Ali FERŞADOĞLU |
|
Savunma mekanizmaları ve başa çıkma şekilleri |
İçten veya dıştan duygu, düşünce yoluyla gelen strese karşı verilen tepki diye tanımlanan savunma mekanizması, ruhumuzun bedenimizde yaşayabilmesi için yerleştirilen “akıl, şehvet, gadab/öfke/savunma” kuvvetlerinin ifrat ve tefritleri sonucunda meydana gelen stres, sıkıntı, huzûrsuzluk ve mutsuzluğu ortadan kaldırmak için geliştirilen palyatif bir tedbirdir. Diğer bir ifâdeyle, olumsuz duyguların mecralarına yönlendirilmemesinden hasıl olan strese karşı bir tepkidir. İflâs durumunda saçını başını yolmak, trafik kazası veya bir musîbet karşısında dizini dövmek; birisine kızıldığında sözlü bir cevap yerine duvarı yumruklamak gibi haller savunma mekanizmasının dışa yansıması olsa gerektir. Kızgınlık, kırgınlık, huzursuzluk, sıkıntı hallerinde eyleme vurma şeklindeki bir savunma mekanizmasının en tipik örneklerinden biri de, bir sigara yakmak şeklinde ortaya çıkar. Oysa sıkıntı ile bağlantısı, sıkıntıyı gidermekten çok, ferdin eyleme vurma ihtiyacını karşılıyor olmasıdır. Ölüm korkusunu bastırmak, ağır problemlerden kaçmak için de biraz daha aşırı uca kaçanlar alkol alıp aklını iptal ederek kendine problemsiz, toz pembe, dümdüz bir dünya oluşturmaya çalışmak gibi bir savunma mekanizmasının içerisine girerler. Olumlu ve olumsuz diye ikiye ayırabileceğimiz savunma mekanizmalarının pek çok çeşitleri vardır. Olumlu, sağlıklı, tesirli savunma mekanizmaları geliştirirken mutlaka Vahye, İlâhî kaynağa müracaat etmemiz gerekmektedir. Çünkü insan; elle tutulur, gözle görülür maddî cephesini tam olarak tanımıyor; tanısa da, ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Nerede kaldı ki, hassas olun rûh ve duygularını tanısın; şuûruna varamadığı sayısız iç ve hesaplayamadığı dış âlemden gelebilecek strese karşı ölçülü bir mekanizma geliştirebilsin! Basit bir mantık yürütme bizi bu gerçekle yüz yüze bırakır: Evvelâ insanın bakışı, ilmi, ihatası kısa ve dardır; herşeyi kuşatamaz; geleceğe nüfûz edemez. Gayet âciz, zayıf, unutkan, esnek, değişken ve çepeçevre zaaflarla çevrilmiş bir varlıktır. Bu özellikleri nazara alındığında sıkıntı ve problemlerin doğurduğu strese karşı sağlıklı bir savunma mekanizması geliştiremeyeceği âçıktır. Maddî-mânevî yapısı, kâinatın bütün unsurlarıyla alâkalı, İlâhî muazzam bir fabrika, antika bir makine gibi ve hassas bir yaradılışı olan insanın yaradılışına en uygun savunma mekanizmalarını Yaratıcı olan Allah belirleyecektir. Teknik geliştikçe daha da girift meselelerle karşılaştığına göre; mânevî cephesini elbette bütün buutlarıyla bilemez. Öyle ise, yaratılanı en iyi tanıyan Yaratan olduğuna göre, en emin yol ve kestirme yol; O'nun ortaya koyduğu hükümlere uymaktır. 07.06.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Komşu hukukunu ciddiye alıyor muyuz? |
Günümüzde hemen her insanın müştekî olduğu, serzenişte bulunduğu problemlerin başında komşuluk münasebetleri geliyor. Bir çoğumuzun şu veya bu şekilde, haklı veya haksız bir tarzda komşularımızdan yana şikâyetlerimiz var. Şurası açık ve acı bir gerçektir ki, ülkemizde bir çok sahada olduğu gibi, dinimizde ayrı bir yeri ve önemi bulunan komşuluk münasebetlerinde de müthiş bir yozlaşma ve dejenerasyon yaşanıyor. Birbirini hiç tanımayan, tanısa dahi hiç selâmlaşmayan, bayramlarda dahi birbirinin kapısını tıklatmayan aynı apartmanın sakinleri... Birbirinin hastasını sormayan, taziyesinden haberi olmayan, düğününe gitmeyen yıllarca aynı mahallede oturan insanlar... Günümüz insanının en samimî, en yakın, en candan komşusu televizyon desek mübalâğa mı olur? En çok dertleştiğimiz, en fazla ziyaretine gittiğimiz, en çok dinlediğimiz, evimizin içindeki komşumuz televizyon desek abartı mı olur, bilemiyorum. Evet şurası acı bir gerçektir ki, komşuluk münasebetlerinin önündeki en büyük engel, televizyon... Bu acı gerçeği, ne kadar görmezlikten gelsek de bunun böyle olduğunu bir çok insan biliyor ve itiraf ediyor. Komşuluk münasebetlerinin önündeki diğer önemli bir engel de dünyevîleşme... Gün geçtikçe daha lüks, daha debdebeli bir yaşantının özlemi içinde olan insanlar, daha çok kazanma, daha çok tüketmek emeliyle ömür dakikalarının hemen hepsini dünyevî meşgalelerine ayırdıklarından, artık konu komşuya zaman ayırmayı akıllarına bile getirmiyorlar. Bunun bir sonucu olarak ortaya yalnız ve yalnız kendilerini düşünen, kendilerinden öteye kapı komşusunu, hatta en yakın akrabasını dahi aklına getirmeyen bencil insan tipleri karşımıza çıkıyor toplumda. Hâlihazırda yaşanan komşuluk münasebetleri böyle olmakla beraber ehl-i din olarak unutmamamız gereken bir gerçek var ki, bu konuda da dinimizin bize yüklediği bazı sorumluluklar, bazı mükellefiyetler var. Her konuda olduğu gibi komşuluk hak ve hukuklarıyla ilgili vazife ve sorumluluklarımızı yerine getirmekle, ancak şimdi bir çoğumuzun müştekî olduğu hoş olmayan komşuluk münasebetleri düzelebilir. Ve ancak o zaman manevî mes’uliyetlerimizden kurtulmuş oluruz. Farklı görüş ve düşüncelere sahip, değişik huy ve mizaçlara sahip insanlarla sulh içinde geçinmek elbette kolay değil. Değişik inançlara sahip, bize göre tuhaf ve garip tutum ve davranış içinde olan insanlarla komşuluk münasebetlerini sağlıklı bir şekilde yürütmek elbette zor. Ama iyi bilmemiz gerekir ki, bu zorlukların hiçbirisi komşularımızla irtibatı kesmeyi, daha ötesi kavgalı olmayı haklı kılmaz. Çünkü komşuluk hak ve hukuku ciddiye alınması gerekli bir durumdur ve bu hukuku görmezlikten gelerek çiğnemek beraberinde bazı veballeri getirir. Konu ile alâkalı olarak Efendimize (asm) kulak verelim. Hz. Âişe’nin (r.anha) rivayetine göre: “Cebrail (as) bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya mirasçı bırakacak zannettim.” “Cabir’den (ra) rivayetle Allah Resulü (asm) buyurdu ki; ‘Üç türlü komşu vardır. Bunlardan birinin bir hakkı vardır. Bu, komşulardan en az hakkı olandır. Diğerinin iki hakkı vardır. Diğerinin de üç hakkı vardır. “Bir hakkı olan komşu, müşrik komşudur. Bunda yalnız komşuluk hakkı vardır. “İki hakkı olan komşu, Müslüman komşudur. Bunda hem İslâmın hakkı, hem de komşuluk hakkı vardır. “Üç hakkı olan komşu, akraba olan Müslüman komşudur. Bunda hem İslâm hakkı, hem akrabalık hakkı, hem de komşuluk hakkı vardır.” Görülüyor ki komşuluk hukukunda müşrikin hakkı dahi söz konusu olduğuna göre bu işin ciddiyetini ve bizim açımızdan getirdiği sorumlulukları hesaba katmamız icab ediyor. Yine Efendimiz’e (asm) kulak verelim: İbn-i Ömer (ra) bildiriyor: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdular ki: “Nice komşular vardır ki, kıyamet gününde komşusunun yakasına yapışacak ve şöyle diyecektir: ‘Ya Rabbi, bu benim yüzüme kapısını kapadı ve iyiliğini benden esirgedi.’” Burada da komşumuzdan maddî ve manevî iyilikleri esirgemememiz gerektiğine işaret var. Yine Ebu Zer’den (ra) rivayetle Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Kötü komşusu olup da, ölüm veya hayatın bir belâsı hakkından gelinceye kadar sabreden ve ecrini Allah’tan bekleyen kimseyi Allah sever.” Demek oluyor ki kısmetimizde kötü komşu, yani zararlı komşu varsa buna sabretmekle mükellefiz. Ancak o zaman Allah’tan gelecek olan ecir ve sevaba nâil olabiliriz. Kısacası, kendimizden başlayarak komşuluk hak ve hukukunu ciddiye almakta fayda var. Günümüzde hemen herkesin muzdarip ve müştekî olduğu komşuluk münasebetlerinin düzelmesi için, yine kendimizden başlayarak komşularımıza karşı dinimizin emir ve tavsiyeleri çerçevesinde bir tavır ve yaklaşım içinde bulunmamız gerekir. 07.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Musa (as) da bizim, İsâ (as)da! |
Bediüzzaman Hazretlerinin güzel sözlerinden biri de şudur: “Karıncayı emirsiz, arıyı yasubsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye, elbette beşeri nebîsiz bırakmaz!“ Yani; Cenâb-ı Hak, yarattığı hayvanları bile başsız, başıboş bırakmıyor. Arıların başına arı beyini, karıncalara lider olarak da bir emir veriyor. Peki, nasıl olur da, varlıkların sultanı olarak yarattığı insanı; başıboş, başsız bırakır, bu hiç mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. İşte, ondandır ki, daha ilk yarattığı insan olan Hz. Âdem’i (as), diğer insanlara yol gösterici bir peygamber olarak göndermiş, vazifelendirmiştir. Tâ ki; insanlar ne yapacağını, nasıl davranacağını, her şeyden önce de, kendilerini halk eden Rablerinin marziyâtını, arzularını bilsin, ona göre davranıp hareket etsin. Ve kıyâmette mes’ul olarak cehenneme düşmesin. Ve bu silsile, en son peygamber Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a kadar devam etmiştir. İlk ve son peygamberin arasında bir çok peygamber gelmiştir. Ve genellikle de, insanlar ne zaman azgınlık, taşkınlık yapmışsa, o zaman gelmiştir peygamberler. Ve hepsi de belli bir kavme gelmiş, o peygambere tâbî olan, onun getirdiği din ile amel eden kavme de, o peygamberin adı ile hitap edilmiştir. Musa’ya (as) tâbî olanlara ”Musevî”, İsa’ya (as) tâbî olanlara “İsevî” denildiği gibi... Ama, belli bir kavme değil, sadece insanlara da değil; hem bütün kavimlere, bütün insanlara ve aynı zamanda cinlere de peygamber olarak, bir tek bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) gönderilmiştir. Zaten dikkat ederseniz, onun dinine mensup kimseler, onun adı ile anılmıyor. Yani, onun ümmetine “Muhammedî” denilmiyor, “Müslüman” deniliyor. Yani kısaca selâmete ermiş, selâmette bulunan insanlar ve cinler demektir. Ama, tabiî aslında geçmiş bütün peygamberlerin yolları ve dâvâları birdir. Aynı şeyleri söylüyorlar. Cenâb-ı Hak, onların bazılarına, tarafından va’z edilen, kitaplar (veya sayfalar da) yollamıştır. Ve bizim inancımıza göre de, biz bunların hepsine inanmak, iman etmek mecburiyetindeyiz. Musa (as), İsa (as) bizim peygamberimiz değildi desek,—hâşâ—o zaman imanın rüknünde eksiklik olmuş ve tam iman etmemiş sayılırız. Onun için; Musa (as) da, İsa (as) da bizim peygamberlerimizdir. Tıpkı diğer geçmiş bütün peygamberlerin de bizim peygamberimiz olması gibi. Hepsine inanırız, ama şeriatın sahibi Cenâb-ı Hak, eskisinin hükmünü, yenisi ile değiştirmiştir. En son din olan İslâmiyetin gelmesiyle, diğer bütün dinlerin hükmü bitmiştir. Bazı Avrupalı gençlerle bir şekilde münasebetimiz olmuştu. Bu mevzu ile alâkalı olarak onlara; “Eğer biz, İsa’ya (as) inanmasak, Müslüman da olmuyoruz o zaman, biliyor musunuz? Bizim imanımızın 6 şartından birinde, diğer peygamberlere de inanmak vardır. Sonra bakın, hiçbir Yahudi veya Hıristiyan’ın, çocuklarına isim olarak ‘Muhammed’ koyduğunu gördünüz mü? Ancak o insanlar, Müslüman olursa ‘Muhammed’ ismini koyuyorlar. Ama biz Müslümanlar çocuklarımıza; Musa ismini de, İsa ismini de koyduğumuz gibi, diğer peygamberlerin ismini de koyuyoruz. Hatta Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’in de ismini koyuyoruz. Meselâ biz beş kardeşiz, benim dışımdaki bütün kardeşlerimin ismi, ya geçmiş peygamberlerin veya onların annesinin, hanımlarının isimleridir“ demiştim de çok şaşırmışlardı. 07.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Zekât verirken nelere dikkat etmeli? |
Abdurrahman Bey: “Zekât verirken nelere dikkat etmeliyiz? Zekât vermenin bir adabı var mıdır? Varsa nelerdir?”
Zekât ibadeti, İslâm’ın üzerine bina edildiği beş şarttan birisidir. İslâm’ın köprüsüdür. Toplumun sosyal huzur ve kardeşliğinin güvencesidir. İslâm’ın nezahetinin ve nezaketinin mührüdür. Bu bakımdan her şeyin bir adabı olduğuna göre, zekât vermenin de bir adabı erkânı elbette vardır ve olmalıdır. Zekât verirken zekât adabına riayet etmek imanın güzelliklerindendir. Zekât vermenin başlıca adabı şunlardır: 1- Zekât, Allah’ın emri olarak ihtiyaç sahibinin zengin üzerindeki hakkıdır ve yalnızca Allah rızası için verilir. Verilirken sadece Allah’ın rızası gözetilir. Zekâttan menfaat ummak, zekât verilen kişiden karşılığında hizmet almak, onu minnet altında bırakmak, karşılığında teşekkür, iyilik ya da başka türlü yardım beklemek veya verilen zekâtı başa kakmak zekât ruhuyla asla bağdaşmayan ve verilen zekâtı boşa çıkaran davranışlardır. Böyle davranışlardan sakınmalı, zekât verilen kişiyi asla minnet altında bırakmamalıdır. Nitekim Kur’ân buyuruyor ki: “Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir). Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın.”1 2- Zekât, temiz ve helâl kazançtan verilmeli, bunun için helâl kazanmaya azamî gayret gösterilmelidir. Kur’ân buyurur ki: “Eğer inanan kimselerseniz Allah’ın bıraktığı helâl kazanç sizin için daha hayırlıdır.”2 3- Zekât için malın iyisini veya orta hallisini seçmeli, malın kötüsünü zekât olarak vermemelidir. Yüce Allah buyuruyor ki: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki Allah, her bakımdan zengindir, övülmeye lâyıktır.”3 4- Zekâtın Hanefilere göre gösterişten ve riyadan korunmak için gizlice; Şafii ve Hanbelilere göre ise farz bir ibadeti teşvik amacıyla açıktan verilmesi efdaldir. Kur’ân buyurur ki: “Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Fakat onları gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına da keffaret olur. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” 4 5- Zekât, ödeme vakti geldiğinde hemen ödemeli, mümkün mertebe geriye bırakmamalı, geciktirmemelidir. Kur’ân, “Hayırda yarışınız!” 5 buyuruyor. 6- İffetli ve ihtiyacını insanlara söylemekten utanan ihtiyaç sahipleri aranıp bulunmalı ve zekât vermede onlara öncelik verilmelidir. Kur’ân şöyle buyurmuştur: “(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir.”6 7- Zekâtta akrabaya yakınlık derecesine göre öncelik verilmelidir. Önce kardeşler ve kardeş çocukları, sonra amca, dayı, hala ve teyze, sonra diğer akrabalar ve komşulardan fakir olanlar gözetilmelidir. 8- Zekâtı kendisi bizzat veremeyecekse, vekil tayin ettiği kimsenin güvenilir, emanete riayetkâr, mümkünse takva ve nezaket sahibi bir kimse olmasını tercih etmelidir. 9- Zekât verirken, bunun zekât olduğunu söylemeden, “şu sana olan borcumu bir alıver!”, “şu emanetini bir alıver!” gibi rica sözleriyle verilmeli, zekât alanın gönlü incitilmemeye dikkat edilmelidir. 10- Zekât verirken niyet içinden yapılmalı, açıktan yapılmamalıdır. 11- Zekât toplama memuru veya ihtiyaç sahibi kişi, zekât aldığı zengine “Allah kazancına bereket versin!” veya buna benzer şekilde duâ etmelidir.
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 262, 263, 264. 2- Hud Sûresi: 86. 3- Bakara Sûresi: 267. 4- Bakara Sûresi: 271. 5- Bakara Sûresi: 148; Maide Sûresi: 48; Hadid Sûresi: 21. 6- Bakara Sûresi: 27. 07.06.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Konuşmak, başarmaktır |
Konuşmak o kadar muhteşem bir şey ki, konuşarak halledilemeyecek hiçbir mesele yoktur. Konuşmak problemi adeta çözüyor. Konuşma zemini bozuk olmadıktan sonra, bireysel, ailevî ve toplumsal bütün problemleri konuşarak çözmek mümkündür. Yeter ki, konuşmalarda niyet güzel olsun. Ben anlıyorum ki, konuşurken sadece iki insan karşılıklı konuşuyor değildir, sanki bunun ötesinde bir şeyler var gibi geliyor. Çünkü konuşma atmosferine hükmeden bir şeyler var. Bazen ikram olan, ilham olan bir cümle konuyu sonuçlandırıyor. Yani vicdan gibi, akl-ı selim gibi, kalb-i selim gibi; ya da nefis gibi, kör hissiyat gibi faktörler var. İnsanın konuşurken kurduğu cümlelerdeki kelimeler sayısınca ruhlar yaratılıyor. Onun için güzel niyetli kurulmuş cümlelerdeki kelimeler sayısınca, güzel ruhlar yaratılıyor. Ya da çirkin ruhlar. Demek ki, sürece onlar da müdahil oluyorlar. Onun için konuşmak da kolay değildir. Hatta ‘elini vicdanına koy’ diyoruz ya. Değerli yazar Ahmet Altan’ın dediği gibi, ‘Vicdan yalnız değildir.’ Vicdanın etrafında oluşan ruhlar var. Vicdansız derken de, vicdan sahibi derken de bir ‘birliktelik’ten bahsediliyor. Onun için zaman zaman kendimize hâkim olamıyoruz. Zaman zaman da bir şeyler bizi frenliyor. O zaman çevremizde güzel ruhlar bulunsun diye, güzel kelimeler (kelime-i tayyibe) kullanmak gerekiyor. Bu bir koruma kalkanıdır. Kendimizi yalnız bırakmayalım. Kendimizi bıraktığımızda, yalnız kalmış da olmayız. İnsan boşluk kaldırmıyor. Tabiî konuşmak, usûlüne uygun, incitici olmadan, dışlamadan, hemen karşıt görüşler oluşturmadan, muhalefete geçmeden, samimî, alıcı kulaklarla, bütün maddî ve manevî varlığınla konuşmak hakikaten kerametvârî sonuçlar içeriyor. Kavl-i leyyin üslûbuyla konuşmak. Konuşmayı başaranlar, konuyu sonuçlandırırlar. Bu sonuç her zaman bizim istediğimiz gibi olmayabilir. Böyle olması olumsuz demek de değildir. Yanlışta bile olsa ihlâslı konuşmalar aynı güçlü tesirleri netice veriyor. O zaman, önce konuşabilmeyi kazanmak gerekiyor. Yani anlaşılabilmek, anlayabilmek, oldukça önem arz eden bir konudur. Konuşmak, bir anlamda, karşılıklı iletişimi açık tutmak demektir. Yani köprüyü atmamak, yıkmamak. Zaman zaman üzerinden geçilmese de, ihtiyaç duyulduğunda üzerinden geçilecek bir köprünün olması oldukça önemlidir. Çünkü köprü yoksa, hiçbir şey paylaşılamaz. Yüce Allah’ın her an kendisine ulaşılabilir bir iletişim köprüsünde olması dikkat çekicidir. Yani “Beni her halimle, her an, bilen, gören, dinleyen Bir’i var” inancı çok orijinaldir. Yani bir de iletişimi kestiğimiz, konuşmayı kapattığımız, adeta onu ademe mahkûm ettiğimiz; kendimiz, eşimiz, çocuğumuz, çalışma arkadaşlarımız, akrabalarımız ise işte asıl problem buralarda başlıyor. Aylardır, babasıyla bir iletişim kurmamış genç tanıyorum. “Hocam ben epeyce adım attım, ama hepsinde olumsuz karşılık buldum. Bana, adımı söyleyerek böyle bir evlâdım yok diyor. Aramızda da ciddî bir konu geçmedi. Beni yanlış anladığını düşünüyorum. Ama artık ben de onu aramıyorum.” Bu, aslında çok ciddî bir sinyaldir. Bu bilgiyi almış insanların hemen bir barış operasyonu başlatması gerekiyor. Benim tanıdığım, babasıyla problemli o genç için, babasının kıramayacağı bir akrabasını devreye koyduk. Şükür ki, sonuç aldık. Birlikte oturduk, konuştular. Önce baba her şeyi anlattı. Haklı olduğu taraflar yok değil, ama haksız olduğu taraflar da var. Sonra evlâdı konuştu. Doğrusu evlâdı daha olgun ve nezaketli bir konuşma yaptı. Özürlerle başladı konuşmasına. Ama onun da yanlış olan adımları yok değil. Sonuç, güzel. Özellikle de o kucaklaşma sahnesinde hiçbirimiz gözyaşlarımıza hâkim olamadık. Allah kimseyi, anne babasıyla zor imtihanlara düşürmesin. Anne babayı da evlâdıyla ağır imtihan etmesin. Oysa, baba var, evlât da varsa; imtihanın bir boyutu bu açıdan olacaktır. Hâsılı, bütün problemler konuşamamaktan kaynaklanıyor. Herkesin konuşmak konusunda atacak bir adımı mutlaka bulunuyor. Meselâ başkalarıyla adeta bülbül gibi şakıyan bir baba, eve geldiğinde dut yemiş bülbül kesiliyor. Böyle bir beyefendi, eşiyle konuşamıyor olabilir. Ya da anne babasıyla çok iyi konuşabilen bir genç, başkalarıyla konuşamıyor olabilir. Bunlar gibi onlarca problem özel adım atmayı gerektiriyordur. Burada en önemli şey, onlarca farklı adımlar atılabilecekken, sadece bir noktaya takılıp kalmamak ve problemi olumsuz vakıa olarak görmemektir. Her insan için atılabilecek bir değil, binler adım mutlaka vardır. Yeter ki, samimiyet ve ihlâs önplanda olsun. *** Ben başkasıyla konuşmaktan çok daha öncelikli olarak, kişinin kendisiyle konuşmasını önemsiyorum. Kendisiyle konuşamayan, bunu beceremeyen insanların başkalarıyla sağlıklı iletişim kurması pek mümkün değildir. Oysa sağlıklı, olumlu, pozitif iç konuşmalar kişiyi mutlu kılar. O zaman iç yürüyüşlere ihtiyaç var. Derinliklerimize inmeye ihtiyaç var. İç benlerimize ulaşabilmek, ancak nitelikli iç konuşmalarla mümkündür. Kendimle çok iyi, olumlu konuşabiliyorum diyen, başkalarıyla da çok iyi, sağlıklı, olumlu konuşur. Başkalarıyla konuşmadan önce, kendimizle konuşmalıyız. Kendimizle konuşurken de yalnız değilizdir. Hâsılı, elimizden tutup kendimizle yürüyüşlere ihtiyaç var. İç barış böyle sağlanır. Konuşmak terapidir. Problemler konuşarak çözülür. 07.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Abdulmuhsin Alkonavî |
“Risâle-i Nur’u dikkat ve tefekkürle okumak nimet-i uzmasına nail olan biz bir kısım üniversite gençliği, bir hüsn-ü zan veya bir tahmin ile değil, tahkikî ve tedkikî bir surette, sarsılmaz ve sarsılmayacak olan ilmelyakin bir kuvvet-i imaniye ile inanıyoruz ki, zemin yüzünden bu asra kadar görmediği bir vahşet ve dehşetin sebebi olan dinsizlik ve ilhadı, Bediüzzaman, ortadan kaldırmaya inayet-i Hak ile muvaffak olacaktır.” Bu satırlar Abdulmuhsin’in sevgili Üstadına yazdığı son mektubunun yansımasıdır. Onu Konya’da Zübeyir Gündüzalp’in yanında görenler veya Halıcı Sabri’nin ticarethanesindeki Nur dersinde tanıyanlar yalnızca Muhsin olarak bilirlerdi. Okulun en çalışkan ve zeki talebelerindendi, Nurun diğer sevdalıları gibi. Mekteb-i Tıbbiyeyi kazanmış ve İstanbul’da kayıt yaptırmışken, bir arkadaşının tavsiyesi üzerine Edebiyat Fakültesindeki Felsefe bölümüne kaydını değiştirmiş. Sosyal ilimlerle Nura daha çok hizmet edeceğini düşünerek yaptığı bu değişikliğin peşini halâ bırakmamış Abdulmuhsin Alkonavî’yi Nur Talebeleri yalnızca onun kitaplardaki mektupları, 1951’de basılmasına vesile olduğu Gençlik Rehberi ve bu kitap sebebiyle açılan mahkemenin hatıralarıyla tanırlar. Onun 15 Nisan 1931’de Konya’da Bakırcı Mustafa Efendi ile Konya’nın yerlisi bir aileye mensup Fatıma Hanımdan dünyaya geldiğini, 22 Mayıs 2010’daki “Köln buluşmamızda” öğrenecektik. Babasının neseben Kulu’dan geldiğini, Hadoğlu aşiretine mensup olan bu ailenin sonradan Konya’ya yerleştiğini de yine aynı sohbette duyacaktık. Bakırcı Hafız Mustafa Mevlevîdir. Mesnevî-i Şerifin okunduğu evinde hep ney’in nalişleri işitilir. Kamışlıktan koparılan neyin feryâdı ve şikâyeti, azıcık da vahdetten kesrete ayrılışı gönüllere üfler. Varlık âleminden veya Esma-i Hüsna’nın dünyasından, âleminden bizim dünyamıza gelişinin şikâyetiyle Mesnevî-i Şerifin dibacesi, Abdulmuhsin’in hep dikkatini celbeder:
Bisnev in ney çün hikâyet mikuned Ez cûdayiha şikâyet mikuned
Yani; Dinle bu ney neler hikâyet eder Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder
Ney’in nalişlere bürünmüş melodileriyle büyüyen Muhsin, Risâle-i Nur’la karşılaştığında, şemse tutulmuş pervane kesilir. Zira bu eserlerde firaka bedel vuslatın bestesi duyuluyordur. Ayrılık acılarından bahsedilmeden vuslatın baharı, bu baharların oluşturduğu cennetler anlatılmaktadır. Ademden varlığa çıkışın büyük bir inkişaf, bir yükseliş ve adeta bir bayram olduğunu gören ve okuyan genç Abdulmuhsin biricik Üstadına duygularını serbest nazımla arz eder:
“Üstadım Said Nur Onun kitapları var Risâle-i Nur Yanına alır ve kırlara açılır Rüzgârlar onu okşar Güneş onu kucaklar Çiçekler tebessümle ona doğru bakarlar Çünkü o kâinattaki firaktan, ayrılıktan Elemden bahsetmedi Sevinçten, kavuşmaktan, visalden haber verdi. Böyle tes’îd eyledi nurunun bir bendesini.”
Abdulmuhsin Alkonavî...
Molla Mehmetoğlu ile Hoca Selimoğlu’nun torunları Abdulmuhsin Alkonavî (O zamanlar henüz “Alev”) 1954 yılından sonra yine Kur’ân ve İman hizmetleri için Balkanlar’a geçmiş. Bir süre Gümülcine ve Üsküp’te kaldıktan sonra, oradan Berlin’e intikal etmiş. Oraya yerleştikten sonra üniversitede Risâle-i Nur’u neşretmeye başlayan, açtıkları mescitte risâle okuyan Abdulmuhsin, hem Üsküp’ten, hem de Berlin’den Üstadına mektuplar yazmış. Nurun bu küçücük kıtasındaki hizmetleri anlatmış. Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatını anlatan eserlerde ve Emirdağ Lâhikası II’de bu mektupların izlerine rastlıyoruz. 1954’ten sonra Bediüzzaman’ın hizmetine giren ağabeyler ile hayatlarının ellibeş-altmış senesini Risâle-i Nur’a vakfetmiş yetmişin üzerindeki kahramanların görmeyi arzuladıkları Abdulmuhsin Ağabeyi doğrusu biz de hem merak ediyorduk, hem de ziyaret edip duasını almak istiyorduk. Hepimizin bu ortak arzusuna Avrupa Nur Cemaatinin meşhur Üstadı anma programı kerametvari bir cevap verdi. Abdulmuhsin Alkonavî Ağabeyi Berlin’den Köln’e uçakla getirip bütün cemaatin duasına mazhar oldu Avrupa Nur Cemaati... 07.06.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Papa’nın Kıbrıs ziyareti |
Papa XVI. Benedict’in Kıbrıs Rum kesimini ziyaretine, Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposunun şikâyetleri damgasını vurdu. Ona göre Türkiye bütün adayı ele geçirmek için gizli planlar peşindeymiş; Türkler Kuzey’deki bütün Hıristiyan kültürel mirasını imha etmiş ya da kaçakçıların yağmalamasına göz yummuş. Bütün Rumlar ve Hıristiyanların adadan yok olmasını istiyorlarmış. Başpiskopos bunları saydıktan sonra Papa’dan kendilerini kurtarmalarını istedi. Başpiskoposun bu nefret dolu cümleleri, Rumların Türkiye’ye genel bakışını yansıtıyor aslında. Bu yüzden bütün barış çabalarının, Rumların nefretine takılması kaçınılmaz görünüyor. Ancak dinî bir ziyaret yapan ve Katoliklerle Ortodokslar arasında dinler arası diyaloğu ve ilişkileri sıklaştırmayı amaçlayan Papa, Başpiskopos’un bu siyaset kokan sözlerine hiç cevap vermedi. Tam Papa’nın ziyareti öncesinde, onu karşılayacaklar arasında yer alması beklenen Anadolu Katolik Kilisesi Piskoposu Luigi Padovese’nin İskenderun’da şoförü tarafından öldürülmesi üzücü bir talihsizlik oldu. Özellikle İtalya’da bazı çevrelerin, bu olayı Trabzon cinayeti ile ilişkilendirerek, Türkiye’nin Hıristiyan din adamlarını yok etmeye çalıştığı izlenimi vermek istemesine rağmen, Papa, uçakta bu cinayetten Türkiye ve Türklerin suçlanamayacağını, siyasî ya da dinî bir cinayet olmadığını, kişisel bir olay olduğunu açıklayarak, bu komplo teorisyenlerini susturdu. İsrail’in Gazze Konvoyuna yaptığı saldırı da aynı günlere denk geldi. Papanın bu olayla ilgili olarak söylediği “Sabrımızı, cesaretimizi ve ilerleme kaydedeceğimiz inancı içinde yeniden başlama cömertliğimizi kaybetmemeliyiz. Barışı istemeliyiz, şiddet kesinlikle çözüm değildir” sözleri aslında bütün barış isteyenlerin kalbinin sesiydi. Kıbrıs ziyaretinde Papa ile görüşen ilginç bir isim daha vardı: Şeyh Nazım Efendi. Kısa süren bu görüşmede neler görüşüldüğünü bilmiyoruz. Ama bu gezide Papa’nın Kuzey Kıbrıs kesimine geçmesi, barışı teşvik eden önemli bir adım olabilirdi. Bunu Rumların önyargıları dışında engelleyecek hiçbir şey yoktu. Keşke Şeyh Nazım’ı Kuzey Kıbrıs’taki dergâhında ziyaret edebilseydi Papa XVI. Benedict. Ancak görünen o ki; siyaset dinî liderin önünü kesti. Derviş Eroğlu’nun Kıbrıs Cumhurbaşkanı seçilmesiyle iki kesim arasındaki barış görüşmelerinin kesileceği kaygısının yersiz olduğu görüldü. Eroğlu bu konudaki iyiniyet ve kararlılığını gösterdi. Zaten Türkiye’nin ve Kıbrıs halkının istediği bu barışa, Eroğlu’nun karşı çıkması beklenmiyordu. Buna karşın barış yanlısı gibi görünen Kıbrıs Rum liderinin önünde aşması gereken bir Başpiskopos engeli bulunduğu, Papa ziyaretindeki sözlerle açıkça ortaya çıktı. Bu nefret ve kinin ardında yatan asıl sebebin ne olduğu, kışkırtanlar arasında, adada önemli etkileri bulunan İsrail’in olup olmadığı zamanla ortaya çıkacak. Bu durumda Kıbrıs’ta müzakereler sürse dahi, yakın dönemde bir barışa ulaşılması zor görünüyor. Umarız Papa’nın yıkamadığı iki toplum arasındaki duvarları, iki tarafta barış isteyen ve bunun için dua eden halk ve samimî din adamları yıkar. 07.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Medreseye saygı |
Müstehcenliğin başımıza ne belâlar açtığının her halde farkındayız. ‘Örtü’lerimiz açıldıkça, ‘kalp’lerimizin kapandığının, perdelendiğinin ve gölgelendiğinin de farkında olmalıyız. Maalesef, ‘büyük gazete’ler müstehcen yayın noktasında birbiriyle yarış halindeler. Geçen günlerde ifade etmeye çalışmıştık, bir defa daha tekrarlayalım: Müstehcen yayınları sebebiyle gazeteler okunamaz hale geldi. Elbette bu yayınları ‘okumamak’ bir yol, ama bununla da yetinemeyiz. Böyle yayınlara itiraz edip, ‘tepki’mizi de ortaya koymak durumundayız. Bazıları da san'at adı altında müstehcenliği teşvik ediyor. Bunun çok misalleri var, biri de Mardin’de yaşanmış. Hem de 800 yıl önce hizmete açılan bir ‘medrese’de yapılmış bu çirkinlik... İlgili haber şöyle: “Mardin Valiliği ve Başbakanlık GAP İdaresi tarafından desteklenen ve bu yıl ilki düzenlenen Mardin Bienali protestoyla başladı. Açılış etkinliğine Vali Hasan Duruer ve GAP İdaresi Başkanı Sadrettin Karahocagil, san'atçılar ve 100’e yakın vatandaş katıldı. San'atçının (...) 800 yıllık ‘Kasımiye Medresesi’nde yapılan etkinliği ilginç görüntülere sahne oldu. Etkinlik, medresenin avlusundaki havuz etrafında toplanan 6 kadının giydiği içi su dolu transparan elbiselerin bölmelerindeki suyun san'atsal gösterilerle boşaltılmasıyla başladı. Bu arada bazı vatandaşlar etkinliğin medreseye yakışmadığı gerekçesiyle bienali terk etti.” (Milliyet, 6 Haziran 2010) Başka gazetelerde de yer alan habere göre Vali Duruer, transparan/ müstencen/ açık saçık giysili kadınlardan bakışlarını kaçırmış. Fotoğraflara bakılırsa ‘bakış kaçıran’ sadece vali değil, diğer dâvetliler de o çirkinliklere bakmaktan imtina etmişler. Elbette bu ve benzer çirkinliklere bakmamak, yüz çevirmek bir yoldur; ama asıl sorgulanması gereken şey, san'at adı altında hem de 800 yıl geçmişi olan bir medresede bu çirkinliğe nasıl izin verildiğidir. Böyle bir çirkinliğin Mardin’de ve Mardin’le özdeşleşmiş tarihî bir medresede yapılması gerçekten çok üzücü. San'at adı altında icra edilen bu çirkinlik, medresede değil de başka bir mekânda (söz gelişi metruk bir kilisede) icra edilmiş olsa da yine itiraz edilmelidir. Fakat medresenin böyle bir çirkinliğe ev sahibi yapılmasını baştan sona kınıyor ve ‘san'atçı’ları da ‘medreseye saygı’ya dâvet ediyoruz. San'at adı altında böyle çirkinliklere imza atılması, üstelik bunun devlet imkânlarıyla yapılması da ayrı bir skandal. Böyle yaparak mı Mardin’in ‘makus talihi’ değişecek? Böyle yaparak mı ‘devlet-millet kaynaşması’ temin edilecek? Tahmin ediyoruz ki buradaki yöneticiler yanıltılarak ‘tuzağa’ düşürüldü. Eğer öyle ise hem Mardin halkından hem de Türkiye’den özür dilenmesi gerekir. Çirkinlik sergilemek isteyenler için mutlaka başka mekânlar vardır. ‘Medrese’lerin böyle çirkinliklere mekân olmasını izah etmek mümkün değildir. Unutmamak gerekir ki “Asya’yı/Doğu’yu” uyandıracak olan şey müstehcenlik değil; “din ve kalp”tir. Büyük İslâm âlimi, “Bitlisli Said Nursî”nin şu sözü, bilhassa bölgedeki yöneticilere kulak küpesi olmalı: “Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hükemanın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir.” (Mektubat, 311-313) Müstehcen yayınlara da, müstehcenliği yayan ‘san'at ve san'atçılara’ da itirazımız sürecek ve sürmeli... 07.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Bu mu “başarılı diplomasi”? (1) |
Kanlı İsrail saldırısı öncesi ve sonrasındaki diplomasi başarısızlığı, gün geçtikçe daha bâriz bir biçimde sırıtıyor. Ve bu başarısızlık Türkiye’ye pahalıya mal oluyor. Tıpkı “one minute” gibi Ankara’da her fırsatta iddia edilen “krizin uluslar arası mercilere taşındığı” iddiaların da altı boş… Her fırsatta “başarılı diplomasi”den dem vuruluyor. İktidar partisi çevrelerince Birleşmiş Milletler’in “Üzgünüz!” kararı methediliyor. Oysa yarım ağız zayıf “başkanlık bildirisi”nin hiçbir bağlayıcılığı yok. Zira İsrail’i himâye politikalarıyla “Amerikan vetosu” BM’yi işlevsiz hale getiriyor. Başbakan Erdoğan’ı telefonla arayan BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun, İsrail’in Gazze’ye yardım götüren gemilere saldırısını araştırmak üzere nezâretinde beş kişilik bir “uluslar arası araştırma komisyonu” kurulacağını bildiriyor. İsrail’in de bir üyesinin bulunacağı ve iki ay içerisinde nihaî raporunu vereceği belirtilen komisyonun meseleyi sürüncemede bırakacağı baştan belli. Daha önce de defalarca denenen bu teşebbüslerden bir netice çıkmadığı örnekleriyle ortada. BM’nin İsrail’in işgalden vazgeçmesi hakkında 200’e yakın kararı var. Türkiye’nin “model ortağı” ABD ve Batılı hâmilerin şımartmasıyla İsrail, BM kararlarını takmıyor…
NATO NEZDİNDE NE YAPILDI? Diğer yandan Ankara, NATO nezdinde ciddî bir diplomatik başarı elde etmiş değil. Türkiye’nin çağrısı üzerine 1 Haziranda toplanan NATO üyesi ülkelerin büyükelçileri, ortak bir karar alamayıp, Obama’nın teminatıyla Türkiye’ye verdiği sözleri yerine getirmeyen Genel Sekreter Rasmussen’i açıklamayla görevlendirip âdeta geçiştiriyor… Nitekim Rasmussen, yazılı açıklamasında İsrail’i doğrudan kınamak yerine, “bu trajediye yol açan eylemleri” yuvarlak cümlelerle kınamakla kalıyor. Esasen, İngiltere Dışişleri Bakanlığında uluslar arası deniz hukukunu ilgilendiren önemli vazifeleri üstlenen eski İngiliz Büyükelçi Craig Murray’ın, NATO’nun bu kırılgan tavrına tepkisi, işin iç yüzünü deşifre ediyor. NATO’nun uluslar arası sularda üye ülkelerin gemilerine saldırıda karşılık vermekle yükümlü olduğunu vurgulaması, gerçeği su yüzüne çıkarıyor. Kimsenin NATO’nun İsrail’e karşı askerî eyleme geçmesini beklemediğini, ama en azından teorik açıdan bunun masada olması gerektiğini belirten Büyükelçi’nin “NATO, Türkiye’yi savunmak için güçlü bir şey yapmakla yükümlüdür. Üyelerin birbirine ortaklaşa askerî destek vermesi NATO’nun mevcudiyet sebebidir” değerlendirmesi, NATO’nun çifte standardını ortaya koyuyor. Bu açıdan Gazze’ye insanî yardım götüren gemilere saldıran İsrail’e karşı gereken tepkiyi veren Murray’ın, Afganistan’a dikkat çekmesi, oldukça anlamlı. Gerçekten bu haliyle NATO “ortak bir savunma işbirliği”mi yoksa “ABD’nin dış politika ve çıkarlarının bir aracı ve paravanı” mı? İngiliz Büyükelçinin sorduğu gibi, “Başta Türkiye olmak üzere üye ülkeler, büyük mâliyetlerle ve vatandaşlarının canı pahasına ABD’yi Afganistan’da desteklemek için uzun vâdeli taahhütler altına girerken, üyesi olmayan bir ülkenin saldırdığı en aktif üyesi Türkiye’ye bir “destekleme jesti” bile yapamıyorsa, NATO ne tür bir “ortak destek örgütü”dür?
“ULUSLAR ARASI CÂMİA”YI HAREKETE GEÇİREMİYOR… NATO “ortak bir savunma örgütü” ise, NATO üyesi “stratejik müttefiki” ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki küresel hegemonya ve çıkarları hesabına işgal ettiği Afganistan’a askerî birlik göndererek Mehmetçiği cepheye sürüp conilere kalkan yapan Güneydoğu kanadının en cansiperâne savunucusu Türkiye’ye açıkça arka çıkması gerekmez miydi? Erdoğan’ın BOP’un “eş başkanı” olup Türkiye’nin “savaşta taraf olmaya” sürüklenmesi pahasına Irak’a her türlü lojistik desteği vererek, havaalanlarını, limanlarını, üslerini NATO üyesi ABD ve savaş ortağı işgalcilerin savaş uçağı ve gemilerine açan Türkiye’nin üye olmayan bir ülke tarafından saldırıya uğramasına karşı neden bu denli tepkisiz? Bu nasıl bir “başarılı diplomasi”dir ki, sivil gemisi uluslar arası sularda açık bir saldırıya uğramasına, yüzlerce vatandaşı rehin alınıp tutuklanarak işkenceye tabi tutulmasına karşı, uluslar arası kuruluşları yanına alamıyor! Resmen haksızlığa ve hakarete uğramasına rağmen, Kore Savaşından bu yana binbir fedakârlıklar gösterdiği NATO’yu harekete geçiremiyor! Bu nasıl bir “başarılı diplomasi”dir ki, uluslar arası hukuku defalarca ihlâl eden İsrail’e karşı siyasî ve ekonomik bir karar çıkartamıyor! Saldırıyı sâdece iç politikada kullanıyor; halka karşı İsrail’e veryansın ediyor; lâkin İsrail hakkında BM şartının öngördüğü yaptırımları uygulamıyor, uygulatamıyor! Bu nasıl bir “başarılı diplomasi”dir ki, İsrail’e “özür diletmesi” bir yana, insanlık suçunun faillerini, katilleri, korsanları, canileri cezalandırılması için uluslar arası hukuk yolları âcilen işletilmesini sağlayamıyor, yardım gemilerini dahi geri getirtemiyor! Başbakan, “sorunun İsrail’le uluslar arası câmia arasında oluğunu” söylüyor; lâkin hükûmeti uluslar arası câmiayı hareket geçirmede başarılı olamıyor! Bu mu “başarılı diplomasi”? 07.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Kelin merhemi olsa başına sürer |
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki… Herhangi bir bölgede cereyan eden siyasî, iktisadî ve içtimaî olaylar millî ekonomileri şu veya bu şekilde etkiliyor. Bu yüzden ülkemizdeki ekonomik gelişmeler ve sorunlar sadece iç dinamiklerle ve yerli reçetelerle izah edilemez ve çözülemez. Dünyada olup bitenler de yakından izlenmeli. Yetmez. Bir satranç ustalığı ile sonraki hamleler de tasarlanmalı, tedbirli olunmalı. Şu sıralar uluslar arası ilişkiler son derece gergin. Ekonominin hiç hazmetmediği bir iklim. Uzakdoğu’da düşman kardeşler Kuzey ve Güney Kore savaşın eşiğinde. Güney Kore, bir denizaltısının Kuzey Kore tarafından batırıldığı iddiasında. ABD, İran’a müdahale için fırsat kolluyor. Türkiye ve Brezilya’nın arabuluculuğuyla imzalanan “Uranyum Takas” anlaşması ABD’yi memnun etmedi. Ve tabiî Gazze dramı… Kuşatma altındaki halka yardım götüren gemilere İsrail’in kanlı saldırısı bölgede tansiyonu fırlattı. Bu kargaşada zenginliğin ve refahın merkezi Avrupa ülkeleri borç batağında debeleniyor. Bizi doğrudan ilgilendirdiği için duruma bir göz atalım, ders çıkaralım. 2008 yılında patlak veren kriz henüz küllenmemişken kamu harcamalarındaki şişkinlik ve bütçe açıkları yeni bunalımlara dâvetiye çıkarıyor. İrlanda, Yunanistan, İspanya, Portekiz, İngiltere… Fay hattında. Hastalığın temelinde aşırı borçlanma ve bütçe açığı yatıyor. Borçların millî gelire oranı yüzde yüzlere yaklaşmış, hatta aşmış. Bütçe açıkları ise millî gelirin yüzde 10’unu geçmiş. AB kriterlerine göre borçların GSMH’nin yüzde 60’ını, bütçe açıklarının ise yüzde 3’ünü aşmaması gerekir. Meselâ Yunanistan’da bu oranlar yüzde 115 ve yüzde 13. Batan ekonomisini yüzdürmek için AB ve IMF, Yunanistan’a 110 milyar euro kredi açacak. Açacak da… Atina’nın bu borcu nasıl ödeyeceği meçhul. Ülkelerin kontrol altına alınamayan borç sorunu bankacılık krizine dönüşmek üzere. Bankalar zor durumda. Yunanistan ve İspanya’da bir kısmına devlet el koyuyor, bir kısmı da birleşme yolunda. Bu şartlarda AB ortak para birimi euro, ABD doları karşısında sürekli değer yitiriyor. Euro’nun geleceğiyle ilgili tehlike çanları çalıyor. Borsada sert inişler görülüyor. Ülkeler çareyi kemer sıkmada buluyor. Maaşlar indiriliyor. Kamu harcamaları kısılıyor. Bu acı ilâçları halk da içmek istemiyor. Protestolar, grevler, şiddet eylemleriyle direniyor. Bütün bu olumsuzlukların ülkemize de bir maliyeti olacak. Euro, altı ayda dolar karşısında yüzde 20 civarında değer kaybına uğradı. Bu durum ihracatımızı ve turizm gelirlerimizi azaltacak, dolayısıyla zaten tekrar tırmanışa geçen cari açığımızı büyütecek. Nitekim bu yılın ilk dört ayındaki dış ticaret açığı, yüzde 153 oranında artarak 17,6 milyar dolara yükseldi. Hazırlıklı olalım, pazarımızı çeşitlendirelim. Ki Başbakanın iş adamlarıyla birlikte dünyayı dolaşarak yeni pazarlar arama gayretini takdirle karşılıyoruz. Bir de elinde üç beş kuruş olan vatandaşın haline değinelim. Borsa, döviz piyasaları, faiz cephesi hareketli. Nereye yatırım yapacağını bilemiyor. Güya ekonomi alanında kalem oynatıyoruz ya… Eş dost soruyor: Euro, dolar, altın, borsa… Hangisi kârlı? Sürekli okurlarım bilirler. Prensip olarak hiçbir teklifte bulunmuyoruz. Kelin merhemi olsa başına sürer. İnsan unsurunun karıştığı olayların seyrini tahmin etmek mümkün değildir. Kim ne söylerse söylesin inanmayın. Tek tavsiyemiz: Paniğe kapılmayın. 07.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Üç Aylar geliyor |
Üstadın ifadesiyle zaman sel dolaplarını hızla çalıştırmaya devam ederken, göz açıp kapayıncaya kadar bir yılı daha geride bırakarak, yine Üstadın “manevî ve uhrevî ticaret mevsimi” olarak nitelediği yeni bir Üç Aylara kavuşmak üzereyiz. 13 Haziran’a tekabül eden önümüzdeki Pazar, Üç Ayların ilki olan Receb-i Şerifin ilk günü. Haftaya, 17 Haziran Perşembe’yi 18 Haziran Cuma’ya bağlayan gece de, Allah nasip ederse, Regaib Kandilini idrak edeceğiz. Diğer mübarek gecelerin tarihlerini de şimdiden kayda geçirip hatırlatmış olalım: 8 Temmuz Perşembe: Mi’rac. 26 Temmuz Pazartesi: Berat. 11 Ağustos Çarşamba: Ramazan. 5 Eylül Pazar: Kadir Gecesi. 9 Eylül Perşembe: Ramazan Bayramı. Cenab-ı Hak bu mübarek mevsimin feyiz ve bereketinden en güzel şekilde istifadeye hepimizi muvaffak kılsın.
*** Ramazan hediyelerimiz Ramazan deyince, okuyucularımıza bu ayda vereceğimiz hediyelerle ilgili de şimdiden kısa bilgiler verelim. Bu yılki Ramazan hediyemiz cep boy Kur’ân-ı Kerim ve yanında, Yirmi Beşinci Söz başta olmak üzere Risale-i Nur Külliyatında Kur’ân’la ilgili bahislerin derlenip bir araya getirildiği Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi. Yani mukaddes kitabımızın orijinali ile, onun en güzel tariflerinin yapılıp, içindeki mânâ ve mesajların, bu asrın idrakine hitap eden izahlarla açıklandığı tefsiri bir arada. İki kitap, özel bir kutu içinde takdim edilecek. Bu özel hediyeler, gazetemizde yayınlanacak olan 59 kupon karşılığında verilecek. İlk kupon 11 Ağustos’ta, son kupon 8 Ekim’de verilecek. Ayrıca Ramazan ayı içindeki üç Cuma günü, kuponsuz olarak küçük cep kitapları hediye edilecek. 13 Ağustos’ta Cep İlmihali. 20 Ağustos’ta Namaz Rehberi. 27 Ağustos’ta Peygamberimizin Dilinden Dualar. Bu kitapçıklar için sponsorlar bulunarak fazla talepte bulunmaya yönelik çalışmalar şimdiden başlatılabilir. Geçen sene Antalya başta olmak üzere bazı bölgelerde uygulanan, fazla gazete taleplerini hediye kitabın verileceği güne toplamayıp en az bir aya yayma sistemi, bu kitapçıklarda da devam ettirilebilir. Cep boy Kur’ân-ı Kerim ve diğer kitaplar, bölgelere 15 Temmuz’dan itibaren, mevcut abone sayısı miktarında gönderilecek. Hediyeler Ramazan öncesi okuyucularımızın elinde olmuş olacak. Hediye kitapların dağıtılmasında yeni abonelere öncelik verilecek. Vereceğimiz hediyelerle ilgili olarak TV ve radyo reklâmları, el ilânı ve 35x50 cm ebadındaki afişlerle tanıtım çalışmaları yapılacak. Ayrıca gazetemizde haber ve röportajlar yayınlanacak. Ramazan kampanyamız için çalışma yapacak temsilci ve okuyucularımıza şimdiden başarılar diliyor, müjdeli haberlerinizi bekliyoruz.
*** Nevşehir ve Mardin ekleri Konya ile başlayıp Trabzonla devam eden il ekleri büyük bir heyecan dalgası meydana getirdi. Çalışma yapılan il ve ilçelerdeki okuyucularımıza ulaşan ekler, umumî talep üzerine bundan böyle tüm Türkiye’ye dağıtılacak. 11 Haziran Cuma günü vereceğimiz Nevşehir eki, bütün okuyucularımızın elinde olacak. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir turizm ve tanıtma rehberi hüviyetinde olan eklerde söz konusu ilin tarihî, tabiî ve turistik yönleri ile, şehre ruh veren maneviyat büyükleri ve kanaat önderleri tanıtılıyor, bölgenin ticarî hayatı ele alınıyor. Bölge ilânları ile desteklenen ekler, hem gazetemizin tanıtımına vesile oluyor, hem de ek bir gelir sağlıyor. Ek yayını için illerin sıraya girmiş olduklarını belirterek, şu anda çalışma yapılan ilin Mardin olduğunu buradan duyurmuş olalım. 07.06.2010 E-Posta: [email protected] |