Yasemin YAŞAR |
|
Sıkıntı hastalığı |
Asrımızın en önemli hastalıklarından birisi de sıkıntı hastalığıdır. Çevremizde birçok insanın görünürde bir sebep olmaksızın sıkıntı yaşadığını, ruhunun daraldığını söylediklerine şahit olmaktayız. Hatta bazen bu sıkıntılar fizyolojik belirtiler şeklinde ifade edilmektedir. Ruh ve beden ayrılmaz iki kavramdır. Bu birliktelikleri olumlu veya olumsuz etkileşimleri doğurabilmektedir. Bedeni hastalıklar psikolojiyi etkilediği gibi, psikolojik hastalıklar da bedensel belirtilerle kendini gösterebilir. Meselâ depresyon halindeki bir insanda fizyolojik belirti olarak, bağırsak problemleri, mide ağrıları, kalp sıkışmaları görülebilir. Sıkıntılar daha çok dile dökülemediği, yani ifade bulamadığı zamanlarda iç huzursuzluk şeklinde kendini hissettirir. Bir süre sonra da baş ağrılarına veya değişik bedensel ağrılara dönüşür. Can sıkıntısının fizyolojiyi etkilediği bu durumlara dikkat edildiğinde, düşünceli, fakat konuşmayan, konuşmayı pek sevmeyen veya kendini ifade edemeyen insanlarda fazlaca olduğu görülür. İçinde yaşadığı toplum veya aile, sıkıntılarını ifade etmeye izin vermeyecek nitelikte olabilir. Bu yüzden böyle insan, fiziksel ağrılarla kendini ifade etmeye çalışır. Ruhsal sıkıntılar, “Aman geçer, abartma” denilemeyecek kadar önemlidir. Çünkü kişinin kafasında çözemediği problemler ve çatışmaların neticesinde ortaya çıkabilmektedir. Bugün için sıkıntı hastalığının sebepleri kesin olarak tesbit edilmiş değildir. Özellikle gençlerde daha çok karşılaşılan bu sıkıntı hastalığının bana göre en önemli sebebi, geçmişte yaşanan üzüntülerden kaynaklanan bir takım kaygılar veya gelecek endişelerinin güne taşınmış ruhsal ağrılarıdır. Can sıkıntısı, amaç kaybının en yaygın sebeplerindendir. Bu, insana özgü gibidir. Hiçbir hayvan tabiî ortamlarında can sıkıntısı belirtisi göstermez. Çünkü hayvanlar canları sıkılamayacak kadar çok meşguldürler. Yiyecek ararlar, av peşinde koşarlar, bölgelerini savunur, yavrularını eğitirler. Ancak kafese kapatılmış, tabiî ortamlarından ayrılmış yani amacından ve anlamından uzaklaştırılmış hayvanlarda can sıkıntısına bağlı anormal davranışlar gözlemlenir. Kriz durumları ve savaşlar gibi toplumu derinden etkileyen hadiseler esnasında hiç kimsenin canı sıkılmaz. Çünkü bu durumlarda insanlarda hıfz-ı hayat amacı en doruktadır. Yapılan araştırmalarda intihar vakıalarının en düşük olduğu zamanların savaş zamanları olduğu tesbit edilmiştir. Ruh sıkıntısının giderilmesinde sadece amaçlar da yeterli değildir. Çünkü amaç bir hedeftir. Elde edilmek istenen nihaî sonuçtur. Amaçlara anlam katmak, belki de en doğrusu olacaktır. Anlam nihai sonuçta değil, oluş tarzında gizlidir. Anlamsız hedefler hayvanlarda da vardır. İnsanın farkı, amaçlarına mânâ katmasıdır. Bir amacın varolduğuna inandığımız zaman daha mutluyuzdur. Fakat amacı, sadece nefsi haz ve istekler olursa, böyle insan hayvan mertebesinden öteye geçemez. Amaçlarını ancak ulvî gayelerle süsleyen, himmeti milleti olan, insanlık olan insanlar hayatlarına kattıkları bu yüksek mânâlarla hakikî insan olup, hakikî lezzetlere de ulaşırlar. İnsan için ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olmak tehlikeli bir durumdur. Daha tehlikelisi ise, istediği her şeye sahip olmaktır. Böyle olunca ulaşacak bir hedefi, tırmanacak başka bir dağı olmadığını anlayacak, bu hâl ise onu çeşitli sıkıntılara, doyumsuzluklara, huzursuzluklara taşıyacaktır. Büyük İskender artık fethedecek yer kalmadığını öğrenince günlerce gözyaşı dökmüştür. Sıkıntı anları, aslında, insanın bir adım sonrasında çözüme ulaşabileceği, mânânın yakalanabileceği, böylelikle problemlerin aşılabileceği bir eşiktir. Yeter ki kişi, sıkıntıyı gidermek için bir çözüm arayışına girsin. Öncelikli adım, sıkıntının sebebini bulup gidermektir, bu önemli bir adımdır. Bundan sonraki aşamada ise, kişinin manevî dinamikleri, moral değerleri, şevk kaynakları devreye girer. Sağlam bir inanç sayesinde bir süre sonra problemlerini, teslimiyet ve tevekkülle çözmeye çalışacaktır. Teslimiyet ve tevekkül ise, iman altyapısında meyve veren değerlerdir. Kişi bu durumda da şöyle bir düşünce geliştirecektir. Geçmişteki sıkıntılar zaten geçmiş, zirâ sıkıntının bitmesi insana lezzet verir. Gelecek günler ise gelmemiş, olmayan bir şeye vücut vermek, olacakmış gibi düşünmek ahmaklıktır. O halde geçmiş ve gelecek sıkıntılarını güne taşımaya gerek yoktur diyecektir. İman temelinde sahip olunan tevekkül ve teslimiyetle, beni duyan ve bilen, hatta en gizli hatırat-ı kalbimi işiten bir Rabbim var. Üstelik benim Rabbim hem merhametli ve kudretlidir. O’na hiçbir şey ağır gelmez. O isterse problemlerini hemen giderir. Gidermiyorsa da bir hikmeti vardır diyerek, psikolojisini rahatlatacaktır. Bu hal acziyetin ve zafiyetin anlaşıldığı bir andır ki, zaten kulluğun özü de budur. Belki Cenâb-ı Hak, kulunun bu halini, mevhum rububiyetini kırması, enaniyetini terk etmesi için vermiştir. Gerçekten de musîbet okununca terk edip gittiğine çok şahit olunmuştur. Bu düşüncelerin sonunda insan, bir de bakmıştır ki sıkıntı hastalığı kendiliğinden kaybolmuştur. Bilindiği gibi bazı hislerin hem hakikî, hem mecazi; hem ulvî hem süfli yönleri mevcuttur. Bazı hassas ve ulvî ruhlarda görülen sıkıntı halleri manevî derece ile alâkalı olarak yaşanan bir hâldir. Daha çok manevî havanın bozulmasını hisseden âli ruhlarda, himmeti yüksek insanlarda görülür. Nasıl maddî hava bozulunca ruhlar müteessir olur, aynen onun gibi hassas ve hisli ruhlarda feraset ve basiret nimetlerinden istifade ederek, manevî havanın etkilerini ruhlarında sıkıntı suretiyle hissederler. Ulvî bir amaca yönelik bu sıkıntı hissi, himmetleri, duayı, ibadetleri, tövbe ve istiğfarı arttırmaya sebeptir. Manen terakkî etmeyenlerde ise, sıkıntı hali, tövbe edilmeyen günahlar ve şükredilmeyen nimetler için bir nevi tokat ve belki de daha korkunç olan ümitsizlik hastalığına doğru sürüklenme sürecinin adıdır. Bu yüzdendir ki, ihlâs, amaçlara anlam katma işinden başka bir şey değildir. Yapılan ibadetler, hizmetler, içinde ihlâs barındırmazsa, sadece âyinlere ve meşguliyetlere dönüşecektir. Bu hal ise, bir süre devam ettikten sonra bütün bütün terk edilecek ya da alışkanlık hâline gelip, şuursuz bir hale bürünecektir. Resûlullah’ın şu hadisi bu meseleyi özetler niteliktedir: “Bir insanın kıldığı namaz onu kötülüklerden ve iğrenç şeylerden alıkoymazsa, onun Allah’tan uzaklaşması artar.” Bu yüzden olsa gerek, Risâle-i Nur müellifi İhlâs Risâlesine lâakal her on beş günde bir okunması tavsiyesini not düşmüştür. Hâsılı, sıkıntı hastalığının bir tek sebebi vardır demek mümkün değildir. Fakat şöyle bir tesbit yapılabilir. Ehl-i imanda ihlâsın bozulduğu zamanlarda; ehl-i dünyada nefsin haz ve heveslerinin peşinde koşup, hayatın anlamını yitirdiği zamanlarda; avam olup fakat iman sahibi insanlarda daha çok tövbe edilmeyen günahların ardından; insaniyet ortak paydasında ise, amaçsızlık, hedefsizlik, anlamsızlık kısaca yaratılış hikmetinden uzaklaşıldığında; mânen terakki etmiş insanlarda kirlenmiş manevî havanın hissedildiği zamanlarda sıkıntı hastalığı baş göstermektedir. Sebepleri farklı farklı olan bu ruh ağrılarını gidermenin yolu da, bozulma nereden başladıysa, düzelmenin de aynı noktadan başlamak olacağını bilmektir. 06.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ateist siyasetçi bile yasağa karşı |
Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan kanunsuz başörtüsü yasağı unutulmuş görünürken, aynı konu Avrupalı siyasetçilerin gündemini de meşgul ediyor. Maalesef yasakçılık konusunda Türkiye’yi örnek almak isteyen Avrupalı siyasetçiler de var. Hollanda’da aşırı sağcı söylemleri ile İslâma ve Müslümanlara hakaret eden Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wilders, iktidar olunca başörtü yasağı getireceğine dair açıklama yapmış. Geert Wilders’e ilk tepki ise Hollanda’nın Eindhoven şehrindeki Het Plein Koleji’nde öğretim üyeliği yapan Doçent Doktor Jos Baisjens’tan gelmiş. Ama bu tepki bildiğimiz, ‘sıradan’ tepkilerden çok farklı. Jos Baisjens, aşırı sağcı Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders’in başörtüsüne getirmek istediği yasağı protesto etmek için başörtüsü takarak okuluna gitmiş. (Sabah, 4 Mart 2010) Türkiye penceresinden bakınca ‘sağcı’ bir partinin başörtüsüne karşı çıkması, onu yasaklayacağını vaad etmesi garip gelebilir. Fakat Avrupa’da durum faklı. Oradaki ‘solcu’lar daha hakperest olurken, ‘sağcı’ diye bilinenler maalesef ırkçı görüşleriyle tanınıyor. Hollanda’daki hadise de buna bir örnek. Kendisinin bir ateist olduğunun altını çizen Jos Baisjens, “Sırf ülkede yaşayan bir milyona yakın Müslümanı dışlayıcı hareketlere tepki olarak okula giderken, mahallede, çarşıda başörtüsü takıyorum” demiş. Baisjens, şunları da söylemiş: “Wilders’in sözleri beni bir eğitimci ve insan olarak rencide etti. Kendim hiçbir dine inanmadığım halde inançlar ile bu denli alay edilmesine ve dışlanılmasına karşıyım. Herkes özgürce dininin gereğini yerine getirebilmeli. Bu yönde inançların önüne engel konulmamalı. Ben bunu bir şekilde protesto etmeyi kararlaştırdım ve başörtüsü taktım. Okullarda ve devlet dairelerinde başörtüsü takılmasına karşı değilim. Kesinlikle bir şov, bir siyasî beklenti ve reklâm amaçlı bu eylemi yapmadım.” Ateist olduğunu açıklayan Hollandalı siyasetçinin ‘yasak’ çağrısına karşı çıkarak başörtüsü takması ve bunu sonuna kadar devam ettireceğini ilân etmesi çok anlamlı bir tepki. Geçmişte Türkiye’de de bazı ‘erkek’ insan hakları savunucuları başörtüsü takarak yasağı protesto etmişlerdi. Geçmişte de ifade etmiştik, tekrar edelim: Kanunsuz başörtüsü yasağına karşı bu ve benzeri ciddî itirazlar yükselse ve bu itirazlar devam edebilse, yasakçılar bu kadar insafsız olamazdı. Meselâ, başörtüsü yasağına karşı olduğunu ilân eden milletvekilleri, ‘aydın’lar ve iş adamları, (ben dahil) gazeteciler; devam eden kanunsuz yasağı protesto için başörtüsü takıp yürüyüş yapabilseydi belki de yasak bunca insanı mağdur edemezdi. Ne yazık ki bu protestoları başkasından bekledik ve yasak da sürüp gitti... Keşke Hollanda’da başlayan bu ‘tek kişilik’ protesto dalga dalga yayılsa ve Türkiye’ye de gelse. Gelse de başörtüsü yasağının ne kadar haksız, hukuksuz ve yanlış olduğu bir defa daha görülse... Başörtüsü yasağını sona erdirmek için gayret gösteren STK’lara bir çağrımız var: Başörtüsü yasağını savunanların insafsızlığını dünyaya gösteren Hollandalı ‘ateist siyasetçi’ Türkiye’ye dâvet edilsin. Türkiye’deki yasakçılar buradaki ‘ilahiyatçıları’ dinlemediğine göre belki Avrupalı ateist siyasetçileri dinler ve insafa gelir. Acaba bizdeki yasakçılar, ateist bir siyasetçiye karşı başörtüsü yasağını hangi gerekçelerle savunabilir? Ateistler de başörtüsü takma hakkını savunmaya başladıklarına göre, insafsız yasakçıların daha fazla direnmeye imkânı kalmadı demektir. Tez zamanda yasak sona ersin, vesselâm.
06.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Irak seçimleri |
Yarın Irak’ta genel seçimler yapılacak. Meclisin 325 milletvekili seçilecek. Bu seçimin en önemli yönü, oluşacak parlamentonun ABD güçlerinin çekilmesinden sonra ülkenin birlik ve beraberliğinin sağlanması, yeniden imarı görevlerini üstlenecek hükümeti çıkaracak olması. 500 Sünnî adayın veto edilmiş olması, Sünnî ve Şiîlerle Şiî grupların kendi arasındaki çatışmalar, Kerkük’ün durumu, ABD güçlerinin halen ülkede bulunması, seçim öncesinde yaşanan kanlı saldırılar, seçimlerden istikrar çıkmasını zorlaştırıcı unsurlar olarak öne çıkıyor. Kerkük’te 2004 seçmen listelerinin mi yoksa Kürtlerin demografik yapıyı göçlerle değiştirdiği 2009 seçmen listelerinin mi esas alınacağının netleştirilmemiş olması, sonuçların bu vilayet için geçici sayılması ve bir yıl içinde yeniden değerlendirilmesi yönünde yasa çıkarılmasına yol açtı. Kürt seçmenlerin, yerlerinden edilmiş Iraklıların seçim hakları konusunda da önemli sıkıntılar var. 1,5 milyon Iraklı ülke dışında. Bunlar da oy kullanacak. Bu arada Türkmenler ciddî sıkıntılarla karşı karşıya. Halen mecliste yalnızca 1 parlamenterleri var. Beşe bölünen Türkmenler Irakiye Listesinde seçime girecek. Bu sorunlar yumağı içinde yarın Iraklı seçmen sandık başına gidecek. Yapılan kamuoyu yoklamalarına göre Başbakan Maliki’nin Kanun Devleti İttifakı yüzde 30 ile ilk sırada yer alıyor. Onu Sünnîlerle birlikte seçime giren eski Başbakan İyad Allavi’nin listesi yüzde 22 ile izliyor. Kafa karıştıran listeler ve hesaplamalardan Maliki liderliğindeki listenin ilk sırayı alabileceği, ancak Irak Ulusal İttifakı’nın da birinci olabileceği, ancak hiçbir koalisyon ya da listenin tek başına iktidar olamayacağı tahminleri çıkıyor. Sonuçları birkaç gün içinde göreceğiz. Türkiye; İran ve Suriye ile birlikte Irak seçimleriyle yakından ilgili ülkeler arasında başta yer almaktadır. Bir diğer yönden ise bölgesel liderlik konusunda İran ile gizli bir rekabet içinde olduğumuz inkâr edilemez. Bu yönüyle seçimlerin ülkemiz açısından önemli birkaç sonucu olacak. Birincisi; Irak’ta istikrarın sağlanması, ticaret ve yatırım imkânlarını arttıracaktır. Birlik ve beraberliği sağlayacak bir yönetim, ülkenin yeniden yapılandırılmasına hız verecek, bu da ikili ilişkilerimizi güçlendirecektir. Ancak Türkiye’nin her kesime eşit mesafede olduğu izlenimi verme çabalarına rağmen, Sünnîleri desteklediği kuşkuları bir çok Şiî çevrede sürmektedir. Bu durumun kurulacak Şiî ağırlıklı hükümetle ilişkileri olumsuz etkileyecek bir unsur olmamasını diliyoruz. İkincisi; Kerkük’ün özel durumu ve Türkmenlerin hakları ülkemizi yakından ilgilendirmektedir. Seçim sonrası Kerkük’teki seçim sonuçlarının nasıl değerlendirileceği ve ne şekilde sonuçlandırılacağı tartışmalı bir konu olmayı sürdürecektir. Demokratik açılım yoluyla Kürt sorununu çözmek isteyen Türkiye’nin, PKK’yı tasfiyede işbirliği yapmak zorunda olduğu Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile ilişkilerini de bu seçim sonuçları etkileyecektir. Üçüncüsü; ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesi sonrasında, bölgede oluşacağı—ya da oluşturulacak—istikrarsızlık ve çatışma ortamının önlenmesi de bu seçimden istikrar çıkmasına bağlıdır. ABD’nin ‘biz çekilirsek kaos olur’ tezinin aslında tezgâhlanan bir kandırmaca olduğu, aynı merkezden planlandığını düşündüğümüz intihar saldırıları ve bombalı saldırıların, güçlü bir Irak yönetimiyle birlikte ortadan kalkacağı dikkate alındığında, seçim sonrası dönemin Irak’ta sanıldığı kadar kaotik bir dönem olmayacağına inanıyoruz. Dileğimiz yarınki seçimlerin komşumuz ve bir çok alanda kader ortağımız Irak’a huzur ve istikrar getirmesidir.
06.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Şok, şok, şok… |
Hiç şüphe yok ki, Başbakan Tayyip Erdoğan polemiği seviyor. Öfkeli tavrını da Kasımpaşalı olmasına bağlayanlar var. Sinirlenince yüzü kıpkırmızı kesiliyor. Erdoğan’ın çizdiği bu “başbakan görüntüsü”ne Türkiye alıştı(!) Erdoğan konuşmalarının çoğunu prompter denilen aletten okuyan liderlerden. Dinleyenlerin dikkatli bakmadan göremediği konuşma şekli, sanki irticalen konuşuyormuş havası verdiğinden tercih ediliyor. Erdoğan konuşmaları buradan okumak yerine irticalen yapmaya başladığında bilin ki, yine birilerine sinirlenecek ve yeni polemiklere meydan verecek demektir. Bir taraftan kendisi kendi görüşüne yakın olmayan kurum, kuruluş, kişileri eleştirirken, diğer taraftan kendisine yapılan eleştirilere de tahammülü yok. Eleştiriler karşısında mahkemeye başvurması da bunun göstergesi. Mahkemelerden aldığı yüklü paraların Şubat ayı sonunda açıkladığı mal varlığına büyük katkı sağladığı da muhakkak! ** * İki hafta önce artık Baykal ve Bahçeli’nin adını ağzına almayacağını söylemesinin ardından bu kez de eleştirilerini gazetecilere yöneltti. Önce “köşe yazarları her istediğini yazamaz” deyip medya patronlarına seslendi. “Parasını sen veriyorsun, yazarına sahip çık, sonra feryat etme” dedi. Bir taraftan da böyle derken, diğer taraftan köşe yazarlarının kendisini eleştirebileceğini buna hakları olduğunu söyledi ve “Ancak ben de uyarımı yapmak zorundayım. Çünkü herkes yerini, konumunu gayet iyi bilmelidir. Ve bu ülkeyi de germeye hakları yoktur” sözünü ilave etti. Yani, köşe yazarlarını patronlarına şikâyet etti. Birkaç gün sonra da partisinin grubunda “meramımızı tam anlatamamışız” diyerek gazete patronlarına “Köşe yazarını işten at demedim ki” diyerek kısmen de olsa geri adım attı. Böylece gazete yazarlarını patronlarına şikâyet etmesiyle başlayan polemiği farklı boyuta taşımış oldu. Gazete ve televizyonların, “şok, şok, şok” diye her konuyu evirip çevirip milleti karamsarlığa sevk ettiğini söyledi. Eleştirisini gazete patronlarına kaydırdı. Patronların kendisine gelip yazarlarından şikâyetçi olduğunu açıkladı. Peşinden de, “Şu ana kadar kimse ‘Başbakan isim verip şunu at dedi’ diyemez. Bu kadar aşağılık hesaplar içinde olamam” diye konuştu. * * * Erdoğan’ın bu sözleri geçen hafta çokça tartışıldı. Neredeyse bu konuda yazı yazmayan yazar kalmadı. İnternette açılan bir sayfada imza kampanyası da başlatıldı. Şimdiye kadar birçok köşe yazarının imzaladığı metinde şu ifadeler var: Erdoğan’ın gazete patronlarının köşe yazarlarını kontrol etmesi gerektiğini savunan açıklamasının varlığımızı borçlu olduğumuz basın özgürlüğüne ve genel olarak ‘demokratik Türkiye’ idealine aykırı, vahim bir tutum olduğunu düşünüyor ve bu açıklamayı protesto ediyoruz…” AKP iktidarı ile birlikte “yandaş medya” diye bir medya oluşturuldu. “Yandaş medya” mensubu olan, yani iktidarı destekleyen yazarların da Erdoğan’ın bu sözlerine tepki göstermesi memnuniyet verici oldu. Çünkü, demokrasi ve özgürlük herkese lâzım ve herkesin sahip çıkması gerekir. Bir yandan ‘özgürlükler genişlesin’ diyeceksin, diğer yandan basın özgürlüğüne darbe vuracaksın… Bunlar ikisi bir arada olamayacak yaklaşımlardır. Bir taraftan Türkiye daha fazla demokratikleşsin diye Kürt, Alevî, roman, sanatçı açılımı adıyla demokratik açılımlar yapılırken; özgürlükler genişlesin diye çalışılırken diğer taraftan basın özgürlüğüne sekte niteliğinde ifade kullanılması ne kadar doğrudur? Elbette hükümetin iyi yapmadığı icraatları eleştirilecektir. Hiç kimseyi kendi gibi düşünmeye kimse zorlayamaz. Aslında eleştiri yöneticinin kendisini düzeltmesine fayda sağladığı için yapılan eleştirilerin dikkate alınması, daha iyi işlerin ortaya çıkması için yararlıdır da… Unutmamak gerekir ki, eleştiri demokrasinin vazgeçilmezlerindendir. İki fotoğraftan birisi yanlış. Yanlış olan da özgürlüklerin kısıtlanması anlamına gelen görüntü. * * * Birilerinin kalemini silâh gibi kullanarak ülkeyi karıştırmak ve kaos ortamına sürüklemek, ülkeyi gerek ekonomik, gerekse siyasî anlamda zarara uğratmak gibi hakları olmadığı gibi, bir başbakanın da iktidar gücünü kullanıp, yazarları tehdit anlamına gelen ifadeler kullanmaya da hakkı olmamalı. Bu arada, hiç kimse de kalkıp başbakana hakaret edemez. Bunu da kabul etmek mümkün değildir. Aslolan düşünce ve ifade özgürlüğünün alabildiğince geniş olmasıdır. Millet her düşünceyi dikkatlice dinleyip ferasetiyle kararını verecektir. Yapılması gereken de budur. Halkın vicdan ve sağduyusuna sonsuz güvenmek lâzım. Bir yazar sırf insanların kafasını karıştırmak yahut kriz ortamı oluşturmak amacıyla yazı yaza bile milletin vicdanında bu art niyet mâkes bulmaz. Esas kararı milletin ortak aklı verir. Keşke hem yazarlar yazılarını yazarken, hem de siyasetçiler konuşurken bu altın kuralı unutmasa… Şüphesiz o zaman her şey daha güzel olurdu.
06.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Soykırım” çuvalı… |
Sözde Ermeni Soykırımı Tasarısı’nın Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde kabulü, Türkiye-Ermenistan normalleşme sürecini sabote etmekle kalmadı, Türk-Amerikan ilişkilerinin iç yüzünü ortaya çıkardı. Bilindiği gibi, AKP hükûmetinin yedi yıl önce 1 Mart 2003’te Irak’ı işgale giden 65 bin Amerikan askerinin Anadolu topraklarında konuşlanması “tezkere”sinin TBMM’de reddedilmesinden yirmi gün sonra Bakanlar Kurulu kararıyla Meclis by pass edildi. Ardından da çıkarılan “destek hamûlesi”yle havaalanları ve limanlar işgalcilerin kullanımına açıldı. AKP hükûmeti, bununla da kalmadı. Dönemin Dışişleri Bakanı Gül’ün, Başbakan Erdoğan’ın ve en son Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ikrarıyla, Ankara kayıtsız-şartsız hep ABD’nin yanında yer aldı.
“MODEL ORTAKLIĞA” YAKIŞIYOR MU? Ne var ki gelinen noktada, ABD’nin “stratejik müttefikliği” ve “model ortaklığı” için her türlü fedakârlıkta bulunan Ankara, son yedi yıldır sürekli Washington’dan darbe yiyor... Mayıs 2003’te dönemin Amerikan Savunma Bakan Yardımcısı Yahudi asıllı Paul Wolfowitz’in Türkiye’ye tehditvârî zehir zemberek saygısız çıkışından sonra 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Türk askerinin kafasına çuval geçirdi. Peşinden de başta işgalin başında nüfus ve tapu daireleri tahrip edilip talân edilen Kerkük’ün statüsü olmak üzere Türkiye’nin bütün “kırmızı çizgileri”ni çiğnedi. İşgal güçlerinin güdümünde yüzbinlerce peşmerge Kerkük ve Türkmen bölgesine yığdırılarak demografik yapı değiştirildi. Nüfusun üçte ikisi Türkmen olan kent yönetimine işgal işbirlikçisi Kürt vali ve yöneticiler getirildi. Türkiye’nin temel tezi olan Irak’ın toprak bütünlüğü parçalandı. Hâlen hergün ortalama 30-40 kişinin nereden geldiği bilinmeyen patlamalarda can verdiği ülkenin birliğinin dibine dinamit sokuldu. Mezhebî ve etik ayırımlar üzerinde ülkenin en az üçe bölünmesine zemin hazırlandı…
“TARİHÎ FIRSAT” HEBÂ EDİLDİ… Bu da yetmedi; Amerikan Büyükelçisi’nin milletvekillerine müdahâlesi ve şantajıyla ırkî ve mezhebî tefrikayla Irak daha baştan bölünüp taksim ediliyor. Kuzeyde oluşturduğu ve 30 yıllık ihâlelerini “aldığı”, ülkenin petrol rezervlerinin bekçiliği görevini verdiği kukla yönetimin himâyesini Türkiye’ye vermek peşinde… Ankara, en üst düzeyde istediği terörist kampların tasfiye etmediği gibi, Amerikalı savcıların ve Amerikan Kongresi’nin itirafıyla ABD, teröristlere her türlü silâh, mühimmat, sağlık ve malî yardımda bulundu. İsrailli ve Amerikalı subaylar, terör kamplarını ziyaret edip teröristlere “silâhlı eğitim” verdiler. Gül ve Erdoğan’ın defalarca Bush’dan ve Obama’dan “ricası”na rağmen, ABD, işgalindeki Irak’ta ellerini kollarını sallayarak gezen yüzlerce terörist başından bir tekini dahi teslim etmedi. Terör örgüte ait büroları kapatmadı, kapattırmadı… Ve ABD şimdi ise “Ermeni diasporası”nın kışkırtmasıyla iki buçuk milyonluk Ermenistan’ı “stratejik müttefiki” Türkiye’ye tercih ediyor. Obama’nın çabalarıyla “büyük ve tarihî fırsat” diye âlây-ı vâlâ ile başlatılan “Ermeni açılımı”nı fedâ ediyor. Ankara’nın bütün ısrarına mukabil, “model ortak” Obama, lâfla geçiştirip ciddî devreye girmiyor; Beyaz Saray’daki bir toplantıdan dönen komite üyeleri, “soykırım iddiası”na “evet” diyor. “Normalleşme süreci” Ermeni-Yahudi lobisinin baskısıyla iç politik hesaplara hebâ ediliyor. Bütün politikalarını ABD’ye endeksleyen, her fırsatta AB’ye rest çektiği halde ABD’ye en ufak bir ta’rizde bulunmayan Başbakan’ın yakınmasının artık bir anlamı yok… Ankara’nın Washington Büyükelçisini geri çekip, Gül’ün “ilişkilere zarar verir” uyarısının, Erdoğan’ın “komedi gibi oylama” tepkisinin hiçbir mânâsı kalmıyor… ABD, göz göre göre Türkiye’nin başına “soykırım çuvalı”nı geçirmiştir. Hem de tümüyle çuvallayan küresel ve bölgesel işgal politikalarına destek veren AKP iktidarı döneminde… Mehmetçiğin başına çuval geçiren Irak’taki Amerikan kuvvetlerinin komutanı General Ray Odierno’yu 4 Şubat’ta Ankara’da törenle karşılayan AKP hükûmeti, bakalım bu “soykırım çuvalcıları”na karşı ne yapacak?
06.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Sona doğru |
27 Mayıs’tan 12 Eylül’e, klasik darbelerin ortak gerekçelerinden biri, ülkenin kardeş kavgasına sürüklendiği, toplumun kamplara bölündüğü ve bu bölünmenin devlet kurumlarına dahi yansıdığı iddiası idi. “Solcu-sağcı; devrimci-ülkücü; laik-dinci” gibi yaftalar, iddianın dayanağı olarak gösteriliyordu. Özellikle 12 Eylül öncesindeki tablo, ihtilâlcilerin temel karakteri olan “mübalâğacı ve aşırı abartılı” söylemlerle, şöyle tasvir edilmekteydi: Sağ-sol kavgaları öğrencileri, öğretmenleri, işçileri ve hattâ polisleri kamplara ayırdı; bu kutuplaşma, her birini temsil için kurulup birbiriyle amansız mücadeleye girişen dernek, sendika v.b. oluşumların çatısı altında iyice kızıştı: Devrimci gençlik-ülkücü gençlik... Devrimci sendika-milliyetçi sendika... Devrimci öğretmen-milliyetçi öğretmen... Devrimci polis-milliyetçi polis... Devrimciliğin de, milliyetçiliğin de altıokun iki ayrı umdesi olup, Kemalizm ortak paydasında buluşan “ruh ikizleri” olmaları bir tarafa; bilâhare ortaya çıkan kuvvetli ipuçları, sabah sağcılara sıkılan kurşunlarla akşam solcuları hedef alan kurşunların aynı silâhtan çıktığını ortaya koydu. İşin bir başka ilginç boyutu, ihtilâllerin gerek devrimcilik, gerekse milliyetçilik adına sahneye çıkan cereyanları Atatürkçülükten sapma olarak gören zihniyet tarafından gerçekleştirilmesiydi. Ergenekon sürecinde ortaya çıkan bilgi, belge ve bulgular ise, kızılelma koalisyonu ve yeniden kuva-yı milliye adı altında oluşturulan beraberliklerin, demokratik hukuk devletini hedef alan illegal faaliyetlere zemin hazırladığını gösterdi. Bir tarafta, kendisini merkeze koyan Atatürkçülük... Diğer tarafta, yine Atatürkçülük adına devrimcilik veya milliyetçilik yapıp da, resmî Kemalizm tarafından kâh reddedilip dışlanan, kâh şartlar gerektirdiğinde sahiplenilip kullanılan cereyanlar... Ve bu karmaşık, girift, değişken ilişkiler ağının, demokrasiyi tahripteki ortaklığı... Türkiye yıllarca bu kısır döngü içinde yaşadı. Son dönemde ise, devrimci-ülkücü kamplaşması varken de mevcut olan, ama o zamanların konjonktüründe gölgede ve tâlî bir unsur olarak kalan “dinci” cereyanın öne çıktığı gözleniyor. Bir tarafıyla milliyetçi damardan da beslenen, ama esas itibarıyla dini bir iktidar ideolojisine dönüştürerek siyaset mücadelesinde arz-ı endam eden bu akımın parti veya kadrolaşma ya da ticaret yahut STK’lar gibi, yöntemde ayrışsa da hedefte birleşen farklı versiyonları mevcut. Ama onun da devrimci ve milliyetçi akımlarla ortak yanı, ister takiyye yapsın, ister samimî olsun, Atatürkçülüğe yaslanma ihtiyacı duyması. Görünüşte birbirleriyle amansız bir mücadele halindeki cereyanların Atatürkçülük ortak paydasında buluşup onu referans göstermeleri, bir taraftan kendi samimiyetlerini sorgulatırken, diğer taraftan Kemalizmi de yıpratıp aşındırıyor. Şimdilerde bu süreç hızlanarak devam ediyor. Bilhassa 28 Şubat sürecinde “laik-antilaik kutuplaşması” olarak öne çıkarılıp, “irticanın adım adım devleti ele geçirmesi” ve buna karşı laik güçlerin direnişi şeklinde takdim edilen senaryo da, netice itibarıyla bu sürecin farklı bir aşaması. Aynı şekilde, Türk-Kürt veya Alevî-Sünnî çatışması çıkarmayı amaçlayan komplo ve tertipler de, yine aynı yapının ürettiği provokasyonlar. Tabiî dışarıdaki fitne merkezlerinin katkısıyla. Kendi ürettiği bölünmeleri, yine kendi devam ve bekası için dayanak olarak kullanan zihniyet, artık uyanan, tezgâh ve tuzakları fark etmeye başlayan bir toplumla karşı karşıya gelmenin, giderek büyüyen kâbus ve telâşını yaşamakta. Gelişmeler, bugünlere gelişini hem istibdat temeli üzerine kurduğu derin yapıya, hem de halkı aldatma taktiklerine borçlu olan bu zihniyetin, sür'atle sona doğru yaklaştığını haber veriyor. Son payandalar da çekilse, çöküşü yakın. Sonrasındaki sürecin doğru zemine oturtulup iyi yönetilmesi ise ayrı bir teyakkuzu gerektiriyor.
06.03.2010 E-Posta: [email protected] |