Ali FERŞADOĞLU |
|
İmân esaslarını özümsemek |
Aslında hepimizin aradığı gerçekler; İslâm dininin özünü teşkil eden, “Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, dirilişe ve kadere” imândadır. İmân esasları; yaratılışın, hayatın, dünyaya gönde-rilişin, imtihan sahasına atılışın en büyük gayesi ve hedefidir. İmtihanın olabilmesi için bir mücâhede ve mücâdele olması gerekir. Şeytan, bunun en önemli unsurudur. Onun aldatmalarına kanmamak için imân esaslarını benimsemek, özümsemek gerekir. Şeytanın vesvese ve desiselerinden kurtulmak için gerçek imanı kazanmak gerekir. Çünkü; - İmân; hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve olayların baskısından kurtulabilir.1 - İmân; kalbî amellerin güneşi,2 Rahmânî bir pırlanta,3 her derdin en kudsî dermanıdır,4 sonsuz mutluluğun anahtarı; berzah/kabir karanlığında kalbin cep feneri;5 cesaretin kaynağı; sonsuz bir kudrete dayanmak için bir belge;6 iki dünyanın ve iki hayatın mutluluk sebebidir.7 - İmân yüksek ve ince bir ilim; hem insanı, hem kâinatı ışıklandıran bir nurdur; hayatın en saf lezzeti ve en hâlis/öz mutluluğudur.8 - Bütün mükemmelliklerin madeni ve esası/temelidir.9 - Mâ’rifetullah, Allah’ı bilmeye en geniş ve ışıklı fen; bütün gerçek ilimlerin esası, madeni ve rûhu;10 mükemmelliklerin Kâ’besi’dir.11 - Allah’a iman ve muhabbet; cin ve insanların en parlak mutluluğu ve en tatlı ni’metidir.12 - İbâdette ise; aklın, kalbin ve rûhun büyük bir rahatı; huzûru ve mutluluğu vardır. İmânın diğer beş şartını da bünyesinde barındıran tevhîd, O'nun varlığı ve birliğini anlatır. O sonsuz kudret sahibidir. Acz diliyle O'na sığınır, sonsuz bir güce dayanır ve sonsuz enerjiye kavuşuruz. İman sahipsizlikten, başıboşluktan, şeytanın ve tesadüfün oyuncağı olmaktan kurtarır. Sonsuz bir güven duygusu verir. Çünkü, O, sonsuz sevgi, merhamet ve kudret sahibidir. Adım başı olumsuz hâdise ve durumlarla karşılaşırız. Bir saatimiz, diğerine uymuyor. Her an psiko-fizyolojik değişikliklere hedef oluruz. Şu gaddar ve fâni dünya, bir üzüm yedirse, peşinden yüz tokat vuruyor. Allah’a imân, sayısız olay, çalkantı, problemler deryasında kaybolmamızı önler. Biliriz ki, birisi var; bizi gözetliyor; duâmızı/isteklerimizi işiti-yor; ihtiyaçlarımıza cevap veriyor.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 284, 2- İşâratü’l-İ’câz, s. 102, 42, 3- Şuâlar, s. 8, 4- Kastamonu Lâhikası, s. 14, 5- Lem’alar, s. 166, 6- Sözler, s. 18, 194, 7- Şuâlar, s. 227, 8- Sözler, s. 383, 290, 73, 9- Şuâlar, s. 111, 10- Sözler, s. 383, 294 , 11- Muhakemât, s. 120, 12- Mektûbât, s. 218
08.03.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kadında şefkat çiçeği |
Abdurrahman Bey: “Kadının şefkati üzerinde durur musunuz? Ne zaman faydasız olur? Bedîüzzaman’ın bu konudaki yaklaşımı nasıldır?”
Her şeyden önce şefkat ve rahmet Allah’a mahsustur ve Allah’ın sıfatlarıdırlar. Hiç şüphesiz yeryüzünü bir sevgi yumağına çeviren şey, Allah’a ait olan bu güzel sıfatlardan başkası değildir. Kadında şefkat fıtrîdir, yani yaratılıştandır ve kadın için sevap makinesi hükmündedir. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle kadınlar şefkat kahramanıdırlar.1 Öyle ki, kadın fıtrî şefkatiyle çocuklarını güzelce terbiye eder, besler, büyütür, eğitir; böylece evinin, çocuklarının, annesinin, babasının ve kocasının iyilik meleği olur ve büyük sevap kazanır. Fakat kadın şefkatini îmân ve salih amel ile beslemelidir. Aksi takdirde sînesindeki şefkat kendisine yük olur, sevap değil, azap getirir. Bedîüzzaman Hazretlerine göre bir annenin evlâdını tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu fedâ etmesi ve hakîkî bir ihlâs ve fıtrî bir vazife ile kendini evlâdına adaması gösteriyor ki, kadında gâyet yüksek bir kahramanlık vardır. Bu kahramanlıkla kadın, hem dünya hayatını, hem ebedî hayatını kurtarabilir. Fakat bazı kötü anlayışlarla o kuvvetli ve kıymetli seciye gelişmiyor. Ya da sû-i istimale uğruyor. Şöyle ki: O şefkatli anne, çocuğunun dünya hayatı tehlikeye girmesin, dünyada yükselsin, faydalı bir insan olsun, makamı, mertebesi, şânı, şerefi iyi olsun diye evlâdı için her fedâkârlığı nazara alır, her zorluğa katlanır. “Oğlum paşa olsun!” diye bütün malını verir, oğlunu Avrupa’ya gönderir. Çocuğunun dînî terbiyesini ise ihmal eder. Düşünmez ki, o çocuğun ebedî hayatı tehlîkeye giriyor. Annelik şefkatiyle dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor, fakat Cehennem hapsini düşünmüyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o masum çocuğunu, âhirette şefaatçi olacak bir konuma getirmek için çalışması gerekirken, kendisinden dâvâcı olacak şekilde dinden ve ibâdetten uzak yetiştiriyor. Oysa ebedî hayata hazırlık yapmayan çocuk, yarın mahşerde: “Niçin benim îmânımı takviye etmedin, neden beni helâk ettin?” diye annesinden şikâyet edecektir. Oysa annenin kalbinde bulunan fıtrî şefkat, böyle kendisinden şikâyetçi olunmayı hak etmemelidir. Öyleyse anneler ve kadınlar, fıtrî şefkatlerini âhiret yurduna hazırlık mânâsı taşıyabilecek şekilde kullanmalıdırlar. Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, anneler, şefkatlerini böyle âhirette işe yarayacak şekilde kullanmazlarsa, cezâsını dünyada da çekiyorlar. Çünkü İslâm terbiyesini tam almayan çocuk, annesinin hârika şefkatinin hakkını lâyıkıyla bilmiyor, takdir etmiyor, bu hârika şefkate lâyıkıyla karşılık vermiyor, annesine karşı çok kusur ediyor, annesini çok incitiyor, çok kırıyor. Oysa eğer, hakîkî şefkatini sû-i istimal etmeden, bîçâre evlâdını ebedî hapis olan Cehennemden ve ebedî îdam olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya çalışsa idi, o evlâdın bütün iyiliklerinin ve ibadetlerinin sevabının bir misli, annesinin amel defterine geçecekti. Nitekim şefkatini âhireti için kullanan ve evlâdını âhiret yurduna hazırlayan bir anne ölse bile, amel defteri kapanmayacak, evlâdının iyilikleri ile rûhuna nurlar yağmaya devam edecektir. Mahşerde de değil dâvâcı olmak, bütün rûh-u cânı ile annesine şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübârek bir evlât olacaktır. Bu vesileyle şefkati yerinde kullandığında değeri bir güne sığmayacak kadar yükselen kadınların kadınlar gününü tebrik ederim.
Dipnot:
1- Bedîüzzaman Saîd Nursî, Lem’alar, Germany, 1994, Y.A.N., s. 201
Aile içi iletişim için yazışma adresi: [email protected]
08.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Tesettür, şiddeti de önler |
Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla yayınlanan çeşitli bildiri ve yapılan açıklamalarda bazı doğru şeylere dikkat çekilmiş olmakla beraber, kadınların muhatap olduğu ‘şiddet’e çare sunulabilmiş değil. Yapılan açıklamaları özetlemek gerekirse, dünyada her 5 kadından birinin şiddet gördüğü ifade ediliyor ki, ‘medenî bir dünya’ için bu rakamın küçümsenmesi mümkün değil. Üstelik bu rakamlar, resmiyete intikal eden şiddeti ölçüyor. Şiddete uğrayan kadınların nisbeti daha da fazla olabilir. Hacettepe Üniversitesi (HÜ) Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ayşe Akın, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla yaptığı açıklamada, şiddetin; tokat, yumruk, tekme ve dayak gibi fiziksel saldırıların yanı sıra, sindirme, sürekli küçümseme ve aşağılama, ailesinden ve arkadaşlarından tecrit etme, hareketlerini izleme ve kısıtlama, bilgiye ve yardıma erişimini engelleme gibi çok çeşitli alanlarda da olabileceğini söylemiş. (AA, 6 Mart 2010) Türkiye’yi idare edenler görmek istemese de, manevî temelleri sarsılan bir toplumda, kadının şiddete maruz kalması sıradan bir hadise haline gelir. Bu konuda araştırma yapanlar, hadisenin bu yönünü nedense görmek istemez. “Kadına şiddet, iman ve inanç zaafından kaynaklanıyor” denildiğinde güya inançlı insanların uyguladığı şiddet hatırlatılır. Şu bilinmelidir ki, iman ve inanç zaafı olmayan bir ‘insan’ değil insana/kadına, karıncaya bile şiddet uygulayamaz. Eğer uyguluyorsa o kişinin inancının sağlam olduğu tartışılır. Çok özür dilerim, ama Dünya Sağlık Örgütü’nün rakamlarına dayanılarak yapılan aynı açıklamada, kadınların neredeyse yarısının ‘cinsel taciz’e uğradığı da belirtilmiş. Bu konuda ‘medenî Avrupa’ ile ilgili rakamlar hiç de iç açıcı değil. Aynı araştırmaya göre, Türkiye’deki kadınlar hem şehirde, hem de köylerde şiddete maruz kalıyor. İkide bir ‘kırsal alan’da meydana gelen şiddet gazete manşetlerine taşınırken, ‘büyük şehir’lerde yaşanan şiddetin üstünün örtülmesi de ayrı bir handikap... Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’nun, 2578 hanede yaptığı ‘’Aile İçinde ve Toplumsal Alanda Şiddet’’ araştırmasına göre de, 7-14 yaş grubu çocukların yaklaşık yarısının okulda ve okul dışında şiddetin en az bir türüne maruz kaldığı da görülmüş. Rakamlar çeşitli şekillerde yorumlanabilir, ama ortada bir gerçek var: Kadınların şiddete maruz kalmalarındaki oranın artışı. Bu artış cemiyetin ‘bozulma’sıyla doğrudan ilgilidir. TV’lerde, internet sitelerinde ve gazetelerde her gün yüzlerce defa ‘cinsel ikaz’a maruz kalan gençlerin, bu yola sevk edilme tehlikesi vardır. Bir nokta daha var: Anneden kıza geçerek yıllardır sürüp giden ‘kanunsuz başörtüsü yasağı’ da kadınları mağdur eden en büyük şiddetten biridir. Alın teriyle çalışarak üniversiteyi kazanan bir başörtülü öğrenciyi, okul kapısından geri çevirmek ‘şiddet’ değil de nedir? “Kamusal alan”a girmesi yasaklanan “tesettür”ün, bilhassa ‘cinsel şiddet’e karşı kadınları koruyan bir ‘kale’ olduğu unutulmalı. Var güçleriyle tesettüre savaş açanların, ‘kadına şiddete hayır’ demesi samimî olabilir mi? Ne zaman ki ‘tesettüre yasak’ demekten vazgeçerler, o zaman onların ‘şiddet karşıtı’ olduklarını kabul ederiz. Aksi halde ‘ikiyüzlüler’ damgasından kurtulamazlar...
08.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
İşsizlerin dramı |
2009 yılı işsizlik rakamları açıklandı. 100 kişiden 14’ü işsiz. Bir önceki yıla göre işsiz sayısı 860 bin kişi artarak 3 milyon 471 kişi olmuş. Genç nüfusta dört kişiden biri boşta. İş başvurusu yapıp da iş bulamayana işsiz denir. İş bulmaktan umudunu kesenler bu toplama dahil değil. Gerçek işsizlerin sayısı 6 milyonu geçmektedir. Altının çizilmesi gereken diğer bir acı gerçek şehirlerde her üç gençten birinin iş bulamamasıdır. Tuzu kuru olanlar için bu rakamlar bir anlam ifade etmiyor. Onlar için, bankalar kâr etsin, dolar kıpırdamasın, borsa keyfine baksın, yeter. Ateş maalesef düştüğü yeri yakıyor. Oysa hepimizin yüreği yanmalıdır. Kendinizi bir an için onların yerine koyun. Yani empati kurun. Şöyle başlayabilirsiniz; Şu anda bir işiniz olabilir. Ama bir gün kapınızın çalınmayacağını kimse garanti edemez. Tezgâhın başında veya masada ter dökerken bir haber gelir: “Müdür çağırıyor.” Elinizi yüzünüzü yıkar, kapısını tıklatır odasına girersiniz. Müdür buz gibi bir sesle; “Biliyorsun” diye söze başlar, ”Kriz var, işler kesat, işçi çıkartıyoruz, siz de muhasebeye uğrayın hesabınızı kessinler.” Dünyanız yıkılır, vedalaşma sahnesine yürek dayanmaz. Kolay değildir yıllarca acılarınızı sevinçlerinizi paylaştığınız arkadaşlarınızdan bir çırpıda ayrılmak. Öte yandan hesaplarınız, planlarınız alt üst olur. Hadi diyelim birkaç ay idare edecek birikiminiz veya size el uzatacak eşiniz dostunuz var. Ya sonra… Kredi kartı borcu, kira, yakıt, bakkal, manav ödemeleri.. Köyde olsanız neyse… Ama şehir öyle mi ya… Attığınız her adım, aldığınız her nefes paradır. Şehir hayatında parasızlık çok fenadır. Parasızlık bir yana… İşin sosyo-psikolojik boyutu daha da can yakar. İş demek sadece aş demek değildir. İş aynı zamanda ruhun gıdasıdır da. Sabah uyanınca üzerinize bir kâbus çöker. Artık gideceğiniz bir yer yoktur. Yıllardır emek verdiğiniz işyeriniz size kapalıdır, ziyaret etmek istersiniz, ayaklarınız ve gönlünüz gitmez. Ev bir hapishaneye dönüşür. Birkaç gün sonra fazlalık olduğunuzu hissedersiniz. Bakışlar değişir, muhabbet kalmaz. İş aramaya çıkarsınız. Bütün kapılar yüzünüze kapanır, gururunuz incinir. Kriz vardır. Eş dosttan medet umarsınız, kimi umut verir, kimi nasihat. Üzgün ve yılgın akşam eve dönersiniz. Ve o bıktıran ve yıkan soruyla karşılaşırsınız; “Ne oldu, iş bulabildin mi?” Psikolojiniz bozulur. Daha ileriki aşamalar cinnet ve intihardır. Nitekim basında intihar haberleri eksik olmuyor. Söz konusu olan 6 milyon insan. O da şimdilik… Rakamlar duygusuzdur, soğuktur. 6 milyon insan, 6 milyon dünya demektir. Çok mudur? Şöyle somutlaştıralım; Bu 6 milyon insan el ele tutuşsa… Türkiye’yi bir baştan bir başa kuşatan bir zincir oluşturur. Ne vahim bir tablo değil mi? Bu tabloyu kimse siyasî rant veya istismar amacıyla kullanmamalı, İktidarıyla muhalefetiyle soruna el birliğiyle çare aramalıdır. Sosyal devlet vatandaşına iş bulmak zorundadır. Suçlayarak bir yere varamayız. İşsizlik ülkemizin kronik hastalığıdır. Büyümenin yüzde 7’lerde olduğu dönemler de dahi işsizlik yüzde 10’ların altına inememiştir. Çünkü her yıl işgücüne 700-800 bin kişi katılıyor. Köyden şehire göç de işsizliği tetikliyor. Üstüne küresel ekonomik kriz de eklenince… Dünya 3’üncülüğüne yerleşiyoruz. İktidar tedbirler alıyor. Yetersiz. Bizce önce zihniyet ve mevzuat değişmeli. Okulu bitiren “nereye, nasıl kapağı atacağım” diye düşünmemeli. “Nasıl iş kurabilirim” diye yetiştirilmeli. Müteşebbis, girişimci ruhu aşılanmalı. Ve tabiî mevzuat. Bugün aklı başında biri iş kurmaya cesaret edemez. İş kurmaya kalktığında pişmiş tavuğun başına gelenden daha beter bir durumla karşılaşır. Maliye, belediye, itfaiye, polis, sigorta aklınıza gelen her kuruluş sizi engellemek için sözleşmiş gibidirler. Yasal ve idarî düzenlemeler de cabası. Devlet Planlama Teşkilâtının raporlarına göre bir kişiye istihdam sağlamanın maliyeti 200 ila 250 bin lira arasında değişmektedir. Kendi işini kuran bir kişi devleti bu maliyetten kurtarmaktadır. Ayrıca vergi, sigorta primi öder. Hele bir de yanında bir kişi çalıştırırsa… Ülke ekonomisine en yararlı hizmeti yapmış demektir. Bu sebeple el üstünde tutulmalı, saygı duyulmalıdır. İşsizliğe çözüm yollarından biri de bu yaklaşımın benimsenmesine bağlıdır. Bir çift de çalışanlara sözümüz olacak. İşi olan da işine dört elle sarılmalı, iş hayatının tabiî seyrinde çıkabilecek sorunları büyütmemeli, emanete hıyanet etmemeli, dürüstlükten asla şaşmamalı, yalandan dolandan uzak durmalıdır.
08.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Tezkere” çarpıtmaları… |
Dışta “Ermeni soykırımı tasarısı”nın Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde oylanması, içte “28 Şubat postmodern darbesi” tartışmaları ortasında, Türkiye’nin başından geçmiş “tezkere” bâdiresinin yıldönümü âdeta atlandı. Bilindiği gibi 65 bin Amerikan askerinin Türkiye topraklarında konuşlanmasına ve Irak’a geçişine dair AKP hükûmetinin hazırladığı “tezkere”, 1 Mart 2003’te TBMM’de reddedilmişti. İlginç olan, yedi yıl önceki oylamanın çarpıtılıp tersyüz edilmesi. Hükûmetin ve iktidar partisinin sonuna kadar savunduğu “tezkere”de yanıltmalara başvurulması. Gündemdeki konular hakkında konuşan Başbakan Yardımcısı Arınç’ın “tezkere”nin yıldönümünde gittiği Şam’da “Tezkere onaylanmış olsaydı, Türkiye’nin içte ve dışta tüm ulusal çıkarları büyük zarar görecekti” ikrarının ardından söyledikleri, bunlardan biri… Doğrusu, bazı bakanların ve AKP yöneticilerinin hükûmetin büyük bir ısrarla geçmesini istediği “tezkere” hakkında bugün “iyi ki reddedildi” yorumu, “hatadan dönme fazileti” olarak hayra alâmet. Ancak siyasî iktidarın, Türkiye’ye büyük itibar ve prestij sağlayan Meclis’in kararından istifadenin ötesinde, cerbezelerle sahiplenmesi, kamuoyunu yanıltıcı bir siyasî çarpıtma…
TEZKERE’YE ‘HAYIR’ DİYEN... Hükûmetin dayatmasına rağmen millî irâdenin temsilcisi Meclis’in “tezkere”ye geçit vermemesini, Türkiye’nin İslâm ve Arap ülkeleri ile Ortadoğu’da, özellikle AB ve hatta ABD nezdinde büyük saygınlık kazandırdığını belirten Arınç’ın, AKP hükûmetinin “tezkere”nin geçmesini istemediği havasını vermesi, bunun son bir örneği. “O zaman bazıları bu tezkerenin kabulü yönünde tavır sergilediler ve onu savunurken ben tersini düşünüyor ve tezkerenin geçmemesi için uğraşıyordum” hatırlatmasında bulunup “kendi şahsî görüşü”nü nazara veren Arınç, ne garip ki “tezkerenin kabulü için uğraşan ‘bazıları”nı açıklamıyor. Oysa herkes biliyor ki AKP iktidarının daha üçüncü ayında başta AKP Genel Başkanı Erdoğan ve dönemin Başbakanı Gül olmak üzere hükûmet ve iktidar partisi yönetimi, “tezkere”nin geçmesi için canla başla çalıştı. Erdoğan’ın tepki gösteren partililere, “Her zaman ‘hayır’da hayır yoktur, rahat olun, gelişmeler kontrolümüzde” sözleri hâlâ hâfızalarda… Gerçek şu ki kapalı kapılar arkasında, “tezkerenin mutlaka kabul edilmesi ve ABD’nin küstürülmemesi” hesâbına “telkinler”de bulunan Erdoğan, kapalı grupta “hayır” oyu verecek çiçeği burnunda milletvekillerine siyasî tehdit anlamına gelen imâlarda bulunmuştu. Peşinden 31 Mart 2003’e Amerikan The Wall Street Journal’a yazdığı makalede, “Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve bayan askerlerin en az zâyiatla ve en kısa zamanda ülkelerine dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz” diyen Erdoğan’ın milletvekillerine, “Tezkere’ye ‘hayır’ diyen, bana hayır demiş olur” diye rest çekip kıskaca aldığı da gazete sütunlarında… Dahası, dönemin Devlet Bakanı Babacan, Millî Savunma Bakanı Gönül ve Dışişleri Bakanı Yakış, “ABD ile her plâtformda stratejik ortaklığımız artar” diye tezkerenin yararlarını propaganda etmişlerdi. İktidar kulislerinde, “Tezkereyi reddetmemiz Müslüman ülkelerden destek bulsa da dünyada etkili bir güce sahip olan Yahudi lobisinin desteğini kaybederiz” kaygılarıyla “korkutucu” senaryolar seslendirilmişti…
“TEZKERE’NİN KABULÜNE UĞRAŞAN” KİMLER? Keza Erdoğan’ın “tezkere”nin geçmemesi şaşkınlığıyla “Bu nasıl oldu?” diye Başbakan Gül’e çıkıştığı ve hatta “yeterince ağırlığını koymadığı için eleştirdiği” de medyaya sızmıştı… Ve yine “Tezkere”nin reddedilmesi üzerine Ankara’ya zehir-zemberek tehditler savuran dönemin Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in işgalden üç ay önce “Biz Irak’a müdahâle konusunda tereddüt ediyorduk, Tayyip Erdoğan bize cesâret verdi” cümlesi basına yansımıştı. (Yeni Şafak, 5.2.2004) Özetle “tezkere” oylaması öncesinde Erdoğan’ın, “Tezkere geçse de geçmese de ABD’nin işgale kararlı olduğunu” söyleyip, “Tezkere geçmezse memur maaşlarını ödeyemeyiz; tezkerenin çıkmaması halinde Türkiye’nin borç ödemesine dikkat çekerek ekonomik olarak çok sıkıntıya girecekleri” baskısını, sağır sultan bile duymuştu. Ankara-Washington hattında Dışişleri Müsteşarı Uğur Ziyal ile Amerikan Büyükelçisi Robert Pearson arasında 100 sayfayı aşkın “kredi-ticaret desteği ve hibe paketi” pazarlığıyla ABD’nin Türk ekonomisini ayakta tutma güvencesi verdiği medyada yer almıştı. Kısacası Erdoğan ve hükûmetinin “tezkere”yi sonuna kadar desteklediği yakın tarihin arşivinde. Bu açıdan “kendini akıllı, âlemi kör-sersem sanan” siyasî söylemlerle “tezkereyi savunan ‘o bazıları”nın gözardı edilmesi, tam bir demagoji… Sahi, Arınç’ın ifâdesiyle, “Meclis’te reddedilmesiyle Türkiye’ye büyük itibar sağlayan” ve mefhumu muhalifiyle Türkiye’yi işgale ve savaşa ortak etmekle Amerikan zulüm ve işgal politikalarının güdümüne sokup itibarsızlık ve uluslar arası politik avantaj kaybına uğratacağını belirttiği “tezkere’nin kabulü yönünde tavır sergileyen ‘o bazıları” kimler? Arınç, neden sözünü ettiği “o bazıları”nı açıklamaz? En başta karşısına “Türkiye’nin büyük şansı” dediği Erdoğan ve son seçimler öncesinde “dindar Cumhurbaşkanı” olarak lanse ettiği Gül çıkacağı için mi? Tecâhül-ü ârifli “tezkere” çarpıtmaları oldukça sırıtıyor…
08.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Şimdi sakince değerlendirme vakti |
Milletimize has duygusal tepkilerle geçen birkaç günden sonra, sakin bir şekilde düşünmenin vakti geldi. Amerikan Dış İlişkiler Komitesinden sözde Ermeni iddialarını tanıma kararının kıl payı bir çoğunlukla ve bir çok ayak oyunuyla geçirilmesinin etkisi bu yıl daha fazla oldu üzerimizde. Nedense bir hafta kala kalabalık bir grubu oraya gönderip, tribünleri doldurduğumuzda ve Cumhurbaşkanımız Obama ile telefon görüşmesi yaptığında, her şeyin lehimize sonuçlanacağını sandık. Tıpkı çok tezahürat yapan seyircilerin takımının maçı kazanacağının sanılması gibi. Büyükelçimizi Ankara’ya çağırdık. Onların büyükelçisini çağırıp tepkimizi bildirdik. ABD Dışişleri Bakanı Clinton, her anlama gelebilecek bir şekilde tasarının daha ileri gitmemesi için “çok çok sıkı” çalışacaklarını söyledi. Başbakan ve bakanlar heyecanlı tepkiler verdiler. Şimdi biraz sakinleşmişken durumu yeniden değerlendirmek gerek. Oylamanın yapıldığı gün yayınlanan yazımızda, sonucun böyle olacağını öngörmüştük. Çünkü Ermeni diasporası Amerika’da çok güçlü. Ayrıca Amerikan yönetimi böyle bir sonucu çok da önemli görmediği için, açıklamaların aksine komite üyelerine yeterli baskıyı yapmadı. Peki şimdi ne olacak? Türkiye gerçekten de bu karar yüzünden Amerika ile iyi ilişkilerini bozabilir mi? Hayır. Çünkü bölgedeki dengeler ve Türkiye’nin içinde bulunduğu günümüz şartları bu ittifakı bozma imkânı tanımayacak kadar hassas. İki ülke de bunun farkında. Türkiye elbette önemli avantajlara sahip. Irak’tan çekilme sonrası, bu bölgedeki etkinliğini koruma, Suriye ile ilişkiler, İran’a karşı yaptırımlar ve doğu ve kuzey komşularımızla ilişkiler açısından Amerika, Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyuyor. Türkiye’nin de bölgedeki gücünü arttıran unsurların arasında ABD ile iyi ilişkileri de yer alıyor. Bu arada komite kararına tepkilerin abartılmaması gerekiyor. Çünkü abartılı tepkiler Amerikan tarafında blöf olarak görülebiliyor. 2007’de de büyükelçimizi geri çağırdığımızı, ama kısa süre sonra tekrar gönderdiğimizi biliyorlar. Bazıları Fransa’nın benzer bir kararı çıkarmış olmasına rağmen, Türkiye ile ticarî ilişkilerinin daha da geliştiğine dikkat çekerek, adeta bizim tepkimizin göstermelik olduğunu ileri sürüyorlar. Bunda Türkiye’nin protokolleri henüz onaylamamış olmasının etkisi olduğunu savunan Amerikalılar olduğu gibi, Türkiye’nin kararın Temsilciler meclisi gündemine alınmaması için, İran’a karşı yaptırımlar konusunda daha uyumlu davranması gerektiğini söyleyenler bile var. Bu kararın Türkiye açısından bir sonucu da; protokollerin mecliste onaylanmaması için önemli bir gerekçe sağlamış olması. Ama bu yalnızca iç politika açısından bir avantaj. Dışarıda ise Türkiye’nin Yukarı Karabağ sorununu protokollerde olmamasına rağmen ön şart haline getirerek, varılan uzlaşmayı bozduğu görüşü daha baskın. Hatta Amerikalılar Ermenistan anayasa mahkemesinin protokollerde değişiklik yapmış olmasını bile önemli görmüyor. Bu durumda protokoller konusunda bir adım atılmaması özellikle 24 Nisan'daki Amerikan açıklaması bakımından sıkıntı oluşturacak. Ayrıca biz dikkatlerimizi Amerika’ya yöneltmişken, başka ülkelerde de benzer kararlar çıkmaya devam edebilir. Bunca yıldır kendimizi ve olup bitenleri dünya kamuoyuna doğru anlatamamanın sıkıntılarını yaşamaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Umarız hem protokoller konusundaki çekincelerimizi, hem de 1915 olaylarına ilişkin belgelere dayanan gerçekleri dünya kamuoyuna daha iyi anlatmakta gecikmeyiz.
08.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Sıra 23 Mart’ta |
Her sene bilhassa iki tarihin bizim için çok özel bir önem taşıdığını biliyorsunuz. Bunlardan biri, kuruluş yıldönümümüzü idrak edip kutladığımız 21 Şubat. Diğeri, Üstad Bediüzzaman Hazretlerini vefat yıldönümünde andığımız 23 Mart. 21 Şubat’ı geride bıraktık. Şimdi önümüzde 23 Mart var. Bu seneki 23 Mart’ın özelliği, Üstadın rahmet-i Rahman’a kavuşmasının 50. yıldönümü olması. Yani, aradan tam yarım asır geçmiş. Bu çok özel yıldönümünü, Üstadı ve Risale-i Nur’u olabildiğince geniş bir perspektif içinde kamuoyu gündemine getirip kitlelere duyurma vesilesi olarak değerlendirmeyi amaçlayan etkinlikler, önümüzdeki günlerde gerçekleşecek. Gazete olarak vereceğimiz 23 Mart eki ise, yıllar önce Necmeddin Şahiner’in yaptığı ve önce Yeni Asya’da dizi olarak yayınlanıp daha sonra kitap haline getirilen “Aydınlar Konuşuyor” çalışmasının küçük çapta yeni bir versiyonu niteliğinde olacak. İlâvemizde, özellikle farklı medya organlarından aşina olduğumuz tanınmış yazarların Said Nursî hakkındaki görüş ve değerlendirmelerini bulacaksınız. Dosyamızda epeyce görüş birikti. Gelmeye de devam ediyor. Kısa da olsa özlü ve pozitif mesajlar içeren bu beyanların sahiplerini bilâhare duyuracağız. Şimdilik şu kadarını ifade edelim: Çok farklı ve sürpriz isimlerin Üstad hakkındaki orijinal değerlendirmelerinin yer alacağı bu ilâvemizin de çok ses getireceğine ve büyük hizmete vesile olacağına inanıyoruz. Bu arada şunu da ilâve edelim: 2005’ten beri yapageldiğimiz gibi, Üstadın yakın talebe ve hizmetkârlarından Mustafa Sungur ve Abdullah Yeğin’le bu yıl da görüştük. O görüşmeleri de yayınlayacağız. Dolayısıyla, 23 Mart sayımız için ek gazete taleplerinizi şimdiden netleştirip son günlere bırakmadan Abone Servisimize bildirmeye başlayabilirsiniz. *** Şarköy’den Mustafa Balıkçı, 41. yıl mesajında şunları yazıyor: 21 Şubat, bildiğiniz gibi gazetemiz Yeni Asya’nın kuruluş yıldönümü. Bu günün Yeni Asya okurları ve sevenleri için ayrı bir önemi var. O gün ayrı bir heyecan duyar, adeta yerimizde duramayız. Sanki Yeni Asya ilk defa çıkıyor gibi bir coşku kaplar benliğimizi. İşte bu yıldönümünde de yine öyle oldu. Bu özel tarihi gün için abonelerden ayrı olarak fazladan gazete getirtip dostlarımıza, esnafa ve kahvehanelere Yeni Asya’mızı dağıttık gül misâli. Bu sadece Şarköy’de değil, yurdumuzun her tarafında Yeni Asya temsilcileri ve dağıtıcıları tarafından yapıldı. O gün güzel vatanımızda adeta güller açtı, Yeni Asya gülleri! Baharın başlangıcı Nevruza bir ay varken, havaların, ilk cemrenin düşmesiyle, günlük güneşlik olması bana Üstadımızın; “Ben acele ettim kışta geldim, sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz” diye ifade ettiği müjdesini hatırlattı. Hasretiyle yanıp tutuştuğumuz, dört gözle beklediğimiz, inşaallah bu günlerdir, “fecr-i sadık” bu vakitlerdir diye düşündüm Yeni Asya’mızı dağıtırken. İnşaallah bundan sonra hem maddî, hem manevî baharları bir arada hep birlikte yaşarız. Yeni Asya’m, kuruluşundan bu güne kadar tam 40 yıl geçti dile kolay. Çok çileler çektin, çok badireler atlattın, defalarca kapatıldın, ama yine yılmadan hizmetine devam edip bugünlere geldin, Allah’a hadsiz şükürler olsun. Kışların ve gecelerin çok uzun geçti, ama artık o günler geride kaldı. Yeni Asya’m, cennet-âsâ baharların, fecr-i sâdık’ın hayırlı olsun. Allah Yeni Asya’nın kurucusu başta Zübeyir Gündüzalp olmak üzere Mustafa Polat ve diğer idareci, yazar, bütün çalışanlar, onu tanıtan, dağıtan, okuyan ve sevenlerden râzı olsun. Rabbimizden duâ ve niyazımız; Yeni Asya’mıza lâyık olduğu tiraja çıkmasını nasip etsin. Bundan sonraki yıllarda daha geniş imkânlara kavuştursun. Âmin. Yeni Asya’m doğum günün kutlu olsun.
08.03.2010 E-Posta: [email protected] |