Süleyman KÖSMENE |
|
Kabirde Cennet |
Ömer Bey: “Bir kişi imanla kabre giriyor. Kabirde o kişiye gideceği yer gösteriliyor. Ama hesap gününde o kişi tekrar hesaba çekiliyor. Kişi amel defterinin sağ tarafından verileceğini biliyor ve sırattan geçeceğini de biliyor. Zaten kabirde bu kişi cennetten bir pencere gördüğü için bütün bu sınavlardan geçeceğini biliyor. Neden tekrar hesaba çekiliyor?” 1- Ölüm ötesi âleme topluca âhiret diyoruz. Âhiret, berzah hayatı ile başlayan, diriliş ve mahşerde olacak büyük duruşma ile devam eden ve nihâyet duruşma sonucuna göre ya mükâfât veya cezâ ile sonuçlanan sonsuz rahmet ve adâlet ülkesinin adıdır. 2- Kul, kendi âkıbetini dünyada ümitle, berzahta ise gerçeğe yakın şekilde görür. Gideceği yer konusunda kendisine bilgi verilebilir. Fakat gideceği yeri görmek veya bilmek ayrı; hak sahibine hakkının verilmesi için, kişinin hak ettiği yeri hak ederek bulması için, adâletin, merhametin, affın ve mağfiretin gerçek mânâda tecellîsi için duruşmalara katılmak ayrıdır. 3- Âhirette hiçbir şey bu dünyadaki gibi cereyan etmez. Dünya teklif yurdu, âhiret ücret yurdudur. Orada zaman farklıdır. Orası ezeliyet, ebediyet ve sonsuzluk ülkesidir. Sonsuzluk, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesine göre, maziyi, hâli ve istikbali iç içe ve birden tutar.1 Orası kesret dâiresi değil, çokluklar ülkesi değil, vahdet dâiresidir.2 Orada hakîkatlere bakışımız farklıdır. Burada îmân konusu olan âhiretle ilgili hemen her haber, orada müşahedemiz altında olacaktır. Kabir suâli, kabir azabı, mahşer, sırat, Cennet, Cehennem... vs. uhrevî hâdiseler buradaki gibi haberden ve îmân konusu olmaktan çıkacak, birer yaşanılan gerçek olarak bizi içine alacaktır. İmtihan yoktur artık. İmtihan dünyada kalmıştır. Her şey dünyada attığımız tohumların meyvesi ve fidanı olarak karşımıza çıkacaktır. 4- Hâkimin şefkati ve merhameti ayrı; mağfireti, affı ve bağışlaması ayrı; kahrı, gazabı, celâli ve gâlibiyeti ayrı; hikmeti, hükmü, kararı ve adâleti ayrıdır. Hâkim, suçluyu îdamla yargılar, sonra döner şefkatinden ve merhametinden kalemini kırar. Kânunlar gereği suçlusunun bazı davranışlarını affa konu yapar. Binâenaleyh, Hâkim-i Ezelî olan Cenâb-ı Hakk’ın, ölümle yüksek huzuruna aldığı kuluna, kulluk vasfını kaybetmemiş kuluna, dünyada Kendi Zât-ı Ulûhiyetine sığınmayı ihmal etmemiş kuluna, her ne kadar günahkâr da olsa, her ne kadar hesabı görülecek işleri de olsa, Cennetinden ve rahmetinden bir esinti hissettirerek istirahatını temin etmesi şefkatinden ve merhametindendir. Hesap ve yargılama ayrı, şefkat ve merhamet ayrı tecellîlerdir. Zâten Peygamber Efendimizin (asm) ihbarıyla Cennet de, Cehennem de bize uzak yerlerde değildir; bize ayakkabımızın bağından daha yakındır.3 5- Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Müslüman, kabrinde Rabb’inden ve Peygamberinden sorulduğunda Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına ve Muhammed’in (asm) Allah’ın elçisi olduğuna şahâdet eder. Bu şahâdet, Allah’ın, ‘Allah îmân edenlere dünya hayatında da, âhiret hayatında da sabit sözlerinde dâimâ sebat ihsan eder’4 meâlindeki yüksek âyetinin gerçekleşmesidir.”5 Bu hadiste dünyada îmân üzere sebat eden bir kulun kabir suâli sırasında da îmân üzere bulunacağı müjdelenmiştir. Cenâb-ı Hak dilerse bu kuluna Cennetini gösterir. 6- Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bildiriyor ki: “K ul kabre konulduğunda, dostları dönüp gittiği ve onların ayak sesleri henüz işitildiği sırada iki melek gelir. Onu oturturlar ve Hazret-i Muhammed’i (asm) kast ederek, “Bu zât hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorarlar. O kişi mü’min ise şöyle der: “O’nun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim.” Bunun üzerine kendisine: “Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı Cennet ile değiştirdi” denir. O kişi her iki yerini de görür. Kabri yetmiş arşın genişletilir. Kıyâmet Günü insanlar diriltilinceye kadar kabri hoş kokularla doldurulur.”6 Burada bir hesap görme ve yargılama yoktur. Burada vazifeli melekler kulun îmânda sebat üzere olduğunu tespit ediyorlar ve kendilerine verilen yetki çerçevesinde kulu îmândaki sebatı dolayısıyla Cennet ile müjdeliyorlar. Bu kul mahşer yargılamasından, yani Mahkeme-i Kübrâ’dan, yani büyük duruşmadan kurtulmuş değildir. Nitekim, “Cehennemdeki yerin”den maksat bu duruşmanın sonucu olsa gerektir. Fakat bu kulun affedilmeye ve bağışlanmaya liyâkâti vardır. Cenâb-ı Allah’ın bu liyâkât üzerine kulunu bağışlaması umulmaktadır. Muhtemelen mahşerde o da olacaktır. Çünkü O, kulu ile kulunun zannı çerçevesinde muâmele yapıyor.7 Yani bağışlandığını düşünen ve bunu Allah’tan uman kulunu bağışlıyor. Bunu melekler biliyorlar. 7- Esas olan Allah’ın haksızlık yapmayacağını ve zulmetmeyeceğini bilmek ve buna îmân etmektir. Dünyada verilen haberlerle yetinmek, âhireti müşâhede etmeyi âhirete bırakmaktır. Dünyada gayba îmânı en yüksek kemâl saymak; gaybın ayrıntısını görmeyi âhirete bırakmaktır. 8- Nihâyet berzah âlemi de, mahşer ve sırat da âlem-i gaybtan olduğundan; berzahta gideceğin yerin gösterilmesi mahşerdeki büyük muhakeme ile çelişmez.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 430. 2- Mektûbât, s. 223. 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 444. 4- İbrâhîm Sûresi: 27. 5- Riyâzu’s-Sâlihîn, 426. 6- Câmiü’s-Sağîr, 1/558. 7- Buhârî, Tevhid, 15; Tirmizî, Tevbe, 1; Bu hadisin yorumu için bakınız: Sözler, s. 39.
Aile içi iletişim için yazışma adresimiz: 13.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Namaz yasak, darbe serbest |
Gelebilecek ithamları en başta cevaplayalım: Hiç kimse, ama hiç kimse yazdıklarımızdan ‘ordu düşmanlığı’ çıkarmaya çalışmasın. Yazılanlar, hatırlatılanlar yanlış ise ‘yanlış’ olduğu söylensin. Maalesef, hiç yan yana gelmemesi gereken kavramlar değil yan yana gelmek, iç içe geçmiş durumda. Bin yıldır İslâmın bayraktarlığını yapmış bir kurumun, gün gelip de ‘namaz kılanlar’ı dışlayacağı, içinden atacağı akla gelir miydi? Akla gelmezdi, ama başa geldi... 12 Eylül 1980 ihtilâli sonrası gelişen hadiseler öyle bir noktaya vardı ki, artık bazıları sadece namaz kıldığı ve eşi başörtülü olduğu için orduda görev yapamıyor. Şimdi bu tesbite de bazıları itiraz edip ‘iftira!’ diyecek. Keşke öyle olsaydı, ama şahitler öyle demiyor! Yazar ve edebiyat araştırmacısı Prof. Dr. İskender Pala, 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ardından girdiği Türk Silâhlı Kuvvetlerinden (TSK) 1996’da Yüksek Askerî Şûrâ kararları ile ihraç edilene dek 15 yılda yaşadıklarını, “Keşke Yaşanmasaydı” adlı bir hatıra kitabında topladı. (Kapı Yayınları, 2010) (Pala şu bilgiyi de vermiş: Benim gibi o süreçte TSK’dan ihraç edilmiş 1665 insan var.) Unutmadan hatırlatalım: YAŞ kararıyla ordudan atılanların itiraz hakları da yok! Yani, hem yargılanmadan atılıyorlar, hem de bu kararlara itiraz edemiyorlar. Çifte haksızlık bu olsa gerek! Prof. Pala, ordudan atılma sürecini anlatırken de şöyle demiş: “Bizim gözümüzün üzerindeki kaşımız, namaz kılmamızdı, eşimizin başörtülü olmasıydı. 28 Şubat sürecinde namaz kılan ve eşi başörtülü olan insanların bu göz üstündeki kaşı sanki lekeliymiş gibi görüldü.” Hatıralarında, namaz kılarken yakalandığını anlatan Prof. Dr. Pala, şöyle devam etmiş: “Türk Silâhlı Kuvvetlerinde hiç kimseye ‘Bakın ben namaz kılıyorum’ diye gösteriş için, alelâde ortamlarda namaz kılmadım. Namazımı kılmam gerekiyor. Falanca komutanımın isteği doğrultusunda Allah’ın istediğinden vazgeçemem. Dolayısıyla namaz kılarken, kapımı içeriden kilitliyordum. Siz buna gizli gizli diyorsanız, gizli gizli. Öğle vakti mesaimi namaz için harcamadım asla.” (AA, 12 Şubat 2010) “İyi de bu hatıraların doğru olduğunu nereden bileceğiz?” diyen itirazcılar olabilir. Şükür ki onun da çok güzel başka bir delili ve ispatı var. Bu kitap yayınlanmadan aylar önce İskender Pala’nın sırf namaz kıldığı ve eşinin başı örtülü diye ordudan atıldığını eski bir kuvvet komutanı itiraf etmişti. Şimdi de o ‘delili’ aktaralım: Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu 17 Mart 2009 tarihinde Yeni Şafak’ta yayınlanan röportajında Mehmet Gündem’in soruları üzerine şöyle konuşmuştu: Soru: Prof. Dr. İskender Pala’yı tanırsınız... Cevap: Evet, benim emrimde çalıştı. Bizim camiamızda yetişmiş çok nadir insanlardan biriydi. Müzede yaptıkları hiçbir zaman unutulmayacak şeylerdir. Osmanlıca dokümanları okuyacak adamımız yoktu, hepsini okuyup tasnif etti, yetenekleriyle müzenin arşivini bugünkü haline getirdi. Soru: Bu kadar yetenekli birini neden attınız? Cevap: Biz kişinin kendine ait zamanda yaptıklarına karışmayız, ama makamında namaz kılmak bizde kabul edilebilir şey değil. Soru: Kendisini siz hiç ikaz ettiniz mi? Cevap: Hayır. Konu bana gelene kadar bağlı bulunduğu sicil kumandanının dosyasına yazdığı şeyler vardı... Pala meslek itibariyle gayet değerli bir subaydı, demek ki uyum sorunu olmuş... (Dervişoğlu ile yapılan röportajı merak edenler için internet adresi: http://yenisafak.com.tr/Roportaj/?t=17.03.2009&i=175401) Hadi bakalım, delilli ve ispatlı ‘katmerli zulüm’ için inkârcılar ne diyecek? 13.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Siyaset hiç bu kadar... |
Başlıktaki cümlenin devamını farklı şekillerle doldurmak mümkün. Meselâ, “Üslûbu bozulmamıştı, seviyesi düşmemişti, kavgalı olmamıştı” gibi. Bir süreden beri Türkiye’nin gündemini Salı günü yapılan Meclis’teki grup toplantılarındaki üslûp belirliyor. Liderler konuşuyor, o haftayı bu tartışmalarla geçiriyoruz. Başka memleket meselesini konuşamaz oluyoruz. Bu hafta da öyle oldu. Salı günleri sırasıyla MHP, AKP, BDP ve CHP gruplarında genel başkanlar kürsüye çıkıyor, görüşlerini açıklıyorlar. Ardından saat 15.00’te Meclis Genel Kurulu çalışmalarına başlıyor. Çalışmalar başladığında istenmeyen görüntüler ortaya çıkıyor. Tıpkı geçen hafta olduğu gibi… Bu hafta da böyle oldu. Daha geçen hafta genel başkanlarının konuşmasından sonra Erdoğan’ın siyasî literatüre yeni getirdiği tabirle gaza gelen vekiller genel kurulda sert tartışmalar yapmış, kaşlar yarılmıştı. Genel Başkanlar sanki bunu unutmuş gibi bu hafta daha da sert açıklamalar yaptılar. Allah’tan bu hafta milletvekilleri gaza gelip yeni bir kavga içine girmediler. Millet tarafından tasvip edilmeyen bu haftaki lâf dalaşından (okuyuculardan özür dileyerek) birkaç örnek verelim. Önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli çıktı kürsüye… Bahçeli konuşmalarını, hazırladığı metinden okumayı alışkanlık edinen bir genel başkan. Bu hafta sadece bir cümleyi irticalen söyledi ki, o da bu haftanın en tartışılan sonrasında da komedyenlere malzeme olan tehditvâri bir cümle oldu. “Buradan bütün Meclis’e sesleniyorum, MHP’nin sıralarına bir metre yaklaşan, bundan sonra ne olacağını görecektir!” MHP’nin Meclis’teki sırası BDP ile CHP arasında. Bu iki partinin de MHP sırasına yakınlığı bir metre civarında. “1 metre” sözü milletvekilleri arasında alay konusu oldu. Özellikle AKP’li vekiller MHP sıralarından geçerken gülücükler saçıyorlar. Yanlarına gelmek için izin isteyenler bile oluyor. Bu konuşma espriyle karşılansa da hiç hoş olmayan bir söz olduğunu herkes kabul ediyor. AKP’liler, “Artık MHP’lilerle telefonda konuşmaya başladık” derken, MHP’liler, “Bir metreden fazla yaklaşırlarsa ne olur?” sorusuna “Deneme yanılma yöntemiyle bakmak lâzım” diyerek tartışmayı sürdürmeye devam ediyorlar. Bahçeli’nin konuşmasının ardından AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan kürsüye çıktı. Bahçeli’nin sözüne cevap verirken tartışmayı daha da alevlendirdi. “Bunun tıp dünyasında karşılığı nedir bilemem. Onu artık tıp dünyasındaki kişilere havale ediyorum” diyen Erdoğan’a cevap MHP’li Oktay Vural’dan geldi. ”Kendisi hangi raporlara sahip bilmiyorum. Ama ben teşhisi koydum. Dunning Kruger sendromu…” Erdoğan Bahçeli’ye cevabından sonra da Deniz Baykal’a sataştı. “Sayın Baykal’ın yaşı kemale erdi, kemalden de tabiî öte. Bu seçimde de iktidara ulaşamazsa, jübilesini müzmin bir muhalefet olarak yapacak” derken Baykal’dan cevap geldi: “Bir insanın ne kadar yaşayacağı Allah’ın işidir. Ama görüyorum ki Başbakan Allah’ın takdirine de müdahale etmeye kalkıyor…” Daha fazla yazmaya gerek yok. Türk siyaseti işte böyle işlerle uğraşıyor. Aşağı-yukarı da her Salı bu tür tartışmalar yapılıp gidiyor. Millet artık ibretle ve öfkeyle izliyor bu tartışmaları. ***
“ALLAH BİZE AKIL VERMİŞ” DE… Siyasetin bu hale gelmesi Hindistan’da bulunan Cumhurbaşkanı Gül’ü de rahatsız etti. Siyasî parti liderleri arasında tırmanan polemiğe tepki göstererek, medyadan liderlerin birbiri hakkındaki kötü sözlerini bir hafta haber yapmamasını istedi. “Bir de böyle deneyelim, bakalım ne olur?” diye tavsiyelerde bulundu. Ancak Gül’e de sorulmuş. “Konuşmalar televizyonlardan canlı yayınlanıyor ve herkes izliyor. Bunun tedbiri bir hafta yayınlamamak mı, yoksa liderlerin millete örnek olacak bir tartışma ortamı içerisinde konuşmaları mı?” Liderlerle görüşmeler yapabileceğini de söylüyor Gül. Gazetecilerin “Bunu aşmamız lâzım dediniz. Nasıl aşılabilir sizce?” sorusuna da anlamlı bir cevap vermiş: “Akıl var, fikir var... Allah hepimize vermiş... Herkesin buna katkı vermesi lâzım.” Tabiî anlayana. Hiç şüphe yok ki, partiler dünya görüşlerinde, meseleler karşısındaki çözüm yollarında farklı olabilirler. Bunu da millete anlatmalılar. Ancak bunu tehdit, hakaret, küçük düşürme ile değil, demokrasi içinde kalarak yapmaları gerekir. Millet bunu istiyor, bunu bekliyor… 13.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Müfredattan “din ve vicdan”ı tasfiye... |
Türkiye’de “demokratik eğitim”in önündeki engel, sadece hükümetin yedi buçuk yıldır yasasını düzeltmediği “katsayı” konusu değil. Temel bir anayasal hak olan din eğitimi ve öğretimi kifâyetsizliği devam ediyor. Evvela ortaöğretimdeki 2005’teki yeni müfredat değişiklikleriyle “din kültürü ve ahlâk dersleri” daha da amacından saptırıldı. “Din dersleri”ni “yenileyip” yeniden “sil baştan” yapan Tâlim Terbiye Kurulu, Hıristiyanlık ve Museviliğin “farklı yorumları”yla ayrıntılı olarak okutulmasını kararlaştırdı. İlköğretim müfredatı, Budizm, Şintoizm, Sihizm, Janizm, Taoizm ve Bahailiğin konu başlıklarıyla dolduruldu. Uzakdoğu batıl inanışları “din” diye öğretiliyor. Anayasa’nın denetimini ve gözetimini doğrudan devlete yüklediği din ve ahlâk eğitimi ve öğretimi resmen kısıtlanıyor. İlköğretimin ancak dördüncü sınıfından itibaren haftada ancak iki saat verilen “din kültürü ve ahlâk bilgisi” dersleri, yetersiz kalıyor. Hülâsa, “tevhid-i tedrisat”la “eğitim birliği” perdesinde “din eğitimi ve öğretimi” genel eğitimden tecrid ediliyor…
“FELSEFE” DERSİ, HİKMETSİZ! Ayrıca “çaya-çorbaya limon gibi”, “Türkçe”den “Din kültürü ve ahlâk bilgisi”ne kadar birçok ders, hâlâ “Atatürkçülük”le yorumlanıyor. Din ve demokrasi, “Atatürk’ün görüşleri”ne atıfta bulunularak “ilke ve inkılâplar”la tanımlanıyor. Ünitelere konulan “Atatürk’ün görüşleri”ne dair “okuma parçaları”yla belletiliyor. Kısmen tâdil edilse de, yine bu dönemde ders kitaplarında darbelerin övülmesinin ve demokrasinin katlinin “haklı” ve “meşrû” gösterilmesi skandalına karşı hâlâ müfredat donatılmamış. Hâlâ darbeci mantıkla dercedilen “laiklik” ve “irtica” bahisleri milyonlarca öğrenciye telkin ediliyor. Hâlâ resmî ideoloji perdesinde “Kemalizm”i enjekte için 12 Mart muhtırası ara rejiminde müfredata sokuşturulan “İnkılâp Tarihi” dersi ikame ediliyor. Özetle, bizzat Millî Eğitim Bakanı’nın ikrarıyla, “ders kitaplarında Atatürkçülük yüzde 40 oranında arttırılmış”; sözkonusu müfredat aynen uygulanıyor… Ne var ki bunlarla da yetinilmiyor. Son iki haftanın yoğun tartışmaları ve Meclis’teki “kavga” ve “provokasyon” hayhuyunda ne yazık ki yanlışlara yenileri ekleniyor… Millî Eğitim Bakanlığı Tâlim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, “Felsefe Öğretim Programı”nı sessiz sedâsız “yeniliyor.” “Tepki çekiyor” uydurmasıyla “felsefeyle tanışma” başlıklı “birinci ünite”de yer alan “Felsefe ve Hikmet” bölümü çıkarılıyor! “Dinî vurguları hatırlattığı” gerekçesiyle “dinî terim” diye “felsefe”den “hikmet” ayıklanıp; “hikmetsiz felsefe” haline sokuluyor. (Hürriyet, 4.2.2010) Buna göre, “Felsefe” kitabında “hikmet” olmayacak; “felsefe” salt “bilgelik ve sophia” olarak tanımlanacak. “Felsefe dersi”nde dine en ufak bir atıfta bulunulmayacak...
SOSYOLOJİ, “DİN VE VİCDAN”SIZ… Keza Millî Eğitim Bakanlığı, liselerde okutulan “Sosyoloji” müfredatının “din ve laiklik” ünitesinde de radikal değişiklik yaptı. “Bu maddeler tartışmasız olması gereken kurallardır; böyle okutulunca, ‘zorunlu yapılıyor’ algısı oluşuyor” gibi garip bir gerekçeyle “din ve vicdan özgürlüğü” başlıklı bölüm müfredattan çıkarıldı. Böylece, zorunlu din ve ahlâk eğitiminin devletin gözetiminde yapılacağını, okul dışında küçüklere verilecek dini eğitimin velilerin iznine bağlı olduğunu düzenleyen ve insan haklarının başında gelen din eğitimi ve öğretimi hakkını belirleyen Anayasa’nın 24’üncü maddesi, sırf “dinî tedâî ettiriyor” diye “müfredat”tan atıldı. (Akşam, 8 Şubat 2010) Bundan böyle, “Sosyoloji” kitabında, “Laik bir devlette bireyler; din, vicdan ve inanç hürriyetine sahiptir. Devletin görevi, bireylerin bu özgürlüklerini güvence altına almaktır. “Kimse, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz’ ilkesi kabul edilerek din ve vicdan hürriyeti güvence altına alınmaya çalışılmıştır” cümlesi artık yer almayacak. Bakanlık bununla da kalmamış. “Herkesin dil, ırk, renk, siyasî düşünce, cinsiyet, felsefî inanç, din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu” hükme bağlayan başörtüsü yasağına karşı temel gerekçe gösterilen Anayasa’nın 10’uncu maddesindeki “kanun önünde eşitliği” de müfredata eklemekten vazgeçmiş. Yine “Sosyoloji” kitabında, din kültürü ve ahlâk öğretiminin ilk ve orta-öğretim kurumlarında zorunlu dersler arasında okutulduğuna ilişkin ibâreleri de ayıklamış… Gerçek şu ki AKP iktidarı döneminde oldukça yetersiz “din dersleri” müfredatında yapılan değişikliklerle daha da geriye gidilmekte; eğitimin dinden tecridine çalışılmakta. “Demokratik eğitim” için herşeyden önce tıpkı “katsayı” gibi bu tür “tecrid” ve “bariyerler”in kaldırılması lâzım… 13.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin YAŞAR |
|
Sıdk ve sadakat kavramları üzerine |
Bediüzzaman, talebelerine yazdığı pek çok mektupta, hitap olarak çoğu kez sıdk ve sadakat kavramlarını kullanmıştır. Sıdk kelimesinin daha yoğunlukla geçtiği, Hutbe-i Şamiye adlı eserde, âlem-i İslâm’ın hastalıklarını teşhis ederek, içtimâî hayatta ölen sıdkın tekrar ihyasını anlatır. İşte bu satırlarda sıdk ve doğruluk kelimesinin yan yana zikredildiği göze çarpar. Lügat anlamı olarak sıdk, doğruluk anlamında kullanılmaktadır. Oysa kelimelerde bile israf yapmayan Bediüzzaman’ın, hem sıdkı, hem doğruluğu beraber kullanmasındaki sırrı anlamak gerekir. Risâle-i Nur kelimeleri, adeta canlı ve hayattar bir unsur gibi, kişinin manevî kemâlâtıyla, algı ve niyetindeki ihlâsla alâkalı olarak büyür ve gelişir. Bu yüzden Bediüzzaman, sıdk kelimesinin hemen arkasından doğruluğu zikreder ki, bu okuyucuya kısaca lügat bilgisi anlamında bir açıklama niteliğindedir. Fakat Risâle-i Nur satırlarında derinleşmiş kimseler için bu sırlı bir durumdur. Konuya tekrar dönecek olursak, Allahu a’lem buradaki sır; sıdk kavramının daha derin anlam ve mânâlar ihtiva etmesidir. Sıdk sadece kelâmda doğru olmak, doğru söylemek anlamında değildir. Sıdk doğru sözün yanında, doğru davranışları da ihtiva eden, her türlü uydurma ve samimiyetsiz beyan ve tavırdan arınmış olma, iç ve dış her halinin aynı çizgide olması, hayatın doğruluğa göre planlanması gibi mânâlara gelmektedir. Kısacası özü ve sözü bir olan anlamındadır. Selef-i sâlihîn, Peygamberimizin (asm) vasıflarını anlatırken, öncelikli vasıflarının sıdk, sonra emanet, sonra da tebliğ olduğunu söylerler. Buradaki dizilim ilginçtir. Tebliğ, sıdk ve emanet vasıflarından sonra zikredilmiştir. Demek tebliğ vazifesinin tam olması önce sıdkla, sonra güvenilir, itimat edilir bir insan olmakla olacaktır. Bu yüzden Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye adlı eserinde “Sıdk, İslâmiyetin üssülesası ve ulvî seciyelerin rabıtasıdır ve hissiyât-ı ulviyenin mizacıdır” demiştir. Yani ahlâk-ı âliyenin hayatının ve terakkiyâtın mihverinin sıdkla mümkün olacağı dersini vermiştir. Risâle-i Nurlarda, ‘Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin’i de âlâ-i illiyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur’ denmiştir. Güzel ahlâkın kapısı doğrulukla açılmaktadır. Peygamber Efendimiz (asm) de doğruluk ve güvenilirliği sayesinde pek çok kişinin gönlüne girmiş ve imanla şereflenmelerine vesile olmuştur. Fazilet odur ki, düşmanları dahi onu tasdik etsin. (Muhakemat) Öyle ki azılı düşmanları dahi “Vallahi biz bu adamın hiç yalan söylediğine şahit olmadık” demek zorunda kalmışlardır. Sadakat kavramı ise sıdk başlığı altında değerlendirilebilecek bir kavramdır. Yani söz ve tavırlarda doğru olmakla beraber duygu düşünce, hayal niyette de doğru olmak anlamındadır. Hak ve hakikate gönülden bağlı olup, hak dostlarına karşı vefa hisleriyle dolarak şartlar ne olursa olsun mesleğine hainlik yapmamak, dünya menfaatine değiştirmemek, halis bir niyetle Allah yoluna bağlanmak anlamındadır. Bu mânâları yaşayan insana da “sadık” denir. Sıdk kavramı ise, sıdk ve sadakati en üst düzeyde yaşayan en zirvelerde olan insan için kullanılır. Bu unvana şüphesiz en lâyık, Hz. Ebubekir’dir (ra). İşte Bediüzzaman, o hâlis, saff-ı evvel talebelerine yazmış olduğu mektuplardaki hitapları, o talebelerinin sadık ve sıdk olan vasıflarını yüceltmek anlamında iken, sonraki talebelerine de ‘Talebeliğin olması gereken vasıfları budur, siz de bu vasıflarla vasıflanın’ anlamında bir irşattır. Hâsılı; şahsî hayatta gel-gitler yaşayan, içi başka dışı başka olan, sürekli değişen insanlar güvenilmez, itimat edilmezler ve insanlar arasına şüphe salarlar. Böyle insanın sözlerine de ehemmiyet verilmez. Nasihatları tesir etmez. Özellikle “emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker” vazifesi ile mükellef olan insanlar, sıdk hassâsiyetinde önemle durması gerekir. Ki beyanları ve tavırları da başkaları üzerinde müessir olsun. Bediüzzaman, bu yüzden doğru İslâmiyet ve İslâmiyete lâyık doğruluğu fiillerimizle izhar etmenin diğer dinlere de hakikî tesir edeceği ve tam bir tebliğ olacağını söyler. Sıdkın zıddı olan yalan ise, ahlâk-ı âliyeyi harap eden bir hastalıktır. Yalan, kişinin şahsî hayatını zehirlediği gibi, içtimâî hayatı da zehirler. Özellikle hizmette önde olan insanların bu konuda göstermedikleri hassasiyet, bulunduğu camiaya pek çok ağır sözler getirip veballere girmesine sebep olmaktadır. 13.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Demokratik olgunluk mu? |
Darbe planları için “Başından beri biliyorduk” diyen Başbakan, “Madem öyle, niye zamanında gereğini yapmadınız?” sorularını “Demokratik olgunluğa ancak şimdi eriştik ve şartlar bugün oluştu” diyerek cevapladı. Yardımcılarından Bülent Arınç da “Artık herşey demokrasiye göre balans ayarına giriyor” dedi. Darbe planları için birbiri peşi sıra suç duyuruları yapılır; eski kuvvet komutanlarının da dahil olduğu emekli general ve amiraller ifadeye çağrılır; sorgulamalar muvazzaflara uzanır, kimi muvazzaf komutanlar tutuklanıp yargılanır; hattâ elini çabuk tutan askerî yargı tarafından mahkûmiyet kararları verilmeye başlanır; ama sivil mahkemede tutuklu yargılanan bazıları, Genelkurmay’ın anlaşılmaz tavrıyla, hiçbir şey olmamış gibi, bulundukları konumda muhafaza edilir; yani gel-git’li, iniş-çıkışlı, çelişkili ve sürprizli bir süreç devam ederken EMASYA protokolünün kaldırılması olumlu bir atmosfer oluşturdu. Ancak bu kararın arkaplanına bakıldığında, EMASYA planlarının, derinlerdeki buzdağının görünen bölümünde çok küçük bir parçayı oluşturduğu, daha yapılması gereken pek çok şey bulunduğu ve EMASYA’nın kaldırılmasının tek başına fazla bir anlam ifade etmediği fark edildi. Genelkurmay Başkanı ile İçişleri Bakanının EMASYA’yı kaldırırken “Buna gerek yok, çünkü kanundaki yetkiler yeterli” diyerek atıf yaptıkları İl İdaresi Kanununun 11/D fıkrası, kaldırılması veya düzeltilmesi icab edenlerden yalnızca biri. Buna ilâveten, EMASYA protokolünün yürürlükte olduğu dönemde garnizonlara gönderilen alabildiğine detaylı EMASYA direktiflerinin de bir an evvel uygulamadan kaldırılması gerekiyor. Aynı şekilde, bu direktiflerde atıf yapılan OHAL, Özel Güvenlik Hizmetleri, TSK İç Hizmet, Jandarma Teşkilâtı, Görev ve Yetkileri Kanunları ile TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin ilgili maddeleri de düzeltilmeyi bekleyenler listesinde. Keza Millî Müdafaa, Seferberlik ve Savaş Hali Kanunları ile MGK Kriz Yönetmeliği v.s. de... Ve tabiî ki, Millî Güvenlik Siyaset Belgesi de. Asıl önemlisi ise, ihtilâl anayasasının yerine sivil ve demokratik bir anayasanın ikame edilmesi. Eğer sözü edilen demokratik olgunluğa eriştiysek ve artık herşey demokrasiye göre balans ayarına girecekse, bütün bunların ve yanı sıra, uygulamada olup da kamuoyunca henüz bilinmeyen diğer mevzuatın da düzeltilmesi lâzım. Aynı durum, demokrasiyi iyiden iyiye sıkboğaz eder hale gelen yargı vesayetinin dayandırıldığı anayasal ve yasal hükümler için de geçerli. Bir taraftan, çeşitli sebeplerle akamete uğrayan darbe planları için açılan soruşturmaları demokratik olgunluğa bağlayan yorumlar yapılırken, diğer taraftan önceki darbe tasarruflarının yargı tarafından hem korunduğu, hem de ard arda yeni “darbe”lerin gerçekleştirildiği bir süreci yaşıyorsak, demokratik olgunluk bunun neresinde? Darbe düzeninin koruma altında tuttuğu yapı ve düzenlemelere dokunulamadığı gibi, Meclisten çıkan anayasa ve kanun değişiklikleri Anayasa Mahkemesine, hükümetin ve diğer idarî organların karar ve tasarrufları Danıştay’a takılıyor. Son olarak askere sivil yargı yolunu açan kanunun AYM’den ve YÖK’ün katsayı ile ilgili iki kararının Danıştay’dan dönmesi, sivil irade ve inisiyatife indirilen yeni darbe örnekleri değil mi? Eski klasik darbelerde hükümet alaşağı edilip Meclis kapatılırdı; şimdi büyük oy desteğiyle iktidara gelen hükümet iş başında ve Meclis açık; ama ağır bir vesayet sisteminin amansız kuşatması altında, kendileri için “yasaklı ve mayınlı” sayılan alanlarda kıllarını bile kıpırdatamıyorlar. İşin kötüsü, bu durumu aşmak için birşey de yapamıyorlar. Ne anayasayı değiştirebiliyorlar, ne kanunları. Ve anayasa değişikliğinde 330’u bulma kaygısı, referandumu dahi zora sokuyor. Bakalım, zaman geçtikçe daha da büyüyerek kronikleşen bu temel sorunları da aşabileceğimiz demokratik olgunluğa ne zaman erişeceğiz? 13.02.2010 E-Posta: [email protected] |