Basından Seçmeler |
Onca yıl sonra günlüğün dili...
Günlük tutmaya 12 Eylül darbesiyle birlikte 1980 yılı sonbaharında başlamıştım. O tarihte Cumhuriyet’in Ankara temsilcisiydim. 12 Eylül günlüklerinden ilk iki kitabım çıkmıştı, 1986’da yayımlanan Tank Sesiyle Uyanmak’la Demokrasi Korkusu. Yaşadıklarımı günlük olarak bir deftere değil, elimin altındaki kağıt parçalarına bölük pörçük notlar halinde yazar, bir çekmeceye atardım. Bu arada gazetelerden dikkatimi çeken haber ve yazılar olursa keser, yine aynı çekmeceye koyardım. Çekmece dolunca da, hepsini tarihlerine göre bildiğimiz kalın klasörlerde tasnif ederdim. Benim günlükler böyle oluşmaya başlamıştı, bir darbe döneminde. 1980’de on bir yıllık gazeteciydim. Günlüğün kapağını neden daha önce değil de, 12 Eylül’de açmıştım? Çünkü yazamıyordum. Darbeyle birlikte habercilik bitmiş, siyasetçilerin de ağzı mühürlenmişti. Ben de gazeteci olarak çaresiz günlükle başbaşa kalmıştım. Gündüz yazamadıkları akşam olunca deftere yazıyordum. Aynı zamanda askeri darbe karşısında bir sivil olarak hissettiğim yenilmişlik duygusu da günlük konusunda rol oynamıştı. Ne demek istediğimin ipuçlarını, darbeden iki gün sonra gece vakti günlüğüme düştüğüm aşağıdaki notta bulunabilir. Pazar, 14 Eylül 1980. Şaşkınlık... Yepyeni bir düzene mesleki açıdan adapte olmanın zorluğu... Haber kaynak ve kurallarının altüst oluşu... Haber yazmaktan çok hatıra yazmaya devam ediyoruz. N’apalım?.. Dönemin özelliği uzun süre bu olacak gibi. Yorgunluk, uykusuzluk, gerilim... İçimde gittikçe büyüyen, dalbudak saran bir sıkıntı... Belki de yazamamaktan kaynaklanıyor. Bir çok politikacı için olduğu gibi bizim mesleğin de işlevi kalmadı gibi. Bu nedenle not tutmaya hız vermeli. Böylece belki bir ölçüde boşalmış olurum. Dışarıda hava ne güzel. Şu Ankara’nın sonbahar akşamları da ne güzel olur. Parlamento feshedilmiş... Siyasi partiler, başta CHP genel merkezi bugün yapılan aramalar sonunda mühürlenmiş... Dört parti lideri, çok sayıda parlamenter 12 Eylül’ün deyişiyle ‘güvenlik altına alınmış’ durumdalar... Ve basınımız ‘Atatürkçülük’ adına havaya girmiş durumda: 12 Eylül’e tam destek! Bir askeri müdahaleyi en azından ilke olarak içime sindiremiyorum. Acaba bir sivil olarak bir yenilmişlik duygusundan mı kaynaklanıyor?.. Günlük böyle diyordu otuz yıl önce. Bu yenilmişlik duygusu yalnız bende uyanmış değildi. Askere karşı tepkiler, 12 Eylül darbesiyle birlikte yasaklanan bazı siyasetçilerde de tomurcuklanmaya başlamıştı. Onlar da, o güne kadar pek fazla kafa yormadıkları asker meselesini düşünmeye başlamışlardı. Bunlardan biri, Hasan Esat Işık’tı. Sıradan bir insan ya da siyaset adamı değildi Hasan Esat Bey. 1960’larda Dışişleri Bakanlığı yapmış, Türkiye’nin önde gelen diplomatlarından biriydi. Moskova, Paris gibi önemli başkentlerde büyükelçilik yapmıştı. 12 Eylül öncesinde de Başbakan Ecevit’in Savunma Bakanlığı koltuğunda oturuyordu. Darbeyle birlikte Hasan Esat Bey de işsiz kalmıştı. Sık sık büroya uğrardı. Uzun sohbetler yapardık. 12 Eylül’e, askere tepkiliydi o da. Bu yakınlarda Hasan Esat Işık’la ilgili bir not buldum dosyalarımın içinde. Başka bazı şeylerin arasına karışmış kalmış... Sapsarı, kenarları eprimiş, saman kağıdından iki sayfa. Kargacık burgacık el yazımla aldığım notlar, yani günlüğümden bir parça yeni bulmuş oldum. Perşembe, 4 Ağustos 1983. Dün Hasan Esat Işık geldi. Her zamanki gibi çok sinirli. Konuşurken önündeki kağıda durmaksızın bir şeyler çiziktiriyor. Anti-militarizmin doruğunda gözüktü. Harp Akademileri mezuniyet töreninde, (Evren’in huzurunda) yapılan bir konuşmada, ‘Silahlı Kuvvetlerden kaç cumhurbaşkanı, kaç bakan çıktığı’ üstüne basa basa vurgulanmıştı. Buna kızmış Hasan Esat Bey. ‘Sanki Türkiye’yi idare eden onlar’ diyor. Askerin yönetimi elinde tutmasına yönelik öfke... Sivil otoriteye tabi olmaları... 12 Eylül döneminden kalma bu notu okuyunca rahmetli Hasan Esat Işık’ı anımsadım, o zamanki öfkesi gözümün önüne geldi. Askerin darbeleri, muhtıraları, siyasete müdahaleleri bu ülkede Hasan Esat Bey’leri de öfkelendirdi sonunda, o zamana kadar düşünmediklerini düşünmeye, ‘militarizm’e onlar da karşı çıkmaya başladılar. Değişim zaman alıyor. İyi pazarlar!
Hasan Cemal, Milliyet, 7 Mart 2010
****************************************************************************** |
08.03.2010 |
Yüksek yargıçlar verdikleri sözden neden cayıyor?
Askerİyenİn müttefikleriyle birlikte siyaset üzerinde kurduğu, “sen bilmezsin, ben bilirim”, “öyle yapma, böyle yap” baskısına, “vesayet rejimi” adını veriyoruz. Bu rejimin bir özelliği de, demokrasiyle birlikte işlemesi: Yani seçimler yapılıyor. Meclis’ten bir hükümet çıkıyor. Ancak bu bürokrasi hükümetin rahatça çalışmasına, yani siyasetin hayata geçmesine izin vermiyor. Demokratik siyaset, karşısında bürokratik siyaseti buluyor. (Bu bürokratik siyasete kısaca “Kemalizm” diyoruz.) Askeriye açısından bakıldığında, vesayet rejiminin son zamanlarda aksadığı söylenebilir. ««« Hoş o da kesin değil ya... Medyada ikide bir, “asker istemediği için, şu-bu-o yapılamadı” diye haberler çıkıyor. Hatta olay hiçbir askeri değeri olamayan binalara kadar uzanıyor. Hükümet, askere “şuradaki depoyu boşalt, bana lazım” diyor, asker ayak sürüyor. Bu ilişkinin kritik noktası ise Sayıştay’ın askeri harcamaları denetlemesi meselesi... Gerekli kanunlar ve yönetmelikler hâlâ çıkarılamadı. ««« Ancak vesayeti sürdürecek başka odaklar var. Bunların başında yüksek yargı geliyor. Bu kurumların ortak noktası şu: Kanunları tamamen kafalarına, yani kendi siyasi meşreplerine göre yorumluyorlar. “Ali topu at” basitliğinde yazılmış maddeleri bile tersine çeviriyor... “Kanun, Ali’nin topu atmasını emretmiş olsa da... Top, Ali’ye değil, albayıma ait olduğundan, aslında kastedilen Ali’nin topu atmamasıdır” gibi saç baş yolduracak yorumlarda bulunuyorlar. Yüksek yargının kullandığı bir başka demagoji de, psikolojideki “yansıtma” mekanizmasına benziyor: Kendi kabahatini, karşı tarafa yükleme çabası... Örneğin Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, geçen gün “Yürütme yargıyı kuşatıyor” deyiverdi. Halbuki AKP kökenli yürütme, yani Hükümet, Kasım 2002’de iktidara geldiğinden beri, yüksek yargının yaptığı tam da bu! Yüksek yargı, o tarihten beri önüne gelen her fırsatta, yürütmeyi engellemek için elinden geleni yaptı. ««« Hatta sözlerinde de durmadılar. İşte örneği: 2009’un 8-10 Haziran günlerinde Kızılcahamam Hâkimevi’nde geniş kapsamlı bir çalıştay düzenlendi. Toplantının amacı yargı reformunun temel stratejisini ve ilkelerini belirlemekti. Çalıştaya şu kurumların temsilcileri katıldı: Adalet Bakanlığı, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Milli Savunma Bakanlığı, Türkiye Barolar Birliği, Türkiye Noterler Birliği ve Yüksek Öğretim Kurulu... Artık çalıştayda alınan kararları kanunlaştırmak gerekiyor ya... Bir de bakıyoruz, yüksek yargıcılar, 9 ay önce mutabık kaldıkları ilkelerden yan çizmeye başlıyor. Niye? ««« Çünkü reform paketinin iki temel özelliği var: 1) Yüksek yargıyı tamamen bağımsızlaştırıyor. 2) Buna karşılık, yargıdaki bürokratik kastlaşmayı kıracak tedbirler alıyor. Her iki özellik de Avrupa’daki uygulamalarla bire bir uyumlu. Yüksek yargının taraflı üyeleri ise, 9 ay önce “tamam” demiş olmalarına rağmen, ilk maddeye vurgu yapıp, ikinci maddeyi hasıraltı etmeye çalışıyorlar. Çünkü onlar ne reform istiyor, ne de Avrupa’ya benzemek... Onların asıl amacı... Yüz 100 taraflı görüşlerini, yüzde 100 bağımsız biçimde kararlara yansıtarak... Siyaset üzerindeki yargısal vesayeti sürdürmek... “Alikıranbaşkesenleşmek...” İşte olayın özü bu!
Emre Aköz, Sabah, 7 Mart 2010
****************************************************************************** |
08.03.2010 |
Yine bir 8 Mart ve yine bir hatırlatma
Yİne bir Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyoruz. Bundan tam 11 yıl önce, 1999 yılı Dünya Kadınlar Günü’nde başörtüsü meselesindeki tavrından dolayı KA-DER’i eleştirmiş ve şöyle demiştim: “Açıkça görülüyor ki Türkiye’de feminist hareket; İslami kimliğinden soyunmadan kamu alanına çıkmak isteyen kadınlara karşı tutumunu netleştirmek zorunda. (...) Bir ülkede kadınların yüzde ellisinin başı örtülüyse ve feminizmin o çok sözünü ettiği “patriarka” bu yüzde elliye eğitim yapma, siyaset yapma, kamu alanında görev alma hakkı tanımıyorsa (yani eve, eş ve annelik rolüne hapsediyorsa) o ülkedeki kadın hareketi bu konuda tutum almak, taraf olmak zorundadır.” Bu yıl Dünya Kadınlar Günü’nde KA-DER’in uzun bir tereddütten sonra nihayet türbanlılara konulan üniversite yasağına karşı çıkma cesareti göstermesini kutlayabiliriz. Evet, 28 Şubat’ın yıldönümü dolayısıyla üniversitelerde türban yasağının kaldırılması için açılan imza kampanyasında KA-DER’in de adı vardı. Bu Türkiye feminist hareketi açısından önemli bir ilerleme ve sevindirici bir gelişmedir. Ama yeterli olduğunu söylemek zor. Çünkü henüz önümüzde koca bir siyaset yasağı ve hesaplaşılmamış bir “Merve Kavakçı Olayı” duruyor. Ne kadar garip değil mi?.. 28 Şubat aradan geçen 13 yılda birçok yönüyle didik didik edildi. Anlatılmadık anı, yapılmadık eleştiri kalmadı. Ama sanki Merve Kavakçı’nın adından söz etmemek konusunda gizli bir konsensus var. Hâlâ ve ısrarla bir Allah’ın kulu ortaya çıkıp da, “Yahu biz o kadıncağıza neler yaptık! Ne kadar kaba ve ilkel bir linç töreniydi o” demiyor, diyemiyor. Çünkü henüz hiç kimse yakın tarihimize “toplumsal histeriye dönüşen bir bağnazlık patlaması” olarak geçecek olan o olayla hesaplaşmaya; o büyük ayıpla ve o ayıbın kendine düşen bölümüyle yüzleşmeye hazır değil... Henüz hiç kimse, bütün suçu başını örtmek olan genç bir kadın milletvekilinin yaka paça Meclis’ten atıldığı; aynı anda korkunç bir medya kampanyasıyla yargısız infaza uğradığı; apar topar vatandaşlıktan çıkarıldığı ve bir lanetli gibi ülkesinden kovulduğu o günleri, o günlerdeki rolünü hatırlamak istemiyor. Oysa Merve Kavakçı olayı, 28 Şubat adlı kabus filminin en unutulmayacak sahnesiydi... Senaryonun en gerilimli noktası, en dramatik bölümü... Kavakçı halktan oy isterken başında örtüsüyle istemişti. Ona vekalet verenler, başörtüsüyle vermişler; hatta belki de başörtüsü olduğu için vermişlerdi. Eğer başındaki örtünün Meclis’e yakışmayacağını düşünselerdi, oy vermezlerdi. Kavakçı Meclis’teki varlığıyla bir yandan Fazilet Partisi’ni temsil ediyor ama bir yandan da başörtülü kadınları temsil ediyordu. Kadınların yarısının başını örttüğü bir ülkede, başı örtülülerin de milletvekili olabileceği umudunu temsil ediyordu. Belki de en önemlisi, halkın yüzde 70’inin savunduğu bir özgürlüğü temsil ediyordu. Halkın oylarıyla Meclis salonuna gelmiş biri o salondan apar topar dışarı atıldı. Gece yarısı kapısına dayanıldı, kamuoyunu tehlikeli bir terörist olduğuna inandırmak için basında kampanyalar açıldı. Bizzat devletin en tepesinde oturan kişi tarafından daha yemin olayının üstünden birkaç saat geçmeden televizyon aracılığıyla bütün Türkiye’ye “ajan provokatör” olarak ilan edildi. Kavakçı’nın başına gelenler, demokrasi için öylesine silinmez bir yüz karası ki; bu büyük ayıpta şöyle ya da böyle rol alan, kenarından köşesinden bulaşan ya da sessiz kalarak “suça iştirak eden” o kadar çok kişi ve kurum var ki; bu olayın doğru dürüst bir hesaplaşmasının yapılmasının daha yıllarca süreceği anlaşılıyor. Ama gerçek olan şu ki, ne kadar ertelenirse ertelensin, bu hesaplaşma bir gün yapılacak. Ve eğer Türkiye demokratikleşmeye devam edecekse sonunda bir gün bu ayıpla yüzleşmek zorunda kalacak. Kadınların başörtüsünün milletvekilliği için engel teşkil etmediği, tam tersine bunun temsili demokrasinin iyi işlemesinin olmazsa olmaz şartı olduğu; başörtülü kadınların Meclis’e girmesini önleyen yasal bir engelin ne 1999’da ne de şimdi, ne yasalarımızda ne de Anayasamızda mevcut olmadığı kabul edilmek zorunda kalınacak. Tarih Merve Kavakçı’yı Türkiye’de kadının siyasete katılımının önündeki en büyük engelin kaldırılmasına öncülük etmiş bir kadın lider olarak yazacak. Ve bu devlet bir gün mutlaka Kavakçı’dan özür dileyecek. Ben bu yılın 8 Mart yazısını o günlerin bir an önce gelmesi dileğiyle bitirmek istiyorum. Türkiye feminist hareketine yakışan, yakın tarihimizde yaşadığımız o utanç gününü ilk hatırlayan olması, ilk özeleştiriyi onun yapması; Merve Kavakçı’nın itibarının iadesi için ilk kampanyayı onun açmasıdır.
Gülay Göktürk, Bugün, 7 Mart 2010 |
08.03.2010 |