Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.
Âl-i İmran Sûresi: 53 |
25.11.2010 |
İnce, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek Risâletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat her halde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hadisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez. Aziz, sıddık kardeşlerim, (...) Gül ve Nur fabrikaları ve mübarekler başta olarak umum kardeşlerime birer birer selâm ediyorum. Bu memleketi tenvir eden ve Cennet kokularıyla rayihalandıran o fabrikaları Cenâb-ı Hak muvaffak ve dâim eylesin. Amin. Biz burada onların parlak nurlarıyla ve şirin güzel kokularıyla âlem-i bekanın rayihasını istişmam ediyoruz. Risâle-i Nur Talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hadise münasebetiyle beyan ediyorum ki, Risâletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâletü’n-Nur’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risâletü’n-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye isal eder. Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütalâayla bazan bir günde bir cilt kitabı anlayarak mütalâa ederken, yirmi seneye yakındır ki Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Resailü’n-Nur bana kâfi geliyorlardı. Birtek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları yanımda bulundurmadım. Risâletü’n-Nur çok mütenevvi hakaike dair olduğu halde, telifi zamanında, yirmi seneden beri ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir. Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risâletü’n-Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir. Hem şimdilik bazı ulemanın yeni eserlerinde meslek ve meşrep ayrı ve bid’atlara müsait gittiği için, Risâletü’n-Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid’ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ânı muhafaza etmek bir vazifesi iken, has talebelerden birisi bilfiil huruf ve hatt-ı Kur’âniye’yi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir hevesle, huruf ve hatt-ı Kur’âniyeye, ilm-i din perdesinde tesirli bir surette darbe vuran bazı hocaların darbede istimal ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan, dağda, şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gerginlik hissettim, sonra ikaz ettim. Elhamdü lillâh ayıldılar. İnşaallah tamamen kurtuldular. Ey kardeşlerim, Mesleğimiz, tecavüz değil tedafüdür. Hem tahrip değil, tamirdir. Hem hâkim değiliz, mahkûmuz. Bize tecavüz eden hadsizdirler. Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O hakikatlerin intişarına bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lâzım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve âli hakikatler kaybolmasına vesile olur. Meselâ, hadisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhâbîlik ve Melâmîliğin bir nev’îne zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risâletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat her halde hakikat-i İslamiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hadisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez. Kastamonu Lâhikası, s. 51 |
25.11.2010 |
Üstad Bediüzzaman ve Diyarbakır
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin birinci hedefi olan Risâle-i Nur yoluyla “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya ilân ve ispat etmesi”nin 1 yanında, ikinci bir hedefi olan “Şarkî Anadolu’da “Medresetü’z-Zehra” namında bir darülfünûn açmak, ya Van’da veyahutta Diyarbekir’de darülfünûn derecesinde bir medrese tesisine çalışmaktı.” 2 Yani öncelikle şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı ve üç dilde yani Arapça, Türkçe ve Kürtçe eğitimin verileceği üniversiteler zincirinin tesisini istiyordu. Peki bunun sebebi neydi?... Bunun sebebini ise Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklıyor: ”Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “Mü’minler kardeştir”(Hucurat s. 10. a.) Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risâle-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım.” 3 Geçen bir vesile ile Diyarbakır’a gitmiştik. Eskiden beri hem aile dostumuz, hem de benim Nur dairesine girmemin vesilesi ağabeylerden Celal Beyin çok samimî ilgisi ve Diyarbakır’daki Nur hizmetlerinin geldiği nokta bizleri son derece memnun etti. Bu ziyaret, başta Diyarbakır olmak üzere bütün şark vilayetlerinin Risâle-i Nurlara muhtaç olduğunu tekrar görmemize de sebep oldu. Aynı zamanda memleketim olan Diyarbakır, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan tarihî bir ildir. Merkez ilçesiyle birlikte 17 ilçesi vardır. Dünyanın eski şehirlerinden biridir. Diyarbakır bölgesinin en eski ismi Asur kaynaklarında Amid olarak geçmektedir. Diyarbekir ismi ise, Arabistan’dan göç eden bir kabîleden ortaya çıkmıştır. Arabistan’dan gelen Bekr Kabîlesi Dicle civârına yerleştiklerinden bölgeye “Bekrlerin Diyarı” mânâsına gelen Diyar-ı Bekir ismi verildi. Zamanla bu isim Diyarbekir olarak söylenmeye başlandı. 1937 senesinde Bakanlar Kurulu karârıyla Diyarbekir Diyarbakır olarak değiştirildi. Diyarbekir”in” Diyarbakır” oluşuna dair çalışmalar, Türk Dili dergisinin Haziran 1938 nüshasında özetlenmiştir. 17 Kasım 1937 tarihinde yapılan bir dil tartışmasının ardından şehrin adı Diyarbakır’ olarak değiştirildi. Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri İbrahim Necmi Dilmen”e gönderilen telgraf şöyledir: Diyarbakır şehrinin isminin etimolojisine dair etüt var mıdır? Esasta bu şehrin ismi ‘Bakır memleketi’ mânâsına olan ‘Diyarbakır’ olması gerektir ve artık bu isimle tanınacaktır. Bakırın, çocukluk ve gençlik yıllarımızın geçtiği Elazığ’a bağlı Maden ilçesinde çıktığını çok iyi biliyorum. Bakırdan ziyade karpuz ve üzüm gibi şirin meyveler ve civanmert insanlar memleketi olan Diyarbakır, kökü ecnebide olan zındıka komitelerinin ellerinin kırılmasıyla İnşaallah şarkın maddî manevî gözbebeği olacaktır. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin “Medresetü’z-Zehra” olarak vasıflandırdığı şark üniversitesinin birini Diyarbakır’da istemesi mânidardır. “Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşi olan, Medresetü’z-Zehrâ namıyla dârülfünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da tesisini isteriz” 4 ifadeleri, Diyarbakır’ın önemini ortaya koymaktadır. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin duâ hükmündeki bu isteği ve projesi gelişerek tahakkuk etmektedir. “Medresetü’z-Zehra”nın vazifesini deruhte edecek ve bütün dünyada olduğu gibi, “hem Diyarbakır ve Şarkta Nur dershaneleri açılmaktadır.” 5 “Anadolu’nun birçok yerlerinde Nurlara hizmet devam etmekle beraber; bilhassa Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i Nuriyeleri yalnız bulundukları muhitte değil, çok geniş bir sahada hizmet-i îmâniyede bulundular. Bu hizmetleri yalnız bir kişi değil, bir merkez değil, yalnız mâlûm şahıslar değil; hizmet-i Kur’âniye olduğu için, pek çok vecihlerde, pek çok zâtlar tarafından îfa edildi. İsmi bilinmeyen nice hâlis talebeler, sâdık mü’minler, bu hizmet-i kudsiyede çalıştılar, nur-u Muhammedînin yayılmasına gayret ettiler.” 6 ”Diyarbakır’dan dün aldığımız mektupta ifade edildiğine göre, Diyarbakır havalisiyle beraber şarkta şimdi iki yüz kadar Nur dershaneleri açılmış. Ayrıca Diyarbakır’da kadınlara mahsus dört beş dershane-i Nuriye varmış. İnşaallah bu büyük bir hayrın alâmetidir.” 7 1950’li yıllarda gelişen bu hizmet kervanı büyüyerek devam etmektedir. “Manevî Medresetü’z-Zehra ve Medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak”8 diyen Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bu müjdesi her yerde net bir şekilde görülmektedir. Bilhassa modern şehirleşmeyi hızlandıran Diyarbakır’da ve onun yeni semtlerinde sevindirici ve şevk verici faaliyetler ve Nur dersanelerinin açılması bizleri çok memnun etti. Böylesine zorlu bir atmosferde kudsî ve nuranî dâvâyı yüklenen fedakâr hizmet erlerine binler tebrikler ve duâlar. 1910 yılında Van’dan Şam’a doğru seyahati esnasında Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Diyarbakır’a da gelir ve burada konferanslarla ulema ve halkı meşrûtiyet ve Medresetü’z-Zehra hakkında bilgilendirir ve dâvâsını anlatır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, tam yüz sene sonra güzel bir tevafuk olarak, aynı mevsimde, “Bediüzzaman Hizmet TIR'ı” adıyla, Diyarbakır’ı tekrar şereflendirerek yapılan hizmetlerin makbuliyetini imzalayıp, tebrik etmiştir. Kutlu olsun.
Dipnotlar: 1- Tarihçe-i Hayat 82. 2- age. 83. 3- Emirdağ Lâhikası 843. 4- Münâzarât 302. 5- Emirdağ Lâhikası 854. 6- Tarihçe-i Hayat 1037. 7-age.853. 8- age. 858.
AHMET DEMİRDÖĞMEZ |
25.11.2010 |