Ali FERŞADOĞLU |
|
İbadet etmek üzerine... |
Allah; ibâdet edenleri, kendisine “kul ve muhatap” kabul etmiyor mu? Bu, şeref ve izzetlerin en büyüğü olmanın yanında rızası ve sevgisini kazanmak demektir. İbâdetle Yüce Mevlâ’nın rızasını kazanarak sevgisini kazanan; Onun koruma alanına girer. O takdirde şeytanın mesajlarının etkisinde kalması, yalan vaadlerine kanması, vartalarına düşmesi söz konusu olamaz. Eğer ibadet etmez, duygularımızı boş bırakırsak—ki hiçbir şey boşluk kabul etmez—o takdirde şeytan dolduracaktır. Öyle ise, neden duygularımızı şeytan meşgul etsin? İbadet etmeliyiz. Çünkü; lAllah’tan başka hiçbir şey, ibâdet edilecek kadar büyük değildir. İbâdete lâyık ancak Allah’tır. lAllah, Kendisine ibâdet etmemiz için yaratmış. Yapımız/fıtratımız ibâdete göre dizayn edilmiştir. lAtomdan yıldızlara, bitkilerden unsurlara, galaksilere, arştan ferşe kadar herşey Allah’a, kendi lisanı ile ibâdet etmektedir. lAllah rızası ve emri dairesinde yapılan her şey ibâdettir. lKâinatın en ehemmiyetli gayesi, kulluktur. lFarzlar yerine getirildikten sonra yapılan bütün çalışmalar ibâdet hükmüne geçer. lAllah Sameddir, her şey Ona muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir. Öyle ise, ibâdete Allah değil, biz muhtacız. l En büyük ticâret ve saadet ibâdettir. Çünkü diğer her şey ya çürüyor, soluyor, yok oluyor veya insanı bırakıyor. Ancak, ibâdetler bâkileşiyor ve insanla birlikte gidiyor. l İbâdet, dünya ve âhiret işlerinin tanzimine sebeptir. l İbâdeti terk, küfre giden bir yoldur. Küfür, şeytana götürür. l İbâdet, verilecek bir ni’met için değil, verilmiş ni’metler içindir. lİlimle uğraşmak ibâdettir. lKalb, akıl, hayal gibi duyguları, kendileriyle münâsip ibâdetlerle meşgul etmek gerekir. Aksi halde, o duyguların kontrolü zorlaşır; şeytanın işi kolaylaşır. lİnsanı diğer varlıklardan ve hayvanlardan ayıran en büyük özelliği, ibâdetidir.
22.02.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Cinlerin özellikleri |
Hüseyin Bey: “Cin nedir? Özellikleri nelerdir? Sorumlulukları var mıdır? Cinlerle görüşmek mümkün müdür? Cinlerle görüşmenin sakıncaları veya faydaları nelerdir? Cinlerin şerlerinden nasıl korunacağız?”
Cinler, hava, elektrik, ışık ve koku gibi vücudu görünmeyen, fakat varlığı hissedilebilen lâtîf ve rûhânî varlıklardır. Hazreti Âdem (as) yaratılmazdan önce yeryüzünün hâkimi ve sâkini cinlerdi. Yeryüzünü îmâr etmeye onlar vazîfeli idiler. Yeryüzünün halîfesi onlardı. Hazreti Âdem (as) ile birlikte dünyada insanlık boy göstermeye başladıktan sonra hilâfet makamı insanlara geçti. Cinler, insanlar gibi akıl, şuur ve irâde sahibidirler. Yaptıklarından sorumludurlar. İyileri olduğu gibi, kötüleri de vardır. Kâfirleri ve şerlileri bulunduğu gibi, Müslümanları ve hayırlıları da vardır. İnsanlar gibi iyilik ve kötülük yapmaya kabiliyetleri vardır. Doğarlar, büyürler, evlenirler, çoğalırlar, yaşlanırlar ve ölürler. Peygamberlerin bir çoğu cinlerle görüşmüş ve cinlere de peygamberlik yapmışlardır. Kur’ân’da bir çok âyet insanlarla birlikte cinleri de hitap kapsamına alır. Kur’ân cinlerin de kitabı, Hazreti Muhammed (asm) cinlerin de peygamberidir. Cinlerle görüşmek mümkündür. Hayırlı işlerde cinlerin görüşlerinden, bilgilerinden ve güçlerinden faydalanılabilir. Şerli ve faydasız işler için ise cinlerle görüşmek sakıncalıdır, zararlıdır ve câiz değildir. Cinleri faydalı işlerde kullanmak ve güçlerinden faydalanmak mümkün iken, insanoğlunun cinleri kısmet bağlama, kısmet açma, karıkocanın arasını açma, sihir ve büyü yapma, kehânette bulunma gibi zararlı, faydasız ve boş işlerde kullanmaya yeltenmesi cinler adına can sıkıcı, insanlık adına ise yüz kızartıcı günahlardandır. Böyle faydasız işlerde kullanılmaktan hoşlanmayan cinler, bir boşluğunu bulduğunda kendisini boş yere zevklerine boyun eğmeye zorlayan insana zarar verebilir. Yoksa cinlerin; Allah’a inanan, Allah’a sığınan, ibâdet yapan, başı her dara girdiğinde yalnız Allah’tan medet isteyen ve etrafına zarar vermeyen mâneviyâtı güçlü insanlara yaklaşması ve zarar vermesi söz konusu olmaz. Cinlere zarar vermek günahtır. Nitekim cinlerin bazen uysal ve zehirsiz ev yılanı sûretinde gözükebilmekte olduğuna işâret eden Allah Resûlü (asm) bunların yılan zannedilerek öldürülmesini yasaklamıştır.1 Cinler gaybı bilmezler. İnsanın yeryüzünün halîfesi olduğunu, yani hükmünün ve emrinin her şeye geçtiğini, bütün her şeyin insanın emrine boyun eğdirildiğini îlan eden Kur’ân, Hazreti Süleyman’ın (as) cinleri, kötü cinleri ve âsî şeytanları Allah’ın izniyle emri altına aldığını beyan eder.2 Kur’ân şöyle buyurur: “Cinlerden bir ifrit: ‘Sen daha makamından ayrılmadan ben onu sana getiririm’ dedi. ‘Hem buna gücüm yeter. Hem de güvenilir bir kimseyim. Hiçbir zarar vermeksizin onu sana getiririm.’ Semâvî kitapların hakîkatlerini bilen bir âlim ise, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi. Süleyman Belkıs’ın tahtını yanında hazır görünce, ‘Bu Rabb’imin bir lütfudur’ dedi.”3 Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, bu âyetten hareketle Hazreti Süleyman’ın (as) cinleri, şeytanları ve kötü ruhları etkisi altına aldığını, şerlerini men edip faydalı işlerde çalıştırdığını nazara vererek; yeryüzünün insanlardan sonra şuur sahibi en mühim sâkinlerinin cinler olduğunu, cinlerin insana hizmetkâr olabileceğini, cinlerle temas etmenin mümkün olduğunu, şeytanların da düşmanlığı bırakmaya mecbur edilerek, ister istemez insanlığa hizmet ettirilebileceğini beyan eder. Saîd Nursî, kulluk vazîfesini unutmaması şartıyla insanlığın; gerek teknik olarak ses, görüntü ve madde nakliyle, gerekse cinleri, ifritleri ve âsî şeytanları emrine boyun eğdirmek sûretiyle yeryüzünün her tarafının her yerden görüldüğü ve her köşesinden bütün seslerin işitildiği bir “bahçeye” çevirmesinin mümkün olduğunu; böylece Hazreti Süleyman’ın (as) ilmine ve irfânına vâris olduğunu gösterebileceğini kaydeder. Bedîüzzaman, bu âyetlerle Cenâb-ı Hakk’ın, remiz üslûbuyla insanlığa: “Ey insan! Bana itaat eden bir kuluma cinleri, şeytanları ve şerlilerini boyun eğdiriyorum. Siz de Benim emrime kulak verirseniz, çok varlıklar, hattâ cinler ve şeytanlar dahî sizlere boyun eğebilirler, emrinize girebilirler” tarzında hitap ettiğini kaydeder ve insanlığın maddî mânevî meraklarından doğan ispritizma ve cinlerle haberleşme gibi olayların en nihâyet sınırını bu âyetlerin çizdiğini beyan eder. Saîd Nursî, zamanımızdaki gibi kendisine “ölüler” namını veren cinlere, şeytanlara ve kötü ruhlara maskara ve oyuncak olmanın insanlığın “hilâfet” sıfatına yakışmadığını; Kur’ân’ın ise kendisine kulak verildiğinde, onları hem insanların emri altına almanın, hem de şerlerinden emin olmanın yollarını gösterdiğini belirtir. 4 Ne var ki beşeriyet hemen her faydalı ilmi zararda, kendi pis menfaatinde, çok özel aşağılık meraklarında ve sefil zevklerinde kullandığı gibi; cinlere de maalesef hep şer ve faydasız işlerini gördürmek için ilgi duymuştur. Yemeğini pişiren ateşi, kin ve adavette kullanarak nice ocaklar söndüren insan; cinlerle haberleşme gibi, ispritizma gibi ilimleri de aynı savurganlık ve sefaletle hep birbirinin ayağına tuzak kurmak, hile oyunları geliştirmek ve fitne ve fesat çıkarmak işlerinde kullanmıştır. Oysa âyette de belirtildiği gibi, Allah Teâlâ dilemeden hiç kimse, hiç kimseye zarar ve ziyan verecek durumda değildir. Her şey Allah’ın izniyle, emriyle, dileğiyle ve kudretiyle vaki olmaktadır. Sihirbazların, büyücülerin, muskacıların ve cincilerin hiçbir oluşumda, hiçbir işte, hiçbir hâdisede Cenâb-ı Hakk’ın dileği dışında ne doğrudan, ne de dolaylı olarak hiçbir katkıları ve etkileri yoktur. Olduğu da görülmemiştir. Kötü niyetli ve şerir insanların ve mahlûkların şerlerinden korunmak için; Peygamber Efendimiz’e (asm) yapılan bir sihir teşebbüsü üzerine nâzil olmuş bulunan “Kul eûzü bi Rabbi’lFelak ve Nâs” sûrelerini okuyarak Cenâbı Hakk’a sığınmak İnşallah kâfî olur.
Dipnotlar:
1- Buhârî, 9/1360. 2- Bakınız: Sâd Sûresi, 38/38; Enbiyâ, Sûresi, 21/82. 3- Neml Sûresi, 27/39, 40. 4- Sözler, s. 233, 234.
22.02.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Uzak tutun çocukları, başkent haberlerinden |
Başkent Ankara, şu sıralar yüksek gerilim hatlarının etkisi altında. Kalp çarpıntıları artmış, tansiyon tehlike sınırına gelip dayanmış durumda. Bu böyle gitmez, gitmemeli. Yaşanan didişme, çekişme, bilek güreşlerinin ülkeye, millete faydası yok. Cumhurbaşkanı Gül, yaşanan kısır çekişmeleri "çıkmaz sokak" şeklinde niteleme ihtiyacını duydu. Tartışmanın göbeğinde, adlî, siyasî ve askerî cenahtan kilit noktasındaki bazı şahısların sözleri, tartışmalı müdahaleleri, şüpheli hal ve hareketleri yer alıyor. İşin içyüzü, tam olarak bilinmiyor, bilinemiyor. Hareketli hava akımları sebebiyle, atmosfer günü birlik, hatta bazen saat başı değişiyor. Adı geçen kurumlarda şiddetli sancıların yaşandığı muhakkak. Ancak, kimin ne yapmak istediği, kimin hangi hedefe doğru yürüdüğü ve hangi akla hizmet ettiği tam olarak kestirilemiyor. En azından, kamuoyu nezdinde durum son derece muğlak ve muammalı bir görünüm arz ediyor. Doğru dürüst bir iş görülemiyor, dört başı mamur bir hizmet yapılamıyor. Bir gürültü patırdıdır, almış başını gidiyor. Üniversiteyi hayal eden gençler, tam bir muammaya dönüşen katsayı derdiyle sinir harbi yaşıyor. Stres altında ders çalışma, sınavlara hazırlanma talihsizliğini yaşıyor. Başörtü serbestliği içinde üniversitede okuma hayali, iyiden iyiye sukûta dönmüş durumda. Demokratik açılımın ne olduğu daha bilinemeden, kışkırtılan ümitler kahredici bir anafora yakalanarak tarumar edildi. Ekomomik sıkıntı ve işsizlik derdi baştan aşma raddesine gelmişken, bu cihetten de ferahlık verecek kapılar bir türlü açılmıyor açılamıyor. Bütün bu handikaplar yetmiyormuş gibi, şimdi de siyasî, askerî ve adlî makamların zirvesi kara bulutlarla kaplandı. Ortalık, bakanların, generallerin ve koskoca hakimlerin yüksek voltajlı beyanatlarından geçilmez hale geldi. Üstelik, bütün bu elektrikli beyanat ve iğneleyici çıkışların ucu sivri okları doğrudan "çıkmaz sokağı" gösteriyor. Cumhurbaşkanı bile, durumu böyle tarif ediyor; ama, anlaşılan o ki onun da elinden fazla birşey gelmiyor. Tozun dumana karıştığı bu manzara büyükleri bir olumsuz yönde etkilerken, gençler ve bilhassa çocuklar açısından daha fazla sarsıcı olduğu muhakkaktır. O halde, çocukları bu havalardan mümkün olduğunca uzak tutmak lâzım. Evet, çocuklarımızı Başkent merkezli kavgaların, çekişmelerin, didişmelerin yer aldığı haber programlarından uzak tutmak durumundayız. Aksi halde, kendi elimizle onların sinirli, asabi, agresif, kavgacı... mizaca bürünmesine sebebiyet vermiş oluruz. Çocuklarımız, Ankara mahreçli haberlere değil, derslerine odaklansınlar. Tv başında "son dakika" krampları yaşayacaklarına, hikâye okusunlar, deneme makaleleri okusunlar. Gazetelerde yer alan çarşaf çarşaf sataşma, didişme haberlerine bakacaklarına, yaşıtlarıyla zekâ geliştirici oyun oynasınlar. Sizce de böylesi daha doğru, daha istifadeli olmaz mı?
Tarihin yorumu 22 Şubat 1962
Başarısız bir darbe girişimi
Kurmay Albay Talat Aydemir, Ankara'da emri altına almış olduğu askerî kuvvetleri harekete geçirerek, başarısız bir darbe girişiminde bulundu. Başbakan İsmet Paşanın tabiriyle "Talat ve üç–beş adamı"nı rahatsız eden ve onları darbe yapmaya sürükleyen belli başlı sebepler şunlar: 1) Talat Aydemir'in iflâh olmaz cuntacılık ve darbecilik karakteri. 2) 27 Mayıs Cuntasının ordu içinde yapmaya devam ettikleri tasfiye hareketinin Aydemir ve cuntacı grubunu da hedef alması. 3) Ekim 1961'de yapılan genel seçim sonuçlarından duyulan rahatsızlık. 4) 27 Mayıs Darbecilerinin, Demokrat Partilileri yeteri kadar cezalandırmadığından duyulan rahatsızlık. Bütün bu hoşnutsuzluklar, Talat Aydemir ve cuntacı arkadaşlarını harekete geçirmeye sebebiyet verdi. Cuntacılar, Harp Okulu öğrencilerini emir ve komutaları altına aldılar. Direniş hareketi, ilerleme kaydederek Millet Meclisi binası önüne kadar gelip dayandı. Durumun kötüye gittiğini gören İsmet Paşa, Aydemir ve arkadaşlarıyla anlaşma yapma cihetine gitti. Buna göre, ordudaki keyfi tasarrufa son verilecek ve darbe teşebbüsünde bulunanlara da dokunulmayıp tamamı affedilecek. Gelişmelerin seyri aynı minval üzere devam etti. Aydemir ve arkadaşları, göstermelik sorgulamaların ardından, 10 Mayıs'ta affedilerek serbest bırakıldılar. Ne var ki, darbecilik sıtmasına tutulan Aydemir, bir sene sonra, yani 20 Mayıs 1963'te ikinci bir darbe teşebbüsünde bulundu. Bu teşebbüs ise, onun sonunu getirdi. Emekli Albay Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan, 1964 Temmuz'unda idam edildiler. Talat Aydemir, 1956–59 yıllarında da darbe amaçlı bir cunta faaliyeti içine girmiş, ancak deşifre edilmiş ve bu hareket başarısız kılınmıştı.
22.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
İki farklı ölüm |
Şimdi başlığı okuyanlar, “İki ölüm de nasıl olurmuş?” diyebilirler. Aslında ölüm insana bir kere gelir, haklılar. Ama, o ölüm insana iki şekilde gelir. Peygamberimiz (asm) buyuruyor ya; “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz” diye. Evet, bu dünya meydanına bir imtihan için gönderilen insanoğlu; eğer imtihanı güzel verip kazanırsa, âhir ve âkıbeti elbette iyi olacaktır İnşaallah. Ama, tersi olursa maalesef hem burada, hem ahirette hüsrana uğrayacaktır. Bunlar belli olan şeylerdir ve bizlere, başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere, büyük zatlardan nakledilerek gelmektedir. Bediüzzaman Hazretleri, şimdiye kadar hiçbir yerde rastlamadığım bir tarzda ibadetin tarifini yaparken, “Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadet…” diyor. Yani namaz kılmak bir ibadet olduğu gibi, içki içmemek de bir ibadettir. İşte, işin özü ve özeti buradadır. Yani, bu şekle göre hareket eden kimse; Cenâb-ı Hak’kın emirlerini yapar, yasakladıklarından kaçınırsa kurtulmuştur İnşaallah. Tersini yapanın ise, vay haline! Allah o gibi halden herkesi muhafaza eylesin! Bu kadar girizgâhtan sonra, başlıktaki esas mevzuumuza, daha doğrusu sadede dönelim: Bu iki ölüm hadisesi, benim tanıdığım iki kişide meydana gelmiştir. Bundan bir-iki sene önce bir tanıdığım ölmüştü. Yine de Allah taksiratını affetsin fakat, bu zât hayatında doğru dürüst ne namaz kılmış, ne de diğer ibadetlerini yapmıştı. Ama, başta içki olmak üzere her türlü günahı irtikap etmişti. İşte onun ölüm anında başucunda bulunan bir yakını, dehşetle ve korkuyla anlatmıştı bana son ânını. Dedi ki: “Son nefesinden önce bir tek ben yanındaydım. Baktım yatakta kıvranıyor, sağa-sola dönüp, gözünü bir noktaya dikerek, ‘Allah’ım tövbe, bir daha yapmayacağım!’ falan diyerek, ama birden yüzü simsiyah kesilerek öldü. Daha sonra sararmaya başladı.” Ben bile o anlatılandan çok müteessir olmuş ve ”Keşke Rabbinin emrini dinleseydi” diye üzülmüştüm. İkinci ölüm hadisesi ise; iyi ölüme misâl olduğundan ismiyle zikrederek beyan edeyim: Geçen senelerde gazetemizde bir taziye ilânı çıkmıştı. Eski ağabeylerimizden Ramazan Demir’in hanımı Şefika teyzenin taziye ilânıydı bu. Mustafa Sungur Ağabeyin dünürleri ve Mustafa Yeşilyurt ile bizim hanımın dayısının çocuklarının kayınvalidesiydi Şefika teyze. Salihat-ı nisvandan olan bu muhtereme, ibadetlerini aksatmadan yapan (ezan okunur okunmaz namazını hemen kılan) çok takva sahibi, ehl-i hizmet ve mübarek bir kadındı. Evlerinde ailece çok hizmet etmişler, ayrıca rahmetli Tahiri Mutlu Ağabeyin de özel hizmetinde bulunmuştu. İşte bu teyzemizin son ânında başında bulunan çocuklarının ifadesiyle; “Son zamanında başında Kur’ân okuyup, hatim indiriyorduk, o da tasdik ediyordu. Bir ara bize döndü dedi ki: ’Durun, Peygamberimiz (asm) geldi, Üstadımız gelmedi daha, onu bekliyorum.’ Ve hüsn-ü hatime ile şehadet getirerek son nefesini verdi.” Cenazesi de enteresan bir şekilde rahmetli Tahir Ağabeylerin yakınındaki bir kabristana defnedilmiş. İşte iki ölüm hâli. Cenâb-ı Hak, hepimizin âhir ve akıbetini hayırlı bir şekilde versin. Rabbimizin emrine uygun yaşayalım, o şekilde ölelim ve yine o şekilde de dirilelim İnşaallah.
22.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Saç beyazlatan haksızlık |
Pek çok kişi Türkiye’de işlerin neden bir türlü düzelmediğini düşünür durur. “İşler niçin düzelmiyor?” sorusunun onlarca cevabı olabilir, ama asıl cevap her halde “Haksızlıklara karşı ses çıkarmadığımız için” şeklinde olmalı. Dört yıl önce yapılan bir haksızlıkla meslekten ihraç edilen dönemin Şemdinli savcısı Ferhat Sarıkaya’nın Ankara’da olduğunun ortaya çıkması sonrası medyada yer alan haberler bize bunu düşündürdü. Sarıkaya’nın ‘suçu’nu hatırlayalım: Şemdinli’de bombalanan bir kitabevi sonrasında hazırladığı iddianamede, dönemin genelkurmay başkanının ismini zikretmişti! Dikkat edelim, bir savcı iddaname hazırlıyor ve o iddanamede bir genelkurmay başkanının ismi geçiyor diye meslekten atılıyor! Hem de ne atılış, avukatlık yapmasına bile müsaade edilmiyor. Bu hadise yaşandığında kamuoyu gerekli şekilde tepki gösterdi, ama Türkiye’yi idare edenler adeta kulaklarının üstüne yattı ve yükselen tepkileri duymadı. Dönemin Şemdinli savcısı Sarıkaya görevden alındığında gazetelerde yayınlanan az sayıda fotoğrafında saçları gayet gür ve siyah görünüyordu. Şimdi ise saçları beyazlamış durumda. Gür siyah saçlar her halde ‘değirmen’de ağarmadı. Bu beyaz saçlar, meslekten uzaklaştırma sonucu karşılaşılan sıkıntıları haber veriyor. Bu duruma dikkat çeken bir gazete, Türkiye’yi idare edenlerin cevap vermesi gereken soruyu gündeme taşımış: “Neden saçların beyazlamış arkadaş?” (Taraf, 21 Şubat 2010) Sarıkaya’yı mağdur eden kararı HSYK almıştı. HSYK aynı zamanda ihtilâlcilere hesap sorulması için soruşturma açan savcı Sacit Kayasu’yu, daha önce de kanunsuz bir şekilde başörtüsü yasağı uygulayanlara hesap sorulmasını isteyen savcı Reşat Petek’i meslekten men etmişti. Bu ve benzeri adil olmayan kararlar karşısında gerekli tepki gösterilip, mağduriyetler sona erdirilemediği için Türkiye’nin önü açılmıyor. Sarıkaya meslekten men edildikten sonra “Yurt dışına gitti, keyfi yerinde” türü imalı sözler de söylenmişti. Şimdi anlaşılıyor ki Sarıkaya yurt dışına çıkmamış, aksine pasaportu bile yokmuş. (Haber Türk, 21 Şubat 2010). Medyanın bu konuyu bu güne kadar tahkik etmemiş olması da ayrı bir gariplik... Benzer haksızlıklardan sonra ifade etmeye çalıştığımız bir tesbit var: Türkiye gerçekten hür, adil ve özgür bir ülke olmak istiyorsa bu mağduriyetlere kesin olarak son vermelidir. Bunun bir yolu da, demokrat siyasetçilerin cesur insanlara sahip çıkmasından geçer. Bir savcı, bir ihtilâlcinin yargılanması için dâvâ açmaya hazırlanıyorsa, parti farkı gözetmeden bütün demokrat siyasetçilerin buna destek vermesi gerekmez mi? Böyle kişilere ‘tuzak’ kurulması karşısında nasıl susulur, nasıl sessiz kalınır? Keşke böyle zamanlarda demokrat olduğunu iddia eden partiler kamuoyunun önüne çıkıp şöyle açıklamalar yapabilse: “Bu kişi ya da kişilere yapılan haksızlığa tepki olarak, eğer kabul ederse önümüzdeki seçimlerde kendisini seçilebilecek bir yerden milletvekili adayı ilân ediyoruz!” Bu güne kadar yapılamadı, ama eğer yapılabilse hem böyle haksızlıklar tekrarlanmaz; hem de böyle cesur karar alan partiler millet nezdinde itibar kazanır. Haksızlıklar karşısında susmaya devam ederek Türkiye’yi iyi noktalara taşımamız mümkün olmaz. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” ikazı da bizi uyandırmaya yetmeyecek mi? Uyanalım ve kimden kime karşı olursa olsun ‘haksızlığa’ itiraz edelim...
22.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Herkes gider Mersin’e... |
Ekonomiden önce ülkeyi çalkalayan son gelişmelerle ilgili bizim de söyleyecek bir kaç sözümüz olacak. Şaşkınız. İlkler yaşanıyor. Üst, ast rütbeli muvazzaf askerler tutuklanıyor. Serbest bırakılıyor. İtiraz üzerine tekrar içeri alınıyor. Amiraller, generaller saatlerce savcının huzurunda ifade veriyorlar. Ordu komutanı şüpheli sıfatıyla savcılığa çağrılıyor, dâvete icap etmeyince çağrı yenileniyor. Suçlamalar, iddialar vahim. Terör üyesi olmak. Suikast düzenlemek. Sonra da görevlerinin başında, binlerce askere komutanlık etmeye devam ediyorlar. Bir terslik yok mu? Genelkurmay Başkanı, “Sabrımızı taşırmayın” diyor. “Taşarsa ne olur?” sorusu zihinleri kurcalıyor. En son şok haber; Savcı bir başsavcının evinde ve makam odasında arama yapıyor, başsavcı “Terör örgütüne üye” iddiasıyla tutuklanıyor. HSYK ise; arama yapan savcının yetkisini kaldırıyor, tutuklama emri veren mahkeme hakkında inceleme başlatıyor. İktidar ile yüksek yargı çatışıyor, karşılıklı ağır suçlamalar adalet mekanizmasına zarar veriyor. Ortalık yangın yerine dönmüş. Kimisi olup biteni, “demokratikleşme” sancıları olarak değerlendirirken kimisi, “totaliterleşme”ye gidiş diye nitelendiriyor. Zaman en iyi yargıç. Ancak bu arada devletin çivisi de çıkmamalı. Bunun için operasyonlar inandırıcı olmalı, vicdanlar sızlamamalı, halkın desteğini kazanmalı, adalete gölge düşmemeli. Adil yargılanma temel haktır, gün gelir herkes kullanmak zorunda kalabilir, kimse mevcut konumuna güvenmesin. Öncelikle yargı sistemi kökten düzeltilmeli. Ve siyasetçiler de savcı, avukat rolüne soyunmaktan vazgeçmeli. Ortamı germemeli. Özellikle de iktidar. Ne yazık ki tansiyonu yükseltmek için ellerinden geleni esirgemiyorlar. Demokrasinin temel şartı, konuşabilmek ve uzlaşmaktır. Konuşmak... İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli vasıf. Biz de zor oluyor. Gözler çakmak çakmak. Ağızlardan alev fışkırıyor. Polemik, demagoji, hakaret, tehdit küfür bini bir para. Bıraksak, birbirlerini bir kaşık suda boğacaklar. Geçenlerde o da oldu. Sille tokat giriştiler. Manzarayı çoluk çocuk TV kanallarından tekrar tekrar ibretle izledik. Siyaset çözüm üretmektir. İpe sapa gelmeyen sebeplerle kavga etmek değildir. Çözüm bekleyen dağlar kadar sorun varken enerjimizi ve zamanımızı boşa harcayacak lüksümüz olamaz. Bereket halk akl-ı selim sahibi de vekillerine uymuyor, 1980 öncesi gibi iç barış bozulmuyor. Ya da vatandaş hayat pahalılığı ve işsizlikle boğuşmaktan kavgaya vakit bulamıyor. Bu bağlamda son üç aydır fiyatlarda hareketlenme gözlendiğini belirtmeliyiz. Bilindiği gibi Ocak ayında TÜFE yüzde 8,19’e çıktı. Aylık artış 1,85’i buldu. Memur ve emekliye verilen zam böylece bir ayda eridi. 2009 Ekim’inde enflasyon yüzde 5,08 idi. Bu rakamı baz alırsak 3,11 puanlık bir artış. Pek çok ülkenin yıllık artışı. Yüksek. Sebebi zam ve vergi. Bütçe açığını kapatmak için her zaman olduğu gibi yine kolay yol seçiliyor, eskimeyen acı reçete uygulanıyor, halk eziliyor. Doğalgaza, elektriğe, petrol ürünlerine zam... Sigara, alkollü içkiler ve akaryakıt üzerindeki dolaylı vergilerde artış. Buna rağmen Ocak ayı bütçe açığı 3 milyar TL’yi geçti. Ayrıca ekonominin toparlanması da gecikiyor. Çünkü talep bastırılıyor. Halbuki bütün ülkeler krizden çıkmak için talebi canlandırıcı tedbirlere başvuruyor. Bunun için vergiler indiriliyor, harcama çekleri veriliyor, bankalar ve zenginler vergilendiriliyor. Biz de ise tam tersi, halka yükleniliyor. Yani... Herkes Mersin’e giderken biz tersine gidiyoruz. Enflasyonda çift haneli rakamları görür müyüz? Kısa vadede beklenmiyor. Zira halkın cebinde para yok. Olan da yarınından endişeli, temkinli, harcamasını kısıyor, talep düşüyor. Kasım ayı işsizlik rakamları da bu süreci olumsuz etkiliyor. Neticede yoksulluk, işsizlik ve güvensizlik enflasyonu frenliyor. Tuhaf bir çelişki. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal. Enflasyonu azdırmadan halkın refah seviyesini yükseltmek. İşte bütün mesele bu. Ağız dalaşını, kavgayı, dövüşü, yargıya müdahaleyi bırakalım da gerçek gündeme dönelim.
22.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Turuncu Kemalizm |
Turuncu devrimin Ukrayna’daki mağlûbiyeti, bu hareketin büsbütün geri çekileceği fikrini bize vermemeli. Modern komünizmi temsil eden bu cereyanın mahiyetini milletlerine anlatabilen siyasetçiler, belki bu küresel afetten masun kalabilirler. İslâm âlemi ve Hıristiyan AB ile ciddî samimiyet kuran Rusya’nın yardımıyla inşallah Ukraynalılar, dinsizlikten doğan bu sefih ve her düzeni tahrip edici hareketin içyüzünü bütünüyle göreceklerdir. Turuncu devrimin klâsik “komünizm devriminden” daha derin, yayılmacı ve tahribatıyla kalıcı olduğunu, yaşayanlar zamanla öğreniyorlar. Gürcistan ve Kırgızistan gibi ülkelerde de düzen, asayiş ve refahın “turuncularla” gelmeyeceğini zaman gösterecektir. Birçok ana umdesi ve yan unsurları bulunan “turuncu devrimin” öne çıkan iki esasını okuyucularımız bilirler: medya ve finans sektörü. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan mantığına yakın bir bakışla, global medya ile para dolaşımını burada görmek mümkündür. Harisçe para ve mal biriktiren bir milletin şiddetli hırsından faydalanan küresel dinsizlik hareketi; devrimlerinde kullanmak üzere ihtiyaç duyduğu parayı “çekirge sürüsü” veya “köpek balığı” fonlarıyla elde ederken, aynı para ile medyayı satın alıyor ve global icra ve cinayetlerini bazan örtüyor, bazan da yaptıklarını “insanî yardım ve sosyal başarı” olarak dünyaya propaganda ediyor. Tesbiti, teşrihi, analiz ve definisyonu gayet zor, sosyal tablolar halinde her gün turuncu devrimcilerin ya bizzat kendileriyle, ya taraftarlarıyla veya eserleriyle aynı mekânları paylaşıyoruz. Freud ile Troçki dönemlerinin “dinsizlik hareketini” tanımak kolay olduğu kadar, karşıtlarını bir cephede toplamak da kolaydı. Kızılın rengi turuncuya dönüşünce, çoğu kez ateş ile nurun mahiyetleri, bilmeyenlerce birbirine karıştırıldı. Risâle-i Nur’daki tarifler ve tasvirler, zaten o dönemi eşhasıyla bize vermişti. Bugün ise yine aynı eserlerin satır aralarındaki “mahiyetleri tarif” bilgilerine müracaat ederek, hadiselere nurların pencerelerinden yeniden bakmamız gerekiyor. Avrupa’da; kiliseye, mensuplarına ve sembollerine mertçe karşı çıkmak yerine, kilisenin dayandığı temelleri; hürriyet, modernite ve bilim gibi sloganlarla tahrip ederek, kiliseyi nefis müdafaasından zor duruma düşürüyorlar. Aile, ahlâk, bireysel hürriyetlerin istismarı ve teknolojinin kötüde kullanılması gibi... Türkiye’de durum farklı mı? Apoletli, metazoriyle iş görmüş, jakoben, müstebit ve tek şahsa bağlanmış Kemalizmle arası iyi olmayan, fakat özde Kemalizmi başka formatlarda yaşayanlara dindarların veya hürriyetçilerin verdikleri destek, sizin de dikkatinizi çekiyordur. Kemalizm, belli tarihî süreç ve şahıslarla sınırlı bir istibdat hareketi midir? Yoksa İslâm Peygamberinin insana ulaştırdığı “fıtrî hayata” karşı bir kalkışma mıdır? Ayrışmanın can damarı burası. Peygamberimizin “İslâm” olarak takdim ettiği ve milletimizin bin seneden beri hırz-ı can ettiği “hayat tarzını” değiştirmenin adı Kemalizm; turuncuların bunu daha modern, ağrısız-sızısız, nefislerdeki nemrut ve firavunları uyandırarak daha kalıcı yaptığını içinde yaşadığımız Türkiye’de olup bitenler ispat etmiyor mu? İsterseniz tabloya daha yakından bakalım. Kemalizm Haim Naum’u tamamen dinlemedi. Kolaycı yolu tercih ederek zorbalığa yöneldi. Tesettürlü bir hanımın başörtüsüne uzanan eller elbette kırılacaktı. Turuncular Türkiye’de Gladston’un “Müslümanları Kur’ân’dan soğutma” düsturu ile Haim Naum’un nifaka dayalı yumuşak üslûbunu esas alıyorlar. Kadının Kemalizmle tahrip edilmiş korumasız dünyasına girerek kişisel gelişim, cazibedar hürriyetler ve kariyer gibi iğvalarla tesettürü kalbinden çıkaranlara karşı yapılacak az şey vardı. Turuncu devrimin desteklediği STK, resmî kurum, medya, sinema ve üniversitelerin resmî Kemalizmden daha dehşetli bir şekilde “İslâmî giyinişi” ortadan kaldırdığını görüyoruz. Kaybolan yalnızca tesettür değil; kadının iffeti, güzel ahlâkı, temizliği, nezaketi ve hatta anneliği de sırra kadem basmıyor mu? Bunu zamanın normal tereddîsine bağlayanlara; bu sürecin dinamikleri, öğretmenleri, paraları, gereçleri ve kollayıcıları görünmeyen ecinniler mi? Daha doğrusu turuncular burada sefahet-i mutlaka ile irtidad-ı mutlakı rejimin korumasına aldıklarına göre, 1930’larla 2010’ların farkları nerede kalıyor? Kadın ile ilgili örneği ibadetin hayata yansıması, genel ahlâk ve halkın derd-i maişeti gibi sahalara da tatbik edebiliriz. Resmî Kemalizm Peygamberimizin bize sunduğu “hayata” savaş açarak bugüne geldi. Fakat dünya şartları değişince jakobenlik de tarihe karışıyor. Kudretli bazı Kemalist paşalar “turuncu Kemalizmi” henüz içselleştiremediklerinden kodese konuluyorlar. Bu “yeni Kemalizm” özel hayatları, karakterleri, yatak odalarını ve her türlü pisliği aşarak özde Kemalizmi hayata yerleştiriyor. Meseleyi yalnızca apolet, büst, mozole, riyakâr nutuk ve giderek fosilleşen prensiplerle mücadele olarak telâkkî eden dindarlar ve hürriyetperverler, çok büyük kayıptadırlar. Resmî Kemalizm ile turuncu Kemalizm mahiyet itibariyle aynı oldukları halde, zamanın ihtiyaç gösterdiği metod, araçlar ve yardımcı unsurlar cihetiyle farklılık arz ediyorlar. Freud ile Troçki Bolşevizminin Kemalizmle birlikteliği günümüzde de devam ediyor. Renklerin, mekânların, figürlerin ve ifadelerin değişimi ehl-i tahkiki kat’iyen kandıramıyor. Avrupa ve Amerika’da icra-yı faaliyet gösteren turuncular ve saldırgan ateizm o coğrafyadaki milletlerin kültür ve inançlarına göre sefahet ve dinsizliği dizayn ederlerken; Kemalizm de Türkiye ve İslâm coğrafyasındaki mevcut şartlara göre nifak ve ilhadını dizayn ediyor. Tekerrür eden tarihin “değişmez çizgilerine” dikkatlice bakanlar; global turuncularla turuncu Kemalistler arasındaki yoğun ittifak ve projeleri rahatlıkla göreceklerdir. Yeter ki; Avrupa ve Amerika’daki dinsizliğin finansörlerinin rüşvetlerinden yememiş olsunlar...
22.02.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Füze savunma sistemi: Kimi korumak için? |
Türkiye İran’dan gelecek bir füze saldırısı bekliyor mu? Hayır. Peki, bu ülkenin nükleer programından rahatsızlık duyuyor mu? İsrail’in nükleer silâhlarından duyduğundan daha fazla değil? Öyleyse neden Amerika’nın İran’a karşı kurmayı planladığı füze savunma sistemi içinde yer alsın? Neden topraklarını bu sistemin rampalarına ve radarlarına açarak, kendisini ‘dost’ ilân ettiği bir ülkenin ‘düşmanı’ haline getirsin? ABD Eski Başkanı Bush’un Rusya’ya karşı Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne kurmayı kararlaştırdığı füze savunma sistemi, şimdi Obama tarafından İran’a karşı, bu ülkeye komşu ülkelere ve Akdeniz ile İran Körfezi’ndeki gemilere yerleştirilmeye çalışılıyor. Türkiye de coğrafî konumu bakımından hem radarların, hem de kara rampalarının kurulabileceği en uygun ülke. Obama’nın “bu yeni balistik füze savunma programı, İran’ın sürmekte olan balistik füze savunma programının oluşturduğu tehdide karşı en iyi çözüm” olarak nitelediği sisteme göre; SM-3 füzeleri Akdeniz’deki Aegis tipi gemilere yerleştiriliyor. Hedeflerinin ise İran’ın Şahap-3 adlı orta ve kısa menzilli füzeleri olacağı belirtiliyor. İşte bu füzelerin daha etkin olması için Türkiye’ye de yerleştirilmesi isteniyor. Bu yüzden Aralık ayındaki Obama-Erdoğan görüşmesinde ve bu ayın başında Savunma Bakanı Robert Gates’in ziyaretinde, ABD yönetimi Türkiye’yi bu hususta iknaya çalıştı. En azından iki radarın ülkemize yerleştirilmesini istiyorlar. Pentagon’un Ortadoğu ve Avrupa’dan sorumlu üst yetkilisi Alexander Vershbow, “Türkiye coğrafî olarak kaygılandığımız tehditlerin bir kısmına en yakın ülke” diyor. Bu yüzden de Türkiye’deki bir radar üssünün saldırılardan erken haberdar olmak için önemli olduğunu savunuyor. Ancak hükümet İran ve Rusya ile ilişkilerimize zarar vereceği gerekçesiyle karşı çıkıyor. ABD yönetimine ancak diğer NATO üyesi ülkelerin de katılacağı kapsamlı bir sistem kurulması halinde içinde yer alacağımızın bildirildiği söyleniyor. Bize göre de, İran’a karşı böyle bir savunma sistemi içinde yer alınması son derece yanlış ve uzun vadede olumsuz sonuçlar doğurabilecek bir karar olacaktır. Yalnızca bu ülkelerle ilişkilerimizin bozulmasına değil, aynı zamanda davul bizde tokmak ABD’de olacağı için, irademiz dışında, ülkemizden ateşlenecek füzelerle kendimizi istenmeyen bir savaşın içinde bulma tehlikemiz var. Tıpkı iki Alman denizaltısının emrivakisiyle koskoca bir dünya savaşının içine itilmemiz gibi. Aslında Amerika, İran ile sağlıklı iletişimi bulunan tek müttefiki olan Türkiye’den aracılık için yararlanmayı tercih etmeli. Tabiî İran ile barışçıl yollarla sorunlarını çözmeye istekli ise. Ama ABD’nin böyle bir isteği olmadığı, bölgesel politikası gereği bu gerginliği sürdürmeyi tercih ettiği biliniyor. Öte yandan bütün komşularla sıfır sorun politikası izleyen hükümetin, Patriot tipi füze sistemi alım ihalesi açması düşündürücü. Eğer düşmanımız yoksa, bu füzeleri kime karşı kullanmak için alacağız? Böyle bir alım için yapılan “tehdit değerlendirmesi”nde tehdidin nereden geleceği öngörülüyor? Bu soruların cevabı kamuoyuna açıklanmadan böyle bir ihalenin yapılması kuşkuları da beraberinde getirecektir. Türkiye’nin ‘dostu’ olduğunu söylediği İran’a karşı silâhlandığı izleniminin verilmesinden kaçınılmalıdır. Ekonomik sorunlarla boğuşan ülkemizin, belirsiz tehditlere karşı 1 milyar dolar—Amerikan çevrelerine göre 7,8 milyar dolar—verip dört füze bataryası almasına gerek bulunup bulunmadığının bir kez daha değerlendirileceğini umuyoruz.
22.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Hizmette 41. yıl |
Yeni Asya’nın 41. yılını da idrak ettik. Öncelikle, tavizsiz istikrar çizgisinde bugünlere erişmeyi nasip ve müyesser kılan Rabbimize sonsuz şükürler olsun derken, bu zorlu ve çetin yolculukta bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayan vefakâr ve fedakâr okuyucularımıza da teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ve, “medyadaki dili” olmaya çalıştığımız Risale-i Nur’un müellifi Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri başta olmak üzere, bu hizmete ömürlerini vakfetmiş Nur kahramanlarından ve Yeni Asya gönüllülerinden berzah âlemine intikal edenleri rahmetle yad ediyor, 40 yıllık yolculuğa ilk gününden itibaren refakat edenlerden halen hayatta olanları ve kervana sonradan dahil olan yeni kuşakları sevgi ve saygıyla selâmlıyoruz. (Bu vesileyle, geçen sene boyunca yayınladığımız 40 yıllık okurlar dosyamız kapsamında henüz kendileriyle görüşülmemiş olanlar varsa—ki var olduğunu biliyoruz—onların da tamamlanıp bize iletilmesini rica ediyoruz.) Hassaten, Yeni Asya misyonunun manevî mimarı Zübeyir Gündüzalp’i, ilk Genel Yayın Müdürümüz ve Başyazarımız N. Mustafa Polat’ı, Dr. Sadullah Nutku’yu, Nur’un unutulmaz avukatı ve bir dönem Yeni Asya’nın başyazarlığını yapmış olan Bekir Berk’i, 70’lerin sonları ile 80’li yılların büyük kısmında Genel Yayın Müdürlüğünü üstlenmiş olan Hüseyin Demirel’i, geçtiğimiz 5 Kasım’da Hakkın rahmetine kavuşan yazarımız Şaban Döğen’i ve farklı birimlerde hizmet verip Yeni Asya’ya bir şekilde katkıda bulunmuş olan diğer bilumum isimsiz kahramanları hayırlarla, rahmetlerle anıyoruz. Ve çıktığı ilk günden beri Nur’un bayrağını şanla, şerefle, iftiharla dalgalandırmaya devam eden Yeni Asya misyonunun kıyamete kadar aynı çizgide sebat ve istikamet üzere devamını ve sonrasında da buradaki hizmetlerinin, dar-ı bekada, o âleme lâyık tarzda tanzim edileceğine inandığımız şeref levhalarına kaydedilmesini Rabbimizden niyaz ediyoruz. Bu çizgide, aynı şevk, heyecan ve coşkuyla, daha nice yıllara hep birlikte erişmek duasıyla, *** 41. hizmet yılımıza girişimiz vesilesiyle bize ulaşan tebrik mesajlarından bazılarını okuyucularımızla paylaşıyoruz. *** Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç: Yeni Asya gazetesinin 41. kuruluş yıldönümünü kutlar, sorumlu ve ilkeli yayıncılığınızın devamı temennîsiyle, başarı dileklerimi, selâm ve sevgilerimi sunarım. *** Salih Melek (Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürü): Yeni Asya gazetesi, olaylara objektif yaklaşımı, kişi hak ve hürriyetlerine saygılı tutumuyla, ülkemizin önemli fikir gazetelerinden biri konumundadır. Başarılı ve güvenilir gazeteciliğinizin bundan sonra da devam edeceğine olan inancımla 41. kuruluş yıldönümünüzü tebrik eder, tüm Yeni Asya mensuplarına selâmlarımı ve başarı dileklerimi sunarım. *** Almanya-Avusturya-İsviçre namına Münih’ten Sezai Mumcu: Kırk bir kere maşallah! 14.359 gündür, gerçekten haber veren gazeteye! Bu hesaba gelin beraber bakalım, zira hizmet başlayalı daha fazla gün geçmiştir. 21.02.2010 21.02.1970 40 sene dolmuş. 40 X 365 gün 6 saat = 40 X 365,25 = 14.610 gün eder. Yeni Asya “Yâ Allah, yâ Bismillah” diyeli 14.610 gün olmuş. Hizmet verdiği günlerin sayısı müteaddit kapatmalardan dolayı 14.359 gün ise onu bilemeyiz. Dile kolay, 14.610 gün. Bu, 350.640 saat hizmet. Bu, 21.038.300 dakika iman ve Kur’ân hizmetinde nöbet. Bu 1.262.304.000 saniye nabzın iman dolu atmasıdır. Bu kalp o kadar zamandır atıyor. Dile kolay. Allah tüm arızalardan korusun. Kıyamete kadar istikamet üzere muvaffak ve muzaffer eylesin. Tüm Yeni Asya camiasını tebrik ve te’sid eder, hürmet ve selâmlarımızı iletiriz.
22.02.2010 E-Posta: [email protected] |