Basından Seçmeler |
İHL açılımı lâzım
HL camiası resmen ayrımcılıkla karşı karşıya. İnsan hakları literatüründe bunun adı “discriminasyon.” Batı dünyasında yabancılara karşı uygulandığı için, eskiden Amerika’da, sonraları Güney Afrika’da, zencilere karşı uygulandığı için tüm insan hakları savunucularının kınadığı bir iş. Bu, bizde İHL camiasına karşı uygulanıyor. “Üvey evlat” tanımlaması, İHL camiasında çokça seslendirilen bir duygu. Düşünün, benim İmam Hatip’te okuduğum 1960’lı yıllarda da vardı bu, bugün de çok keskinleşmiş boyutlarıyla var. 28 Şubat süreci, İHL’lilere karşı sistemin ruhunda sakladığı ayrımcılığı, çok radikal boyutlarda hayata geçirdi. Geçen 12 yıl içinde, katsayılardan katsayı beğenerek “İHL’li çocuklar, sınav labirentlerinde nasıl boğulur”un uygulaması yapıldı. Ben diyeyim, İHL’lerin etrafına benzin döküp ateşe verdi, hemen tamamı o daire içinde yok olup gitsinler diye... Ben diyeyim, katsayı olayı, bir kanat biçme olayı idi... İHL’li çocuk asla ve asla, bir yükseklik dışında göklere tırmanamasın diye... İHL’lilere uygulanan ayrımcılık o kadar katı duygulara dayanıyor ki, onlarla birlikte koca bir meslek liseliler camiasının kanatlarını kesmek meşru kabul ediliyor. İHL’li bir çocuğun kardeşi olmak, bazı devlet okullarına girişte dışlanma gerekçesi haline geliyor. Evet, bunun adı insanlık insafı kaybolmayan herkes için “ayrımcılık”tır. Suçtur. Ama bu suç işleniyor Türkiye’de... Üstelik yargı korumasında işleniyor. Şimdi desem ki “Bir açılım da İHL’liler için lazım”, hemen soracaksınız, kim yapabilir ki bunu? AK Parti hükümeti, kamuoyunun “Alevi açılımı”, “Kürt açılımı”, “Roman açılımı” diye nitelediği işleri yapmaya çalışıyor. Bunların ülkede bir barış ve kardeşlik projesi olmasını istiyor. Başbakan “Bir kimse bile çığlık atsa ben duymak zorundayım, devlet duymak zorunda” diyor. “Sünniler’in problemi varsa onu da görmeliyim” diyor. Diyor da, hadi gelsin, İHL açılımını yapsın ya da “Sünniler”in problemini dinlemek üzere bir süreç başlatsın. Böyle bir açılımı hükümet olarak yapmaya kalksa, eminim ki kapatılma davasına bir delil sunmuş olmaktan çekinir. Onun için, işin YÖK üzerinden halledilmesi istendi. YÖK zihniyeti bir ölçüde değişebilmişti. Ama “açılım” için YÖK’ün zihniyetinin değişmesi yetmiyor. Yargı zihniyetinin de açılıma hazır hale gelmesi lazım. CHP zihniyetinin açılıma hazır hale gelmesi lazım. Baro zihniyetinin açılıma hazır hale gelmesi lazım. TÜSİAD zihniyetinin açılıma hazır hale gelmesi lazım. Avrupa’nın, Amerika’nın açılıma hazır hale gelmesi lazım. Korkarım AİHM’nin bile kafası karışıktır bu meselede... Bunu, “başörtüsü” konusundaki kafa karışıklığından kıyas yaparak söylüyorum. Keşke yanılsam... Keşke AB ilerleme raporlarından birinde, başörtüsü ve İHL’ler için de bir iki cümlecik geçse... “N’oluyor orada” diye sorulsa... “Hangi gerekçeyle neden kimi gençlerin üniversiteye gidiş yolu tıkanıyor” diye sorulsa... Sorulmuyor. Hatta başörtüsü örneğinde olduğu gibi “Hınk deyicilik” yapılıyor. İHL’lilerin orta öğretim gençliği içindeki oranı, yüzde 4’ten ibaret. İHL’nin en kalabalık olduğu dönemde bu oran yüzde 8’e çıkabilmiş. Yüzde 8’lik veya yüzde 4’lük topluluk içinden, sınavda elene elene belki binde şu kadarlık öğrenci, herkesin girdiği sınavdan geçerek üniversiteye girmiş olacak. Nasıl bir duygu var ki İHL karşıtlığının altında, bu kadarcık genç insanın, eşit şartlarda yarışmasına imkân tanınmıyor. “Yarışa öyle üç, beş, on metre geriden başlamak yetmez, bir kilometre geriden başlamalısın” deniyor. Bu, bu ülkenin çocuğuna deniyor. Ve bu çocuklardan, bu ülkenin demokrasisine, insan haklarına, bağımsız-tarafsız yargı düzenine saygı duyması bekleniyor. Hadi canım sen de! Türkiye, açılımlar sınavı içinde ya, bana göre bir de İHL açılımı sınavından geçiyor. Görelim bakalım kimin zihni ne kadar açılmış?
Ahmet Taşgetiren, Bugün, 12 Şubat 2010 |
13.02.2010 |
Askeriye konuşuyor...
TAM bir hafta önce... Sabahleyin gazetelere göz atarken... Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un kabul ettiği gazetecilere, “Ekim ayından beri sürekli gündemdeyiz... ...ve gündemin tepesinde olmaktan rahatsızız” dediğini okuyunca, madem şikâyetçi neden gazetecileri çağırıp duruyor, diye aklımdan geçirsem de, samimiyetine gerçekten inanmıştım. Aradan bir hafta geçmeden baktım, bu kez bir başka grubu çağırmış... Madem rahatsız... Neden sürekli konuşuyor, anlaşılır gibi değil... Galiba “dünyanın en konuşkan” Genelkurmay Başkanı’na sahibiz. *** Konuşunca... Haber kanalları da demecin peşine düşüyor... Ardından bir takım emeklilere bağlanıyorlar, onlar da sağa sola saydırıp, derin düşüncelerini ifade ediyorlar... Kısacası Burma’dan farkımız kalmıyor... *** Söylediklerine gelince... Şu spotlar gözüme ilişti: “Genelkurmay Başkanı, amirallere suikast iddialarıyla ilgili sert açıklamalar yaptı”... “Deniz Kuvvetleri üzerinde ciddi bir karalama kampanyası var. Endişeliyiz” dedi... “Ne yazıldı aylarca, Deniz Kuvvetleri Komutanı’na suikast yapılacaktı. Her gün komutana suikast, komutana suikast, komutana suikast. Ne yapmak istiyorlar? ‘Bu denizciler kendi komutanlarına dahi suikast yaparlar’ demeye, herkesi buna inandırmaya çalışmadılar mı? Bence çalıştılar. Peki ne oldu? İşte 5. iddianame çıktı. Suikast girişimiyle ilgili tek satır var mı? Hani suikast yapacaklardı komutanlarına? 5. iddianamede, yani konuyla ilgili iddianamede yok. Bunun hesabını kim verecek? Böyle rezillik olur mu? Yeter yahu! İşte bunlar sabrı taşırıyor.” *** Acaba söyledikleri doğru mu? “Dünya Bülteni” adlı web sitesi doğru olmadığını iddianameden yaptığı alıntıyla ispatlamakta... İddianamede, “buzdolabının altında motor kısmının yanında siyah poşet içerisinde iki ayrı siyah ve beyaz olmak üzere bulunan poşetlerde 50 adet uzun 9 mm MKE yapımı fişek ve 50 adet kısa 9 mm MKE yapımı fişek bulunduğu” vurgulanmakta... Fişeklerin bulunduğu poşet içerisinde ise... Katlanmış vaziyette beyaz kâğıt üzerine siyah kalemle yazılmış “Alb. Tayfun Duman’dan gelecek fizibiliteye göre Uğur ve Metin Paşa’ya yapılacak operasyonun detay ve tarihlerini Levent Bektaş, Orhan Yücel Albay üzerinden iletecek Size teslim edilen malzemeleri korunaklı bir yerde tutunuz” ibaresiyle son bulan 5x15 cm ebadında not kâğıdı var... Gene aynı buzdolabının motor kısmına saklanmış şekilde, yağlı haki renk kâğıda sarılı TNT kalıbı olduğu değerlendirilen yaklaşık 500 gr ağırlığındaki madde de bulunuyor... Röportaj ortamında, söylenenin gazeteciler tarafından teyit edilmesinin de altını haber sitesi kalın kalın çizmekte... *** Keşke Orgeneral Başbuğ “Ekim ayından beri sürekli gündemdeyiz ve gündemin tepesinde olmaktan rahatsızız” dediğinde samimi olsaydı. O zaman zaten, “AB İlerleme 2009 Raporu”ndaki reformların hepsinin takipçisi olur, “askeri gündem” de bizi yormazdı... Çünkü askerin sürekli gündem olmasından biz de çok sıkıldık, hatta gına geldi. Ama yakından uzaktan böyle bir niyet yok. Hatta Genelkurmay Başkanı her hafta konuşur, okumadığı iddianameler üzerinden polemik yapmaya devam eder diye düşündüren bir durum var... *** Askeriye kendi ifadesiyle... “Kemalist, Batılı, modern” ... Ama asker-sivil ilişkilerini AB normlarına göre düzenlemek söz konusu olunca bir sağırlaşma ve hatta cansiperane karşı koyma başlıyor... Neyse ki hayat değişiyor ve tabular yıkılıyor... Baksanıza Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi oybirliğiyle “konusu suç teşkil eden belgeler, devlet sırrı olamaz” kararı aldı, daha da sevindiricisi bu karar kesin nitelik taşıyor. Türkiye ağır aksak da olsa vesayet palavralarından kurtuluyor...
Mehmet Altan, Star, 12 Şubat 2010 |
13.02.2010 |
Meclis Başkanı Şahin’e düşen görev
İSTİKLÂL Mahkemeleri’nin adı en çok duyulanı, Ankara İstiklâl Mahkemesi’dir. Bu mahkeme, üç üyesinin adı da Ali olduğu için “Üç Aliler Divanı” olarak nam salmıştır. Mahkeme Başkanı Kel Ali’nin (Ali Çetinkaya) şu sözleri, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra faaliyette bulunan İstiklâl Mahkemeleri hakkında esaslı bir fikir veriyor: “İnkılap, yalnız suçluların ve hainlerin değil, suça istidadı olanların, hıyanet edebileceklerin, hatta şu veya bu sebeple vücudu zararlı olanların kısacık mahkemelerden sonra öldürüldükleri zaman oluyor.” TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin binlerce belgeden meydana gelen Meclis arşivlerini araştırmacıların incelemesine açtı. Ancak izin vermediği 962 dosya, Üç Aliler Divanı’nın da içinde yer aldığı İstiklâl Mahkemeleri’ne ait. Acaba neden izin vermedi? Aradan çok uzun bir zaman geçti. Gerçeğin bilgisine sahip olmaktan kime ne zarar gelir? “Tarihimizde yüzleşemeyeceğimiz gerçekler olduğu” fikri, bu gerçeklerle yüzleşmekten daha kötü değil mi?
ÜÇ ALİLER DİVANI Kurtuluş Savaşı döneminde Harp Divanı gibi çalışan, Cumhuriyet kurulduktan sonra Devrim Mahkemesi gibi, rejim muhaliflerini ortadan kaldırmak üzere faaliyette bulunan İstiklâl Mahkemeleri, tarihimizin hâlâ karanlıkta kalan bir kısmı. Bu mahkemelerin özelliği Meclis Hükümeti sistemine dayanması. Meclis Hükümeti sistemi, kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetler birliği prensibini benimsiyor; böylece yargı yetkisi de Meclis’e ait bulunuyor. İşte bu mahkemeler de doğrudan Meclis’e ait olan bu yargı yetkisini kullandıkları için verdikleri kararlar tartışılamıyor, iptal edilemiyor ve anında uygulanıyor. Gözünüzün önünde şöyle canlandırın. Bir odada mahkeme sanığı yargılıyor, kararını veriyor. Arka tarafta cellat kurduğu darağacında hükmü infaz ediyor. Üstelik verilen kararlar delillerden ziyade mahkeme üyelerinin vicdani kanaatlerine dayanıyor. Bu mahkemelere ait çok önemli belgelerden bir kısmı yayımlandı. Ama geride hâlâ mantık yürütmelere ve spekülasyonlara konu olan epeyce dava var. 1993’te yayımlanan Ankara İstiklâl Mahkemesi Zabıtları, bu konuda önemli kaynaklardan biri. İş Bankası’nın 1985’te dört cilt halinde yayımladığı 1924-30 arasına ait Meclis’in “Gizli Celse Zabıtları” da bu mahkemelerle ilgili çok önemli bilgiler içeriyor. Yine Şapka Devrimi’ni konu alan “İskilipli Atıf Hoca Davası” da, Meclis arşivlerinden alınıp yayımlandı. Bu dava, İstiklâl Mahkemeleri’nin aslî işlevi hakkında açık fikir veren bir zulmü temsil ediyor. Saygıdeğer bir âlim olan İskilipli Atıf Hoca, Şapka Devrimi’nden çok önce “Frenk Mukallitliği ve Şapka” serlevhası ile bir risale kaleme alıyor. Şapka Kanunu’ndan sonra, kanunların geriye işlemeyeceğine dair hukuk kuralına rağmen yargılanıyor. Savcının üç yıl hapis cezası talebine karşı idama mahkûm ediliyor ve cezası infaz ediliyor. İzmir Suikastı davasında, Kurtuluş Savaşı’nın önderlerinden ve o tarihte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın genel başkanı olan Kâzım Karabekir’e mahkeme sorgusunda sorulan sorulardan biri şöyle: “Zatıâlîniz inkılabın büyük bir şahsiyetisiniz. Tarih bunu böyle kaydediyor. Memleketin savunulmasında nasıl dağılmadan bir arada kaldı isek vatanın yükselmesi emrinde de öyle olması gerektiğini elbette takdir buyurursunuz. Bu sebeple zatıâlîniz nasıl olur da muhalefete geçersiniz? İzah buyurur musunuz?” Evet suç “muhalefet etmek”ten ibaret. Kazım Karabekir bu muhalefet suçlamasına, Kurtuluş Savaşı’nı kastederek, ülkenin en zor şartlarında “tek dayanak bendim, hatta Mustafa Kemal’i reis seçtiren de yine bendim” diye cevap veriyor. Malûm 1919 yılında, Erzurum’da Mustafa Kemal’in üniformasını çıkarttığı gün karşısında hazırola geçip selam duran Kazım Karabekir’in rütbesi daha yüksektir. İstiklâl Mahkemeleri ilk dönemi olan Kurtuluş Savaşı’nda, özellikle asker kaçakları ile baş edebilmek için uğraşıyor. Toplam sekiz mahkeme kuruluyor. Daha sonra yetki alanı genişliyor. Sonradan 29 Nisan 1920’de BMM’nin çıkarttığı ikinci kanun olan Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu uygulamaya başlıyor. Bu döneme ait dosyalar, Kurtuluş Savaşı’nın gerçekte kaç cephede verildiğini gösteriyor. Dağlarda, bir rivayete göre 60 bin kadar asker kaçağı var. Bu kaçaklar sırtlarında üniforma, ellerinde orduya ait silahlarla, cephe gerisinde, cepheden daha önemli bir soruna dönüşüyor. İstiklâl Mahkemeleri çok ağır cezalarla -bu cezalar arasında asker kaçaklarının yakınlarını, hatta köylerini cezalandırmak da var- bu sorunu çözmeye çalışıyor. 20 Temmuz 1922’de bu dönem sona eriyor. İkinci dönem, Hilafet yanlısı yayınları susturmak için İstanbul’da kurulan mahkeme ile 8 Aralık 1923’te başlıyor. 1925’te Şeyh Sait İsyanı’nı müteakip Ankara ve Doğu Anadolu’da iki mahkeme kuruluyor. İsyan bahane edilerek muhalefeti ezmek için çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu bu mahkemeler eliyle uygulanıyor. Gazeteciler, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensupları, İttihat Terakki Cemiyeti mensupları üzerinde bu mahkeme eliyle terör estiriliyor. Bu mahkemelerden Doğu’da olanı, bir günde verdiği ve infaz ettiği 47 idam kararı ile hatırlanır. İlk dönemin, yani Kurtuluş Savaşı döneminde faaliyette bulunan İstiklâl Mahkemeleri’nin dosyaları kayıp. İkinci dönemin, yani asıl tartışılan devrim mahkemesi gibi hüküm veren İstiklâl Mahkemeleri’nin serencamı ise, Meclis Başkanı’nın rezerv koyduğu bu 962 dosyanın içinde yer alıyor. Bu dosyalar açıklansa ne olur? Kim ne zarar görür? II. Dönem İstiklâl Mahkemeleri’ni, Fransız İhtilali sonrası kurulan ve on binlerce idam cezası veren devrim mahkemeleri ve Sovyet Devrimi’nden sonra milyonlarca insanın hayatına son veren Halk Mahkemeleri ile karşılaştıranlar, aradaki dağlar kadar farka işaret ediyor. İstiklâl Mahkemeleri’nde idam edilenlerin sayısı bu iki örnekle karşılaştırılmayacak kadar az; ancak hukuksuzluk hiç de az değil. Bu ülkede ne tür hukuksuzlukların vuku bulduğunu bilmek hepimizin hakkı değil mi? Bu hukuksuzlukları bilmeden, bu hukuksuzluklarla yüzleşmeden hukuk tesis edilebilir mi? Doğru, kanlı bir tarihimiz yok. Rejim muhaliflerini, hatta padişaha karşı çıkanları sağa sola sürgün etmek gibi yumuşak yöntemlerin, kanlı yöntemlerden daha yaygın olduğu hatırlanırsa Batı kadar sorunlu bir geçmişimiz olmadığı anlaşılıyor. Sorun nedense yakın tarihte büyüyor. Sebebini araştırmadan öğrenebilir miyiz? İstiklâl Mahkemeleri’nin İzmir Suikastı davasından Yassıada’ya, oradan 12 Eylül’ün idamlarına uzanan hukuksuzluk zincirini başka türlü kırmak mümkün değil. Hele önümüzde Üç Aliler Divanı dururken. Meclis Başkanı’nın hiç olmazsa kararının nedeni konusunda bir açıklama yapması gerekmez mi?
Mümtaz'er Türköne, Zaman, 12 Şubat 2010 |
13.02.2010 |
İstiklâl Mahkemeleri arşivi açılsın
TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, Birinci Meşrutiyet’ten itibaren yasama ve yargıya ilişkin arşivlerin açılmasını emretmiş. Bunun içinde darbe dönemleri de var. Akşam gazetesinde Ali Ekber Ertürk’ün bu haberine göre, 12 milyon belge araştırmacılara açılacak. Fakat Şahin bir sınır koymuş: “İstiklal Mahkemeleri arşivi hariç!” Mehmet Barlas dünkü güzel yazısında İstiklal Mahkemelerinin ne olduğunu, nasıl yargılama yaptığını anlatıyor ve bu arşivlerin de açılmasını istiyordu. Ben de Sayın Şahin’e açık çağrıda bulunuyorum: Diğer arşivler gibi İstiklal Mahkemelerinin arşivlerini de açınız. Kaldı ki İstiklal Mahkemelerinin birçok yönü zaten ‘açık’tır, akademik araştırmalara konu olmuştur. Bir bölümü gizli tutmanın anlamı yok artık. *** Özel izinle inceleme Konuyu Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Ali Birinci’yle konuştum. “İstiklal Mahkemeleri arşivi tam yasak değil ama ancak özel izinle incelenebiliyor” dedi. Bunun anlamı sadece ‘güvenilir’ kişilere ve konulara göre izin veriliyor olsa gerek. Bu arşivin tamamen açık hale gelmesini savunan Prof. Ali Birinci, “Gizlilik efsanelere, dedikodulara yol açıyor” dedi ve bir örnek olay anlattı:(...) Bugün İskilipli Atıf Hoca’nın haksız idamı konuşulur, tartışılır ama o efsane çoktan unutulmuştur.
Hukuk devleti için İstiklal Mahkemeleri hakkında Prof. Ergün Aybars’ın iki ciltlik bir eseri vardır. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin tutanakları da yayımlanmıştır. Şeyh Sait’in yargılanmasında artık gizli kapaklı bir taraf kalmamıştır. Artık bu arşivlerin tamamı açılmalı, efsanelere kapılmadan tarihimizle yüzleşmeliyiz. Hangi aşamalardan geçtiğimizi, yargı kültürümüzde bunların bıraktığı izleri ve hukuk devleti yolunda gerçekten ciddi mesafeler aldığımızı da görmeliyiz. Şüphesiz İstiklal Mahkemeleri, Prof. Velidedeoğlu’nun belirttiği gibi, “tedhiş mahkemeleri”ydi; tedhiş, yani terör. (Cumhuriyet, 25 Mart 1973) Ali Fuat Paşa’nın söylediği gibi, “İstiklal Mahkemelerinin en önemli çalışmaları, muhalefet ve basını susturmak“ olmuş, birçok masum ve vatansever muhalife haksızlık etmiştir. İstiklal Mahkemelerini alkışlayan bir dünya görüşüyle bugün ‘demokratik hukuk devleti’ni kökleştirmek mümkün olmaz. İstiklal Mahkemeleri hakkında ‘gulyabani efsaneleri’ uydurarak da olmaz. Onun için Sayın Şahin, diğer arşivler gibi İstiklal Mahkemelerinin arşivlerini de ‘açık’ hale getirmelidir. Çekinmeye gerek yok, bu arşivlerin en ‘netameli’ bir bölümünü Meclis Başkanlığı sırasında Hüsamettin Cindoruk açtırmıştı zaten.
Taha Akyol, Milliyet, 12 Şubat 2010 |
13.02.2010 |