Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Açıktan günah işleyenleri anlatmaktan niçin çekiniyorsunuz? İnsanlar onları ne zaman tanıyacak? Onun vasıflarını anlatın ki, insanlar onlardan sakınsınlar.
Câmiü's-Sağîr, No: 62 |
13.02.2010 |
Vicdana ve elbiseye müdahale Evet, öyle acip bir istibdat ki, kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler. Evet, öyle acip bir istibdat ki, kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler. (Zannederim, asr_ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hatâ bir cephede hücum göstermişler.) Hem öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yüzer mâsumları tecziye ve tehcir ile perişan eder. Şuâlar, s. 513, (yeni tanzim, s. 928) *** Bu yakınlarda ehl-i ilhâdın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nevinden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahâle edildi. “Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan firavunmeşrep komitenin başlarına derim ki: Ey ehl-i bid’a ve ilhad! Altı sualime cevap isterim. Birincisi: Dünyada hükümet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usulle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle hususî ibâdâtta kanun yapılmaz ve kanun olamaz. İkincisi: Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümfermâ hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz hâlde, dinsizliği mutaassıbâne kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükümetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız hâlde, nasıl yirmi hükümetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz? Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir surette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemâü’s-sû’un yanlış fetvâlarıyla, benim gibi Şâfii’l-mezhep adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâı bulunan Şâfiî mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!
Devamı için bakınız: Mektûbât, s. 417, (yeni tanzim, s. 729)
LÜGATÇE:
asr-ı âhir: Son asır. hiss-i kablelvuku: Birşeyi olmadan önce hissetme. tecziye: Cezalandırma. tehcir: Hicret ettirme, göçe zorlama. ehl-i bid’a: Sünnetin dışında bir yolda giden. ehl-i ilhâd: Hak yoldan sapanlar, dinsizler. kabil-i hitap: Hitap edilebilen, kendisiyle konuşulabilen. istihkar: Hakir görme, küçümseme. lâdinî: Din dışı, dinle alâkası olmayan. mukadderât: Allah tarafından takdir edilenler. istibdat: Baskı. firavunmeşrep: Nefsini, benliğini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkartacak derecede büyük görme. ibâdât: İbadetler. nev-i beşer: İnsanoğlu. hürriyet-i vicdan: Vicdan hürriyeti. mutaassıbâne: Aşırı derecede taraftarlık göstererek. cebrî: Zorla. |
13.02.2010 |
En kıymetli metaımız
İnsanın, ecdadın dediği gibi “eti yenilmez, gönü giyilmez”. Ruhu ve onunla dışa akseden güzellikleri olmasa, eti de gönü de beş para etmez. Bu cümleden olarak Cenâbı Allah’ın en muhteşem eseri olarak yaratılan ve esmâi İlâhiyenin en câmî tecelligâhı olan insan, her an dağılıp ayrılmaya mahkûm et ve kemik gibi maddelerle, asla dağılmayacak olan ve mahiyeti bizce bilinmeyen ruh ve bunlara bağlı olarak zahirî ve batınî duygulardan meydana gelmiştir. İsm-i Azam’dan “Hay” isminin tecelligâhı olan ruhun insanın en kıymetli metâı olduğunu, Bediüzzaman, “Şuâlar” isimli eserinin 11. Şuâ’ındaki Meyve Risâlesinin 11. Meselesi’nde: “Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zayi’ olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim. Ve insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var” sözleriyle vurgular. İnsan, ihtiyaçları açısından ceset-ruh dengesi diye ifade edilen ve kendisini ayakta tutan bu dengeye ehemmiyet vermeyip, bütün himmetini fenaya mahkûm olan cesedine vererek madde-mânâ dengesini bozarsa, insan olma keyfiyetini kaybeder. Ruhun zaafa düşürüldüğü bu hâli, Bediüzzaman 29. Söz’de “Ruh kat’iyen bâkîdir” diyerek, aynı sözün İkinci Maksat Birinci Meselesi’nde ”İnce Remizli Bir Mes’ele” adlı bölümde şöyle ifade eder: “Nasıl ki su, kendi zararına olarak incimad eder. Buz, buzun zararına temeyyu eder. Lüb, kışrın zararına kuvvetleşir. Lafız, mânâ zararına kalınlaşır. Ruh, cesed hesabına zaîfleşir. Cesed, ruh hesabına inceleşir. Öyle de âlem-i kesif olan dünya, âlem-i lâtif olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, lâtifleşir. Kudret-i Fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle kesif, camid, sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı serpmesi, bir remz-i kudrettir ki; âlem-i lâtif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatını kuvvetleştiriyor. Evet, hakikat ne kadar zaîf ise de ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve sûret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır. Sabit ve büyümüş hakikatın kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında hakikatla sûret, makûsen mütenasibdirler. Yani: Sûret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir. Sûret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyaya şamildir.“ Bediüzzaman bu sözleriyle ruh-ceset ikilemini birbirinden farklı ilmî ve fennî misâllerle en vazıh bir şekilde izah eder. Bu izahlardan anlaşıldığı kadarıyla, ceset fabrikası ruh ve kalbin aynası olan hasenât meyvelerini verme mânâsında işletildiğinde, sahibini Evc-i Âlâ’ya yükselterek Cennet ve saadet-i ebediyede ruh sür’atine yükseltip, Cennetin yeşil kuşları gibi, Cennet semalarında gezdirir. Cesedin sırf dünyaya ait nefsî ve malayani ihtiyaçlarının gözetilerek yaşandığı bir hayatta ise, seyyiâtının bütün ağırlıklarını yüklenen ve onun hamalı olan ceset ve ruh, sahibini değil uçmak, belki de Cehennem derelerine yuvarlayarak, şekavet-i ebediyeye mahkûm eder. Konuyu biraz daha açacak olursak: İnsan, bilinen tâbirle, üç günlük fani dünya ve onun endişesi için neler yapmıyor? Ruhundan, ömründen ve sahip olduğu diğer meta ve varlıklarından ne kadar fedakârlıklar yapıyor; dünya lâzımiyetinin ayrıntıları üzerine nasıl hassasiyetle titriyor, cesedinin fani güzelliklerini aynalardan bile kıskanıyor... Harika yemekler, katlar-yatlar ve süslü elbiselerle cesedini ruhunun rağmına kalınlaştırıyor… Sahip olduğu mevcut maddî varlıklar, bir diğer tabirle, yedi ceddine yetecek kadar bile olsa, himmet bekleyenlerden nasıl da esirgiyor... Asr-ı Saadet’in “Anam-babam, malım-mülküm her şeyim sana ve dâvâna feda olsun Ya Resûlallah” diyerek, gözünü kırpmadan bir anda bütün varlığını İman ve Kur’ân dâvâsına feda eden Ebubekirlerinin (ra), Ömerlerinin (ra) ve Osmanlarının (ra) hayat hikâyelerinden ne yazık ki ibret almıyor... Dünyevîleşmek adına ceset ve nefsin ihtiyaçlarının galip gelip öne çıkarıldığı bir hayat tarzında, kalp ve ruhun ihtiyaçları geri plana düşer. Bu durumda kalp ve ruh gıdasız kalıp, ruhî hastalıklar ve sıkıntılar baş göstererek, geniş dünyası insana dar olur. Cenâb-ı Hak cümlemizi, ruh ve kalp pencerelerimizi nurlandırarak, saadet-i ebediyeye nâil kılsın, Allah’a emanet olun… Bir başka MUHAVERE’de buluşmak temennisiyle…
ABDULLAH ŞAHİN |
13.02.2010 |