Muzaffer KARAHİSAR |
|
Bir ziyaret ve ziyafet |
Bazen bir bakış, bir tebessüm, bir selâm çok huzur verir, mutlu eder. Bu mutluluk ve huzuru insanlardan esirgememek için devamlı olarak yüzümüzden tebessümü, ağzımızdan güzel kelâmı ve selâmı eksik etmemeliyiz. Her yerde ve her zaman iyilik etmek, hoşgörülü, tatlı dilli, güleryüzlü olmak dinimizin, inancımızın, örf, âdet ve geleneklerimizin gereği olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Bir tatil günü huzurevinin mescidinde ikindi namazını kıldıktan sonra arkadaşıma çat kapı bir yaşlımızı ziyarete girmeyi önerdim. Birlikte seksen yedi yaşındaki Halime Teyze’nin odasına yöneldik. Kapısını çaldık, müsaade alarak içeriye girdik. O koltuğuna oturmuş elindeki tesbihi ile meşguldü. Bizi görünce ayağa kalktı ve odasında yer gösterdi. Biz bir taraftan otururken; bir taraftan da ziyafete geldiğimizi söyledik. Ben sesli olarak az önce kılmış olduğumuz namazın tesbihatına başladım. Temiz, nezih, ihlâslı, muttakî Halime Teyze’nin hem gönlünü almak, hem de odasını şenlendirmek, duâ etmek, sevap kazanmak maksadıyla tesbihatı okurken bir taraftan da Teyze’nin tavrına ve duruşuna nazar ediyordum. Ellerini huşû ile açmış, boynunu gayri ihtiyarî hafifçe bükmüş, okunan duâlara âmin derken dudakları ve çenesi hafiften seyirmeye ve titremeye başladı. Tesbihatın ve İsm-i Âzam dualarının kalpleri fetheden lahutî derinlikleri onun gönül pınarını coşturmuş, lerzeye getirmişti. Yaşlı ve yorgun yüzündeki gözlüğünün altından gözyaşları, pembe yanağındaki kırışıklıkların üstünden damla damla silmeye başladı. Onun duygu yüklü, masum duruşu ile ellerini açmış, boynunu bükmüş vaziyette Cenâb-ı Hakka yönelerek okunan tesbihata, duaya ve Kur’ân-ı Kerime âmin, demesi bizleri de etkiledi. Bu ziyaretten onun memnuniyetine, mutluluğuna, huzuruna ve neşesine diyecek yoktu. Sohbetimiz ve ziyaretimiz bitip de çıkarken yüzünden ve gözlerinden mutluluk saçan tebessüm fark ediliyordu. “Ziyafet dediniz, ama tam ziyafet oldu. Allah razı olsun” duâ ve temennileri ile bizleri uğurluyordu. Her zaman okuduğumuz tesbihatı ilk defa duyan yaşlı bir insanda meydana getirdiği tesiri gözümüzle görmüş olduk. Aciz, fakir ve yaşlı bir insan kalbi, asra yakın ömrünün sonunda bütün umutları tükenmiş, sevmek beklediği nazarlar yüz çevirmiş, yakın bildikleri insanlar dünya telâşı ve sevdası ile vefasızlık göstermiş. Yaşlılık, hastalıklar ve yalnızlık içersinde muzdarip olmuş insan kalbine Allah’ın zatının, isimlerinin, muhabbetinin ve marifetinin haricinde derman olacak, teselli olacak başka ne olabilir ki. O’nun sevgili Resulü ve yüce kitabından başka hangi müjde o kırık kalbi tamir edip ferahlatabilir, fethedebilir? Sohbet esnasında Halime Teyze’ye yüzünden eksik olmayan tebessümün, mutluluğunun ve hayata pozitif pencereden bakışının sırrını sordum. Kendinden emin, olgun ve rahat bir tavırla hayatının ve mutluluğunun sırrını hülasa ediverdi: “Eşim Ömer Beyle mutlu bir evliliğimiz oldu. Devamlı huzur içerisinde yaşadık, O beni, bende onu hiç incitmedim. Bir defanın haricinde, hayatta hiç küsmedik, darılmadık. Beni hiç dövmedi, kovmadı, hakaret etmedi, kalbimi kırmadı. Hep iyi sözlerle hitap ederdi. Her konuda birbirimize destek olduk. Ondan Allah razı olsun. Çok muhterem bir insandı. Üç defa hacca götürdü. İbadetimizi hiç aksatmazdık. Zikirlerimizi, tesbihlerimizi birlikte çekerdik. Gece namazına kalktığı zaman beni de kaldırırdı. Yardıma muhtaç insanlara yardım ederdik. Ömrümüzü ibadetle, Allah’a kullukla süsledik. Vefat edeli üç yıl oldu. Allah bize hiç acı, keder, hastalık, dert yaşatmadı. Allah’a binlerce şükürler olsun.” Bu kısa ziyaret sonrasında, bir hayat dersi daha alarak yolumuza devam ettik. Ölümlü, yalan dünyada basit ve önemsiz şeyler yüzünden insan kalbini kırmaya değmediğini anlamış olduk. Yapılan iyiliklerin devamlı iyilik, sevap ve duâlar getirdiğini; güzelikler ve hoşgörü ile kazanılan kalplerin mutluluğunun dışarıya yansımalarının rahatlıkla fark edildiğini gördük. Dinimizin insanlara bahşetmiş olduğu dünya ve ahiret saadetlerinin dünyadaki bir vechesine şahit olduk. 23.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Baki ÇİMİÇ |
|
Tâlût ile Câlût kıssasından asrımıza yansıyanlar |
Kur’ân’da “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır”1 âyeti mucîbince, bu tür kıssaların bizlere, yaşadığımız asra ve olaylara çok önemli izdüşümleri olduğuna inanıyorum. Tâlût ile Câlût hâdisesi Kur’ân’da bahsedilen bir kıssadır. “Tâlût, ordu ile hareket edince dedi ki: ‘Allah sizi mutlaka bir nehirle imtihân edecek. Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de onu tatmazsa, işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka (bu kadarına ruhsat vardır).’ Derken içlerinden pek azı hariç, hepsi de varır varmaz ondan içtiler. Tâlût ve berâberindeki îmân eden kimseler nehri geçtiklerinde ‘Bizim bugün, Câlût ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok’ dediler. Allah’a kavuşacaklarına inanıp, bilenler ise şu cevabı verdiler: ‘Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla berâberdir.”2 “Câlût ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle dediler: ‘Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”3 “Derken, Allah’ın izniyle onları tamamen bozdular. Davud, Câlût’u öldürdü...”4 Kur’ân’da geçen Tâlût ile Câlût hâdisesinin geniş açıklamasını İslâmî kaynaklarda ve tefsirlerde bulabiliriz. Biz ise burada Hz. Mehdî ile Tâlût arasında benzerliklerin olduğuna ve Hz. Mehdî’nin askerlerinin Tâlût’un nehri geçen askerleri kadar az olduğuna dair hadîsi ve diğer bazı açıklamaları paylaşmak istiyoruz. Çünkü, Hz. Mehdî’nin etrafında toplananların sayısı oldukça azdır. Ama ihlâslıdırlar, sâdıktırlar ve sebatkârdırlar. Yılma bilmeyen bir azîm, korku bilmeyen bir cesâret, ender rastlanan bir fedakârlık içersindedirler. “Evet, onların başlangıçtaki sayıları Bedir Ashâbı, yanî 313 kişi kadar, Tâlût’la nehri geçenler kadar az, kalpleri uzlaşmış, şehid düşenlerine üzülmeyen, kendilerine katılanlara sevinmeyen”5 kimselerden müteşekkildir. Onlar Allah yolunda kınayanın kınamasından, dedikodusundan korkmazlar.6 Hz. Ali’nin (ra) belirttiğine göre, bu insanlar hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir menfâate de sevinmezler.7 Azdırlar ama bir ordu kuvvetindedirler. Onun için, Bedîüzzamân Hazretleri’nin ifâdesi ile “Ne kadar da az olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.”8 İhlâs, sadakat, tesânüd, sebât ve cesâret dolu bu topluluğun halleri, Hz. Musa (as) zamanında Câlût’la mücadele eden Tâlût’u andırır. Tâlût’un kuvveti azdı. Emirlere uymayıp bir imtihân vesîlesi olan nehirden su içip gevşeyen, Câlût ve ordusuna güç yetiremeyeceklerini söyleyen askerlere karşı, her şeyi göze alan fedakâr ve cefakâr az bir grup ise şöyle diyordu: ”Nice az topluluk vardır ki, Allah’ın izniyle çok topluluğa galip gelirler.”9 Tâlût ve Câlût hadisesi yukarıya aldığımız şekliyle âyet ve hadîslerde ifâde edilir. Bu kıssa ile ilgili şu önemli tespitleri yapabiliriz: * Tâlût peygamber olmadığı halde bir peygambere gelen vahiy ile inananlar ordusuna komutan olmuştur. O dönemde peygambere gelen bir emri ordusuna duyurur ve nehirden izin verilen kadar su içilmesi noktasında vahyin ölçüsünü ordusuna açıklar. * Tâlût peygamber değil, bir komutandır. Ancak peygamber olan Hz. Davud (as) peygamber olmayan bir komutanın komutası altında savaşmaktadır. * İnananların sayısı başta çok olmasına karşılık sıcak ve yorgunluk nedenleriyle emrin ve vahyin oluğu yerde emre değil de şartların gerektirdiği zorluklara aldanarak nefsî ve hissî davranıp büyük bir kısmının nehirden izin verilenden fazla su içmeleri ibretlik bir durumdur. * Nehirden su içmeyen ya da izin verildiği kadar su içen az sayıdaki tâifenin izin verilen kadar su içmesi ile korkusuz oluşları ve cesâret kazanmaları emre itâat etmenin ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından ma’nîdâr bir hadisedir. * Ekser askerlerin nefislerinin istediği kadar nehirden su içmeleri ve su içenlerin şişmeleri, korkmaları ve savaşacak takâtlerinin kalmaması çok ibretli bir olay olarak Tâlût kıssasında önümüzde durmakta ve bize çok önemli dersler vermektedir. * Su içmeyen veya verilen izin ve emir kadar su içenlerin Câlût ile yapılan savaş sonucunda gâlib gelmeleri ise çok harika sırları taşımaktadır. Burada gâlib olanların sayısının az olması da çok ma’nîdârdır. * Câlût, Hz. Davud’un (as) sapan taşı ile öldürülür. Burada da ince dersler ve sırlar olduğu kanaatindeyim. Bu sır “vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür”10 hakîkati ile âhirzamândaki dinsizlik cereyanının öldürülmesine ve “Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nûrânî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkâneyi öldürüp dağıtacaktır”11 hakîkatine işâret ve beşâret olabilir. “Mehdî’nin ordusu zaman zaman darbeler yiyecek, zaman zaman o çetin görevi üstlenememek, rahatlık meyli; can, mal, mevkî korkusu gibi çeşitli sebeplerle kendisinden ayrılanlar olacaktır. Ancak onlar buna aldırmayacak.”12 “Ayrılanlar da, muhalifler de ona zarar veremeyecek. O kendisinden ayrılanlara rağmen muzaffer olarak yoluna devam edecektir.”13 Böylece “Mücâhede edenlerle sabredenler ortaya çıkarılmış”14 olacaktır. Tâlût’un ordusunda bulunan askerlerin çoğu imtihân olacakları nehirden su içerler. Nehirden çok az su içilmesine izin olduğu halde ordudan çok az bir grup hariç su içerek Allah’ın emrine uymayıp imtihânı kaybederler. Tabîi ki bu yapılan savaş maddî bir savaştır. Şartları önceden vahiyle belirlenmiş olan bu savaşta gâlib olanların sayılarının azlığı ve sadâkatleri onları Allah’ın yanında makbûl yapmış ve Efendimiz (asm) de Hz. Mehdî’nin askerlerinin sayısını, samîmiyetini ve sadâkatini Tâlût’un nehri geçen askerleri ile irtibatlandırmıştır. Tâlût’un zamanındaki nehir bir imtihân vesîlesi olarak önümüzde duruyor. Bu zamanımıza bakan cihetleri ise, nefsimize göre olan şartlara aldanarak Allah’ın emri yerine nefsî ve hevesî arzular ön plana alınmaktadır. Dünyevîleşme hastalığı olarak önümüze serilen hazlar ve mallar, tüketim çılgınlığı, isrâf ve eli delik olanın avına düşerek âhirzamân nehrinden içilen sular yürekleri sızlatıyor. Derin sulardan verilen imkânlarla sun’î şişmeler ve hak karşısında verilen rüşvetler ve ta’vizler vicdanları yaralıyor. İslâmın en mukaddes ahkâmları âhirzamân nehrinin dehşetli nehrinden içilen sularla dünya için fedâ ediliyor. Müslümanların kuvveti hakta ve ihlâsta arama yerine maddede ve ekonomide arama gayretleri ibretlik bir hâdise olarak günümüzde yaşanıyor. Ehl-i İslâmın özellikle fütûhatı siyâsî noktalardan araması ve beklemesi; bütün kuvvetlerini ve himmetlerini bu yollara sarf etmeleri, âhirzamân asrındaki dehşetli nehirden içilen suyun ne kadar etkili ve te’sîrli olduğunu gösteriyor. Halbûki asrımızın müceddidi olan Bediüzzaman Hazretleri; “Bütün kuvvetinizi hakta ve ihlâsta bilmelisiniz”15 diyerek güç, para, ma’kâm ve imtiyazlar yerine hakta ve ihlâs düstûrunda sebat etmeyi söylemektedir.
Dıpnotlar: 1- En’âm Sûresi,59 2- Bakara Sûresi,249 3- Bakara Sûresi,250 4- Bakara Sûresi,251 5- Kitabu’l Burhan s:57 6- İbni Mace.10:259 7- Sıdık Han,el-İzâa-s:128 8- Emirdağ Lâhikası,2006,s:456 9- Bakara Sûresi;249 10- Mektubat,2005,s:16 11- Mektubat,2005,s:94 12- Ramuzü’l-Ehâdîs,s:476 13- Ramüzü’l-Ehâdîs,s:487 14- Âl-i İmran Sûresi,142 15- Lem’alar,2005,s:393 23.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Kurbanı düşünmek |
Ne çok kurbanlar veriyoruz; kurbansız geçmeyen günümüz, ayımız, yılımız yok gibi. Sahip olduklarımızı yitirmemiz bir nevî kurban değil mi; asıl kurban bu yitirdiklerimizi, yitireceklerimizi hatırlatmak, düşündürmek ve ona hazırlanmak değil mi? Geçen her bir “an” zaman denizine dökülen vaktin kanı değil mi? Ulvi bir uğurda akmamışsa o “kan”, sonsuzluk bayramı hak edilmemiştir. Düşünce ipiyle bağlanmamış, duygu ile dizginleşmemişse vakit; hayat boşa ve boşluğa kurban edilmemiş de ne yapılmıştır? Hz. İbrahim (as), Hz İsmail (as) hangi zamanda veya zamansızlıkta yaşamıştır? Zihnen ve kalben onları anlayamayana ve algılayamayana, sabrı ve tevekkülü idrak edemeyene ve hissedemeyene vakit ne yapsın; kaç asır geçse ne değişir? Markalar tutsağında servete, şöhrete, şehvete, şiddete kurban giden tazecik yürekler, gencecik zihinler... Kaybolan ömürler, heder olan hayatlar… Hayvanlar kesilmesinmiş; ne insânî düşünce! Görünürlüğe hapsolmuşlar, tek düze bakanlar kurbanın ne ulvî bir hayat bahşettiğini nereden bilecekler. Yollar kurban alanı gibi… “İçindeki canavara dur de”, “Sürat felâkettir” gibi sözler doğru ama kuru sözler; onun için olsa gerek trafiğe verilen kurbanlardan gözyaşları kurumuyor. Kalbe işleyecek, zihne yerleşecek, sonsuzluğu çağrıştıracak bir şeyler, bin şeyler söylemedikçe çok fazla bir şey değişmeyecek, ateş düştüğü yere yakmaya devam edecek. Düştüğü yerden kalkmak; kurtuluşa atılan ilk adım; insanlık düştüğü yeri arıyor ki kalkabilsin. Kaç nesil kurban edildi, daha kaç nesil kurban edilecek? Dün taşa tapanlar bugün kâğıda, vehmî başarılara tapıyor; değişen ve değişmeyen nedir? Modernlikmiş, medeniyetmiş; iki dünya savaşında kaç milyon insan ne diye, ne uğurda, ne adına kurban edildi? Uzağa gitmeye ne gerek var; Irak, Afganistan, Filistin, Bosna, Çeçenya… Bunlar neyin kurbanı; özgürlük, demokrasi, medeniyet! Dünyanın trafiği, tarihin yolları da kurbanlarla dolu; insanlık sürünüyor, düştüğü yeri arıyor… Hayvanlar kesilmesinmiş. Çevre felâketlerinde kaç tür bitki, hayvan nesli kayboldu, kaç hayvan telef oldu, telef oluyor… İnsanlık kendini kurban ediyor; zamanını, mekânını, çevresini, canlıyı, cansızı. Yeni füze kalkanı projesi kimleri kurban etmek için hazırlanıyor? Bu medeniyetin kaç dişi kaldı ve o dişlerle daha kaç kurban alacak? İbrahimler ve İsmailler kıtaları gezmedikçe, kıtalar ve kalpler arasında trafiği düzenlemedikçe kurbanlar bitmeyecek, hayatlar hiç uğruna, ömürler boş yere sonlanmaya devam edecek. Ya İbrahim, ya İsmail olacağız ya da peşlerinden gideceğiz; yoksa hayat da yok. 23.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bayramın ardından |
Dokuz günlük tatille birlikte bir Kurban Bayramını daha geride bıraktık. Dönüşünü son günlere bırakanların bir kez daha bile bile ve göz göre göre yakalandıkları trafik çilesi, problemin her geçen gün daha da kronik hale gelmesinde sürücülerin de yabana atılmayacak “katkı”larını yeniden gözler önüne serdi. Yanı sıra, trafiği rahatlatacak projelerin olabildiğince hızlandırılıp bir an önce tamamlanarak hizmete sokulmasının kaçınılmazlığını da. İstanbul’a yapılacağı söylenen üçüncü havaalanı ile üçüncü Boğaz köprüsü ve Marmaray sistemi ile İzmit Körfezine kurulacak köprüden; karayollarındaki yoğunluğu azaltıp diğer ulaşım alternatiflerini cazip hale getirecek hızlı tren ve deniz araçlarına kadar birçok proje devreye sokulmalı ki, hem giderek daha bunaltıcı hale gelen tıkanmalar aşılsın, hem de kazalar azalsın. Bu bayramın çok konuşulan konularından biri, kurban fiyatlarının yüksekliği idi. Tarım Bakanı önce “Kurbanlık almak için acele etmeyin, arefeyi bekleyin, fiyatlar o gün iner” dedi, sonra vadeyi bayramın üçüncü gününe uzattı. Ancak göründüğü kadarıyla, beklenen düşüş olmadı. Bunda, Et ve Balık Kurumunun satıcılara verdiği “Elinizde kalan hayvanları, günün rayiç fiyatı üzerinden satın alacağız” güvencesi de etkili olmuş olmalı. Onun için, hangi fiyata olursa olsun satarak elden çıkarma yoluna gitmediler. Yine Tarım Bakanı, “Bayramdan sonra et fiyatları düşecek” de demişti. Ancak görünen o ki, dünyada etin en pahalı olduğu ülke olmaya bundan sonra da devam edeceğiz. Ve bunun en önemli sebeplerinden biri, fiyatları kontrollü bir şekilde bu seviyede tutmayı sürdüren, düşmesine müsaade etmeyen, ama kademeli bir şekilde yükselmesine göz yuman devletin müdahalesi. Bunun ötesinde, uygulanan hayvancılık politikasının da bütün boyutlarıyla mercek altına alınıp enine boyuna tahlil edilmesine ihtiyaç var. Konuyla ilgili olarak yakın zamanlarda Tarım Bakanınca hazırlanan bir raporu Başbakanın yetersiz ve çelişkili bulup Bakanı “fırçaladığı”na dair haberler çıkmıştı. Ama başarısızlığın olumsuz sonuçları tek bir kişiye fatura edilerek işin içinden çıkılamaz. Neticede hükümetin tarım ve hayvancılık politikalarıyla bu noktaya gelindi. Bayram günlerine rastladığı için kaynayıp giden önemli bir gelişme de, ABD’nin NATO’ya mal ederek gündeme getirdiği füze kalkanı projesinin tüm üyelerce onaylanması oldu. Afganistan’daki NATO operasyonlarında sivillerin can vermeye devam ettiği bir ortamda, yazılı metinde İran’ın adını geçirmeyen, ama Sarkozy’nin şifahî olarak “Bizde kediye kedi derler, bu sistem de İran’a karşı kuruldu” dediği kalkan kararında Türkiye gerçekten söylendiği gibi ittifakın prestijini mi korudu, yoksa komşularına karşı kendisini zora sokacak bir riske mi girdi? Füze kalkanı ile İran arasında bağlantı kurma işlevini, İslâm dünyasında büyük infiale yol açan karikatür krizinin baş aktörlerinden Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine getirilmesi esnasında yaşanan “kriz”de, Türkiye’nin onayı ile kaşla göz arasında ittifakın askerî kanadına dönüş yapan Fransa’nın üstlenmesi de ilginç. Dileyelim ki, esas itibarıyla İsrail’i korumayı amaçladığı iddia edilen füze kalkanı projesiyle ilgili olarak takip edilen politikalar ve gelinen nokta, Türkiye’yi önümüzdeki on yıllarda tatsız sürpriz ve emrivakilerle karşı karşıya bırakmasın. ««« İsmail Ambarlı da bir bayram günü terhis belgesini alarak “El mevtü hakkun” fermanını imzalayanlar kervanına katıldı. 80’li yıllarda İstanbul’da iken Büyükçekmece’deki evinde zaman zaman görüşür, sohbet ederdik. 27 Mayıs ortamında emek verip çilesini çektiği Zülfikar, İhlâs ve Uhuvvet gibi gazetelerin ciltlerini onun arşivinde görmüştük. Allah rahmet eylesin. Köprü’de birlikte çalıştığımız oğlu Muhammed Nur başta olmak üzere aile efradının başı sağ olsun. 23.11.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Bataklıktan nasıl kurtulunur? |
Bataklığa düşen kişinin yapacağı en büyük yanlış üzerine daha fazla ağırlık almaktır. Onun yerine dışarıdan uzatılan bir dala tutunarak kıyıya doğru yaklaşmaya çalışmak belki de tek kurtuluş yolu. Şimdi ‘bu bataklıktan kurtulma taktikleri de nereden çıktı?’ diyeceksiniz. ABD’nin Afganistan’a ilk kez tanklar gönderdiği haberini okuyunca bu hal çağrışım yaptı. Dokuz yıldır bir türlü içinden çıkamadığı, gittikçe daha fazla gömüldüğü Afganistan bataklığından çıkması için, NATO zirvesinde üzerinde uzlaşılan 2014 sonuna kadar tamamen çekilme kararından ertesi gün geri dönen ve tank gönderme kararı veren Amerika’nın durumu başka nasıl izah edilebilir? Zirve toplantısında, 2011’de başlayıp 2014 yılı sonunda tamamlanacak bir plan çerçevesinde güvenlik dahil tüm yetkilerin Afganlılara devrine ilişkin anlaşma, NATO’nun 28 üyesinin desteği ve Rasmussen ile Karzai’nin imzalamasıyla kesinleşmişti. Bu tarihten sonra Afganistan’da hiçbir muharip asker kalmayacaktı. Türkiye dahil bir çok ülke bundan memnun olmuş, orada güç bulunduran ülkelerin halkı umutlanmıştı. Sonra gerek ABD yönetimi, gerekse NATO’dan bu takvimin kesin olmadığı, duruma bakılacağı, Afganlıların devralabileceği alanların boşaltılacağı açıklaması geldi. Aynı gün de ABD’nin güçlü M1 Abrams tanklarını Afganistan’a göndermeye hazırlandığı bildirildi. Aslında Obama da Afganistan’da savaşın asla kazanılamayacağını, en azından silahlı mücadele ile Taliban’ın yok edilemeyeceğini biliyor. Ancak ara seçimlerde düşen popülaritesini ancak bu savaşı sürdürmekle yeniden kazanabileceği gibi yanlış bir kanaate sahip. Afganistan’da çözüm tarafların bir araya getirilip uzlaştırılması ve tüm tarafların içinde yer alacağı bir çözüm planı belirlenmesiyle mümkün. Yoksa M1 tanklarıyla ancak Afganistan bataklığında daha fazla batılır. Bu batış Obama’yı ikinci dönem Beyaz Saray’a yerleşmekten mahrum bırakacaktır. Bu arada Cumhurbaşkanı Gül, Obama’ya “İzlediğiniz politikaları destekliyoruz” demiş. Umarız bundan Irak ve Afganistan’daki politikaları değil, bu ülkelerden çekilme kararını, İsrail-Filistin anlaşmazlığındaki ABD başarısızlığını değil, yeniden müzakereleri başlatma gayretlerini, füze savunma kalkanı kurulmasını değil, bu konuda Türkiye’nin taleplerinin kabul edilmesini kastetmiştir. Bize göre Obama yönetiminin dış politikasının desteklenebilecek yönleri pek fazla değil. Ülke içinde kendi halkını memnun edemediğini de ara seçimler gösterdi. Şimdi geri çekilme planından dönerek ve tank gönderme kararı alarak, Afganistan bataklığına daha fazla batma hatasını yapmak üzere olduğunu da görüyoruz. Obama’ya baştaki tavsiyemizi hatırlatalım: Bataklıktan kurtulmak için önce üstünüzdeki fazla ağırlıklardan kurtulun, ağırlık eklemeyin. Muharip askerlerinizi azaltın. Afganistan halkının refahına, tüm tarafların uzlaştırılmasına ağırlık verin. Ancak böyle kurtulursunuz. Biz de o zaman “İzlediğiniz politikaları destekliyoruz” diyebiliriz. Yoksa bataklıkta boğulursunuz. 23.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Namaz ruhun gıdasıdır |
Zübeyir Yürekli: “Namaza karşı usançlık hissetme eğilimine karşı neler yapmalıdır?”
Peşimizde hasım ve düşman bir şeytan varken, onun içimize isteksizlik hâli atması ve bizi en yüce, en nazik ve en nezih bir ibadetten alıkoymaya çalışması, onun mesleğinin gereğidir. O halde şeytandan içimize ne kadar isteksizlik okları atılmış olursa olsun, evvel emirde biz namazdan yılmayalım ve şeytana inat namaz kılmaya özen gösterelim. İsteksiz olduğumuz zamanlarda, hiç oralı olmadan, namazın bir fıtrat borcu olduğunu hatırlayarak namaza devam edelim. Şeytan bizimle uğraştığı halde bizim ısrarla ve şeytana inat namazı terk etmeyişimiz, biz hissetmesek de, Allah’ın huzurunda daha faziletli bir duruş teşkil eder. Şeytanın bizimle olan meşguliyeti, bizim zevkimizi ve huzurumuzu kaçırsa bile, namazın faziletinin daha da yükselmesine zemin hazırlar. Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, nefsin tembellik döşeğinde ve gaflet uykusunda şeytandan gelen böyle vesveselere kulak verebileceğini kaydeder ve nefsin bu desisesine karşı önemli ikazlarda bulunur. Üstad Hazretlerinin ikazlarını kısaca hatırlayalım: Acaba ömür ebedî midir? Gelecek seneye, hatta yarına kalmaya hiç kimsenin senedi var mıdır? İnsana usançlık veren şey, dünyada sonsuz seneler kalacağını zannetmesidir. Oysa vakıa tam tersidir; insanın hem ömrü azdır, hem faydasız uçup gitmektedir. Geçip giden her bir fani günün yirmi dörtten birisini hakikî bir ebedî hayatın saadetini temin edecek güzel, hoş, rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek ise, usanmak şöyle dursun, bilakis ciddî bir şevk ve hoş bir zevktir. Diğer yandan; her gün her gün ekmek yiyen, su içen ve havayı teneffüs eden bir adam, ekmekten, sudan ve havadan usandığını söyleyebilir mi? Çünkü her an ihtiyaç tekrarlandığından; usanç değil, lezzet almaktadır. Kalp, ruh ve vicdan, cisim hanesinde nefsin arkadaşlarıdırlar. Nefis her ne kadar usandığını ve isteksiz olduğunu söylese de; kalbin, ruhun ve vicdanın gıdası, huzuru ve hayat kaynağı namazdır. Öyleyse nefis bunu sîneye çekmelidir. Çünkü hem sonsuz acılara mâruz, hem hadsiz lezzetlere sevdâlı bir kalbin gıdâsı, elbette her şeye kâdir bir Rahîm-i Kerîm’in rahmet kapısında aranmalıdır. Kezâ, şu fânî dünyada, büyük bir sür’atle ayrılık feryatları koparıp giden bir rûhun hayat kaynağı, her şeye bedel bir Mâbud-u Bâkînin ve bir Mahbûb-u Sermedî’nin rahmet çeşmesine namaz ile yönelmektir. Fıtraten ebediyeti isteyen, ebediyet için yaratılmış olan, ezelî ve ebedî bir Zât’ın âyinesi bulunan ve sonsuz derece nâzik ve latîf olan insanın duyguları, şu kasâvetli, ezici, sıkıntılı, geçici ve boğucu olan dünya halleri içinde elbette teneffüse pek çok muhtaçtır. Bu teneffüsü ise ancak namaz penceresi sağlayabilmektedir. Bir diğer husus; namaz, şu dünya misafirhanesinde âciz ve fakir kalbimize kuvvet ve zenginlik vermekte, şüphesiz gireceğimiz bir menzil olan kabirde gıdâ ve ışık hükmünde aydınlık kaynağı olmakta, çetin bir mahkeme olan Mahşerde senet ve berat hüviyetinde bizi kurtarmakta ve ister istemez üstünden geçeceğimiz Sırat Köprüsünde nur ve Burak gibi göz açıp kapayana kadar bizi Cennete ulaştırmaktadır. Böyle eşsiz lütuflara bizi mazhar kılan bir namaz için “neticesizdir” veya “ücreti azdır” diyebilir miyiz? Bir adam bize biraz para taahhüt etse veya bizi büsbütün korkutsa, bizi günlerce çalıştırır. Sözünden dönmesi mümkün olduğu halde o adama itimad ederiz, fütursuz çalışırız. Acaba sözünden dönmesi imkân harici olan bir zât, Cennet gibi bir ücreti ve ebedî saadet gibi bir hediyeyi bize vaad ederek, pek az bir zamanda, bize, pek güzel bir vazife verse; biz de onun hediyesini hafife alırcasına o vazifeyi yapmaz isek veya vazifeden usanç gösterirsek, pek şiddetli bir azaba müstehak olmaz mıyız? Dünyada hapis korkusuyla en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğimiz halde; Cehennem gibi bir ebedî hapsin korkusu, en hafif ve latif bir hizmet için bize gayret vermez mi? Aklımızı başımıza almalı ve bilmeliyiz ki, dünkü gün elimizden çıktı. Yarınki gün ise elimizde sened yok ki, ona mâlik olalım. Öyle ise hakikî ömrümüzü, bulunduğumuz gün bilmeli ve her günün en az birer saatini, birer ihtiyat akçesi gibi, uhrevî bir sandukça hükmünde, hakikî istikbal için teşkil olunan bir mescide veya bir seccadeye atmalıyız. Sakın, “Benim namazım nerede, şu namazın büyük hakikati nerede?” diye ümitsizlik girdabına kapılmayalım. Zira hatırlayalım ki, bir hurma çekirdeği, aslında bir hurma ağacı hükmündedir. Fark yalnız özde ve ayrıntıdadır. Bizim gibi bir avâmın, hissetmesek dahi namazımız, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan hissedardır, şu hakikatten bir sırrı vardır. Fakat hiç şüphesiz inkişafı ve aydınlığı, derecelere göre ayrı ayrıdır. Bir hurma çekirdeğinden, mükemmel bir hurma ağacına ne kadar mertebe bulunmakta ise, namazın derecelerinde de daha fazla mertebe vardır. Fakat bütün o mertebelerde, namazın nuranî hakikatinin özü ve esası mevcuttur.1
DUÂ Ey Muizz-i Rafi’! İrademi bana bırakma! Nefsimi bana bırakma! İzzetimi bana bırakma! Göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsimin eline bırakma! Bana hilafet şerefi lütfettiğin gibi, ibadet şerefi de bahşet! Beni ahsen-i takvîm ile muazzez kıldığın gibi, izzetimi rükû ve secde ile ref’ eyle! Secdeden hissemi teksir eyle! Nefsimi namaza tehdî eyle! Kusurlarımı, hatalarımı mağfiret eyle! Âmin!
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 243-247 23.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Fitne ve fesatçıları nasıl tanıyabiliriz? |
Bozgunculuk, tefrikanın bir adı da fitne, fesattır. “Cinayetten beterdir” denmiştir. Tabiî ki, bu, onlarcasına sebebiyet vermesindedir. Bozguncuları ayırt etmek önemli. Aksi halde, oyunlarına âlet olduğumuz gibi; en samimi arkadaş, dost ve kardeşlerimizi de dışlarız. Bozgunculara karşı tedbir almak, daha da önemlidir. Zira, “Def-i mefasid, celb-i menâfie râcihtir” denmiştir. Yani, faydalıyı celbetmekten önce, kötülükleri defetmek daha iyidir. Fitnecinin en önemli vasfı; insânî zaafları kullanarak kin, nifak ve tefrikaya sebep olmasıdır. Tesanüde, kaynaşmaya, problemleri çözmeye yanaşmaz; devamlı bahane üretir; tenkit eder. Huzeyfe b. el-Yeman (ra), Resulullah’a (asm), “Fitne ve fesatçıları bize tarif eder misin?” der. “Onlar sizin aşiretinizden, içinizdendir. Sizin dilinizle konuşurlar” der. “Bu zamana ulaşırsam, bana ne yapmamı emredersin?” der. “Müslümanların cemaatine ve onların imamına, önderine uy ve bunlardan ayrılma.” Bunun üzerine: “Onların cemaati ve önderi yoksa?” “O zaman cemaati ve imamı olmayan fırkaların hepsinden ayrıl, şayet bir ağacın köküne (kovuğuna) sığınabilirsen, ölüm sana yetişinceye kadar bu hâl üzere ol.”1 Kimisi fitneyi kasten çıkarır. Kimisi de, meseleyi bilemediğinden, bazıları sonucu kavrayamadığından veya ileriyi göremediğinden... Bediüzzaman, hiçbir müfsidin, “Ben müfsidim” demeyeceğine; her zaman hak sûretinde görüneceğine dikkat çekerek şöyle devam eder: “Evet, kimse demez ‘ayranım ekşidir’. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz. “Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız. “Suâl: Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz. “Cevap: Gerçi cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte, müştebih (benzer) ağaçları gösteren semereleridir (meyveleridir). Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”2 Peygamberimiz (asm) “Ya Cibril! Fitnecilerden kurtulmak isteyen kimse ne ile kurtulur?” dedi. Buyurdu ki: “Çekinmek ve sabır etmekle ki, hakları verilirse alırlar, verilmezse vazgeçerler.”3 Bediüzzaman, fitneden uzak olanların bir özelliğini de, şu sözleriyle ortaya koyar: “Mert ve vicdanlı bir mü’min, küçük ve cüz’î bir hatâ veya menfaatle, yüzer zararı ehl-i imâna vermez. Eğer hatâ etse, verse, çabuk tevbe etmek lâzımdır.”
Dipnotlar: 1- Sunenu İbn-i Mace II, 1317 (no: 3979).; 2-Münâzârât, s. 48-50.; 3-Ramuz El Ehadis, Sh: 10, No: 9. 4-Sözler, s. 139. 23.11.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Baydemir'le Öcalan'ın farkı |
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'in "Silâhlı mücadele miadını doldurdu" yönündeki açıklamasına Abdullah Öcalan'ın şiddekli tepki gösterdiği anlaşılıyor. Avukatlarının Öcalan adına yaptığı açıklamada şu ifadeler yer alıyor: “Söyleyin ona, gitsin AK Parti’ye üye olsun, ya da özeleştirisini versin. Silâh olmasaydı, iki ay bile o koltukta oturamazdı.” (Fırat Haber Ajansı) Perdeli de olsa, burada bir temel kırılma noktasının bulunduğu, tartışma götürmez bir gerçek. Öcalan, silâhlı çatışmaya dayalı odakların adamı, hatta maşasıdır. Onların çizgisinden dışarı çıkamaz. En büyük endişesi, yine kendi hayatıdır. Türklerle Kürtlerin huzur ve hayatını zerrece düşündüğü yoktur. Kendisi başka kökenden olup, bu iki İslâm unsurundan ayrıca intikam almaktadır. Kürtler, bu gerçeklerin farkına varmadığı ve ondan yüz çevirmediği müddetçe, bu dünyada huzur ve rahatın yüzünü kolay kolay göremezler. Baydemir ise, her şeye rağmen, seçim yoluyla başkanlığa gelmiş ve ancak bu sistemle huzurun, barışın sağlanabileceğini bir derece görmektedir. Ancak, inandığı gerçekleri açıkça söylemekten de çekinmektedir. Bundan yirmi beş sene evvel, kendisi gibi düşünerek Bekaa'da Öcalan'la görüşenlerin hemen tamamı, dönüş yolunda bertaraf edildiler. Velhasıl, Baydemir gibi düşünenler çok; ancak, o düşünceyi çekinmeden seslendirmek, hiç de kolay değil. Zira, onlara kimin kötülük edeceğini dahi bir türlü kestiremiyorlar. Geri adım atmak durumunda kalıyorlar. Zoru başarmaya henüz zaman var görünüyor.
Hastalıkların mânevî boyutu
Hastalıkların maddî sebepleri gibi, mânevî sebepleri de var. Her iki cepheden gelen sebeplerin birleşmesi halinde ise, hastalık, katlanılması alabildiğine zorlaşan bir azaba dönüşür. Bu durumda, sebep gibi çarenin de iki yönlü olduğunu/olacağını hatırdan çıkarmamalı... Yani, tedâvi safhasında, maddî ilâçların yanı sıra mânevî reçetelere de ihtiyaç duyulacağını unutmamalı. Kuş, nasıl tek kanadıyla uçamıyorsa, insan da tek taraflı bir tedâvi yöntemiyle hakiki şifâya kavuşamıyor. * * * Hastalıkların maddî/fizikî yönü, tıp ilmiyle alâkalı. Teşhis ve tedâvi, bu ilmin usûl ve esaslarına göre yapılır. Hastalıkların mânevî sebep ve çaresi hakkında ise, bilhassa şu iki önemli noktaya dikkat etmek lâzım.
Birincisi: Baş ağrısından mide kramplarına kadar hemen bütün hastalıkların üzerinde, sıkıntının, stresin, ye'sin, fâniye bakan üzüntünün, sabırsızlığın, asabiliğin... değişik oranlarda etkisi olduğu hususu, yaygın bir fikir ve kanaat halini almıştır. Bunun tedâvisi, evvelâ tevekküllü olmaktır. Tevekkülsüz insan, sıkıntıdan kurtulamaz. Ayrıca, ihlâs, ümit, itimad, muhabbet, sabır, tahammül duygularını kuvvetlendirip muhafazaya çalışmak, yarı yarıya tedâvi olmak demektir.
İkincisi: Hemen her insan, şu ya da bu ölçüde "nazar"dan etkilenir. Hassas kimseler, "isabet–i nazar"dan daha fazla müteessir olur. İncinirler, ateşlenirler, hatta yataklara düşerler. Nazar değmesi iki türlüdür: Biri hayranlıktan, diğeri hayretten. Sevimli, nazik bir çocuğa, ebeveyninin de nazarı değer. Bediüzzaman Hazretleri de yüzüne "hayranlıkla bakış"tan şiddetle rahatsız olmuştur: "Hem de ona (Üstad Bediüzzaman'a) takdirle bakanlar, isabet–i nazar hükmüne geçip onu incitiyor." (Emirdağ Lâhikası, s. 459) Bu mânevî tehlikelere mâruz kalan insanın başvuracağı çarenin önemli bir kısmı şudur: 1) Şandan, şöhretten, şahsî reytinglerden, çokça göz önünde bulunmaktan kaçınmak. Mütevazı hayatı tercih etmek. 2) Bol bol duâ etmek. Bilhassa Âyete'l–Kürsî ile Nazar Âyetini (Kalem Sûresinin son âyeti) okumak. Ayrıca, Cevşen ve Celcelûtiye gibi vahye dayalı duâları okumak, maddî ve mânevî belâlardan mahfuz olmaya bir sebeptir. * * * Tıbbın bütün imkânları seferber edilse, yine de bir türlü geçmeyen, geçmek bilmeyen hastalıklar veya marazî haller var. Demek ki, işin duâ ağırlıklı mânevî boyutunu hiç unutmamak ve ihmâl etmemek gerekir.
Tarihin yorumu 23 Kasım 1914
Son "Cihad–ı Ekber" çağrısı
Hiç hesapta yokken, kendini bir anda savaşın içinde bulan Osmanlı Devleti, Sultan–Halife Mehmed Reşad'ın emr û fermânıyla "Cihad–ı Ekber" ilân etti. (23 Kasım 1914) Bilâhare bir beyannâme ile neşredilen ve dünyanın hemen her tarafındaki Müslümanlara dağıtılması istenen bu cihad fetvâsı, hemen hiçbir ülkede makes bulmadı. İslâm dünyasından beklediği desteği alamayan Osmanlı Devleti, Dünya Savaşında bir bakıma yalnız başına kalarak Almanya ve Avusturya'nın yanında (Rusya ve İngiltere'ye karşı) harbe iştirak etmek durumunda kaldı. İslâm âlemi nazarında yaşanan bu yalnızlığın birçok sebebi vardı. Bunlar, kısaca şöyle: 1) İran ve Afganistan dışındaki Müslüman ülkelerin hemen tamamı sömürge durumundaydı. Afganistan, Rusya'nın baskısı altındaydı. Şiâ olan İran ise, hiçbir zaman Osmanlı veya bir başka Müslüman ülkenin yanında savaşa girmiş değildi. 2) Osmanlı'nın iki Hıristiyan ülkenin yanında yer alması, diğer Hıristiyan ülkelerle savaşılmasına mânevî engel teşkil ediyordu. 3) Dünyadaki Müslümanların hemen tamamı, bu süreçte nisbeten yoksuldu, fakr û zaruret içinde yaşıyordu. 4) Müslümanlar, Fransa, Rusya ve İngiltere'ye karşı koyacak silâh ve mühimmat imkânına sahip değildi. 5) İttihatçıların içinde Turancılık/Türkçülük damarının kabarmış olması, başka unsurdan olan dindarları Osmanlı hükûmetinden soğutmuştur. 23.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Füze Kalkanı” oyunu ve yanıltması (2) |
Tesbit şu ki Türkiye, “Füze Kalkanı”yla yeni bir emr-i vakiyle karşı karşıya. İngiliz Daily Telegraph gazetesinde yayınlanan, Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton ile Savunma Bakanı Gates’in kapalı kapılar ardında Türk yetkililerine, “Füze Kalkanı’na katılmazsanız, ilişkiler zarar görür” tehdidinin anlamı bu. Cumhurbaşkanı Gül’ün Lizbon’daki açıklamalarının satır aralarında bu emr-i vaki okunuyor. Her fırsatta “Ankara’nın şartları” olarak koşulan “Füze Kalkanı’nda komutanın kime verileceği, düğmeye kimin basacağı”, “füzelerin Türkiye topraklarının tümünde konuşlanması, yerleşim noktaları-serpilmeleri ile hangi irtifada olacakları” ve “bütün NATO ülkelerini kapsaması” başlıklarına zirvede hiçbir açıklık getirilmemesi, bunun göstergesi. Zirve öncesi Gül’ün, “Füze Kalkanı’yla ilgili NATO’ya ve müttefik ülkelere kesin net kararlarımızı yazılı olarak önceden gönderdik, beklentilerimiz bunların hepsinin kabul görmesi” sözüne rağmen, hâlâ cevaplanmayan bir dizi soru ve belirsizlik duruyor. Füzelerin Ankara’dan habersiz ateşlenmesi, netliğe kavuşmamış. “Şeytan ayrıntıda gizli” deyimini haklı çıkarırcasına bütün detaylar yine Gül’ün ikrarıyla “teknik çalışmalar” olarak 2011’deki NATO Savunma Bakanları toplantısına bırakılmış. Böylece, gelinen süreçte, kararların oy birliğinde alındığı NATO’da “Füze Kalkanı”nda en kritik ülke olarak Türkiye’nin “onay” verdiği “stratejik konsept” için, Gül’ün “Arzu ettiğimiz çerçevede çıktı, bundan büyük memnuniyet duyuyoruz; millî menfaatlerimiz ve ittifak dayanışması temelinde önemli katkı sağlamıştır” sözlerinin altı boş kalıyor…
HANİ, “KOMUTA” TÜRKİYE’DE OLACAKTI? Keza Başbakan Erdoğan’ın baştan beri kamuoyuna deklâre ettiği “komuta kontrol şartı”yla “Düğmeye kimin basacağı önemli. Füzelerin komutası kesinlikle bize verilmeli, aksi takdirde böyle bir şeyin kabulü mümkün değil” taahhüdüne rağmen, “düğme”nin Türkiye’ye verilmemesi üzerine, “Komuta NATO’da olmalıdır” demesi dikkat çekici. Butonun ABD’nin etkili olduğu NATO’da olduğunu bile bile kamuoyunun oyalandığı ve alıştırıldığı anlaşılıyor. Peki, “yeni stratejik konsept”te sözkonusu “Füze Kalkanı” neden ille de Türkiye’de konuşlanıyor? Amerikan resmî belgelerinde asıl hedef İran olduğuna göre, ABD, “Füze Kalkanı”nı niçin bu ülkenin yanıbaşında işgali altındaki Irak’a ya da bölgedeki en ileri işbirlikçisi kuklası Kuzey Irak’a bu füzeleri konuşlandırmıyor? Veya yüzbinlerce askerini bulundurduğu İran’a komşu güdümündeki Körfez ülkelerine, Katar’a, Kuveyt’e, yine işgali altındaki Afganistan’a, kıskaca aldığı Pakistan’a niçin yerleştirmiyor? Yahut yüzlerce nükleer başlıklı füzeye sahip ABD’nin “güvenliği”ni her şeyin üstündü tuttuğu stratejik müttefiki İsrail’e neden monte edilmiyor? ABD istese Hint Okyanusundaki, Körfezdeki savaş uçaklarından İran’ı vuramaz mı? Neden ille de Türkiye? Bütün bu sorular, “NATO’nun savunması”nda öte Kasrışirin anlaşmasından bu yana 400 senedir barış içinde yaşadığı Müslüman komşusu İran’la Türkiye’yi karşı karşıya getirtme endişesini haklı kılıyor. Görünen o ki ABD Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi NATO kapsamında bütün masraflarını başkalarına yükleyerek açtığı “İran cephesi”nde Türkiye’yi cepheye sürmekte. BOP’a zemin hazırlamak hesâbına İslâm dünyasında ve Ortadoğu’da Sünnî-Şiî kutuplaşmasıyla yüz milyarlarca dolar silâh sattığı Ortadoğu ülkelerinden Orta Asya’ya uzanan kuşakta topyekûn bölgeyi kapsayan kargaşa, kaos ve güvensizlikle bir mezhep çatışmasına zemin hazırlandığı tezini açığa çıkarıyor.
ANKARA, ÇARPITIYOR VE YANILTIYOR Bir başka garâbet, “Baştan beri çok ilkesel bir tavır aldık. Şu ülke bu ülke değil. Kimde varsa, yarın kimde olacaksa” diyen Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın, “stratejik belge”de “İran” kelimesinin geçmemesini “büyük başarı” ve “hedefin düzeltilmesi” olarak sunmaları; bunu Türkiye’nin hassasiyetlerinin kabulü için yeterli gösterip propaganda etmeleri... Gerçekten, Fransa’nın “nükleer silâh çalışmalarını engelleyeceği kaygısını” nazara alıp, “Fransa ile İngiltere’nin nükleer silâh faaliyetlerinin NATO’nun bir parçası olduğunu” “belge”ye ekleyen NATO ve ABD, Türkiye’nin hangi kaygılarını dikkate aldı? Propaganda edilen “stratejik konsept belgesi”nde “İran isminin çıkarıldığı” iddiasının tamamen bir gözboyamadan ibâret olduğu Sarkozy’in, “NATO’nun kamuoyuna açıklanan belgelerinde isim açıklanmıyor ama ‘biz kediye kedi deriz’, hedef İran’dır” ikrarıyla sırıtıyor. Özetle “Ankara’nın itirazının nazara alındığı” ve “bir diplomatik zafer kazanıldığı” asparagasıyla bir nevi “ölümü gösterip sıtmaya râzı etme” taktiği güdülüyor. Sözde Türkiye’nin hassasiyeti naza alınmış numarasıyla “Pentagon belgesi”nde “asıl hedef” olarak konulan İran’ın çıkarılması, aslında sonucu ve “Füze Kalkanı”nın hedefini değiştirmiyor. Ve “sinsî maksat” gözden kaçırılarak bu çarpıtmaya ve dayatmaya geliniyor. Hûlâsa, “yandaş” ve sözde “karşıt” medyanın methiyeler dizerek propaganda ettiği Ankara-Lizbon-Washington hattında sahnelenen ve Türkiye’nin “ABD ve İsrail’in kalkanı” yapılmasında tam bir şaşırtma ve kamuoyunu yanıltma oyunu oynanıyor. Sonra AKP hükûmeti, neden buna mecburiyet duyuyor ki bu uğurda halkın aldatılması ve yanıltılması oyunlarına başvuruluyor… Yazık, çok yazık… 23.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Yasama faaliyetlerinin kalitesi |
Önümüzde seçim var. İktidar partisi, bakanların ve Meclisin çok çalıştığını, muhalefet ise verimli çalışma yapılmadığını söyleyecek. İlgili herkes, daha iyi bir Meclisin ve daha iyi bir hükümetin nasıl ve kimlerden oluşabileceğini düşünecek. Bu düşünce üretiminde en önemli malzeme, mevcut ve önceki Meclislerin çalışma biçimi ve ürünleri hakkında bilgilenmektir. Meclisin içinden çıkan yürütmenin faaliyetlerinin denetimi dahi buna bağlıdır. Bendeniz, yasama faaliyetlerinin kalitesi konusunda öncelikle sistemik bir değişiklik yapılması gerektiğini düşünüyorum. (Bu sebeple bu yazı bir mânâda bir anayasa değişikliği teklifidir). Dünya demokrasilerinde, demokrasinin bir gereği olarak, yasama faaliyetinde son söz halkın temsilcilerindedir. Ancak halkın, temsilcisini seçerken, önündeki partilerin ve adaylarının kanun yapma ve tatbik etme süreci hususunda uzman olup olmadığı ile ilgilenmesi gerekmez. Esasen, milletvekilinin, kanun yapma tekniği ve devlet yönetimi hususunda uzman olması da gerekmez. Uzmandan yararlanmayı bilmesi yeterlidir. Zira demokrasilerde meşveret “işin uzmanı”yla yapılmaz. Uzmana sadece “danışılır”. Meşveret ise konunun ilgilileri arasında yapılır. Nitekim bu günkü yasama sistemimiz milletvekilinin uzman ve danışman istihdam etmesine imkân sağlıyor: Her milletvekilinin kendisine yardımcı olan bir danışmanı var. Ayrıca grubu bulunan partilerin grup danışmanları var. Yine ayrıca Meclisin kadrolu uzmanları ve araştırmacı danışmanları da var. Ama kanaatimce yasama faaliyetinin verimli olması için bunlar yeterli değil. Verimlilik için, milletvekillerinin hem bütün partilerin siyasî görüşleri ve programları hakkında bilgili olması ve bu bilgiyi ve tecrübeyi yasama çalışmalarına yansıtması ve hem de devlet geleneği ve mevzuat hakkında bilgi ve irade sahibi olması gerekir. Bunu yapabilecek ehliyetteki siyasetçiler ise genellikle, yasama çalışmalarının uzmanı olmak isteği ile yerel siyasetle ilgilenme ihtiyacının çatışmasından kaynaklanan ikileminin kurbanı olmaktadır. Yani Mecliste sıkı çalışırsa gelecek dönem seçilememekte, yerelde sıkı çalışırsa yasama faaliyetine faydası sınırlı kalmaktadır. Oysa idarî siyasetin felsefî planında ve fiilî tatbikatında uzman olan kanun yapıcıların çoğalması, yasama faaliyetlerinin kalitesine ciddi katkı yapacaktır. Bu ihtiyacın karşılanması konusunda bilinen iki yöntem vardır: Senato sistemi ve merkez milletvekilliği sistemi. Ülkemizdeki 1876 ve 1961 anayasalarında çift meclis sistemi uygulandı. 1961 Anayasasında halk temsilcilerinden oluşan 300 kişilik Millet Meclisi, devlet tecrübesine sahip olmaları beklenen ve en çok 150 kişi olabilen Senatonun teknik ikazından ve danışmanlığından da faydalanarak, son sözü söylüyordu. 12 Eylül 1980 ihtilali sonrasında 1982 Anayasasını yazanlar yasama faaliyetleri hususunda Anayasa Mahkemesinin teknik denetimini yeterli gördüklerinden çift meclis sistemini kaldırdılar. Sonrasında, siyasetin de darmadağın edilmesi sonucunda, Özal’la başlayan ve “prensler” sistemi denilen fiilî sisteme geçildi. Başbakan olacak olanı halk seçiyordu. Ama onun uzmanlarını, halk, bırakın seçmeyi, tanımıyordu dahi. Bu yanlışlığın düzeltilmesi adına 1995 yılında anayasa ve Seçim Kanununda değişiklik yapıldı. 450 kişilik TBMM 550’ye çıkarıldı. İlâve 100 vekillik Türkiye Milletvekilliği olarak tasarlandı. Kanundaki adı “ülke seçim çevresi milletvekili” olan bu yüz kişinin, partilerin merkez yönetimi tarafından halkın onayına sunulan uzmanlar yan “prensler” olacağı açıktı. Böylece halkın teveccühünü kazanan ve barajı geçen partilerin üst yönetiminin, “prenslerini” de seçimle halka tasdik ettirmesi sağlanmış olacaktı. Ancak Anayasa Mahkemesi bu kanunu iptal etti. Gerekçeden de açıkça anlaşılacağı üzere iptalin sebebi, değişikliğin ana hatlarının anayasaya yazılmasını sağlayacak meclis çoğunluğuna ulaşılamamış olmasıydı. Bu basit eksiklik sonraki aşamada da giderilemediği için bu gün siyasî uzmanlıktan ve uzmandan hakkıyla yararlanamayan 550 kişilik bir Meclisimiz var. Bu durum TBMM’nin ürününün kalitesini ciddî biçimde etkiliyor. Kanaatimce, başka birçok konu gibi bu konu da Anayasanın ve Seçim Kanununun acilen yeniden yazılmasını gerektiriyor. 23.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yanlış yapma lüksümüz yok |
Bereketli ve feyizli bir Kurban Bayramını daha geride bıraktık. Nasip oldu, Kurban Bayramını Kırım’daki Müslüman Tatar kardeşlerimizle birlikte idrak ettik. İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) davetine icabetle Arefe günü İstanbul’dan, Ukrayna’nın Kırım Özerk Bölgesindeki Simferopol şehrine doğru yola çıktık. Daha önce Kırım’a gitmemiştik, ama geçmiş yıllarda Kırım’da yaşananlardan kısmen de olsa haberdardık. Gerek “Kırım Kan Ağlıyor” romanı ve gerekse değişik vesilelerle görüştüğümüz Müslüman Kırımlılardan acıklı maceralarını dinlemiş, onlarla birlikte hüzünlenmiştik. Kırım, Ukrayna’nın Karadeniz’de sahili olan yemyeşil ormanlarla kaplı bir bölgesi. Zaten Kırımlılar, vatanlarını “Yeşilada” olarak tarif ediyorlar. İHH’nın yanısıra Türkiye’den başka vakıf ve dernekler de Kırım’da kurban kesiyor. İHH’nın organizasyonuyla kesilen kurbanlar, ilk gün muhtaçlara ulaştırıldı. Yardım ulaştırılan Kırımlıların samimi duâlarına ‘âmin’ derken, bir yandan da sıkıntılarına kulak verdik. Gerek Kırım’da ve gerekse değişik vesilelerle ziyaret ettiğimiz diğer İslâm coğrafyasında gördüğünüz manzara temelde aynı: Herkesin gözü ve kulağı Türkiye’de. Bir anlamda kendi sıkıntılarını unutup, Türkiye’nin huzur ve sükûna kavuşmasını temenni ediyorlar. Bilhassa Kırım, Türkiye’de yaşananları yakından takip ediyor ve ‘maddî yardım’dan ziyade, ‘mânevî yardım’ talebinde bulunuyor. Bir bakıma, “Bizim maddî sıkıntılar çekmemiz önemli değil, mâneviyâtsız kalmayalım” diyorlar. Bu cümleden olarak, Türkiye’den giden ya da Türkiye’de eğitim alan Kırımlı imam-hatipler dinî hayatın canlanması için gayret sar ediyorlar. Kırım gibi onlarca, hatta yüzlerce belde Osmanlı coğrafyası içindeydi. Dolayısı ile bu bölgelerde yaşayanların gözünün ve kulağının Türkiye’de olması tabiîdir. Türkiye, bilhassa son yıllarda bu ve benzeri bölgelerde çalışmalar yapıyor; ama yapılan çalışmaların ihtiyacı karşıladığını düşünmek bugün itibarıyla mümkün değil. Akla şöyle bir soru gelebilir: Türkiye mânevî bakımdan kendi sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını karşılayabilmiş mi ki bu konuda diğer coğrafyalara el uzatabilsin? İlk bakışta haklı gibi görünen bu soru, o bölgelerle ilgilenmemize engel olmamalı. Elbette Türkiye’de yaşayanların da kendilerine göre ‘mânevî’ sıkıntıları vardır; fakat buna rağmen o coğrafyalarla daha yakından ilgilenmek durumundayız. Onların duâsı da, talebi de, beklentisi de bu yönde. Kırım’da dikkat çeken başka bir nokta da, Kırımlıların tarihlerini unutmamış olmaları. Malûm, Müslüman Kırım Tatarları 1944’te ‘soykırım’ sayılabilecek bir sürgün yaşadılar ve başta Özbekistan olmak üzere SSCB coğrafyasına dağıtıldılar. ‘Sürgün’ hatıraları hâlâ canlı. O günleri yaşayan ve bu günlerde 80 yaş civarında olan bütün Kırımlılar, her fırsatta çektikleri çileleri anlatıyor ve o günkü zalimleri lânetliyorlar. Kırımlılar her daim ‘vatanım, vatanım’ diyor ve bu konuda kendilerine daha fazla destek verilmesini de istiyorlar. Başta Osmanlı adaletiyle tanışan geniş coğrafya olmak üzere bütün İslâm dünyasının gözü ve kulağı Türkiye’de. Bu bakımdan yanlış yapma ve onları sukût-u hayale uğratma lüksümüz yok. Dört elle çalışarak hem kendi sıkıntılarımızı aşalım, hem de gözü ve kulağı bizde olanlara el uzatalım... 23.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Öğretmenim, canım benim |
“Öğretmenim, canım benim, canım benim; seni ben çok, pek çok severim” marşını ne çok söylerdik ilkokul sıralarında. Öğretmenler günü yaklaşmaya görsün, bizi heyecanlı bir telâş sarar, günler öncesinden öğretmenimize vereceğimiz hediyenin planlarını yapardık. Bazen son baharın hüznünü aksettiren bahçemizden bulabilirsek birkaç çiçek, bazen annemize, üzerinde “canım öğretmenim” yazısını işlettiğimiz dantelli bir mendil… “Acaba beğenir mi?” endişesi içinde çekinerek uzattığımız hediyemizi mütebessim çehresiyle, bizi öperek kabul eden öğretmenimiz bizi nasıl da mutlu ederdi. O bizim öğretmenimizdi; annemizdi, babamızdı, hakikaten bizim her şeyimizdi. “Her şey insanı sevmekle başlar” cümlesiyle başladığı derslerin bizi yönlendirdiği hayat, sevebildikçe insan olduğumuzu bize hiç unutturmadı. Bugünkü nesil bizim kadar öğretmenini sevebildi mi? Hakikaten cevabını çok merak ettiğim bir sorudur. Benim görebildiğim, değerler eğitiminden gitgide uzaklaşan Türk eğitim sistemi, yalnız öğretmenini değil, kendisini de sevdirememiştir. Eğitim sistemimiz, inhisarcılıktan, ruha inemeyen kalıpçılıktan, adım adım kendisinden uzaklaştıran bir baskıcılıktan, şekilcilikten, kalbe inemeyen kuruluktan kendini kurtaramamıştır. Bu bayağılığına da öğretmenini alet ederek onu günah keçisi haline getirebilmiştir. Öğretmen, ideolojik yaklaşımlara kurban edilen bir sistemin kuklası haline getirildiğinin çoğunlukla farkında bile değildir. Günlük politikaların oyuncağı haline dönüştürülen öğretmenim, uğruna bir ömür verdiği sıralardan beklediği saygı ve sevgiyi görememekte, gitgide içine kapanmaktadır. Bilgi, ahlâk ve faziletle birlikte şefkat ve merhamet odağı olması gereken, bu yönüyle toplumu dönüştürmesi gereken öğretmen; öğretmenlik idealizminden uzak, bezgin bir görüntü içersindedir. Bu bağlamda, burçları yerle bir olmuş bir kaleyi andıran eğitim sistemimizin onarıma başlayacağı ilk yer ‘öğretmenlik’ olmalıdır. Öğretmen, hiçbir dönem bu kadar ezilmemiş, hiçbir dönem bu kadar kakılmamıştır. Öğretmeni olmayan bir toplum nereye kadar gidecektir? Öğretmenini sevmeyen bir nesil, neyi, nasıl sevebilecektir? Öğretmenini tanımayan, öğretmenine saygıyı çok gören bir nesle hangi iyiyi sevdirebilir, hangi güzeli gösterebilirsiniz? Değersizliğin değer haline geldiği bir sistemde öğretmen hangi değerlerin adamı olacaktır? Yarın öğretmenler günü. Kutlamaları sahtekârlık derecesinde abartan bir yapımız var. Yarının en önemli gündem maddesi de öğretmenler olacak. Şatafatlı törenlerle ve sözlerle öğretmenlerimizin gururu okşanacak, öğretmenlerimiz güzel sözlerle yüceltilecek. Övgü sözleriyle yanlışları örtbas etme alışkanlığı geri kalmış toplumların bariz göstergelerindendir. Öğretmenini memurlaştıran zihniyet, öğretmenine sınıfta söz hürriyeti tanımayan, öğretmenini yalnızca köhnemiş ideolojilerinin bekçisi gören sistem, yanlışlarını abartılı törenlerle gizleme çabası içindedir. Yarınki törenler, Cumhuriyetin bekçiliği göreviyle kutsanan öğretmenlere, bugün eşikte kalmış, değer tanımaz bir nesli sınıfta tutabilme çabalarından ötürü, ancak bir sus payı olabilir. “Asırlar var ki, aydınlık nedir bilmez afakım” diye sitem eden Akif’ten bu yana bir asır daha geçti. “Bugün onlara ne öğretebilirim?” endişesini taşıyan öğretmenlerle “Bugün sevgili öğretmenim acaba bana neler öğretecek?” diye meraklanan öğrencilerin olmadığı bir ülkenin afakı karanlığa mahkûmdur. Son yıllarda her alanda yaşadığımız kargaşa, keşmekeşlik ve kendini bilmezlik halinin üstesinden nasıl gelineceği sorusunun cevabı bizatihi öğretmenin kendisi ile ilgilidir. “Çağdaş bir aydın” tipi olarak düşünülen öğretmen gerçekten bugün bir “aydın” mıdır? Günümüz öğretmeni; okuma- araştırma cehdiyle, millî ve mânevî değerleri yaşatma kabiliyetiyle ve bunları yeni nesillere aktarabilme gücüyle bir aydın olabilmiş midir? Bunları bir cevaplayalım hele! Sonra, nasıl olsa ögretmenim için bir kutlama yaparız. 23.11.2010 E-Posta: [email protected] |