11 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat kahramanları-24


A+ | A-

Sıddıka Kartal (1911–11 Ağustos 1999) ve

Zeynep Eskiköy

Git o çocuğu yerden kaldır!

Bediüzzaman Hazretleri, Denizli Hapsinden sonra 1944 yılında sürgün olarak gönderildiği Emirdağ’da sıkıntılı günler geçirir.

Daima göz hapsinde tutulur. Mahkemede beraat etmesine ve eserlerinin iadesine rağmen eskisinden daha sıkı bir kontrol altındadır. Kapısından bekçi eksik olmaz. Hakkında kat’i imha kararı alınmıştır. Mektuplarında ifade ettiği gibi Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısını, bazen bir günde Emirdağ’da çeker.

Emirdağ ahalisi bütün olanlara şahittir ve çoğu da Nur’lara sahip çıkar.

Bolvadin’den Emirdağ’a iş maksadıyla göç eden Kartal ailesi de bunlardan bir tanesidir.

Daha önce hatıralarını sizlere aktardığımız Nuran Durgut’un hatıralarından bu aileyi hatırlayacaksınız. Gazetede Şefkat Kahramanları’nda çıkan yazımızı Nuran Durgut ile değerlendirdiğimizde, ablasının da hatıraları olduğunu söyleyince irtibata geçtik.

Aşağıda okuyacaklarınız, o dönemlerde küçük bir kız çocuğu olan Zeynep Eskiköy ile 27 Haziran 2010’da Pendik Kaynarca’daki evinde gerçekleştirdiğimiz sohbetten anekdotlar içermekte.

1947 Bolvadin doğumluyum. Babam Süleyman Kartal iş bulma maksadıyla ben daha bebekken Emirdağ’a göç ediyor. Eşyaları kamyona dolduruyorlar, ailecek Emirdağ’a gelirken yolda Kapaklı diye bir konaklama yerinde duruyorlar. Ağaçlı, çeşmeli bir yer. Üstad Hazretlerinin taksisi de biraz sonra gelip, duruyor. Üstad Hazretleri Emirdağ’dan Isparta’ya gidiyormuş. Üstad orada abdest alır, namaz kılarmış. Orada bulunanlar Üstad Hazretlerini tanıyanlar, dua almak için hemen yanına gidiyorlar. Annem Üstad Hazretlerini tanıdığı için babama “Git, sen de Bediüzzaman Hazretleri ile tanış, ondan dua iste” diyor. Babam Üstadın yanına gidiyor, elini öpmek istiyor. Üstad Hazretleri elini öptürmezdi. Cübbesinin üzerinden dirseğini öpüyor babam. “Çocuklarım var. Bolvadin’de iş yok. Kalfa olarak belediyeden ayrıldım. Emirdağ’a iş bulmaya gidiyorum” diyor, halini anlatıyor. Üstadımız “Emirdağ’da senin işin hazır!” diyor.

Gerçekten de babam Emirdağ’a geldikten on gün sonra iş teklifi alıyor.

Boş bir hanı işletmesi için onu çağırıyorlar. Babam hancı idi. Tabi şimdi ‘han’ diye bir şey kalmadı. O zamanlar hanlar şimdinin 5 yıldızlı otelleri gibi hizmet verirler, yolcuları ağırlarlardı.

Annem Sıddıka Kartal

İlginçtir, annem Sıddıka Kartal Risâle-i Nur’ları babamdan önce tanımıştır.

Annem “Taktak”lar ailesinin kızıdır. Annemin dayıları Üstad’ı önceden tanıyorlarmış. Daha evlenmeden önce rahmetli Hacı Şükrü dayım (Said Taktak’ın dedesi) Hacı Mehmet dayım gelir, annemlere Risâle-i Nur’ları Üstadımızı anlatırmış. Annem de merakla dinler içinden “Görsem keşke onu” diye geçirirmiş. Küçüklüğümde dayılarımız, anneannem evde hep Risâle-i Nur’dan bahsederlerdi.

Bolvadin’de Şahide Yüksel ki biz ona Şadiye Anne derdik hanımlara Risâle-i Nur dersleri yapar, annem de o sohbetlere iştirak edermiş. Annem Risâle-i Nurları, Cevşen’i, Bediüzzaman Hazretlerini bu sayede daha yakından tanıyor.

Çocukluğumda annemin yanında, onun arkadaşlarıyla yaptıkları sohbetlere giderdim. O sohbetlerde Üstadımızın Eskişehir, Denizli, Afyon Mahkemelerindeki savunmaları, Emirdağ’da, Bolvadin’de Üstadımıza reva görülen hareketler hanımlar arasında hep anlatılır, “Dua edelim!” denirdi. Annemin dizlerinin dibine sokulur, arkadaşlarıyla konuşmalarını dikkatle dinlerdim.

Üstad Hazretleri kır gezmelerine çıkardı. “Keçili” diye bir yer vardı. Oraya hava almak için arabayla giderken, hanımızın önünden geçerdi. Bizim evimiz de hanın hemen yanı başında olduğundan arabasını geçerken görür, hemen anneme haber verirdik. Annem hemen şalvarını, atkısını giyer, arkadaşlarına haber vermeye giderdi. Annemle arkadaşları Üstad Hazretlerinin arkasından kıra çıkıp onun duasını almak için can atarlardı.

Cuma günleri beyaz, diğer günler siyah cübbe giyerdi Üstad Hazretleri. Üstad Hazretleri Emirdağ’dan başka bir yere giderken, Zübeyir Ağabey evin anahtarını büyüklerimizden birine bırakırdı. Annemler gidip anahtarı alır, arkadaşlarıyla Üstadımızın evini temizlerlerdi. Şahide, Firdevs, Pakize Anneler… Biz çocuklar da onlarla birlikte giderdik. “Aman kimse duymasın!” diye de dikkat edilirdi. Tahtaları, merdivenleri siler, perdeleri, örtüleri, çorapları, kıyafetleri hep beraber yıkarlardı. Biz çocuklar gider güğümlerle su taşırdık. Şimdiki rahat şartlar yoktu o zamanlar…

Git o çocuğu yerden kaldır!

Üstadımızı her zaman görürdük. Bir seferinde annem beni ve ağabeyimi su doldurmak için erkenden uyandırdı. O zamanlar 5-6 yaşlarındaydım. “Bugün Cuma. Bediüzzaman camiye gider. Onu görür, duasını alırsınız. İbrikleri de doldurun!” dedi. Gittik, eve su taşımaya başladık… Cuma vakti geldi, namazlar kılındı. Emirdağlılar caminin önünde dua ediyorlar. Ben de hareketli bir çocuktum. Kalabalığın arasından Üstadın yanına gitmeye çalıştım. Sırtıma vurdular, kovaladılar büyükler. Ağlamaya başladım, tökezleyip düştüm. Geldi birisi kaldırdı beni yerden. Ceylan Ağabeymiş. Üstadımız benim düşüp ağladığımı görünce “Git o çocuğu yerden kaldır!” demiş. Ceylan Ağabey “Gel Bediüzzaman seni istiyor!” dedi. Öyle sevindim ki, gözüm bir şey görmüyor artık. Üstad Hazretleri eliyle “Gel, gel!” işareti yaptı. Başımı okşadı, sırtımı sıvazladı. “Hayatında yaşadığın müddetçe yokluk görme! Rızkın bol olsun!” diye dua etti. Talebelerine işaret etti. Bana şeker verdiler. Sevinçten adeta uçarak annemin yanına gelip müjdeyi verdim… Çocukluk işte, güğümlerimi unutmuşum, kalabalık dağıldıktan sonra tekrar çeşmeye dönüp, aldım.

Çocukların rızkını ayrı alın!

Bir gün annelerimiz ile birlikte Üstad Hazretlerinin evini temizlemeye gittiğimizde, Zübeyir Ağabeyin hazırlamış olduğu mutfakta küçük kahvaltı tabaklarındaki yiyecekleri gördük. Zeytin, peynir, bal, şeker, tuz… Biz çocuklar o yiyeceklerin hepsini bitirdik. Sonra bize anlatılanlara göre, Üstad Hazretleri eve geldiğinde yiyecek bir şeyler hazırlanmasını istemiş. Ceylan Ağabey “Üstadım dün temizlik için gelen ablaların çocuklarını kayınvalideleri çok sevecek. Yiyeceklerin hepsini bitirmişler!” demiş. Üstad Ceylan Ağabeyi çarşıya alış verişe gönderirken “Bundan sonra o gelen çocukların rızkını da ayrıca al!” diye tembihlemiş.

Üstad Hazretleri kıra çıktığını görünce annemler de hazırlanır, hemen arkasında kıra giderlerdi. Onu rahatça görebildiğimiz tek an kırlara çıktığı zamanlardı. Yasaktı çünkü onu gidip evinde ziyaret etmek, mümkün değildi. Kapısında bir bekçi devamlı beklerdi.

Annemin teyzesinin kızının evi Üstadın evinin tam karşısındaydı. Onu uzaktan da olsa görebilmek için Nakiye teyzemin evine gider, beklerdik.

Okula giderken, Üstadın evinin önünden geçerdik. “Pencereye çıksa da görsek, bize dua etse!” diye beklerdik. Sanki haber vermiş gibi, perdeyi açar el işaretiyle bize selâm verir, “Hadi artık gidin!” diye işaret ederdi.

Babam Süleyman Kartal

Emirdağlılar babama “Hoca Emmi!” der, umumiyetle severlerdi. Üstad Hazretleri talebesi olan Hacı Şükrü dayımlara yumurta almak istediğini söylüyor. Üstadımız günlük yumurta alırdı. Her gün yumurtlayan tavuğun yumurtasını isterdi. Dayım da “Hoca eniştemden alırız. Hanımı da Risâle-i Nur’u bilir” diye cevaplıyor. Zübeyir Ağabey bir gün araba ile geliyor. “Ben Bediüzzaman’a yumurta alacağım!” diyor. Babam içerden sepeti yumurta ile doldurup getiriyor. “Ben o kadar istemedim!” diyor Zübeyir Ağabey. Babam da “Bizde tavuk, yumurta çok. Helâl olsun!” diyor. Zübeyir Ağabey “Ben Üstadımın verdiği rakama göre yumurta alayım. Başka zaman yine ondan izinli olarak yumurta alırım!” diyor, gidiyor.

Zübeyir Ağabeyin sonraki gelişinde annem sobayı tutuştururlar diye hazırladığı çırayı, evde toz almak için ya da başka işler için kullanmak üzere diktiği bezleri küçük bir bohça yapıyor, veriyor. Babam da sepete 5-10 yumurta fazla koyuyor yine. Zübeyir Ağabey babama soruyor. Bunlar nedir? Çıra, dikilmiş bezler… “Biz böyle bir şey istemedik ki?” diyor. Babam çok ısrar edince, kalp kırmak da istemediği için Zübeyir Ağabey verilenleri alıp gidiyor. Üstad Hazretleri evde ince ince soruyor “Bunlar nedir?” diye. Çıranın ve yumurtaların parasını hesaplıyor. “Kalanı götür, iade et!” diyor.

Üstad Hazretleri hediye kabul etmez, aldığı her şeyin karşılığını verirdi.

Üstad Hazretlerinin talebeleri ile kırlara çıktığı bir gün annemler de eşlerinden haberli arkadaşlarıyla arkasından gidiyorlar. Keçili mevkiinde Üstad Hazretleri ibadet eder, eserlerini tashih ederdi. Orada annemlerin ismini öğreniyor. “Bu kim?” diye soruyor talebesine “Şahide Yüksel” “Bu kim?” diye soruyor “Azime Taktak” diyorlar, sıra anneme geliyor. “Bu kim?” diye soruyor. “Üstadım bu da Hoca Süleyman Emminin refikası Sıddıka!” diyorlar. “Ha, Sıddık Süleyman gibi!” diyor Üstadımız. Barla’da Sıddık Süleyman isminde talebesi var ya. Unutmuyor, onu hiç. Annemin, babamın isimleri ona Sıddık Süleyman Ağabeyi hatırlatıyor…

Zübeyir Ağabey...

Zübeyir Ağabeyi hana yumurta almak için geldiğinde hep görürdük. Sırtımızı sıvazlayıp, başımızı okşayarak dua eder, bize şeker verirdi. Onun geldiğini anneme hemen haber verirdik. Annem şalvarını giyer, başına atkısını alır, hemen babamla Zübeyir Ağabeyin bulunduğu yere giderek kapının arasından Zübeyir Ağabey ile konuşurdu. “Üstadımız bize dua etsin! Risâle göndersin” derdi. Zübeyir Ağabey de “Tamam Üstadıma söyleyeyim. İzin alıp istediklerinizi getiririm” derdi. Sonraki gelişinde de annemin istediklerini getirirdi.

Bazen Zübeyir Ağabey kendi yazdığı risâleleri getirirdi. Annem de onları çoğalttırırdı. Annem okumayı 30 yaşında öğrendi. Okurdu, ama yazamazdı. Emirdağ’ın Bayat Köyünden Hacı Osman vardı. Annem ona bahçede yer hazırlardı. Hacı Osman oturur, yazardı. Annem sadece kendisi için değil, isteyen arkadaşları için de risâle, cevşen, tesbihat yazdırırdı. Onun kalemini yazı yazarken hayran hayran seyredince “Büyüyünce sen de öğreneceksin bu yazıyı. Bunlar Osmanlıca!” derdi Hacı Osman.

Annemin dayıları, yeğenleri de yeni telif edilen kitaplardan getirirler bize anlatırlardı. Annem hemen o kitaplardan temin edip okumak isterdi. Kendisi için de, arkadaşları için de yazdırırdı…

Yazılan kitaplar Üstad Hazretlerine gönderilip tashih edilirdi. Kitabın sonunda Üstadımızın kırmızı kurşun kalemle yazdığı dua bulunurdu.

Şahide, Firdevs, Zehra, Pakize…

Firdevs Anne annemin arkadaşıydı. Üstad Hazretleri yoğurdunu ondan aldırırdı. Gece gündüz demez risâle sohbeti yaparlardı. Annem onun evine gittiğinde gece de kalırdı. İzmirli Zehra Anne Emirdağ’ına geldiğinde Firdevs Annede kaldı. Bir akşam da biz evimizde misafir ettik.

Annem hancı hanımı olduğu için, işleri çoktu. Yorulurdu. Hanın işlerine de koşardı çünkü. Komşumuz Pakize Abla gelir “Hadi gari Sıddık geç kalıyoruz, gidelim!” diye seslenince annem hemen hazırlanır, atkısını takar, şalvarını giyer çıkardı.

Hiç unutmam yine böyle bir gün annem fırında ekmek yaptı. Daha soğumadan sıcak sıcak “Misafirler gelmiş, yesinler” diye aceleyle hazırlanıp beraber çıktılar…

(Zeynep Hanımın atkı dediği omuzları örtüp belden de aşağılara uzanan genişçe mevsimine göre kalın yünlü kumaştan ya da pamukludan dokunmuş bir tür şal. Şalvar da hepimizin bildiği çok geniş ağlı vücut hatlarını belli etmeyen bir nevî etek genişliğinde olan bir kıyafet. Bolvadin hanımları evden dışarı çıkarken bir gözleri açık kalacak şekilde atkı ile başlarını sıkıca örtüp, şalvarlarını giyiyorlar. O yıllarda Emirdağ’da yaşayan Bolvadin hanımlarını bu kıyafetlerinden hemen tanımak mümkün. Anlatılanlardan Emirdağ’ kadınlarının kıyafet tarzının Bolvadinlilerden daha farklı olduğunu anlıyorum.)

Annem eve arkadaşlarını çağırırdı. Gece uyurdum, uyanırdım bakardım ki, hâlâ sohbetleri, ilâhileri, risâle okumaları devam ediyor. Ben namaz tesbihatını annemle birlikte gittiğim sohbetlerden öğrendim. İlâhileri de öyle… (Bu arada o yıllarda çok söyledikleri bir ilâhiyi mırıldanıyor Zeynep Abla…)

Zeynep, Zeynep, Zeynep…

Bir gün Üstadın evinin önünde odun kırdırmışlar. Biz çocuklar odunu taşımak istedik, taşıdık. Zübeyir Ağabey isimlerimizi istedi. Bir kâğıda yazdı. “Üstada vereyim isimlerinizi. Size dua etsin!” dedi. Üstad isim listesine bakıyor üç tane de Zeynep var. Biri ben, diğerleri de dayılarımın kızlarının isimleri. Zübeyir Ağabeye “Allah Allah! Zeynep’lere bak! Bunu kız kardeşim, şunu Peygamberimizin eşi, diğerini de Peygamberimizin kızı gibi kabul ediyorum! Bunları böyle onlara ilet. Bana dua etsinler. Ben çok hasta olduğum için onları çağıramıyorum yanıma” diyor.

Zübeyir Ağabey bunu bizlere anlatmıştı. Çok sevinmiştik.

Şahide Anne…

Şahide Annenin Bolvadin’den Emirdağ’a geleceğini öğrendiğimiz zaman hemen gider otobüsten karşılardık. Annem bir bohça hazırlayıp içine giymesi için kendi kıyafetlerini yerleştirir, bizimle gönderirdi Şahide Anneye. Çünkü annem hoca hanımı olduğu için kimse bir şey söyleyemezdi. Hem de annem hiç korkmazdı. “Bir şey olursa polislere ‘Ne yapayım ben Üstadımı, onun kitaplarını çok seviyorum. Ne yaparsanız yapın!’ derim” derdi.

Şahide Anneyi beraberimize alır ya Nakiye Teyzeme, ya Firdevs Anneye götürürdük. Her gidişimizde annem sıkı sıkı tembihlerdi: “Yolda nereye gittiğini kimseye söyleme e mi kızım! Şahide Anne bize kitap getirdi! Üstada çorap getirecekti! Git al!” derdi. Böyle postacılık vazifesi çok yaptım…

Üstad Hazretlerinin duası…

Üstadın Emirdağ’da olduğu yıllar onun maneviyatını mıknatıs gibi hissederdik. “Yokluk görmesin çocuklarınız!” diye Emirdağ’a duası vardı. Gerçekten o yıllarda çok fakirdi Emirdağ. Komşulardan gelip “Sıddık Abla şu arpa ekmeğini suya banıp da yiyoruz. Başka yiyeceğimiz yok!” derlerdi. Üstad Hazretleri bolluk ve bereket getirdi Emirdağ’ına. Süt, yoğurt pazarı dolar, taşardı… Tabi Menderes’in de etkisi vardı bu bollukta. Demokrat Parti bolluk getirdi.

Emirdağlılara Avrupa yolları açıldı. Çoğu şimdi Belçika’da çalışıyor. 5-10 kuruşun hesabını yapanlar, yiyecek ekmek bulamayanlar, şimdi Avrupa’dan lüks arabalarla yazları Emirdağı’na geliyorlar.

Bütün bunların Üstadımızın Emirdağı için yaptığı duanın kabul edilmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum…

11.07.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Bebeği ölen anne Cennete gider mi?


A+ | A-

Ankara’dan Arzu Gül: “Bebeği ölen anne cennete gider mi? Söylenene göre küçük bebek anne diye ağlarmış ve annesini yanında cennete götürürmüş. Doğru mu?”

Çocukların vefatlarında azap değil, şefkat; gazap değil, merhamet; korku değil, ümit söz konusu; insafsız bir emir değil, acıyan bir elin izleri görünmektedir. Çünkü çocuklar düpedüz Allah’ın rahmetine ve Cennetine uçmaktadırlar. Öyle ki, kendileri Allah’ın rahmet dairesine girmekle beraber, anne ve babalarının da kurtulmalarına şefaatçi olabileceklerini Resulullah Efendimiz (asm) müjdelemektedir.

Peygamber Efendimiz (asm) küçük yaşta ölen çocuklarla ilgili buyurdu ki:

*“Mü’minlerin ölen çocukları Cennette bir dağdadırlar. Kıyamet Günü babalarına teslim edilinceye kadar bakımlarını Hazret-i İbrahim (as) ve hanımı Sâre üzerine alır.”1

*“Müşriklerin çocukları Cennet ehlinin hizmetçileridirler.”2

*“Ümmetimden bir adam gördüm ki, terazisinin iyilik kefesi hafif gelmişti. Küçük yaşta ölen çocukları geldi ve terazisini ağırlaştırdı.”3

*“Ergenlik çağına gelmeden önce ölen çocuklar, Cennette çok canlı ve hareketli balıklar gibidirler. Birisi babasını karşılar, elbisesinden tutar, Allah ebeveynini de kendisiyle birlikte Cennete koyuncaya kadar bırakmaz.”4

Kazaya rıza ve kadere teslim olmanın İslâmiyet’in bir şiarı olduğunu beyan eden ve çocuğu vefat eden Hâfız Hâlid Ağabey için Allah’tan sabr-ı cemil dileyen Bedîüzzaman Hazretleri, ölen çocukların bir âhiret azığı ve şefaatçi hükmünde olduklarını kaydeder.

Bedîüzzaman Hazretleri, çocuğu vefat eden takva ehli mü’minlere yüksek birer müjde ve teselli mahiyetinde şu noktalara dikkat çekiyor:

1- Kur’ân-ı Hakîm’de, “Ebediyet çocukları” 5 kavramının mânâsı ve sırrı şudur:

Mü’minlerin ergenlik döneminden önce vefat eden çocukları Cennette ebedî, sevimli ve Cennete lâyık bir surette daimi çocuk kalacaklar ve Cennete giden anne ve babalarının kucaklarında ebedî sevinç kaynağı olacaklardır. Böylece anne ve babalarına çocuk sevmek ve evlât okşamak gibi en lâtîf bir zevki ebediyen kazandıracaklardır. Nitekim her lezzetli şey ve mü’minin her isteği Cennette vardır. Cennetin tenasül yeri olmadığından çocuk okşama ve çocuk muhabbeti olmadığını zannedenler yanılmaktadırlar. Dünyada on senelik kısa bir zamanda elemle karışık evlât sevmeye ve okşamaya bedel, âhirette elemsiz, kedersiz, milyonlar sene ebedî evlât sevmeyi ve okşamayı kazanmak mü’minlerin en büyük bir saadet kaynağı olacaktır. Kur’ân, “ebediyet çocukları” cümlesiyle bu hakikate işaret ediyor ve müjde veriyor.

2- Bedîüzzaman Hazretleri bu İkinci Nokta’da bir temsil kaydeder. Şöyle ki: Bir zaman, bir zat, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu da yanına gönderiliyor. O biçare mahpus hem kendi elemini çekiyor, hem de çocuğunun istirahatını temin edemediği için onun zahmetiyle elem ve keder duyuyordu. Sonra bir gün merhamet sahibi hâkim ona bir adam gönderdi ve dedi ki:

“Şu çocuk gerçi senin evlâdındır. Fakat benim vatandaşım ve milletimdendir. Onu ben alacağım ve güzel bir sarayda besleyip büyüteceğim.”

Çocuğun babası ağlayıp sızlayarak diyor ki:

“Ben teselli kaynağım olan evlâdımı vermeyeceğim”

Arkadaşları diyorlar ki:

“Senin üzüntün yersizdir ve mânâsızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan çocuk şu karanlık, sıkıntılı, bozuk ve kirli hapishaneye bedel; ferahlı, saadetli, huzurlu ve rahat bir saraya gidecektir. Eğer sen kendin için üzülüyorsan, kendi menfaatini arıyorsan; çocuk senin yanında kalsa, geçici olarak şüpheli bir menfaatle beraber, çocuğun meşakkatinden çok sıkıntı ve elem çekeceksin. Eğer çocuğu hâkime versen, sana daha çok menfaati olacak. Çünkü padişahın merhametini çekecek ve sana şefaatçi hükmüne geçecek. Padişah onu seninle görüştürmek isteyecek. Elbette, görüşmek için onu zindana göndermeyecek; belki, seni zindandan çıkarıp o saraya getirecek, çocukla görüştürecek. Bir şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatin varsa.”

Üstad Bedîüzzaman diyor ki: “İşte Aziz kardeşim, senin gibi mü’minlerin evlâdı vefât ettikleri vakit şöyle düşünmeli: “Şu çocuk masumdur. Onun Hâlıkı dahi Rahîm ve Kerîm’dir. Benim noksan ve eksik terbiyeme ve şefkatime bedel; onu gayet kâmil olan inâyet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli, musîbetli ve meşakkatli zindanından çıkarıp, Cennetü’l-Firdevs’ine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı kim bilir ne şekle girerdi! Onun için ben ona acımıyorum. Onu bahtiyar biliyorum.”

Çocuğun dünyada kalması halinde ebeveynine ait menfaati için dahi acınmayacağını ve acı duyulmayacağını belirten Bedîüzzaman, çünkü dünyada kalsaydı on senelik geçici bir elemle karışık bir evlât muhabbeti temin edeceğini; salih olması ve dünya işinde başarılı olması halinde ebeveynine yardımcı olacağını; fakat vefât etmesiyle ebedî Cennette milyonlarca sene ebeveynine evlât muhabbetine kaynaklık edecek derecede ebedî saadete vesîle bir şefaatçi hükmüne geçeceğini kaydeder.6

Bedîüzzaman’ın bu müjdeli haberinde şu hadis-i şerifin hakikî müjdesi okunmaktadır:

Peygamber Efendimiz (asm) buyurur ki: “Şüphesiz ben, Cennet kapısında durup girmemekte ısrar eden bir düşük çocuğa varıncaya kadar diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. Bu çocuğa: “Cennete gir!” denilecek. O da: “Yâ Rabbi, Annem babam da girsin.” diyecek. Bunun üzerine ona: “Anneni ve babanı da alarak Cennete gir.” denilecektir.7

Bedîüzzaman der ki: Elbette ve elbette meşkûk (şüpheli) ve muaccel (hemen) bir menfaati kaybeden ve fakat muhakkak geleceği vaad olunan bin menfaati kazanan elem çekmez, acı duymaz, ümitsizce ağlamaz, üzüntü içinde feryat etmez.8

1. Câmiü’s-Sağîr, 1/634, 2. Câmiü’s-Sağîr, 1/635.

3. Câmiü’s-Sağîr,2/1456, 4. Câmiü’s-Sağîr, 3/2481.

5. Vâkıa Sûresi, 56/17, 6. Mektûbât, s. 79, 80.

7. Câmiü’s-Sağîr, 3/2364, 8. Mektûbât, s. 80.

11.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Çağın vebası


A+ | A-

Ekonomik kriz, yolsuzlukların ülkeler nezdinde açtığı yaraların derinliğinin anlaşılmasına da vesile oldu. Yolsuzluk hastalığı aslında ‘çağın veba’sı sayılmaya aday bir hastalık. İçten içe çürüyen ülkeler, bu hastalığa karşı da topyekûn savaş açmak durumunda.

Yolsuzluklara karşı öncelikli olarak mücadele etmesi gereken ülkerin başında “İslâm ülkeleri” gelir. Daha doğrusu, halkı Müslüman olan ülkelerde “yolsuzluk hastalığı”nın olmaması beklenir. Fakat her insanı etkileyen dünyevîlik hastalığı, İslâm ülkelerini de tesiri altına almış durumda.

Konu ile ilgili olarak açıklanan bir rapor, yolsuzluğun Arap ülkelerinde meydana getirdiği tahribatı ortaya koymuş. Mısır’ın başşehri Kahire’de düzenlenen “Bölgede Yolsuzluğa Karşı Çıkan Stratejiye Doğru” temalı konferansta açıklanan rapora göre, rüşvet ve diğer finansal yolsuzlukların Arap ülkelerine olan maliyetinin 1 trilyon doları bulduğu bildirilmiş.

Rakamın büyüklüğünü anlamak için şu tesbite de dikkat etmek gerek: “Yayınlanan rapora göre yolsuzlukların maliyeti, Arap ülkelerinin 1950-2000 yılları arasındaki gelirlerinin üçte birine denk geliyor.”

Kahire’de düzenlenen konferansta konuşan organizasyon genel sekreteri Emir Hayat, Arap ülkelerinin büyük çoğunluğunun yolsuzlukla başının dertte olduğunu ve bunun da problemlerle baş edemeyen zayıf devletler ortaya çıkardığına dikkat çekmiş. (Cihan, 10 Temmuz 2010)

Peki, Arap ülkelerinde bu miktarda yolsuzluk yapılmamış ve bu imkânlar milletin menfaati için kullanılmış olsaydı ne kazanılabilirdi? Bunun cevabı da çarpıcı: Bölgenin en çok ihtiyaç duyduğu gıda ve su konusunda kendi kendine yeterli olması sağlanabilirmiş...

Aynı rapora göre Arap ülkeleri petrol ve diğer ürün ihracından 1950-2000 yılları arasında 3 trilyon dolar gelir elde etmiş. Bu gelirin yaklaşık 1 trilyon doları silâha, 1 trilyon doları yatırımlara ve kalan 1 trilyon doları da ‘yolsuzluk kuyusu’na düşmüş!

Dikkat edilirse ‘silâh’a da çok büyük miktarda pay ayrılmış. Yolsuzluktan sonra silâha ayrılan paraların da daha sıkı denetlenmesinde fayda var. Gerçekten ihtiyaç olan silâhlar mı alınıyor, yoksa ‘hayalî düşmanlar’ için mi bu ülkeler silâhlandırılıyor?

Bu hastalık Arap ülkelerini tehdit ediyor da, diğer İslâm ülkelerini tehdit etmiyor mu? Türkiye de benzer hastalığa yakalanmış durumda. Yakın zaman önce şahit olduğumuz ‘batan banka’larla havaya uçan paraların hesabı sorulabildi mi? Ki, onlar ‘kayda alınabilen yolsuzluklar’ı gösteriyor. Bir de ‘belge’siz olarak yapılan yolsuzluklar var ki, Türkiye’nin “Büyük Türkiye” olmasını da engelliyor.

Keşke, benzer bir rapor ülkemiz için de hazırlansa ve ‘kuyu’nun derinliği tesbit edilebilse. Tesbit edilse ve kalıcı çareler aransa...

Yolsuzluklarlara karşı ciddî mücadele vermeden “Büyük Türkiye” olmamız çok zor. Bilmeliyiz ki, para kazanmaktan daha önemli olan, kazanılan paraları harcamaktır. Kazandıklarımızı israf etmeden ve yerli yerinde kullanarak ancak ‘düz’lüğe çıkabiliriz.

11.07.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

“Boğazınıza çalışmayın!”


A+ | A-

TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’le yaşlı bir vatandaşın diyalogları ilginçti. 65 yaşındaki Mustafa Altıner’in “Bölgemizde elektrik yok” şikâyetine Şahin, “Bir daha geldiğimizde burada elektrik görmezsek hesabını soracağım” karşılığını vermiş.

Altıner: “Sor, hem de telefon edeceğim size. Sen Antalya milletvekilisin. Memlekete, millete faydan olsun…” diye konuşmasını sürdürünce, Şahin etrafa dönerek, “Bu halkın içerisinde böyle içinden geldiği gibi konuşan, samimî insanlardır bunlar. Bunların sözlerinden alınmaya hiç ihtiyaç yok. Çok samimî söylerler” demiş.

Altıner: “Sağ olun, var olun. Memleketiniz için çalışın, boğazınız için çalışmayın” sözü üzerine arabasına binmekten vazgeçen Şahin, “Mustafa amca sen ne için çalışıyorsun?” diye sormuş. Altıner, “Size verilmiş bir vazife var. Bana vazife verilmedi” cevabını vermiş. Şahin ise, ‘Yani siz yöneticisiniz. Ülkenin yönetimi için çalışın’ demek istediniz. Tabiî herkes geçimi için, çoluk çocuğunun nafakası için bir şeyler elde edecek, ama tabiî siz, ‘Bunları helâl yoldan elde edin’ demek istiyorsunuz” diyerek arabasına binerek uzaklaşmış. Oraya elektrik gelir mi, gelmez mi bilemeyiz, ama bu diyaloğu okuyunca demokrasi adına sevindik. Çünkü demokrasinin gereği halkın seçtikleri vekillerine—hakaret etmeden—hesap sorabilmelidir. Geçmişte hesap sormaya kalkanların hakkında dâvâ açıldığını düşününce Şahin’in bu tepkiye hoşgörüyle bakması sevindirici…

* * *

BELGE SIZDIRMA YA DA

YARGIYI ETKİLEME...

İhtilâl ürünü 1982 Anayasasına göre protokolde Millî Savunma Bakanının önünde yer alan Genelkurmay Başkanının açıklamaları medya tarafından çoğu zaman Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı veya Başbakanın açıklamalarından daha ön plâna çıkarılır. Görev süresi 30 Ağustos’ta dolacak olan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamaları da öyle oldu.

Özel bir televizyon kanalında “yılın röportajı” duyurusuyla yayınlanan üç saatlik röportajda Başbuğ’un verdiği mesajlar, cümlelerinin arka planları hâlâ tartışılmaya, irdelenmeye devam ediyor.

Çok uzun olan röportajda dikkat çeken bir bölüm vardı. Orada devam etmekte olan bir dâvâ hakkında Başbuğ’un söylediği bir cümle çok enteresandı. “12 Haziran 2009’da ne oldu? Bir gazetede, malûm gazetede, bu irtica ile eylem planı çıktı. Orada da tabiî ilginç bir nokta var. Bu planın gazeteye polis tarafından servis edildiği açık, soruşturma açılıyor çünkü. Soruşturmanın da ne olduğunu merakla bekliyorum” dedi.

Peki bu ispatlanmış bir şey mi? Eğer öyleyse “polis” yetkilileri açıklamalı. Değilse, polisin hakkını kim savunacak? Normal olan emniyet genel müdürünün açıklamasıdır. Ondan bir cevap çıkmadı. Emniyet’in bağlı olduğu İçişleri Bakanına ise soru sorulduğunda, “Kurumlar arası uyumsuzluk yok. Biz de bu konularda hassasız. İstanbul Emniyeti de idarî soruşturma başlatmıştır. Ama bunları birebir bilmiyor, bulamayabiliyorsunuz. Emniyet içinde, asker içinde de yanlış yapan olabilir. Yanlış yapanlar tesbit edilince gerekli müeyyide yapılır. O hassasiyetler bizim de hassasiyetlerimizdir” cevabını verdi. Peki bu sözler devam etmekte olan bir dâvâyı etkilemeyecek mi?

Bir garip süreç doğrusu…

* * *

DAĞITTIN, DAĞITTIN…

Türkiye’nin dış politikasının konuşulduğu Meclis Genel Kurulu’nda CHP İzmir Milletvekili Mehmet Ali Susam’ın bir sözü ortalığı gerdi. Susam, “AKP’nin bugün uyguladığı kimlik siyaseti, özellikle, Türkiye’yi laik, çağdaş bir Batılı toplumdan Sünnî Müslüman bir topluma dönüştüren kimlik siyasetidir ve dış siyasetinde…” diye konuştuğu sırada sözünü tamamlayamadan AKP sıralarından gelen sert tepkiler geldi. Tutanaklardan aktaralım:

Ahmet Yeni (Samsun) - Öyle saçmaladın ki, pes yani!

Suat Kılıç (Samsun) - Çok yanlış sözler. Sayın Başkan, bu konuşmaya müdahale etmelisiniz. Ağzından çıkanı kulağı duymuyor, Hatip çok büyük bir bölücülük yapıyor. Hatip çok ağır bir bölücülük yapıyor, ağzından çıkanı kulağı duymuyor, kendisi de pişman olacak.

Avni Doğan (Kahramanmaraş) - Müslüman değil mi bu ülke, Müslüman değil mi?

Mehmet Ali Susam - Şimdi, bu ülke yüzde 90’ı Müslüman… laik bir cumhuriyettir… ama Müslüman bir memleket olarak yaptığı politikada öne çıkan değerler farklı değerlerdir. Onun için bu konuda etnik kimlik politikası ve etnik politika yapma noktasında olmayacaksınız.

Ahmet Yeni - Dağıttın, dağıttın, çuvalladın! Düzeltme yap!

Avni Doğan- Bir hesabın falan mı var Sünnîlerle?

Suat Kılıç - Milletin inancına, bölücü ve mezhepçi bir yaklaşımla kastettiğini tutanaklardan çıkarttır…

Karşılıklı diyaloglar sırasında Susam sözlerini açıklamaya çalışsa da “bölücülük” üzerine tartışma devam edip gitti. Buradan anlaşılacağı üzere, konuşurken sözün nereye gideceğini bilerek söz sarf edilmek gerekiyor. Yoksa sonra toparlaması zor oluyor. Türkiye’de ne yazık ki, zaman zaman etnik köken, dinî mezhep ve bölgesel farklılıklara dayalı polemik ve tartışmalar yapıldı, yapılıyor. Bu konular üzerinden tartışmanın ve siyaseti bu konular üzerine bina etmenin oldukça sakıncalı olduğunu düşünüyoruz. Zira, Meclis çatısı altında bulunan her milletvekili ülkenin her bireyine ayrım gözetmeden hizmet etmek üzere seçilmiştir. Dolayısıyla farklılıklar üzerinden siyaset yapmak da, bunu polemik konusu haline getirmek de, hem vekillik görevine, hem de milletin ortak değerlerine yapılan bir haksızlıktır. Dolayısıyla Meclis kürsüsünde bu tür ayrımcı söylemlerin dillendirilmesini tasvip etmek mümkün değildir.

NOT: Yıllık iznimizin bir bölümünü kullanmak için bir süre izninizi istiyoruz.

11.07.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

“Haber” üzerine


A+ | A-

Gazetecilik başta olmak üzere yayıncılık faaliyetlerinde en kritik ve önemli rolü üstlenen editörlerin görevi, gazete için “mutfak” tabir edilen yazıişlerinde, kendilerine ulaşan bütün malzemeleri “pişirip” okuyucunun hem akıl midesini doyuracak, hem de dimağ ve kalbinin “damak tadı”na hitap edecek şekilde sunmak.

Editör, gazete sayfalarına serpiştirilen her bir yazı, haber ve fotoğraf için “ince işçilik”le çalışır.

Bu mesainin her safhası, en küçük detaylarına kadar, çok büyük bir dikkat ve titizliği gerektirir.

Gazete muhtevasında önemli bir yere sahip olan haber konusuna bu açıdan bakacak olursak:

Bir defa gazeteye girecek haberlerin seçiminde bizim prensip, hassasiyet ve önceliklerimiz açısından önem arz eden ve mesaj verir nitelikteki haberlere ağırlık verilmeli; sayfaları gereksiz ve mâlâyani haberlerle işgal etmekten kaçınılmalı.

Sayfaya konulan haberler, önem derecelerine uygun hacimlerle yerleştirilmeli. Çok önemli bir haberi tek sütuna sıkıştırmak veya sıradan sayılabilecek bir haberi manşet yapmak gibi dengesizliklere meydan verilmemeli. Burada da “herşeye kıymeti miktarınca yer verme” ölçüsü esas olmalı.

Hele sayfaları kısıtlı olan ve az sayfayla çok mesaj vermesi gereken bizim gibi gazetelerde buna riayet edilmesi çok daha fazla önem arz ediyor.

Haber metninin, konuyla ilgili yeterli bilgiyi ihtiva etmesi; 5N 1K olarak ifade edilen “Ne, nerede, nasıl, ne zaman, niçin ve kim?” sorularını cevapsız bırakmazken, gereksiz detaylara yer vermemesi; kolay anlaşılır, akıcı, düzgün, temiz, duru bir dille ve imlâ kurallarına uyularak kaleme alınmış olması da yine dikkat gerektiren bir husus.

Seçilen haberlere başlık çıkarmak başlı başına bir sanat. Başlık hem haber metnini en iyi şekilde özetlemeli, hem de okurun dikkatini çekecek en ilginç ifadeyle formüle edilip, en uygun mesajı vermeli. Bu mesajda saptırma, abartma ve sansasyon gibi arızalar olmamalı. Denge gözetilmeli.

Ve güncel tartışma konularıyla ilgili haberlere atılan başlıklar, seviyeli bir fikir mücadelesinin gereğine uygun şekilde belirlenmeli. Kişileri hedef alan sataşma ve saldırı niteliğindeki sansasyonel ifadelerden mutlak surette kaçınılmalı; mesaj, tartışmanın fikrî boyutunda bizim görüşümüzü yansıtan mâkul ve dengeli bir ifadeyle verilmeli.

Ama dengeli olma adına silik ve renksiz bir duruş noktasına da kayılmamalı. Gerektiğinde son derece sert ve keskin eleştiri ve uyarılar da yapılabilmeli, ancak üslûba itina göstermek şartıyla.

Yıkıcı değil, yapıcı olma; tahrip değil, tamir için çalışma prensipleri hiçbir zaman unutulmamalı.

Gazete sayfaları içinde, manşet başta olmak üzere o günkü ana mesajların verildiği birinci sayfa ayrı bir öneme sahip olduğu için, orada yer alacak haberler her gün yapılan özel bir toplantıya getirilir, istişare edilir, manşet için en uygun başlık alternatifleri tartışılır ve birinde karar kılınır.

Manşet ya o günün genel gündemiyle ilgili olarak bizim görüşümüzü en uygun şekilde ifade etmeli veya başlı başına gündem oluşturabilecek bir ağırlığı taşımalı. Böylece okuyucuların da fikriyat ve hissiyatına tercüman olmalı. Nitekim ses getiren manşetler hep bu özellikleri taşıyanlar.

Bu noktada fikr-i takip de çok önemli. Yani özel önem verilen bir konuyu bir defa işleyip bırakmamak, sürekli gündemde tutarak takipçisi olmak ve netice alıncaya kadar devam ettirmek.

Keza zaman zaman diğer medya organlarıyla ortaya atılan yapay gündem tuzaklarına takılmayıp, aslî gündemlerden kopmamak da gerekiyor.

Ve gazeteyi diğer yayın organlarından farklı kılıp ona orijinal kimliğini kazandıran en önemli unsurlardan biri: özel haber. Başka gazetelerde çıkması söz konusu olmayan özel haberler, niteliğine göre, başlı başına gündem oluşturabilir ve yayınlandığı gazeteye, yıllar sonra dahi başvurulacak bir referans olma özelliğini kazandırabilir.

Onun için bu konu çok özel bir ilgi ve ihtimam istiyor. Tabiî, özel haber üretebilecek yetişmiş ve tecrübeli kadroların varlığını da gerekli kılıyor.

11.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.