Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Kim ki, bir iş yapmak istediğinde Müslüman bir kimseyle istişare ederse, Allah onu işlerin en doğrusuna iletir.
Câmiü's-Sağîr, No: 8391 |
08.03.2010 |
Kadının gerçek güzelliği Kadının en câzibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî, ciddî, samimî, nurânî şefkatidir. Hem, refîka-i hayatını, rahmet-i İlâhiyenin mûnis, latîf bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü sûretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en câzibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî, ciddî, samimî, nurânî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyâdeleşir. Ve o zaife, lâtîfe mahlûkun hukuk-u hürmeti o muhabbetle muhâfaza edilir. Yoksa, hüsn-ü sûretin zevâliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda, bîçare, hakkını kaybeder. Hem enbiyâ ve evliyâyı sevmek, Cenâb-ı Hakkın makbul ibâdı olmak cihetiyle, Cenâb-ı Hakkın nâmına, hesâbınadır ve o nokta-i nazardan O'na âittir. Hem hayatı, Cenâb-ı Hakkın insana ve sana verdiği en kıymettar ve hayat-ı bâkiyeyi kazandıracak bir sermâye ve bir defîne ve bâkî kemâlâtın cihazâtını câmi’ bir hazîne cihetiyle, onu sevmek, muhâfaza etmek, Cenâb-ı Hakkın hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette Ma’buda âittir. Hem gençliğin letâfetini, güzelliğini, Cenâb-ı Hakkın lâtîf, şirin, güzel bir ni’meti nokta-i nazarından istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istimâl etmek, şâkirâne bir nevî muhabbet-i meşrûadır. Hem baharı, Cenâb-ı Hakkın nurânî esmâlarının en lâtîf güzel nakışlarının sayfası ve Sâni-i Hakîmin antika san’atının en müzeyyen ve şâşaalı bir meşher-i san’atı olduğu cihetiyle, mütefekkirâne sevmek, Cenâb-ı Hakkın esmâsını sevmektir. Hem dünyayı, âhiretin mezraası ve esmâ-i İlâhiyenin aynası ve Cenâb-ı Hakkın mektubâtı ve muvakkat bir misafirhânesi cihetinde sevmek, nefs-i emmâre karışmamak şartıyla, Cenâb-ı Hakka âit olur. Elhâsıl, dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-i harfiyle sev, mânâ-i ismiyle sevme; “Ne kadar güzel yapılmış” de, “Ne kadar güzeldir” deme. Ve kalbin bâtınına başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir ve O'na mahsustur. “Allah’ım, bize sevgini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip eyle” de. İşte, bütün tâdâd ettiğimiz muhabbetler, eğer bu sûretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevâlsiz bir visâldir, hem muhabbet-i İlâhiyeyi ziyâdeleştirir, hem meşrû bir muhabbettir, hem ayn-ı lezzet bir şükürdür, hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir. Meselâ, nasıl ki bir padişah-ı âlî, (Hâşiye) sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri: Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha âit değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bâzan olur ki, padişah, o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem, elma lezzeti dahi cüz’îdir, hem zevâl bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatât-ı şâhânedir. Güyâ, o elma iltifat-ı şâhânenin numûnesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhâr eder. Hem, iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkındedir. İşte şu lezzet, ayn-ı şükrandır; şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir. Aynen onun gibi, bütün ni’metlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gàfilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsânîdir; o lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakkın iltifatât-ı rahmeti ve ihsanâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatâtın derece-i lûtuflarını takdir etmek sûretinde kemâl-i iştihâ ile lezzet alsa, hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir. Haşiye: Bir zaman iki aşiret reisi bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.
Sözler, s. 583, (yeni tanzim, s. 1042)
LÜGATÇE:
refîka-i hayat: Hayat arkadaşı, eş. mûnis: Alışılmış, cana yakın, sevimli, dost. latîf: Güzel, hoş. hüsn-ü sûret: Fizikî güzellik. câzibedar: Çekici. letâfet: Güzellik, hoşluk. hüsn-ü sîret: İç güzellik, ahlâk güzelliği. cemâl: Güzellik. cemâl-i şefkat: Şefkat güzelliği. hukuk-u hürmet: Hürmet hakkı. zevâl: Son bulma, sona erme. mânâ-i harfi: Birşeyin Yaratıcısına bakan, onu târif eden ve tanıtan mânâsı. mânâ-i ismi: Birşeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı. bâtın: İç, dâhilî, gizli, içyüz. bâtın-ı kalb: Kalbin içi, mânevî tarafı. âyine-i Samed: Allah'ın Samed isminin tecellî ettiği yer. tâdâd: Sayma, sıralama. ayn-ı lezzet: Lezzetin ta kendisi. |
08.03.2010 |
Risâlet-i Muhammediye (asm) umûmîdir
Allah katında risâlet, esâs itibâriyle birdir. Cenâb-ı Hak, bir olduğu için her şeyde bir nevî birliği irâde etmiştir. Bu tevhid sırrına binâen Cenâb-ı Hak, Nebîyy-i Ekrem (asm)’ı bütün kâinâtın umûmî vekili ve her husûsta has muhâtabı olacak bir kabiliyette halk ederek kendisine rasûl ve nebî seçmiştir. Bu Risâlet makamını Resûl-i Ekrem (asm)’a asâleten vermiştir. Diğer peygamberler ise, bu peygamberlik vazîfesine ma’nen vekâlet etmişler ve Zât-ı Risâletin asıl vazîfesine avane ve yardımcı olmuşlardır. Nasıl ki, bir şehirde bir vâlî bulunur. Memleketin sultanı, o şehir ahâlîsi nâmına o vâlîyi muhâtab alarak bütün muhâverâtını/münasebet ve haberleşmelerini onunla yapar. Bu vâlînin bir veyâ birden fazla yardımcıları bulunur. Vâlî bulunmadığı zaman, vâlî yardımcıları o makàma vekâlet edip belli ve kısa bir süre için o asıl makàmı temsil ederler. O yardımcılar müstakil olmayıp, belki vâlî adına iş yapar ve imzâ atarlar. Aynen bu misâl gibi şu kâinât, bir memleket hükmündedir. O memleketin Pâdişâh-ı Zü’l-Celâl’i, bir tek zâtı yâni Muhammed-i Arabî (asm)’ı İlâhî emirlerin mübelliği olarak, peygamberlik gibi yüce bir vazife ile tavzîf etmiştir. Diğer peygamberler ise, onun avaneleri yâni yardımcılarıdırlar, Risâlet makàmının vekilleridirler ve asıl makàm sâhibi olan Hazret-i Muhammed'e (asm) tâbi’dirler. Bu peygamberler, zaman i’tibâriyle Rasûl-i Ekrem (asm)’dan önce geldikleri için, ona vekâleten risâlet vazîfelerini yapmışlardır. Hattâ ehâdîs-i Nebeviyede şöyle buyurulmuştur: “Ben nebî iken, Âdem (as) su ile çamur arasında idi.”1 Ebû Hureyre'den (ra) rivâyet edildiğine göre; ashâbdan bir kısmı, Hz. Peygamber'e (asm) şöyle sordular: “Ey Allah’ın Rasûlü! Risâlet vazîfesi sana ne zaman vâcib oldu?” Rasûl-i Ekrem (asm) Efendimiz buyurdu ki: “Âdem (as), rûh ile ceset arasında iken.”2 Mevzûumuzla alâkalı olarak Üstâd Bedîüzzaman Said Nursî (ra), şöyle buyuruyor: “Nasıl ki Nûr-i Muhammedî (Aleyhissalâtü vesselâm) ve hakikat-i Ahmediye, dîvân-ı nübüvvetin hem fâtihâsı, hem hâtimesidir. Bütün enbiyâ onun asl-ı Nûrundan istifâza ve hakikat-ı dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve Nûr-i Ahmedî (asm) cebhe-i Âdem’den, tâ zât-ı mübârekine müteselsilen tezâhür edip neşr-i Nûr ederek, intikàl ede ede tâ zuhûr-i etemle kendinde cilveger olmuştur. “Hem mâhiyet-i kudsiyyet-i Ahmediye, Risâle-i Mi’rac’da isbât edildiği gibi, şu şecere-i kâinâtın hem çekirdek-i aslîsi, hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, öyle de Hakìkàt-ı Kur’âniye zamân-ı Âdem’den şimdiye kadar, Hakìkàt-ı Muhammediye (asm) ile berâber, müteselsilen enbiyâların suhuf ve kütüblerinde nûrlarını neşr ederek, gele gele tâ nüsha-i kübrâsı ve mazhar-ı etemmi olan, Furkàn-ı Azîmüşşan sûretinde cilveger olmuştur.”3 Cenâb-ı Hak, her bir asra bir veyâ birkaç peygamber göndermiştir. Onların her biri, kendi asırlarında vazîfedâr oldukları halde, Rasûl-i Ekrem Aleyhisselatü vesselâm bütün asırlara hitab eden ve bütün kendinden önceki zamanlara ma’nen, kendisinden sonraki zamanlara ise maddeten gönderilmiş umûmî ve cihânşümûl bir peygamberdir. O, ma’nen bütün peygamberlerin de peygamberidir. Onun için Rasûl-i Ekrem (asm) “Seyyidü’l-Mürselîn”dir. Hem sâdece bizim peygamberimiz değil, belki bütün ins, cin ve meleğin de peygamberidir. Daha kendisi bu dünya sarayına cismen teşrîf etmeden evvel, Allahu Teâlâ, bütün peygamberlerden “Ben bir peygamber göndereceğim. Siz de ona îmân edeceksiniz” diye söz almış, Onlar da bu ahdi kabûl etmişlerdir. Cenâb-ı Hak, peygamberlerden aldığı bu ahdi şöyle beyân buyurmaktadır: “Hatırla o vakti ki, Allah peygamberlerden, evsâf-ı Muhammediyeyi (asm) ve fazîletini birbirlerine beyân etmeleri üzere mîsâk aldı ve dedi ki: Ben size kitâb ve helâl ile harâmı açıklayıcı hikmet verdim. Sonra siz de ümmetlerinizden şöyle mîsâk alın ki: Berâberinizde bulunan kitâbları tasdîk edici bir Rasûl (Muhammed ‘asm’) size geldiğinde ona îmân eder ve kılıçlarınızla Muhammed'in (asm) düşmanlarına karşı O’na yardım edeceksiniz. Sonra Allah peygamberlerine: ‘Bunu ikrâr ettiniz mi ve bunun üzerine benim ahdimi kabûl ettiniz mi?’ buyurdu. Onlar da ‘ikrâr ettik’ dediler. Allah-u Teâlâ ‘şâhid olun ben de sizinle berâber şâhidlerdenim’ buyurdu. (Yâni Cenâb-ı Hak, peygamberleri bu ikrâr üzere birbirlerine şâhid tuttu ve Allah da bu ikrâra şâhid oldu. Sonra her bir nebî ümmetine bu ikrârı beyân etti ve her bir nebî ümmetinin ferdlerini birbirlerine şâhid tuttu. Her nebî, kendisi de onların şehâdetlerine şâhid oldu.)” 4 Bu mevzû ile alâkalı ve gàyet ehemmiyetli mes’eleleri de ihtivâ eden A’raf Sûresindeki şu âyet-i kerîmeleri ve meâllerini birlikte takip edelim: “Allah-u Teâlâ dedi ki: ‘Azâbımı, kimi dilersem ona has edeceğim. Rahmetim ise, her şeyi kuşatmıştır. Ve ben o rahmetimi, küfürden, şirkten ve fevâhişten kendilerini koruyanlara ve zekâtı veren ve âyetlerimize îmân edenlere vâcib edeceğim.” 5 “O rahmetim ehl-i kitâbdan şu kimselere hasdır ve vâcibdir ki; onlar Nebîy-yi Ümmî olan o Rasûle (Hz. Muhammed’e (asm)) ittibâ eden kimselerdir ki, o Rasûl-i Ümmî’nin evsâfını o ehl-i kitâb yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı olarak buluyorlar. O Rasûl-i Ümmî, onlara ma’rûfu (tevhidi ve evâmîr-i İlâhiyeye itâati) emreder ve münkerden (küfürden ve günahlardan) nehyeder. Ve temiz şeyleri onlara helâl eder ve hâbisâtı (kan, domuz eti, fâiz ve rüşvet gibi) onlara harâm eder. Ve onların üzerindeki ağır hükümleri ve bendleri kaldırır ve hafifletir. Öyle ise ehl-i kitâbdan o kimseler ki (Abdullah ibn-i Selâm ve Necâşî ve ashâbları gibi), bunlar o Nebîy-yi Ümmî’ye îmân ettiler ve onu ta’zîm edip, kılıçlarıyla ona yardım ettiler ve o Rasûlle berâber indirilen nûra yâni Kur’ân’a ittibâ ettiler (yâni Kur’ân’ın helâlini helâl ve harâmını harâm kabûl ettiler.) İşte felâha yâni kurtuluşa erenler, yalnız onlardır. Böyle bir îmâna sâhib olmayan Yahudî ve Hıristiyanlar değil. Yâni Yahudî ve Hıristiyanlar ehl-i necât değildir.” 6 Bu âyet-i kerîme, ehl-i felâh ve ehl-i necât olmayı dört şarta bağlıyor: 1- Hazret-i Muhammed (asm)’a îmân etmek, 2- Ona ta’zîmde bulunmak, 3- Ona (dinine) yardım etmek, 4- Ona indirilen Kur’ân’a tâbi’ olmaktır. İşte âyetin bu kısmı birkaç te’kîdle ifâde eder ki, felâha erenler, kurtuluşa erenler yalnız ve yalnız Hazret-i Muhammed’e (asm) îmân eden, O’na ta’zîmde bulunan, O’na yardım eden ve Kur’ân’a tâbi’ olan kimselerdir, başkaları değildir. İşte A’raf Sûresinde zikrettiğimiz bu âyetlerde Cenâb-ı Hak, Yahudî ve Hıristiyanlara da hitâb ettikten sonra, bütün insanları kasdederek Rasûl-i Ekrem (asm)’a şöyle fermân ediyor: “Ey Rasûlüm de ki: Ey insanlar! Muhakkak, ben kesin olarak cümlenize Allah tarafından gönderilmiş Peygamberim. Öyle bir Allah ki, semâvât ve arzın bütün mülkü O’nundur. O'ndan başka İlâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. Ey insanlar! Öyle ise Allah’a ve O'nun Nebîy-yi Ümmî olan Rasûlüne îmân edin ki, o Rasûl de Allah’a ve O'nun indirdiği bütün semâvî kitâblara ve suhuflara îmân ediyor. Ve siz, o Nebîy-yi Ümmî’ye îmân etmekle berâber ona tâbi’ olun ki hidâyete eresiniz.” 7 Demek Rasûl-i Ekrem'e (asm) îmân etmeyen ve ona tâbi’ olmayan dalâlettedir. Bu âyet-i kerîmelerin ifâdesiyle ehl-i küfür bir kimsenin,–-ister ehl-i kitâb olsun ister diğerlerinden olsun–-îmânının sahîh olabilmesi, ehl-i necât olabilmesi ve âyet-i kerîmede geçen rahmet-i İlâhiye’ye nâiliyeti için, Allah’a îmân etmekle berâber; Nübüvvet-i Muhammedi (asm)’a îmân etmekle de mükelleftir. Mezkûr âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler sarâhaten bildiriyor ki; diğer peygamberler kendi kavimlerine gönderildiği halde, Rasûl-i Ekrem (asm) bütün insanlara gönderilmiştir. Resûl-i Ekrem'in (asm) Risâletinin umûmî oluşunu ve Kur’ânın bütün asırlara hitâb ettiğini Üstâd Bedîüzzaman Said Nursî (ra) şöyle îzâh etmektedir: “Kur’ân, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi i’tibâriyle Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcûdâtın İlâhı unvânıyla Allah’ın fermânıdır. Hem Semâvât ve Arz’ın Hàlıkı haysiyetiyle bir hitâbdır. Hem rubûbiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesâbına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta noktasında, bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir. Hem ulûhiyyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında ba’zan şifre bulunan bir muhâbere mecmûasıdır. Hem ism-i a’zamın muhîtinden nüzûl ile arş-ı a’zamın bütün muhâtına bakan, teftîş eden hikmetfeşân bir kitâb-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, Kelâmullah unvânı kemâl-i liyâkàtla Kur’âna verilmiş.” 8 O halde Kur’ân ve Rasûl-i Ekrem (asm), geçmiş bütün şerîatleri neshetmiştir, yâni onların doğrularını tasdîk, yapılan tahrîfleri tashîh ve ağır hükümlerini de tahfîf etmiştir. Bu sebeble her dinin mensûbu onu kabûl etmekle mükellefdir. Evet bütün insanlar, Rasûl-i Ekrem’in (asm) ümmetidir. Fakat kelâm ilmi ıstılâhınca ümmet ikiye ayrılır: Biri: Ümmet-i icâbettir ki, Rasûl-i Ekrem’in yaptığı dâ’vete icâbet eden Müslümanlardır. Diğeri: Ümmet-i dâ’vettir ki; dâ’vete mazhar olan ama kabûl etmeyenlerdir. Bu ümmet-i dâ’vet, kurtuluşa ermek için Rasûl-i Ekrem’in (asm) dâ’vetini kabûl etmek zorundadır. Sözün hulâsası: Rasûl-i Ekrem Aleyhisselâtü vesselâm’ın avaneleri olan sâir peygamberler, her biri kendi asırlarında, belli bir zamâna ve kavme has olarak peygamberlik vazîfesini edâ etmişler, hattâ bir zamanda pek çok peygamber bulunmuştur. Kâinât ve insan tılsımını fethederek ahkâm-ı İlâhiyeyi insanlara tebliğ etmişlerdir. Sonra bu irşadlarla ahâlî tamâmen gelişip en son ve en mükemmel dersi berâberce dinleyecek bir seviyeye gelince, son mübelliğ olan Rasûl-i Ekrem Aleyhisselâtü vesselâm gelmiştir. Rasûl-i Ekrem Aleyhisselâtü vesselâm ise, daha mükemmel ve yüksek bir tarzda, Kur’ân ve hadîsleri vâsıtasıyla tılsım-ı kâinâtı çözmüş ve ahkâm-ı İlâhiyeyi bütün cin ve inse tebliğ etmiş ve Risâleti kıyâmete kadar devâm edecektir. Kendisine tebliği ulaştığı halde, böyle cihânpesendâne bir risâleti tasdîk etmeyen ve tâbi’ olmayan ehl-i necât olamaz.
Dipnotlar:
1. Keşfu’l-Hafâ, 2/121. 2. Et-Tâc, 3/229. 3. B. Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 518. 4. Âl-i İmrân Sûresi, 3/ 81, Tefsîr-i İbn-i Abbâs. 5. A’raf Sûresi, 156, İbn-i Abbâs, Beyzâvi. 6. A’raf Sûresi, 7/ 157, Tefsîr-i İbn-i Abbâs, Beyzâvi. 7. A’raf Sûresi,7/ 158, Beyzâvi-İbni Abbâs. 8. B. Said Nursî, Sözler, 12. Söz, 4. Esâs.
İSMAİL AKSOY [email protected] |
08.03.2010 |