucağına atmak mı acaba? Zihinlerde mahremiyet alanlarının oluşması önemlidir. Zira zihin mahremiyeti olan, sessizce dolaştığı manevî iklimleri bulunan insanlar, başkalarının mahrem alanlarına ilgi duymazlar. Bunu başarabilmek için nefis terbiyesi, duygu kontrolü, verileni Yaratan’ın rızası doğrultusunda kullanmayı netice verecek bir inanç lazımdır. Aksi halde, ne bir kişilik göstergesi olan kendimizin mahrem alanları olur, ne de başkalarının mahremiyetine tecessüs meylinden kurtulmak mümkün olur. 25.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Bir Hilmi Doğan vardı |
Anadolu, sinesinden nice gönül insanlarını çıkardı. Nur hizmetinde Hilmi Ağabeyin çok önemli bir yeri vardı. Onu ilk defa Barla’da tanıdım 1970’li yıllarda… Yıllarca beraberliğimiz oldu. Kayseri Yeşilhisar’da doğmuştu. Ve orada toprağa verilmişti. Yine böyle bir sonbahar günü, Kasım ayında. Bir çok hizmet hatıralarını dinledik ve okuduk. “Nurlu Hatıralar” adlı kitabını ikinci defa okudum. Hatıralarım tazelendi. Kendilerinden, bundan takriben on beş yıl önce “Risâle-i Nur’u nasıl tanıdım?” çalışmamıza katkıda bulunmalarını istemiştim. Kırmamış ve hatıralarını gazetemizde neşretmiştik. Bediüzzaman Hazretlerinin “ekâbir-i sahabe” diye bir tâbiri vardır. Tâbirde hata olmasın, “ekâbir-i Nur” demekte sanırım yanlış yapmış olmam. İşte Hilmi Ağabey böyle idi. Üst seviyeli bürokrat olmasına rağmen, hizmetin hep içinde olmuştu. Meselesinde ciddî idi. Bütün ağabeyler ile münasebeti olmuştur. Bekir Berk’ten Tahiri Ağabeye, Sungur Ağabeyden Zübeyir Ağabeye, Bayram Ağabeyden Birinci Ağabeye kadar ne kadar saff-ı evvel varsa hepsi ile yakın münasebetleri olmuştu. Hizmetlerde birçok beraberliklerimiz oldu kendisi ile. Çok zarif bir yapısı vardı. Kadirşinastı. Tam bir Osmanlı beyefendisi idi. Gazetenin yönetim kurulunda beraber bulunduk. 1993’teki hac vazifemizde yine beraberdik. Bizim Çorum’dan getirdiğimiz mantımızı çok beğenmişti. Her pişirdiğimizde beraber kaşık sallamıştık. Ankara’daki hizmetlerde yıllarca istikamet üzere bir hayat sürdü. “Çam Dağı” ve “Erek Dağı“ ile ilgili şiirleri bir harikadır. Yıllardır söyleriz. Son olarak Erkan Mutlu’nun besteleyerek söylediği “Çam Dağı” şiiri çok güzeldir. Dinlemeye doyamazsınız. Damadı Orhan Bey ve çocukları da çok hizmet ehli insanlardır. İşte Hilmi Doğan… 2007 yılında zâhiren aramızdan ayrılmıştı. Ama mânen daima andığımız vefalı bir insandı. Çok zor zamanlarda Ankara’da yıllarca hizmetlere önemli katkısı olmuştu. Mekke ve Medine’deki beraberliğimiz bir harika idi. Merhum Ali Ulvi Kurucu Ağabeyle her akşam Medine dersanesinde beraber olduk. Merhum Zübeyir Ağabeyin kardeşi Haydar Ağabey de o yıl bizlerle beraberdi. Cenâb-ı Hak mekânını Cennet eylesin. 25.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Paramız mı çok, düşmanımız mı? |
Ayıp olmasın diye “Paramız mı çok, yoksa düşmanımız mı?” diye sorduk, ama herkes biliyor ki bu sorunun doğrusu şöyledir: “Paramız mı çok, yoksa aklımız mı yok?” Bu soruya “Paramız da çok, aklımız da!” şeklinde cevap verenler de olabilir elbette. Fakat Türkiye’de yaşayan herkes biliyor ki “paramız çok değil.” Paramızın çok olmadığını nereden mi biliyoruz? Şuradan: Yapılması istenen her faydalı iş, ‘para olmadığı için’ erteleniyor. Bununla birlikte; her şeyin paradan ve puldan ibaret olmadığını da elbette biliyor ve ifade de ediyoruz. Ancak askerlik konusu hem para ile, hem de akıl ile ilgili bir konu... Hatırlanacak olursa, askerlik süreleri ve şekilleriyle ilgili tartışma sadece Türkiye’nin değil; dünyanın gündeminde. Pek çok ülke ‘mecburî askerlik’ten vazgeçerek, bu işi daha profesyonelce yapmaya yöneliyor. Meselâ, son olarak Almanya bu yolda önemli bir adım atarak ‘zorunlu askerliği’ kaldırmaya hazırlanıyor. Almanya, bu adımı atmakla 8 milyar euro tasarruf edecekmiş. Öte yandan ABD, Güney Kore ve Rusya da asker azaltmak için düğmeye basmış. (Sabah, 24 Kasım 2010) Askerlik süreleri ile ilgili tartışmalar da yıllardan beri devam ediyor. Aynı şekilde ‘mecburî askerliğin’ sona ermesi ve bunun yerine daha profesyonel kişilerce bu vazifenin yerine getirilmesi teklifleri var. Geçmişte ‘bedelli askerlik’ gibi uygulamalar da yapıldı ve hatta tekrarlanması da isteniyor. Şu bir gerçek ki, mevcut haliyle uygulanan askerlik sisteminden hiç kimse memnun değil. Bu sistem ‘eşitlik sağlıyor’ gibi görünse de uygulamada eşit bir sistem değil. Meselâ bu sistemde birisi “Harbiye Orduevi”nde “berber” olarak askerlik görevini yaparken, görünüşte aynı haklara sahip başka bir “er” şehir yüzü görmeden ve dağlarda yatmak suretiyle bu vazifesini yerine getiriyor. Peki eşitlik ve adalet bunun neresinde? Herkesin kabul ettiği bir gerçek de şu: Artık dünya eski dünya değil. Düşman ve tehdit kavramlarını değil 50 yılın, 20 yıl öncesinin bakış açısıyla değerlendirmek bile doğru olmaz. Belki sayıca kalabalık olmak geçmiş asırlarda geçerli bir akçeydi, ama artık sayıdan çok ‘kalifiye asker’le savaş kazanmak mümkün. Bu o kadar gerçek ki, aksini iddia edenlere sadece gülünür. Öyle ise gelişen ve değişen Türkiye’de bu sistemin hiç değişmemesi, değişme taleplerine de kulak tıkanması kabul edilebilir mi? Birileri diyebilir ki, “Bizim paramız yok, ama düşmanımız çok. Bu sebeple asker sayımız fazla olsun.” İlk bakışta haklı gibi görünse de bu doğru bir tesbit değil. Artık savaşlar bile masa başında kazanıldığına göre, savaşmadan da düşmanları yenmek mümkün. Bunun için de savaş gözlüklerini çıkarıp, barış gözlüğüyle etrafa bakmakta fayda var. Kısa bir hatırlatma yapmak gerekirse, geçen yıllarda en büyük düşmanımız olduğu söylenen komşu ülkelerle bugün gayet samimî dostluklar kurabiliyor. Demek ki bu mümkünmüş. O halde hemen soralım: Geçmiş yıllardaki düşmanlık ‘sanal’ mıydı? Bu düşmanlıkları kim niçin üretti ve kimler bu düşmanlıktan ‘pay’ aldı? Madem paramız da düşmanımız da çok değil, o halde askerlik sistemiyle ilgili her konuyu soğukkanlılıkla tartışmalı ve Türkiye’ye uygun en güzel yolu bulmalıyız. Unutmayalım: Askerlik konusu sadece ‘asker’lere bırakılamayacak kadar önemlidir... 25.11.2010 E-Posta: [email protected] |