Nejat EREN |
|
Kars hatıraları |
KARS İLİ HAKKINDA...
Başlangıçta bu şehri; Rus ve Ermeniler inşa etmişler. Yakın tarihe kadar ve hâlâ bu karakteristik özelliği görmek mümkün. Şehrin birçok ev ve resmi dairelerinde hâlâ Rus taş yapısı hâkimdir. Taş yapı sanatının bütün örnekleri burada vardır. Selçuklular tarafından inşa edilip Osmanlı devrinde imar edilmiş olan “Kars Kalesi” görülmeye değer önemli yerlerdendir. Eski şehir yerleşim merkezi ise; kalenin altında bulunan alandaymış. Buraya ilk gelip yurt tutanlar ise; Mevlâna’nın da fikirlerinden istifade ettiği ve ilham kaynağı olan, manevî sultanlardan, alperen Hasan Harakani hazretleridir. İran’ın Horasan şehrinin Harakan köyünden gelen Hasan Harakani hazretleri, etrafındaki gönül erleriyle Alparslan’dan önce Anadolu’ya gelerek ilk önce mânevî bir fethin alt yapısını kurmuş. Burada ki işgalci Ruslarla mücadele ve cihad etmiş. Ve bu cihad esnasında da yaralanıp, harpte kan kaybından şehid olmuştur. Türbesi kalenin dibindeki kendi adıyla anılan cami avlusundadır. Kars’ın nüfusu 100 bin civarında. Daha önce bu ile bağlı olan Iğdır ve Ardahan’ın il olması ile şu an bu ile bağlı yedi ilçe kalmış. İlçeleriyle birlikte toplam nüfus üç yüz bin civarında. Kars’ta farklı etnik gruplara mensup vatandaşlar yaşıyor. Bu cümleden olarak sadece bilgi vermek açısından, dostlarımızdan aldığımız kayda değer özet bilgiler şöyle: Yerli halkın yanında nüfusun önemli bir bölümünü Azeri vatandaşlar teşkil ediyor. Azeri vatandaşlar köylerde de var olmasına rağmen büyük çoğunluk merkezde ikamet ediyor. Azerî olarak bilinen “Caferî” mezhebindeki bu vatandaşlara ait merkezde iki özel cami var. Bunların ezanları da bizim bildiğimiz ezandan biraz farklı. Merkez ilçede bir o kadar da Kürt kökenli vatandaşın olduğu bilgisini alıyoruz. Ayrıca az sayıda da olsa, Terekeme denilen Kafkas Göçmeni mevcut. Malakan denen Beyaz Ruslar da varmış ama son 20-30 yıl içersinde bunlar Rusya’ya göç etmişler. Bütün bunların hepsi bu ülkenin mozaiği ve zenginliği. Mühim olan demokrasi içerisinde yaşamanın yollarını bulup huzur ve güven içerisinde insanlığa hizmet etmektir. Rus ve Ermeni yerleşim yeri olduğu için elbette burada belli sayıda kiliseler de varmış. Fakat onların çeşitli sebeplerle buraları terk etmesinden sonra mevcut olan kiliselerin bir kısmı camiye çevrilmiş. Bir kısmı da metruk halde duruyor veya harap olmuş. Dikkate değer bir başka mekân ise, Sarıkamış Kayak Merkezi. Zaman darlığından ve faaliyet yoğunlundan bu merkezi de sadece uzaktan görmekle yetindik.
OKUMA PROGRAMIMIZ
İnsan olmanın yanında mü’min olmanın ayrı bir değeri olduğu izahtan vabestedir. Mü’min olmakla birlikte Kur’ân, İslâm ve İman davasını kendine dert edinmek ayrı bir sorumluluk ve imtiyazdır. Kudsî dâvânın kaynak eserlerinde bu konuyla ilgili harika kerâmetlerin olduğu birçok hâl, lâyıkıyla bahsedilmiştir. Detayını oraya havale ederek farklı ve güzel bir duyguyu paylaşmak istiyorum. Yeni Asya olarak, bu dehşetli asırda tarihe geçecek çok güzel hizmetlere imza attık, Rabbimize sonsuz şükür olsun. Kırk bir yılın adı var. Köprülerin altından çok sular aktı. Allah’ın inayetiyle, halis kalplerin dualarıyla, Üstadın tasarrufu ve ehl-i hâl ve makul iz’an sahiplerinin himmet ve gayretiyle bu günlere geldik. Allah’a sonsuz şükürler olsun ki camiamızdaki vazgeçilmez umde olan “meşveret ve şûra”nın rehberliğinde, meşrû ve müspet hareketle nice mânialar aşıldı ve daha da aşılacak. Son yıllarda yurt sathında ve dış dünyada hizmete sokulan dershane sayısında ciddî bir artış söz konusu. Bu cümleden olarak geçtiğimiz sonbaharda Kars’taki birkaç gönül dostu ve gayreti ile faaliyete geçen hizmet merkezimizde emeği geçen herkesi canı gönülden tebrik ediyorum. İşte bu hizmete vesile olan Harun kardeşimizden bir ay kadar önce Kars’ta Risale-i Nur Okuma programı için bir davet almıştım. Teklifi memnuniyetle kabul ettim. Zonguldak’tan Ankara’ya kara yoluyla başlayan Kars yolculuğumuz, Ankara’dan Kars’a hava yoluyla son buldu. Bu çetin şartlarda kara yoluyla yirmi saati aşan yolculuk havadan bir saat yirmi dakika gibi kısa bir an parçasına sığıyor. Allah’ın ne büyük bir lütfu bu! Berakallah, Maşaallah! Kars hava alanına inince, sıcaklığı -6 (eksi altı) derece olduğunu öğrendik. Hava açıktı. Etrafta karlar vardı ama umduğum kadar çok yoğunlukta değildi. Bu benim on bir sen sonra Kars’a ikinci gelişimdi. 1999 yılının Temmuz ayında on kişilik grupla Isparta’dan başlayıp Kayseri’de biten 17 günlük; “Üstadın bulunduğu mekânlar ve görüştüğü şahıslar” konulu “belgesel çalışması” programımız çerçevesinde Kars’a bir uğrayıp geçmiştik. O zaman yaz mevsimi olduğu için her taraf halı saha gibi yemyeşildi ve çok şahane bir manzara vardı. Şimdi ise her taraf bembeyaz karla kaplı. Rabb-i Rahimin kışı da hoş, yazı da hoş! Sonsuz şükürler olsun. Harun kardeş, oğlu Melih ve bir üniversiteli kardeşimiz bizi karşılayıp hizmet merkezimize intikal ettik. Kapıda bizi karşılayan üniversiteli gençlerin güler yüzleri dikkate değerdi. Akşam, “Risale-i Nur ve önemi” konulu seminerimizi ilerleyen saatlere rağmen dikkatle takip eden bu serhat şehrindeki kıymetli kardeşlerimizin ilgisine hayran olduğumu ifade etmeyi bir borç biliyorum. Kars ilinin manevi sultanı Hasan Harakanî Hazretleri. Bu zat zaten benim ismen dua listemde vardı. Esnaftan Rasim Bey sabah namazını bu zatın türbesinin bulunduğu camide kılmayı teklif etti. Ben bunun mümkün olabileceğini, ama cami soğuksa zor olabileceğini söyleyip yine de kararı kendisine bıraktım. Pazar sabahı erken kalkıp onun gelmesini bekledim. Fakat gelmedi. Akşam niye gelmediğini sorunca; “Ağabey, sizin sağlığınız açısından gelmemem isabetli olmuş; zira hava sıcaklığı bu sabah baktım -23 dereceydi” dedi. Hayatını Akdeniz Bölgesinin sımsıcak iklimde geçiren birisi için bu “-23 derece” ifadesi ilikleri donduracak bir ifade. Buradaki genç üniversiteli kardeşlerimizle çok hoş bir muhabbet meclisi tesis ettik. Üniversitenin final ve bütünleme imtihanları dönemi olmasına rağmen gençlerimiz maşallah ayakta. Bu dava için bir şeyler yapma gayret ve şuuru ilerisi için ümit veriyor. Okuyoruz, tefekkür ediyoruz, soruyoruz, cevapları bulup yolumuza devam ediyoruz. Coğrafyanın şartları bana göre çok farklı. Geldiğimin üçüncü günü başta buranın manevî sultanı Hasan Harakanî Hazretlerinin türbesini ve içinde bulunduğu camiyi ziyaret etmek üzere ilk olarak bir şehir turuna çıkıyoruz. Geniş ve düzenli caddeler, taş yapılı binalar “Rus mimari ve şehircilik felsefesini” hatırlatıyor. Belediyecilik anlayışı maalesef Türkiye’nin en “defolu” sahası olmaya devam ediyor. Bu kadar geniş ve plânlı caddeler bakımsız ve perişan! Yazık! Batı vilâyetlerinde büyük ölçüde hallolan bu anlayışın kısa zamanda buralarda da hallolması için biraz gayrete ve ufuklu bakmaya ihtiyaç var. Yetkililere sesleniyor ve dikkatlerini çekiyoruz. Kars kalesinin dibinde olan bu mekânları kısa bir tur atıp, şehrin genel manzarasını temaşa ederek mekânımıza geri dönüyoruz. Pazartesi akşamı bir minibüsü doldurarak bu defa tarihimizde çok önemli bir yeri olan, binlerce kişinin aşırı soğuktan şehadet şerbetini içtiği, ünlü Sarıkamış’a derse gidiyoruz. Kars’ın rakımı 1800 metre civarında. Sarıkamış’ın denizden yüksekliğinin ise 2000 metreyi aştığını öğreniyoruz. Dışarının -30 derece soğuğunu, kalp ve gönüllerde sıcaklığa çevirebilmek gayreti ve düşüncesiyle marş ve ilâhilerle yola devam ediyoruz. Kars-Erzurum yolu trafiğe açık. Bu çetin şartlarda bunu sağlayan resmi görevli zatlara teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sarıkamış; Erzurum yolu üzerinde. Sarıkamış’a varınca her tarafın çok kalın bir kar ve buzla kaplı olduğunu gördük. Kar kalınlığı bir metreyi aşmış durumda. Her taraf buz kesiyor, “beyaz rahmet” her yeri kaplamış. Fakat o şartlarda gençlerin başı açık ve bir kazakla dolaşması dikkatimizi çekiyor. İlçenin nüfusu 18.000 civarında. Bu bölge hem Kars, hem de Türkiye açısından askerî alanda önemli stratejik noktalardan biri. Bu bakımdan nüfus kadar da asker olduğu bilgisini alıyoruz. Askerlerin sayısı 14.000 civarındaymış. Sarıkamış’ın bir başka özelliği ise Nur’un ilk saffı evvel talebelerinden, emekli albay Hulusî Yahyagil Ağabeyin askerlik görevinin bir kısmını burada yapmış olması. Ayrıca, çok değerli yazarımız rahmetli Şaban Döğen hocamızın da vaiz olarak burada bir müddet görev yapmış. Her iki değerli dâvâ adamının ruhları şâd, mekânları Cennet olsun inşallah. Bu bakımdan bir tevafuk eseri olarak o akşam Hulûsî ağabeyin Üstada yazdığı mektuplardan ve aziz Üstadımızın da onun hakkında övgü dolu meziyetlerinden bahseden bölümleri okuduk. Dışarının dondurucu ve kesici soğuğuna bedel ruh ve hisleri ısıtan uhrevî hayatları hatırlatan hayati bir ders oldu bu elhamdülillâh! Burada bulunan iki değerli dostumuzla gerekli “irtibatı” îfâdan sonra gece yarısına doğru aşk ve şevkle Kars’a geri dönüyoruz. Hafta başından beri aşk ve şevkle, müzakereli, sorulu-cevaplı, şahsî okumalı sohbetli derslerimiz hepimize büyük moral kaynağı oluyor. Yepyeni bir kaynaşma, meşveret ve şahs-ı manevinin önemi konularında da sorulara muhatap oluyor ve çözümlerini de öz kaynağındaki ölçülerden vermeye çalışıyoruz. Gençlerin gözlerinin parladığını, ümitlerinin yeşerdiğini hissedebiliyor ve keyif alıyorum. Bir avuç esnaf, görevli ve talebe birlikte serhat şehrinde küfre karşı mânevî cihatta vaziyet almış. Dualarınızı, irtibatınızı, maddî ve manevî destek ve yardımlarınızı bekliyorlar. Şahs-ı manevinin ana gövdesiyle bütünleşip, gidilemeyen yerlerin sayısını azaltmaya; gidilen yerlerin sayısını artırmaya ihtiyacımız var. Bu gençler sorularıyla bu yola ufuk açıyorlar, bunu başarmaya kararlılar. Dershanelerine ve vazgeçilmezlerden olan neşriyatlarına candan sahip çıkmışlar. Şahs-ı manevî ile bütünleşmenin keyfini ve mutluluğunu yaşamaya azmetmiş dinamik gençlerin ortasındayım elhamdülillâh! Tebrikler gençler! Teşekkürler bir avuç bahadır dâvâ adamı! Gazanız ve hizmetiniz mübarek ola! Nur’un Yeni Asya sancağı serhat şehrinde de dalgalanmaya başlamıştır. Bu dalga, bu heyecan ve bu sevda onu asırlar ötesinden gelen o kudsî rüzgârla yerinde durdurmayacak, çekirdek misali olarak Üstadın tarifiyle “tevakkufta bırakmayacak ve işlettirecek” (Kastamonu Lah. s. 152) inşallah! Anadolu sathında son yirmi beş günden beri katıldığım diğer “okuma programlarının” da elbette hakkını vermek isterim. Bu programa katılan genç kardeşlerim biliyorum ki bunu bekliyorlar. İnşallah onlardan da söz edeceğim. Ama Kars hizmetleri benim için de, camiamız içinde biraz farklı ve önemli bir noktada olduğu için sondan başladık. İnşallah başa da döneceğiz. Yep yeni, aşk, heyecan dolu programlarda buluşmak üzere. 12.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Tenkit ve tefani üzerine |
İsmâil Bey: “‘Üstadımız birbirinizi tenkit etmeyiniz’ derken; bazıları müsbet ve menfî tenkit olduğunu söylüyorlar. Tenkit konusunu açıklar mısınız?”
Tenkit, kendimizi, başkasını veya bir işi eleştirmek; davranışın veya işin hatâlı, hatâsız ve kâmil yanlarını muhataba bildirmekten ibârettir. İçindeki ilâve unsurlara göre kıymet almaktadır. Meselâ tenkidin üslûbu yanında, içinde kendini övme, muhatabı yerme, yargılama, hattâ yargısız infâz, hattâ kınama unsurları taşıyıp taşımadığı durumlarına göre müsbet veya menfi olduğuna hükmetmekteyiz. Her beşerî kavram gibi tenkidin de niyete ve yaklaşıma bağlı olarak müsbet olanı ve menfî olanı elbette vardır. Müsbet tenkitte yıkmak değil yapmak, bozmak değil tamir etmek, eksik bulmak değil eksikliği gidermek söz konusudur. Bunda insaf, merhamet, iz’an, akıl, yapıcı olmak ve iyi niyet hâkimdir. Müsbet tenkîde hepimiz her zaman muhtâcız. Çünkü hatâlarımızı görmemize yarar. Hattâ kendimize karşı yöneltilen tenkitleri haksız ve insafsız da bulsak, müsbet saymamız ve tenkit sahibine gücenmememiz, bir olgunluktur ve fazilettir. Bedîüzzaman Hazretleri, bir müdürün kendisi gıyâbında insafsızca, tezyifkârâne ve hakâretli sözler söylediğini işitince, şöyle diyor: “Nefsime dedim: Eğer onun tahkîri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan râzı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemiş ise beni riyâdan ve riyânın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musâlaha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil; belki memnun olmak lâzım gelir.”1 Menfî tenkit, içindeki niyete bağlı olarak yıkıcılıktır, bozgunculuktur, tahriptir ve eksik bulma gayretinden başka bir şey değildir. Bunda hak değil, insafsızlık; akıl ve iz’an değil, nefis ve hevâ; yapıcı olmak ve iyi niyet değil, yıkmak ve tahrip etmek hâkimdir. Ancak tenkidin şeklinden veya dozundan haklı mı, haksız mı veya yapıcı mı, yıkıcı mı olduğunu anlamak çoğu zaman pek mümkün olmaz. Çünkü muhatabımız haklı bir tenkidi çok sert bir üslûp içinde bize yansıtıyor da olabilir. Üslûbunun sertliğinden hareketle, tenkidinin yıkıcı olduğunu söylemek gerçekçi olmaz. Tenkit konusunda genel geçer kuralımız şudur: Bize yöneltilen tenkitleri, üslûp ne kadar şiddetli, kırıcı ve yıkıcı da olsa, haklı ve yapıcı saymalı ve tenkid ışığında kendimizi bir kez daha değerlendirmeli; karşı tarafa gücenmemeliyiz. Ancak biz başkasını tenkit ederken, mutlak sûrette haktan, insaftan, yumuşak ve tatlı sözden ve iltifattan ayrılmamalı, muhatabı kırıcı ve incitici olmamalıyız. Bilhassa muhatabımız ehl-i îman ise, kalbini rencîde etmemeye gayret sarf etmeliyiz. Üstad Hazretleri; ihlâs, uhuvvet, “fenâ fi’l-ihvân” ve muhabbet sırlarına uygun bulmadığı menfî tenkidin, kardeşler arasına girmesine bundan dolayı râzı olmuyor ve izin vermiyor.2 Çünkü her şeyin bütün çıplaklığı ve netliği ile ebediyete intikal ettiği şu dünya hayatında esas olan uhuvveti tesis etmektir. Uhuvvetle berâber muhabbeti, sevgiyi ve kardeşliği ‘fenâ fi’l-ihvân’ ölçüsünde kurmaktır asıl zor olan ve ihtiyacımız olan. Bu kurulursa herkese kendi hatâsını görme hakkı, yetkisi ve fırsatı verilmiş olur. Kişinin kendi hatâsını görmesi ve kendini yargılaması, hiç şüphesiz gıpta edilecek bir olgunluktur. Bu olgunluğun yeşerdiği alan ise, tefânî sırrının yaşandığı alandır. Gereksiz tenkitlerle bu alan rencîde edilmemelidir.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 67. 2- Lem’alar, s.164. 12.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Vesveseden kurtulmanın çaresi |
Şeytanın vesvese/mesaj ve dürtüleri baştan sona yalan, aldatma, sefahet ve rezalettir. Aslında, şeytanın yaptırım gücü olmadığından; vesveseleri de etkisizdir. Ancak, eğer, vesvesenin/evhamın, yâni şeytanın mesajlarının mahiyetini öğrenip vaziyet almaz, Kur’ânî tavır ve duruş belirleyemezsek şeytan bizi etkisi altına alır. Yâni, şeytanın vesvesesine/mesajlarına ehemmiyet verirsek şişer, yaygınlaşır, alışkanlık hâline gelir. Önem vermezsek, söner. Ondan korkarsak hasta eder, bağımlılık yapar. Cehâlet onu dâvet eder, ilim kovar. Tanımazsak gelir, tanırsak gider. Vesveseli/evhamlı kişi, vesvesenin kalbinden kaynaklandığını zanneder, Rabbine karşı edepsizlikte bulunduğunu düşünür, müthiş bir heyecan ve korku hisseder, İlâhî huzûrdan kaçar. Nihâyet, “Eyvah, kalbim bozulmuş!” diyerek, şeytanın oyununa gelir, ümitsizliğe düşer ve ibâdetten uzaklaşır. İşte şeytanın istediği de budur. Vesveseden rahatsız olan kimse, o vesveselerin kalbinin sözleri değil, şeytanın kalbine attığı şüpheler, hayaller olduğunu anlamalıdır. Vesveseden ürküp telâşa, korkuya ve huzûrdan kaçmaya gerek yok. Çünkü hatıra gelen şeyler, hüküm değil; bir takım tahayyüllerdir, yani hayallerdir. Mantıkça tahayyül (hayal etmek), hüküm değildir. Şeytan, küfrü hayal etmeyi, tasdikle karıştırır.1 Vesvesenin zararı; zarar verdiğini düşünmek, kalben ıztıraba düşmektir. Çünkü insan, aslı, hükmü olmayan bir hayâli, gerçek diye tevehhüm edip düşünerek, kendisini tehlikeye atar. Zarar zanneder, zarara düşer. Çünkü, “neyi nasıl zanneder, düşünür, ister, arzular, şartlandırırsak” kendimizi öyle motive ederiz. Zaten şeytanın istediği de budur. İrâdemiz dışında oluşan kötü, çirkin hayaller şeytanın da dürtüsüyle kalbimizin aynasına atılırlar. Ancak zararsızdırlar. Aynadaki yılan, akrep görüntüsünün sokmaması, zehirlememesi; aynadaki ateşin yakmaması; yine murdar şeylerin aynadaki görüntüsünün bulaşmaması gibi. Küfrü (kötüyü, çirkini) hayâl etmek de, küfür değildir.2 Evet, kalp aynamıza şeytanın attığı kirlilikler, zehirler bize zarar vermez. Evham/vesveseyi engellemenin gücümüzü aştığını bilmemiz gerekir. Meselâ, hükûmet; asayiş/emniyet işleriyle görevli memurlarına, “Şu yolda durun, hiç kimseyi geçirmeyin” diye talimât verir... Polis veya bekçi; insan, hayvan ve vasıtalara engel olur, geçirmezler. Fakat, üstten sinekler, kelebelekler, kuşlar, uçaklar geçse, “Niye bunları geçirdiniz, engelleyemediniz!” diye mes’ul tutmaz. Şeytanın da kalbimize attığı vesveseler böyledir. Hayaller, evhamlar oradan geçebilir. Ancak, “kalbin ve aklın kabul ettiği hükümler” geçmemeli. Tehlike saçan onlardır.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 78. 2- Sözler, s. 249. 12.02.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Halil USLU |
|
Kirli hava hafızayı zayıflatıyor |
Beyin ağırlık olarak vücudun yüzde 2’sine sahip olduğu halde, yapılan tesbitlere göre, vücuda giren oksijenin yüzde 20’sini, şekerin ise büyük bölümünü tek başına tüketir. Oksijen oranı, büyük şehirlerde yüzde 18-19’a düşer. Normal ortamda yüzde 20-21’dir. Bu şartlarda beyni korumak için ilk yapmamız gereken, bol oksijenli hayata önem vermektir. Çevre kirliliği hafıza zayıflamasının ilk sorumlularındandır. Temiz hava beyin sağlığı için en önemli şarttır. Haftada en az bir gün kıra çıkmalı ve kırlarda yürümelidir. Türkiye’de her yıl yapı sayısının sür'atle artması ve beton yığınlarının çoğalması, bazı yerlerde dengesiz ve programsız yerleşimlerin husûle gelmesi, kömür ve doğalgaz kullanımı neticesi ve şehir içi sayısız binek vasıtalarının çıkardığı zehirli gazlar içinde yaşanan bir insanlık âleminin nasıl temiz havaya muhtaç olduğu daha da aşikârdır. Bu itibarla; ferdî ve toplu kır gezileri devamlı yapılmalıdır. Bilhassa kaloriferli ve PVC ile kapalı evlerin pencereleri mutlaka her gün devamlı açılmalıdır. Çevre Bakanlığı’na, belediyelere, cami imamlarına ve muhtarlara çok büyük sorumluluk düşmektedir. Kaçak yakıtlar, kalitesiz kömür vs.’ler... Yazılı ve görsel basında bu hususta devamlı yazı ve programlar ile milletimiz ve insanlık uyarılmalıdır. Doktorların da daima tavsiye ettikleri yürüyüş doğrudur. Çünkü insanlık tarihine baktığımızda, peygamberlerin hayatı hep yürüyüşle dolu, velilerin de hayatları hep öyle. Şimdi yürümenin adı spor olmuş; hâlbuki hem yürümeli, hem de hizmet etmeli. Maddî ve manevî şifa kaynağı budur. Diğer bir mânâda “Allah için ve hayırlı işlerde bugün ayağın tozlandı mı ve ne yaptın?” Belki bu soruyu insanın kendisine sorması lâzımdır. Elbette temiz havada yürümelidir, fakat nerede yürümelidir? Kirli havaların hâkim olduğu şehir merkezlerinden ziyade, sıhhat bulmak için şehir dışı tepe, dağ ve yaylalarda ve geniş ovalarda yürümeli, koşmalı ve hatta yaz-kış demeden sabah ve akşam piknikleri yapmalıdır. Herkes kendi çevresini araştırsın, acaba kaç kişi bu tarzı benimsemekte ve tembellikten kurtulmaktadır? Önemli bir nokta da şudur: İlim dünyası da, insan bedenindeki elektrik akımının toprağa geçmesinin faydasını kabul etmektedir. Yeni çıkan bir çok ayakkabıdaki taban malzemesi, bu akımın toprağa geçmesini önlemektedir. Bu itibarla kundura alanlar, bu hususu imalatçılardan sorup öğrenmelidirler. Ayakkabı fuarlarında bunlar anlatılmakta ve gösterilmektedir. Büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Hazretlerinin yanında hizmet veren yakın talebelerinden merhum Tahiri Mutlu’nun bize anlattıkları: “Hz. Üstad sobayı yakar, hava şiddetli soğuk da olsa, soba yanarken pencereleri açar ve günde en az bir iki saat kaldığı odayı havalandırırdı. Kır gezisi onun vazgeçilmez prensipleriydi. Günde mutlaka 2 saat çevreye çıkar, dağ ve tepelere yürürdü. Yaşlı olmasına rağmen onun yürüyüşüne yetişemez ve dayanamazdık. Son dönemlerinde ise arabayla şehir ve ilçe dışına çıkar, oralarda temiz havayı teneffüs ederdi.” Ayrıca, insanlar yel değirmenleri ile havayı ve rüzgârı yakalayıp istifade etmektedirler. Büyük çaptaki yel değirmenlerinin birçok avantajı vardır. Herhangi bir kirlenmeye yol açmazlar, fazla gürültü çıkarmazlar. Bu sebeplerden, bu cins büyük sistemli yel değirmenleri Avrupa’nın birçok ülkesinde ve ABD gibi ülkelerde kullanılmaktadır. Küçük çaptaki rüzgâr güç sistemleri, elektrik ve mekanik güç sağlamak bakımından ekonomik önem taşır. 6 kilowattlık bir rüzgâr jeneratörü, ortalama rüzgâr hızının saatte 16 km olduğu kabul edilirse, ayda 325 KW elektrik üretebilir. Özetle hem yürüyeceğiz hem de o havadan her şekli ile istifade edeceğiz. Beşer olarak, vatan olarak.. “Kimin ayakları Allah yolunda tozlanırsa, Allah onu cehennem ateşine haram kılar.”1
Dipnot:
1- Camiü’s-sağir: 6:76, Hadis no: 8486. 12.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Said HAFIZOĞLU |
|
Kurtların arasındaki kuzu |
Söylenen sözle sergilenen tavır arasında tamamen zıtlıkların oluşabildiği zamanları yaşıyoruz. Sadece şu yaşadığımız asra özel bir durum olmadığını anlamak zor değil; insan ile beraber varolagelmiş fakat şüphesiz insaniyete yakışmayan bir durum bu. Her ne kadar, ilk bakışta, dildeki sözle davranış arasındaki tutarsızlığın ortaya çıkardığı bir durum ve bu durumun vicdanı rahatsız etmesi gibi görünse de, perde arkasında esas 'ayarıbozulmuş' olan şeyin adalet terazisi olduğu anlaşılıyor. ***
İsa (Aleyhisselâm) dendiğinde, şahsen, aklıma ilk gelen mânâlar genelde cemâlî yönü ağır basan mânâlardır. Hepsini anlayarak okumamış olsam da, İncil’de de (Yeni Ahit) cemâlî mânâların ağır bastığını söyleyebilirim. Her ne kadar, belli bir dönemden sonra, pazarlama usûlleriyle tanıtımı yapılan İncil, İsa (as) ve Hıristiyanlık aynı tarzda sunulsa da, İncil'den—bilebildiğim kadarı—ve İsa’dan (as) farklı olarak Hıristiyanlık denilince aynı mânâlar hatırıma gelmiyor. Bunda tarihsel bazı olayların etkisi olsa gerek. İncil kuşağı (Bible belt) diye tabir edilen bir bölgede yaşarken, sosyal hayatın bu denli dinden etkilendiği—en azından kullanılan tâbir onu belirtiyor—bir alanda, taassubun ne denli etkili olduğunu görebiliyorsunuz. Çok değişik dinlerden ve kültürlerden insanlarla tanışma ve kaynaşma şansı bulan Kuzey eyaletlere nisbeten, Güney (Bible belt) eyaletlerde 'düşmanı' tanımamanın verdiği cahil cesareti, bazılarını öyle bir hale sokmuş ki, biraz önce bahsettiğim 'cemâlî yön'ün esamesi okunmuyor. Tabiî burada düşman derken neyi kastettiğimi anlıyorsunuzdur. İnsan yerine konulmayan, aşağılanan Müslümanları kastediyorum. Öyle bir durum yaşanıyor ki şu 'modern' ülke medyasında, ‘insana hayvan muamelesi nasıl yapılır'ın dersini toplu olarak veriyorlar. Kimisi biraz daha liberal takılıyor, kimisi muhafazakâr, kimisi bağımsız fakat ortak noktaları—genellikle—Müslümanları insan yerine koymamak. Özellikle askerî birlikler bulundurdukları ülkelerden yayınlarına aktardıkları görüntü, haber ve yorumlarla, 300 milyon Amerikalı’nın beyinlerini yıkamakla meşguller. Ne ile karşılaştıklarını bilmedikleri gibi öğrenmeye de niyetleri olmayanları konu haricinde tutarsak, İslâmın mazlûm insanlar nezdinde—ki Amerika’nın yarısı böyle diyebiliriz—ilgi gördüğü aşikâr bir biçimde görülüyor. Yani çok enteresan bir şekilde Müslümanların mazlûmiyetinde İslâm zaferlere koşuyor. İşte İslâma iradesi ile gönül kalesinin kapılarını açıp, aslına dönen mühtedilerden olan Abdullah'la telefonda konuştuktan sonra bunları düşündüm. Gecenin geç saatinde beni aramış, hâl hatır sorduktan sonra sesi titremeye başlamış ve hıçkırıklara boğulmuştu. Ne olduğunu anlayamamıştım. Annesine mi, hanımına mı, yoksa çocuğuna mı birşey olmuştu? Birazdan sebebini anlayınca ne diyeceğimi bilemedim. Karşımda, kurtların tacizine uğrayan bir kuzunun yaralı bir hâli vardı sanki. Küçük çocuklarının babasına meyletmemesi için çaba gösteren bir aile. Küçük Yahya’yı babası ile beraber namaz 'oyunu' oynarken görünce böyle bir tavır almışlardı. Müslüman arkadaşlarıyla beraber olduğu vakitlerde sürekli taciz edilmiş, iman derslerinden istifadesine mümkün olduğunca engel olunmaya çalışılmıştı. Birisi annesi, diğeri de çocuğunun annesi. Hakikati bilmiyorlardı. Fakat araştırma gereği de duymuyorlardı. Abdullah'ın alkolü, uyuşturucuyu ve sigarayı bırakması takdirle karşılanmış; fakat bunun sebebi olan, Yaradanını sevme ve ona kul olmaya çalışma gözlerden uzak tutulmaya çalışılmıştı. İnsaniyet hesabına birşeylerin temelden sarsıldığını gösteren bu durum karşısında ne söyleyebilirsiniz? Amerikan medyasının bu tavırlarda büyük etkisi olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Fakat insan olan insan, anlayış bekleyen birisine bu kadar zulmetmez, kulak verir dinler ve anlamaya çalışır. *** Bütün kiliselerinin önlerinde “İsa’nın (as) bizleri sevdiği, Hıristiyanlığın sevgi dini olduğu” yazısı eksik olmayan bir kültürden ve her Pazar günü o kiliselerde vaaz dinleyen bir ailenin tavrından bahsetmeye çalıştım. “Söylem”le “eylem” derken de bunu kastetmiştim. Herkese sevgi, saygı ve hoşgörü—Budizm, Hinduizm vs. dahil— fakat İslâmı yaşayanlara hayır! Şüphesiz bu durumlardan hakikat dersleri çıkarmak mümkün. Ağızdan çıkan sözle fiilin örtüşmesi, insan olan bir insan için ne kadar önemli olduğunu Kur'ân talebeleri iyi bilir. Son olarak, Abdullah'ın bu olanlar karşısındaki duruşu beni hem çok şükrettirdi, hem de bir çok şeyi düşünmeme vesile oldu… 12.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
En büyük ders, en büyük tokat |
Bütün işlerimizde olduğu gibi, ahirete dair işlerimizde de kendimizi, nefsimizi ve enaniyetimizi doğru olan, hakikat olan işleri yapmakta ve onlara yönelmekte zorlamamız, gayrete getirmemiz gerekmektedir. Amellerimiz bizim ayinemiz olduğuna göre, aynamız yalnız bu dünya ahvalini ve işlerini göstermemelidir. Aynamızda ahirete dair ve ahiretle direkt alâkalı net ve gerçek fiil manzaraları ve halleri muhakkak olmalı... Çevremizi saran dünyalık fikir çemberlerini aralayarak o fikirlere dahi ahiretin varlığını ve lüzumunu ihsas etmeliyiz. En azından bu yolda bir gayret ve azimetin içinde olmalıyız. Herkesin vurdumduymazlığı herkesle bağlı kalmalı, umuma bir düstur gibi sirayet etmemelidir. Kendi gayretlerimizle başaracağımız işler evvelâ nefsimizi alâkadar ettiği için, önce bu alanda olmalıdır. Nefis mücadelesinin başkalarına kıyasla olmayacağını evvelâ kendimiz bilmeli ve nefsin hoşuna gitmeyen en küçük bir işte dahi Allah için muvaffak olma gayretinde olmalıyız... En çok ses boş kaplardan çıkar... Bizi başkaları dolduramaz... Doldursa bile malâyaniyat ve nefsî fikirlerden hali olamaz. Gayret okumada, öğrenmede, araştırmada ve kendimizi yetiştirmede olmalıdır. Bizim açımızdan ve âlem açısından bundan daha büyük başarılacak bir iş ve fiil olamaz... Nefsin yerlerde süründüğü bir ortamda, doğru ve güzel ameller, fikirler daima yükseklerin yükseğindedir... Ve bizi yükselten mertebededir... Biz kendimizin savcısı ve hakimi olursak, nefis ve enaniyetimiz de bizim mahkûmumuz ve esirimiz, kulumuz ve kölemiz olur... Kısaca üstüne bindiğimiz bir nefis ve enaniyet bizi başarıya ulaştırır. Üstümüze binen ve her türlü arzusunu bize taşıttıran nefis ve enaniyetin biz esiri oluruz ve hamalı sayılırız...Yeter ki Allah için O’nun yolunda başarmak arzusuna ve cehdine daima sahip olalım... Kur’ân'ı, hadisleri, tefsirleri ve hadis şerhlerini okumak, kendimizi ve nefsimizi alt etmek, onu yenmek için okumak, bizlerin birinci gayesi olmalıdır. Başkalarının ağzından ve başkalarının anlamasından neyi ne kadar anlayacağımızı herkes kendisine göre az çok kestirebilir, tahmin edebilir. Bir bakıma basamakları çatı mesabesine çıkarmamalıyız. Yeter ki temel bizden olsun, duvarda gelir, çatıda imdada yetişir. Bismillah deyip okuma ve öğrenme temellerine hemen kendi elimizle ilk ve kıymetli harcı koyabilmeliyiz... Bu yolda, okuma ve öğrenme yolunda, başkalarının bir mertebe ve mesafe aldırdıkları, başkaları bitince bitiverirler... Elbette ki muavenet, yardım, ama ilânihaye değil. Kendi ayakları üzerinde duramayan okumalar, öğrenmeler, ameller ve fiiller daima nefis ve şeytanın oyuncağı olmak durumundadırlar... Sözün kısası; biz eğer nefis ve şeytanı alt edecek, mağlûp ve perişan edeceksek, evvelâ biz Kur’ân ve iman noktalarından var olmalıyız. Diri ve ayakta olmalıyız... Yoksa ölü ve varlığı olmayanların ne ahiret, ne de dünya hesabına bir başarı kazanmaları mümkün olmayacaktır. Nefsimize ve şeytanımıza en büyük ders ve tokat Rabbimizin yolunda, sabırla istemek, işlemek ve emniyetle ilerlemektedir. Bu niyet ve amellerimizi Allah bizlere kolaylaştırsın ve yerine getirttirsin inşaallah... 12.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Unutma, unutturma! |
Bir an için Türkiye’yi yönetmeye talip olan kadroların seçim meydanlarında verdikleri sözleri yerine getirdiğini bir düşünün. Bu vaadler yerine getirilmiş olsa; değil 10 yılda, 5 yılda bile ‘en gelişmiş 10 ülke’ arasına girmemiz mümkün olur. İnsanoğlu ‘unutma hastalığı’ ile karşı karşıya olduğu için, siyasetçilerin vaadleri de kısa sürede unutuluyor. Oysa seçim sonuçları bir bakıma meydanlarda dile getirilen vaadlere göre şekilleniyor. Elbette uygulanması mümkün olmayan vaadleri dile getirenler sadece istihza ile karşılanıyor, ama mümkün olan vaadlerin seçimlerin sonucunu etkilediği de bir gerçek. Bir bakıma ‘lüzumsuz konular’ı tartışmamız sebebiyle temel meseleler unutuluyor. Siyasetçilerin birbiriyle giriştikleri ağız dalaşına bakın. Muhalefet ederken bile temel konular akla gelmiyor. Her halde ‘öfke baldan daha tatlı’ olduğu için! Bakınız; ikinci defa tek başına iktidara gelen hükümet, gerek seçim meydanlarında ve gerekse hükümet programlarında onlarca belki de yüzlerce vaad sıralamıştı. Hatta bu vaadler ‘Acil eylem planı’ adı altında bir araya getirilmişti. Tamamını bir yana bıraksak bile, acaba eğitim noktasında sıralanan bu vaadlerin kaçı hayata geçirilebildi? Elbette ‘bedava kitap’ gibi bazı vaadler yerine getirildi, ama asıl halledilmesi gereken konular hep ertelendi, ötelendi, unutuldu ya da unutturuldu. Gündemden çıkmaması gereken en önemli vaad, başörtüsü yasağının sona ermesi noktasındaki sözlerdi. Ayrıca, YÖK konusu da çok önemliydi. Ancak bu vaadlerin gereği yapılamadı. Tamam, diyelim ki hükümet bu vaadleri unuttu, peki muhalefet partileri niçin bu vaadlerin yerine getirilmesi için ısrarcı olmadı? Herkes biliyor ki Türkiye’de bir muhalefet problemi var. En başta ‘ana muhalefet’ partisi iktidar olma ihtimalini akla getirmiyor. Dolayısıyla da problemlere çözüm sunma, hükümeti vaadleri noktasında zorlama gibi bir derdi yok. Peki, iktidar olmaya aday demokratlar niçin bu konuda ilgisiz kalıyorlar? Her defasında hatırlatmaya çalışıyoruz ki, etkili ve sonuç alıcı muhafelet; iktidarın hak, hukuk, adalet, özgürlük, AB üyeliği, demokratikleşme gibi noktalarda sebep olduğu ihmallerini gündeme getirerek mümkün olur. Yoksa “Ben iktidara gelirsem daha fazla maaş vereceğim” gibi bir tavır inandırıcı olmaz. Herkesin aklına, “Parayı nereden bulup da vereceksin?” sorusu gelir ve bunu izah ve ispat etmek kolay olmaz. Onun yerine, ‘para’ gerektirmeyen, ama insanların takdirini kazanan adımlar atmak mümkün. Meselâ, “Ben iktidara gelirsem ‘kamusal alan’da başörtüsü yasağı olmayacak, yasağı sona erdireceğim” demenin ‘para’ ile bir ilgisi var mı? Ya da, “Bize destek verin ki, daha fazla hak ve daha fazla hürriyetimiz olsun” demeye maddî imkânsızlık engel olur mu? Türkiye’nin geleceği “daha fazla hak ve daha fazla hürriyet” olarak özetlenebilecek adımların atılmasındadır. İktidara aday demokrat muhalefetin yapması gereken de bu noktalara vurgu yapmak olmalıdır. Hükümetin bu noktalarda verdiği sözleri yerine getirmemiş olması muhalefet partileri için ‘avantaj’ sayılabilir. Verilen güzel sözlerin unutulmasını değil, tutulmasını ve yerine getirilmesini isteyelim. Hep birlikte! 12.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Hükûmet’ten YÖK’e, YÖK’ten yine Danıştay’a havale… |
Hükümet, “katsayı” haksızlığında “gerekçe” gösterilen Yükseköğretim Kanunu’nun 45. maddesini değiştireceğine, hâlâ Danıştay’ı “şikâyet”le kamuoyunu oyalıyor. Önce “hukuku arkadan dolanmak”tan bahseden ve “yedek plânları”nın bulunduğunu belirten YÖK Başkanı, yeniden “yürütmenin durdurulması kararına itiraz edeceklerini” tekrarlıyor. “Öğrencilerin meraklanmasına ve endişelenmesine gerek yok” diye umut pompalıyor; lâkin çözüme dair hiçbir belirgin beyânda bulunamıyor. Peşinden toplanan YÖK Üst Kurulu, yeniden Danıştay’a itiraz edilmesini ve sınav tarihinin değişmeyeceğini kararlaştırıyor. YÖK Başkanvekili, “Danıştay kararının, meselenin teknik boyutunun tam olarak anlaşılamamasından kaynaklandığını zannediyoruz” deyip, Danıştay Dava İdâreleri Kurulu’nda haklılıklarının tesbit edileceğine inandıklarını açıklıyor. Millî Eğitim Bakanı ise “bir hukukçu olarak” “YÖK, kaynağını kuruluş yasasından alan bir yetkiyi kullanmıştır” değerlendirmesiyle kalıyor. Danıştay’ın katsayı kararının yürütmesini iki kez durdurmasının, sınava girecek öğrenciler üzerinde olumsuz etki yaptığını belirten Bakan, “Meclis’e gelirken bir polis memuru önümü kesti ve ‘iki çocuğum var ikisi de meslek okulunda okuyor ve akşam eve gittiğimde ikisi de ağlıyordu’ üzüntüsünü naklediyor. Devamında “İlk karardan beri ortalama her gün bine yakın çocuklardan ve gençlerden şahsi mail geliyor” tepkisini iletmekle iktifa ediyor. “Olumsuz yansımaları” aktarmakla ve “mağduriyet”ten yakınmakla yetiniyor…
YASAL DÜZENLEME GEREKİYOR… İşin ilginç tarafı, daha önce “Gerekirse bu hususta yasal düzenleme yaparız” diyen Bakan’ın, “Şu an yürürlükteki mevzuatın yeterli olduğunu” söyleyip “yasal düzenleme”den kaçınması. Danıştay’ın açıkça “gerekçe” gösterdiği, 28 Şubat postmodern darbesi sürecinde,1999’da sınav sistemine sokuşturulan, 12 Eylül ihtilâli ürünü 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 45. maddesindeki “meslek liseleri mezunlarının üniversiteye giriş başarı notlarının ayrıca tesbit edilip bir katsayı ile çarpılması” kaydını gözardı etmesi… Belli ki Millî Eğitim Bakanı da tıpkı Başbakan gibi topu taca atıyor, “yasa”ya yanaşmıyor; çözümü YÖK’e bırakıyor… Gelinen safhada, Danıştay’ın meslek okullarına yönelik “katsayı haksızlığı”na gerekçe gösterdiği yasayı değiştirmek için MHP değişiklik teklifi hazırlıyor. Ancak “yasal engel”i YÖK’ün yönetmeliğine ihâle eden siyasî iktidarda hâlâ bir hareket yok… Neticede hükûmet meseleyi YÖK’e, YÖK ise yine Danıştay’a havale etmekte. Daha önce yetkililerin ağzından alfabedeki harfleri sıralayıp en az yarım düzine “alternatif plân”dan dem vuran YÖK, “yeni formül” üzerinde çalışmak için “katsayı”yı katı bir şekilde savunan Danıştay’a yapacağı itirazın sonucunu bekliyor.
DEMOKRATİK EĞİTİM HAKKI… Bu arada sadece meslek okulları “katsayı” gibi kayıtlarla tasfiye edilmiyor. Türkiye’nin uymayı taahhüd etiği AB müktesebatına ilişkin “ulusal program”da ve “katılım ortaklığı belgesi”nde “demokratik eğitim” ve “din eğitimi ve öğretimi”ne dair verilen sözler de tutulmuş değil. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) Ek 1. Protokolü 2. maddesindeki “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, ebeveynlerin çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” esası yerine getirilmemiş. Yine “hiçbir surette devlete, hak ve özgürlüklerin yok edilmesi veya sınırlandırması hakkını vermeyen” AİHS’in 17. maddesinde teminat altına alınan, vatandaşların düşünce, vicdan, din, inanç ve ibadet özgürlükleriyle dinlerini öğrenme ve yaşama hakkı sağlanmamış. “Dinî bir vecîbe olduğu” devletin din işlerinde yetkili anayasal kuruluşu olan Diyanet’in fetva kararlarıyla sabit olan başörtüsünü yasaklayan yasadışı yasak ve yine Diyanet’e bağlı camilerde ve Kur’ân kurslarındaki Kur’ân öğreniminin önüne konulan “yaş yasağı” sürüyor… Neticede hak ve hürriyetlerle ilgili konular iktidarın elinde kalıyor. AKP hükûmeti, el attığı demokratik eğitim hakkını, özellikle din eğitimi ve öğretimine dair düzenlemeleri başaramıyor; demokratik irâde zafiyetiyle yüzüne gözüne bulaştırarak işin içinden çıkılmaz hale sokuyor… “Katsayı” kördüğümünde olduğu gibi… 12.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Magazinleştirmek... |
Tam bir kördüğüm. Danıştay ikinci defa YÖK’ün üniversiteye girişte uygulanacak katsayı kararının yürütmesini durdurdu. Sınava girecek yüz binlerce öğrenci ne olacağını bilmeden bir bekleyiş içine girdi. 28 Şubat sürecinin ürünü olan katsayı adaletsizliğinin 10 yıl aradan sonra sona erme ihtimali öğrencileri sevindirmişti. YÖK’ün geçen yıl Temmuz ayında aldığı kararla, 2010’dan itibaren bütün öğrencilerin katsayıları 0.15’le çarpılacaktı. 1999’dan bu yana meslek lisesi mezunları kendi alanlarından başka bölümleri tercih ettiklerinde katsayıları 0.3’le, diğer liselerde okuyanların katsayıları ise 0.8’le çarpılıyordu. Bu da büyük bir haksızlığı beraberinde getiriyordu. ÖSS sınavında dereceye girmesine rağmen istediği okula yerleşememe gibi bir garabet durumunun yaşandığı sistemin değişmesi bir haksızlığın sona ermesi olarak değerlendirilmişti. Ancak, üzerine vazife olmayan İstanbul Barosu’nun başvurusunu değerlendiren Danıştay sınav takviminin başlamasına günler kala aldığı kararla tam da Kurban Bayramı öncesi büyük bir karışıklığa sebep olmuştu. Danıştay 8. Dairesi, 2005 yılında “düşük katsayının iptali” dâvâsında “Üniversiteye girişte MEB ve YÖK yetkilidir” kararını vermesine rağmen, bunu görmezden gelip çelişkili bir karar vermesi o zaman çokça eleştirilmiş, ama değişen bir şey olmamıştı. Bunun üzerine YÖK yeni bir düzenleme getirmiş, katsayı farkını azaltan ikinci bir karar almıştı. Kimseyi pek tatmin etmese de haksızlığı aza indirdiği için (0.13-0.15 aralığında katsayı belirlenmişti) kabul edilmek durumunda kalınmıştı. İstanbul Barosu “büyük görev” gördüğü konuyu yine dâvâ konusu yaptı. Danıştay 8. Dairesi de bir defa daha yürütmeyi durdurdu. Danıştay bu kararıyla az farklı da olsa yeni bir düzenlemeyi kabul etmeyeceğini ortaya koymuş oldu (!) Gelinen aşamada tepkiler çığ gibi büyürken, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tepkisi en dikkat çekiciydi. “Başbakan imam hatip mezunu olduğu için mi bunları yapıyorsunuz? Çirkin bir şey. Böyle bir yaklaşım olmaz. Bunun ne evrensel hukuk değerleriyle, ne çağdaş normlarla örtüşen bir yanı vardır. Bu, akla da, mantığa da, vicdana da aykırıdır. Bu, her şeyden önce bu ülkeye, bu millete, bu milletin evlâtlarına haksızlıktır” demesi hem bir ülkenin başbakanının meseleye yaklaşımını hem de “çaresizliğini” gösteriyordu. Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun da “Buraya gelirken, Meclisteki polis memuru önümü kesti ve ‘2 çocuğum var ikisi de meslek okulunda okuyor ve akşam eve gittiğimde ikisi de ağlıyordu' dedi. Bana ilk karardan beri ortalama her gün bine yakın şahsî mail geliyor” demesi de “çaresizliği”nin başka bir göstergesi. Millî Eğitim Komisyonu Başkanı ve YÖK eski Başkanı Mehmet Sağlam’ın dediği gibi, “1981’den 1998’e kadar, 17 sene Danıştay’ın telâfisi imkânsız şeyler getireceğini savunduğu sistem uygulandı. Kimsenin de itirazı olmadı. 28 Şubat’ın etkisiyle o zamanın YÖK’ü bir karar aldı, orta öğretim başarı puanı değerlendirmesinde katsayı çarpımını değiştirdi. Bu da yaklaşık 20 puanlık bir farka yol açıyordu.” Yani 17 sene yanlış mı uygulanmış oluyor? Peki bütün bunları aşmak için şu aşamada ne yapmak lâzım. YÖK önümüzdeki Pazartesi günü karara itiraz edecek. Kararın değişmesi zor görünüyor. YÖK Başkanı daha önce “E’ye kadar planlarımız var” demişti. Önümüzdeki hafta toplanacak YÖK Genel Kurulu’nda bu formüllerden hangisi çıkacak? Çıkacak formül yine Danıştay’dan geri döner mi? İmtihanlara az bir zaman kala yeni formül de iptal edilirse, değerlendirme neye göre yapılacak? Danıştay eskiye dönüşü mü kabul eder? Ya da hangi aralığı kabul eder? Bütün bu sorular cevap bekliyor. Yani, neresinden bakarsanız bakın tam bir karışıklık hâkim. Asıl soru şu: Nerede kaldı eğitimde fırsat eşitliği, nerede kaldı eğitim özgürlüğü?
ZITLAŞMADA MAĞDUR OLANLAR… Danıştay ile YÖK arasındaki bu zıtlaşma devam ederken asıl mağdur olan öğrencilerin durumuna gelince… Öğrenciler katsayı konusunda yaşanan gelişmeler karşısında şaşkınlık içinde. Öğrenciler sınavın ne zaman ve nasıl yapılacağını bilmiyor. Katsayının kalktığını düşündükleri için de dershanelere gidip iki ay sonra yapılacak imtihana hazırlanırken, şimdi bir mağduriyetle karşı karşıya kaldılar. Bütün dikkatlerini üniversite imtihanına vermişken Danıştay tarafından katsayı kararının ikinci defa durdurulmasıyla öğrencilerin moralleri bozuldu, motivasyonlarını kaybettiler. Peki bunun hesabını kim verecek? Öğrenciler şimdi imtihanda hangi şartlarda yarıştıklarını bilmeden nasıl motive olabilirler? İmtihan tarihinin değişmesine yol açacak bu gelişme de önümüzdeki yıl üniversitelerin daha geç açılmasına da sebep olabilecek. Bu da işin başka bir yönü. Öğrenciler diyor ki, “Katsayılar eşit olsun, katsayı olmasın, aynı sınava girdiğimize göre, kim ne kadar puan alıyorsa, onun karşılığı olan üniversiteye girebilsin.” Peki bu niye çok görülüyor? Niçin halledilemiyor? Bir sene içinde bu meseleyi halledeceğini söyleyenler şimdi neredeler? Bu aşamada kanun değişikliğinin de çare olmayacağı ortada. Çünkü hem kanunun Anayasa Mahkemesine gitmesi kesin, hem de bu döneme yetişmesi imkânsız. Son yıllarda hangi karar alınsa yüksek mahkemelerden ya dönüyor, ya da yürütmesi durduruluyor. Bu yüzden Türkiye’yi sıkışıklıktan kurtaracak tek yolun 12 Eylül ihtilâli ürünü olan anayasanın kökten değiştirmesinde yattığı ortaya çıkıyor. Köklü çözüm de bu olur… 12.02.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Cumhurbaşkanı Gül Bangladeş’e geçerken |
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve beraberindekiler bugün Hindistan ziyaretini tamamlayıp, Bangladeş’e geçiyorlar. Bangladeş’le dostluğumuz, 1974 yılında ülkenin bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden birisi olmamızla başlıyor. Aslında Bangladeş’in kuruluşu hüzünlü bir hikâye. 1947 yılında Hindistan’ı terk etmek zorunda kalan İngilizler arkalarında birbirine düşmüş milyonlar bıraktılar. Müslümanlar, Hindular ve Sihler korkunç bir iç savaşa sürüklendi. Sonunda milyonlarca insan yerlerinden edilerek bölündü. Bir milyon insan bu çatışmalar ve göçlerde hayatını kaybetti. Ortaya Pakistan ve Hindistan çıktı. Ancak İngilizler’in Doğu ve Batı Pakistan’ın arasına soktuğu Hindistan topraklarıyla bölerek ektiği fitne tohumları 1971 yılında Pakistan’ın bölünerek Bangladeş’in doğumuyla sonuçlandı. O günden bu yana Bangladeş toparlanmaya, gelişmeye çalışıyor. Pirinç ve jütte dünyanın önde gelen üreticilerinden. Ancak siklonlar, musonlar ve bunların doğurduğu seller sık sık vuruyor ülkeyi. Bu yıl soğuk hava dalgasının vurduğu gibi. Asıl gelir kaynağı ise tekstil. Bangladeş’in toplam ihracatının yüzde 75’ini tekstil ürünleri oluşturuyor. Toplam 2,2 milyon kişi bu sektörde çalışıyor. Ancak küresel kriz, ihracatın gelirdeki ağırlığı nedeniyle, küresel ekonomiye bağımlılıkta üçüncü sırada yer alan Bangladeş’i kötü vurdu. 2009 yılının son üç ayında 100 tekstil fabrikası kapandı. Hızlı nüfus artışı, yolsuzluklar, işsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlikler ülkenin kalkınmasını yavaşlatmaya başladı. Yaklaşık 150 milyon nüfusuyla dünyanın yedinci büyük nüfusuna sahip Bangladeş. Bu nüfusun yalnızca yüzde 33’ü okuma yazma biliyor. Yüksek öğrenim görenlerin önemli bir kısmı beyin göçü ile ülkeyi terk ediyor. Ülkemizin uzak doğuda en çok ticaret yaptığı ülkeler arasında 14. sırayı alıyor Bangladeş. Ancak ağırlığı ithal ürünleri oluşturuyor. En çok da jüt ve jüt ürünleri ihraç ediyor, çuval yapımında kullanıyoruz. İki ülke arasında ticaret anlaşması, ekonomik ve teknik işbirliği anlaşması ve yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması anlaşması dahil olmak üzere, ticarî işbirliğini kolaylaştıracak ve güvenceye alacak tüm anlaşmalar yapılmış ve ortam oluşturulmuştur. İki ülkenin ana üretim alanlarından birisinin tekstil olması, özellikle Avrupa ve Amerika’da rekabet şartlarını doğurmakta, işbirliğini güçleştirmektedir. Bangladeş 5000’e yakın tekstil türünü Amerika ve AB ülkelerine sıfır ya da çok düşük gümrükle ihraç edebilmektedir. Bu yüzden Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyareti, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesinden çok, bu ülkeye olan desteğimizin ve aramızdaki dostluğun gösterilmesi fırsatına hizmet edecektir. Yüzde 90’ı Müslüman olan Bangladeş’le olan dostluğun gelişmesi, Afrika gibi yeni pazarlara birlikte girilmesine vesile olacak işbirliğini doğuracaktır. Umarız Hindistan gezisi kısmında olduğu gibi, Bangladeş kısmı da yapılan temaslar ve işbirliği çalışmalarından çok Cumhurbaşkanımızın Türkiye gündemine yönelik açıklamalarıyla öne çıkmaz. 12.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Gül ve gizli anayasa |
Millî Eğitim eski Bakanlarından Vehbi Dinçerler’in Millî Güvenlik Siyaset Belgesiyle ilgili olarak anlattığı, “MGK Genel Sekreterliği bir albayla gönderdi ve hemen okuyup iade etmemi istedi” bilgisini, “Okutup geri almalar olmuştur” diyen Cumhurbaşkanı Gül de doğruladı (Murat Yetkin, Radikal, 8.2.10). Nuri Elibol’un aktarımı daha net ve ayrıntılı: “Bazı dönemler anayasa gibi gösterildi. Anayasanın üzerinde görenler de oldu. Geçmişte Bakanlara bu belgeyi ‘Okuyun, ezberleyin, geri verin’ denildiği zamanlar olmuş.” (Türkiye, 8.2.10) Gül, bugünkü tartışmaları o eski dönemlere ait olanlarla irtibatlandırıyor. O zamandan bugüne belgenin birkaç defa değiştiğini ifade ediyor. Kendisinin ilk olarak Dışişleri Bakanı iken belgeyi hem okuduğunu, hem de—bunların değişmesi gerektiğini bilerek—yazdığını anlatıyor. Ve belgenin gizliğini “dış konular”a bağlayarak, bir gün bölge istikrar kazandığında gizliliğin kalkıp belgenin herkese açılabileceğini söylüyor. Bugünkü durumu ise şöyle değerlendiriyor: “On sene önceki demokratik standartlarımızla bugünkü aynı mı? Bu belge kanun da değil, anayasa da. Demokratik hukuk devletinde böyle olması mümkün değil. Yenilenirken, bugünkü realiteyi dikkate alarak yazılacağına inanıyorum.” Belgenin rehber olarak nitelenmesine dair soruya Gül’ün verdiği “Evet” cevabı da not edilmeli. Bütün bu beyanlardan çıkan netice, demokrasimizdeki gelişmeye paralel olarak bu belgeye bakışın da değiştiği. Bu değişimin, yapılacak yenilemeye aksedip etmeyeceği ise henüz belirsiz. Belgedeki güncellemenin gündeme gelmesinden sonra medyada yer alan bazı rivayetlere göre, 28 Şubat’ta bir numaralı iç tehdit olarak gösterilen irtica metinden çıkarılıp, yerine El Kaide ve Hizbullah gibi örgüt isimleri konulacakmış. Tabiî, bu iddiaların şu aşamada temennî veya zihin jimnastiği olmaktan öte bir geçerliliği yok. Peki, farz edelim ki, irtica metinden çıkarılacak olsun. Sorun çözülmüş olur mu? İç tehdit yaklaşımını “bölücülük ve aşırı sol” üzerinden devam ettirip, o kapsama dahil edilen alanlarda mağduriyetler üretmeyi sürdüren anlayış geçerliliğini koruduğu sürece, problem aşılmış olmaz. Elbette ki devlet, kendisini hedef alan illegal örgüt ve oluşumlara karşı gerekli tedbirleri almalı. Ama bunlar demokrasi ve hukuk ölçüleri içinde belirlenip öyle uygulanmalı. Güvenlik politikaları vehim ve saplantılara değil, gerçekliği tartışma götürmeyen tesbitlere dayandırılmalı. Ve illegal yapılarla mücadelede de hukuk ve adalet prensiplerine hassasiyetle riayet edilmeli. Bu bağlamda, kendi halkını düşman olarak gören anlayış kesinlikle terk, bertaraf ve tasfiye edilip, güvenli bir ortamın, ancak halkı adalet ve şefkatle kucaklayıp devlet-millet kaynaşmasını sağlayacak samimî politika ve uygulamalarla tesis edilebileceği gerçeği mutlaka nazara alınmalı. Bunlar dış tehdit yorumları için de geçerli. “Dört tarafı düşmanlarla çevrilmiş bir ülkeyiz, Türkün Türkten başka dostu yok” yaklaşımıyla hazırlanmış belgelerin, “Komşularla sıfır sorun” esasına göre belirlenen politikaların öne çıktığı günümüzde hâlâ geçerli olması düşünülebilir mi? Rusya ile dahi vizeleri kaldırmanın konuşulduğu bir ortamda, Soğuk Savaş dönemi şartlarında ve o dönemlerin zihniyetiyle yapılmış dış tehdit değerlendirmeleri ile devam edilebilir mi? Keza, yekdiğerine tehdit gözüyle bakıp, bu gerekçeyle karşılıklı silâhlanma yarışını devam ettiren ve askerî uçaklarının Ege semalarındaki “it dalaşı” sürtüşmelerine dünyanın parasını harcayan Türkiye ve Yunanistan AB üyeliği ortak paydasında buluştuklarında eski konseptlerin tümü iptal edilip çöp sepetine atılmayacak mı? Velhasıl, Millî Güvenlik Siyaset Belgelerindeki iç-dış tehdit değerlendirmelerine dayanak gösterilen temellerin çöktüğü bir süreci yaşıyoruz. Dileğimiz, bunun gereklerinin, daha fazla vakit kaybetmeden yerine getirilip hayata geçirilmesi. 12.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
28 Şubat bitti mi? |
Başarıya aç ve muhtaç bir toplum olduk çıktık. Sair kanunların askere müdahale yetkisi verdiği ve EMASYA protokolüne ihtiyaç olmadığı Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığının ortak mutabakatlarıyla ifade edilip protokol kaldırılınca; 28 Şubat’ın bittiğinden söz edenler oldu. Önce insanî temel ilkelerde anlaşmak gerekiyor. Başta 28 Şubat olmak üzere tarihimizdeki tüm darbelere karşı olmanın bir “insanî ilke” olduğunda mutabık olmamız lâzım. İnsan haysiyetini kıran, hürriyetleri kısıtlayan ve hakları gasp eden tüm darbelerin köken olarak dinsizlik, vahşet ve bedeviyete yönelik olduğunu kabul etmek istemeyenleri, tarih mütemadiyen tekdir ediyor. Gayet kapsamlı bir münafıkane hareket olan, on binlerce masumun kanı üzerine inşa edilen ve Türkiye’yi dünyaya maskara eden 12 Eylül ihtilâlinin devamı niteliğindeki 28 Şubat’ın bittiğini veya bitmekte olduğunu iddia edebilmek için, söz konusu darbelerle, milletin elinden alınan hak ve hürriyetlerin iadesi ilk şart sayılmaz mı? Hâlâ milletten özür dilememiş 12 Eylülcü siyasetçilerin de yönetiminde aktif oldukları AKP’nin 28 Şubat’ı bitireceğinden bahsetmenin mantığı nerede? 12 Eylül’ün yol açtığı hak kayıplarını ve 28 Şubat’ın temel insanî haklara getirdiği yasakları devam ettirerek sekizinci senesine giren şu hükümete hâlâ anlayışla bakıp, millete “Acele etmeyin. Herşey, her mesele hallolacak. Yasaklar kalkacak” diyen insanlar aklî muhakemede nâkıs, safderun ve cahil değillerse; ya bir rüşvet tezgâhında dünyasını kazananlardan veya milletin menfaatini istemeyenlerden başka kimler olabilir ki... 28 Şubat’ın akabinde tek başına iktidar olmuş, anayasayı değiştirebilecek çoğunluğu yakalamış, hem milletten ve hem de haricî cereyanlardan tam destek almış bir partinin temel haklarda adım atmaması zihin tutulmasına henüz yakalanmamışları düşündürmeli değil mi? Hoca Nasreddin’in fıkrasındaki gibi... Köpekler saldırıyor, fakat maalesef taşlar bağlı. Fukara, musibetzede, hak ve hürriyetlerine muhtaç ve otuz seneden beri kaoslarla yuvarlanan milletin temel ahlâkî değerlerini tahrip edenlere herşey serbest.. Avrupa’da porno kategorisine dahil edilen resim, film ve programlar, millî ekranlarımızın baş köşelerinde. RTÜK’e seçilmişlerimiz ise mevkilerini muhafaza ve taşındıkları yeni mahalleyle entegre derdindeler. Temel insanî haklarımızdan sorumlu bakanımız ise, batıda bir nevî hastalık kabul edilen “eşcinselliği” medenî bir hak konumuna yükseltme çabasında. Bin seneden beri Kur’ân’ın bayraktarlığını yapan milletin çocuklarının uğradığı mağduriyetlere ise bir türlü dönüp bakamıyor. Ve hayal kırıklığı giderek yayılıyor. Milletin gelenek ve dinini hırpalamak şimdi daha kolay. . Bekçinin kompleks ve korkuları saldırganların iştihasını kabartıyor. İktidar yoluyla dünya nimetlerinin peşine düşmüş “siyasal İslâmcıların” gaflet ve hatalarıyla ortaya çıkan manzara çok düşündürücü. Bu durum karşısında mevcut iktidarın kimlik meselesi dikkatli bir şekilde irdelenmeli. Statükocu Kemalizme yaslanarak 28 Şubat’lar biter mi? Bu hal ülkedeki kaosu şiddetlendiriyor. Hem Mecliste ve hem de bürokraside ipin ucu çoktan kaçtı. Fırıldaklar her yerde hale vaziyet ediyorlar. Her gün Kemalizme sadakatini tecdid ihtiyacı duyan, 12 Eylül ile 28 Şubat ihtilâllerinin faillerine dokunmayan bir parti ne darbecilerle yüzleşebilir, ne darbeleri sonlandırabilir ve ne de hayatî temel hak ve hürriyetlerimizde adım atabilir... 12.02.2010 E-Posta: [email protected] |