Selim GÜNDÜZALP |
|
Çamurla elmas arasında insan |
Büyük ırmakların sularını her an yenileyişi gibi, ruhum da her an yenileniyor. Bazen hayat bir masal kitabı gibi geliyor. Çocukluğumda okuduğum bir masal kitabı gibi… Okuduklarımın hepsini sabahleyin unuturdum. Ama artık hayat masal değil. Ağlayan bir gözden dökülen her damladan da sorumluyuz. Hayat bir duruş, hayat bir bakıştır. Ruhun penceresi olan gözlerden mü’mince bir bakıştır, Müslümanca ve sağlamca bir duruştur. Her an bir saf belirlemedir. Ya nefsin ardındasın, ya şeytanın yanındasın ya da Allah’ın safındasın. Çamurla elmas arasında insan… Sen kim olduğuna karar veremediğin zaman senin kim olduğuna başkası karar verecektir. Kim olduğunu, neden dünyada bulunduğunu, vazifeni Nurlarla öğren. Sen kendini yönetemediğin zaman, başkası seni yönetecektir. Nefsine hâkim olmayı Nurlarla öğren. Sen gemini yürütemediğin zaman, korsanlar ve eşkıyalar onu yürütecektir. Nurlardan dersini al da, geminin dümenini düzgün tutmayı Nurlardan öğren. Her şey ama her şey Allah’ın bilgisi dâhilindedir. Yarın doğacak güneş, hangi yönden doğacak diye sorarlarsa sana, de ki “Bunu ancak Rabbim bilir.” Öleceğimizi bile bile yaşıyoruz. Bundan daha büyük bir gerçek yoktur. Bu hayat böyle mi yaşanmalı? Ey Rabbim! Ey güneşin, ayın, yıldızların, ışık veren her şeyin yaratıcısı Rabbim! Ey dalgaların, kuşların, rüzgârların, denizlerde akıp giden gemilerin, batan güneşlerin yaratıcısı, her şeyin, her şeyin yaratıcısı Rabbim! Kapanan pencerelerimizi aç, zindanımızın kapısını aç. Senin gücün karanlık geceleri de aydınlatmaya yeter. Meded! Ey Rahmanü’r-Rahîmim, merhamet et! Kozamın içindeki ipekböceği gibi uyuyorum. Sevgisiz, şefkatsiz, sorunlar içinde çözüm arıyorum. Bir Sen varsın, bir de Habibin… Geçiyor, gidiyoruz aynalara baka baka. Bakalım, bakalım da ‘Ne görüyorsunuz?’ diye, ya da ‘Ne gördünüz?’ diye soran yok şimdilik. Şimdilik her şey yolunda gözüküyor. Yanlışa, günaha, haksızlığa razı olmayan bir yanımız da yok değil. O devamlı dövüyor, tozunu alıyor bir yanımızın. Gözünü kapamayan, aldanmayan, kanmayan bir yanımız var. Bunu bilmeyen mi var? Ne yapsak da güzel bir iz bıraksak şu dünyada, şu dünya sahillerinde? Çamurla elmas arası dönme dolap. Bir o yanda, bir bu yanda insan. Çamurla elmas arası insan… Dalgalar çarçabuk örtüyor ayak izlerimizi. İnadına bir iz bırakayım diye çabalıyorum, olmuyor... Bir dalga hemen de haber almışçasına yetişiyor. Dalgalarla boğuşa boğuşa yürüyorum, geçiyorum sahillerden. Bir iz bırakamıyorum. Geriye doğru baktığımda hiçbir iz yok, bulamıyorum, göremiyorum. Dalgalarla eğleniyorum ya da dalgalar benimle. Siliniyor her şey, ne varsa, geride bıraktığımız ne varsa, her şey siliniyor birer birer. Sıfıra sıfır, elde var sıfır… Dünya bir kararda kalmaz, insan da öyle… Dünya dalgalı deniz, insan da öyle… Dünya bir değirmendir döner; insanoğlu bir fenerdir, bir gün söner… Siliniyor sahildeki izler gibi her şey. Bir teselli var, dünyada eken, ahirette biçen olacak. Şişeden dökülen su gibi akıp gidiyor hayat, su gibi akıp gidiyor. Su, yolunu arar, bense kana kana içmek için çeşmeler ararım. O çeşme, bu çeşme… Bitmez yolculuğum... Her çeşme başında daha da artar susuzluğum. Ayaklarım çıplak. Sahilde bir iz de yok… Dalgalar yuttu… Her yönden saldırıya geçiyor. Kim mi? Fanilik elbette, kim olacak? İçimi eritiyor, buz gibi esiyor rüzgâr. Sana burada hayat yok. Sesini kısacağım, sesini susturacağım diyor. Baskın çıkıyor deniz kokulu rüzgâr. Fanilik ruhumu üşütüyor. Sahilde iz yok. Çeşmelerde su yok. Aynalarda görüntü yok. Yok, yok, yok… Nerdeyim ben Allah aşkına, nerdeyim? Öyle bir Var’ın yanındayım ki, o kadar yokum işte… Varlığımdan utanıyorum… Akıntıya kapılıp gidenler, çöpten bile meded beklerler. Yokluğunu bilmek de O’nun varlığına nispetle mümkün. O zaman, “O kadar varım” mı demeliyim, öyle mi bilmeliyim? Yok olmadan, kaybolmadan, bir köşede metruk bir eşya gibi fırlatıp atılmadan güneşe çıkmak yok, ışığı görmek yok… Özlemeden kavuşmak yok. Aşk yok… Gönlü kaynamayana, içi kıpırdamayana yok işte, aşk da yok… Âşığın gönlü dağlar yıkardı eskiden. Şimdi öyle sâfî, öyle gölgesiz aşk da yok. Kuru gözde yaş da yok, bu derde ilâç da yok… Bitti artık nasibim, ne varsa hepsi bu kadar. Gün bitimli, hayat ölümlü… Bu tüllenen ve gölgelenen dünyada, nasibim bu kadar mıydı? Bir kuş bir çalıya sığınır da kendini kurtarır. Bir kuş kadar da mı olamam? Mercî ve melce bilip de Rabbime niye sığınamam, yazık… Ayak izin bile yok. Kendine özgü bir sesin bile yok… Bir rüzgâr aldı nefesini götürdü, bir dalga da ayak izlerini. Sor bakalım şimdi, senden yarına kalacak ne var? Soracaklar bir gün, ne dersin, neylersin, kalbini neyle tesellî edersin? Sana lâzım olacak reçete Nurlarda işte. Aç, neresi rast gelirse gelsin Mesnevî-i Nuriye’nin, her sayfadaki her cümle, dalgalı sahillerin ışıldayan deniz feneridir. Bilesin, kendine gelesin. Açıp okuyasın İnşallah. Uyandım uykulardan şükür ki… Hem de ne derin uykulardan. Nurlarla, Üstadla… Bir lokma karın doyurmaz, ama bir Söz ruhu doyurur. Nurların kapısını çal. Bir müşteri için de olsa dükkân açılır. Belli mi olur, bir yiğit kırk yılda meydana gelirmiş. Nefsine söz geçirenden âlâ yiğit mi olur? Yanan yakar. Bir mumdan bin mum yanar. “Hatam, günahım çok. Eğriyim” deme. Eğri bacanın da dumanı düzgün çıkar. Eğri ağaçsız orman bile olmaz. İnsanda her zaman için ümit var. Çamurla elmas arasında insan… Nurların ışığında kâinat kitabını okumalı. Okuduğunu anlamalı, anladığını anlatmalı ve yaşamalı. Dağın içinde ne var diye, gerçekten de ne var diye bakmak gerek dağlara. Ara vermeden bakmak gerek. Bulutların içinde ne olduğunu, çiçekte, çekirdekte ne olduğunu öğrenmek için aralıksız onların da yüzüne bakmak gerek. Bulutlar, yağmurlar, karlar, baharlar.. Gerçekten onların da içinde ne olduğunu öğrenmek için ara vermeden bakmalıyız. Ölüme de öyle bakmalı. Hayatın içinde bir yerlerde gizli olan ölüme de. Ne olduğunu öğrenmek için gerçek yüzünü görmek, öğrenmek için, ara vermeden hayatın içindeki ölüme de bakabilmeli insan. Gencecik bir insanın, ‘Ölmek istemiyorum’ diye ağlayan bir insanın sesine de kulak vermeli insan. Nasıl susturabiliriz, nasıl teselli edebiliriz bu sesi? Elimizde yoksa bu asrın reçetesi, Ayetü’l-Kübrâ’sı, Haşir Risâlesi, yoksa elimizde Nur Risâlesi, nasıl cevap verebiliriz bunlara? Sahilde yoksun, yollarda aynalarda yoksun. Dikkat et izlerin, görüntülerin kaybolduğu gibi sen de kaybolmayasın. Çamurla elmas arasında bir yerdesin. Dikkat et, kayıp gitmeyesin. Kaybetmeyesin en kıymetli sermayeni, yitirmeyesin. Yetişin ey kıymet bilenler! Yetişin ey insana insan olduğu için değer verenler... Bir dal uzatın Nurlardan. Boğulmak üzere olanları görenler… Yetiş ey Hak! Yetiş ey Rab! Yetiş Allah’ım, yetiş! Aradığınız inci işte burada desinler. Çamurdan inciye, elmasa dönüştürsünler seni. Kıymet bilen ellerde değerlensin hayatın. Nurun kucağına, bağrına düşsün. Çekirdeğimiz ağaç olsun, binler meyve veren. Budur Rabbimizden niyazımız. Çamurla elmas arasında insan… Ya çamurda kalacak, ya elmas olacak… Seçmek de elimizde… Sevgili ağabeyim Haydar Gündüzalp’e en samimî duâ ile ve duâlarını bekleyerek… 07.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Aile içi iletişimle ilgili bir çalışma |
Muharrem Okur: “Günümüzde aile içi iletişimde önemli problemler yaşanıyor. Anne baba evlâdına İslâm terbiyesini verme konusunda yetersiz kalıyor. Ve maalesef bu yetersizlik kendilerine çoğu zaman pahalıya mal oluyor: İleri zamanlarda çocuktan saygısızlık, huzursuzluk, sevgisizlik, şiddet olarak geri dönüyor. Oysa İslâm terbiyesini iyi almış bir çocuk aslında ilk iyiliğini anne babasına yapıyor. Ve aslında anne baba İslâm terbiyesini iyi verdiği çocuğu ile ilgili ilk mükâfatını böylece dünyada görüyor. ‘Ne ekersen onu biçersin’ atasözü aile içinde dönüşümlü olarak hep yaşanıyor: Anne babasına saygıda kusur etmeyen ve hizmetini esirgemeyen çocuk, kendi evlâdından da saygı ve hizmet görüyor. Anne babasına hainlik edenler ise, kendi evlâtlarından hainlik görüyor. Bu konuda geçmişte ve günümüzde yaşanmış pek çok örnekler var. Bu konuda bir atölye çalışmasına ihtiyaç var. Yani cemaatimizden ve okuyucularınızdan başlarından geçen, yaşanmış veya geçmişte yaşanılan iyi veya kötü örnekleri-–kötü örnekleri ismen teşhir etmeden—isteyip toplayarak bir format içerisinde yayınlasanız, konu ile ilgili âyet ve hadislerin yaşanmış tefsiri olarak önemli bir hizmete vesile olacağı kanaatindeyim. Ben şahsen gerekli desteği vermeye hazırım. Teşekkür ederim.”
Aile içi iletişimin önemli bir huzur ve saadet kaynağımız olduğu bir vakıa. Çünkü insan olarak ilk dayanağımız ailemizdir. Gerek anne baba olalım; gerek çocuklar olalım; önemli bir saadet ve huzur kaynağımız, başarı kaynağımız, destek ve tesanüt kaynağımız, moral ve ahlâk kaynağımız ailemizdir. İlk sevincimizi ailemizle paylaşırız. İlk hüznümüzü ailemizle paylaşırız. İlk kazancımızı ailemizle paylaşırız. Ama gelin görün ki, toplum olarak kesinlikle maneviyât eksikliğimizden olacak; zaman zaman aile içinde normal tartışmanın ötesinde şiddet, vahşet, maddî manevî hak ihlâlleri ve çeşitli boyutlarda menfi tutum ve yaklaşımlar sıkça yaşanır oldu. Yani iletişim dediğimiz sihirli kaynaşma ve duygudaşlık yolunu kimimiz bazen, kimimiz çoğu zaman başaramıyoruz. Oysa özellikle aile içi iletişimi ciddî şekilde önemseyen bir dinimiz var. Öyleyse ya dinimizi bilmiyoruz veya bildiğimizi öğretemiyoruz. Ya da din yerine koyduğumuz başka değer yargılarımız var ve bu yargılarla bencilleşip çıkıyoruz. Zararını da kendimiz çekiyoruz. Oysa kayıtsız şartsız, anne ve babamıza iyilik yapmamız, anne ve babanın çocuklarına iyi terbiye vermeleri ve her konuda onlara âdil, şefkatli, saygın ve iyi davranmaları, onlara iyi örnek olmaları, bazen bir öpücük, bazen bir küçücük af ve bağışlama, bazen bir küçücük gülümseme dinimizin sevap değerini yüksek tuttuğu önemli emirlerindendir. Meselâ, şu hadislere bir göz atalım: * “Anne ve babasını râzı eden Allah’ı râzı etmiştir. Anne ve babasını kızdıran Allah’ı kızdırmıştır.”1 * “Akşam rüyâ-yı sâdıkada gördüm ki, ümmetimden bir adam vardı ki, ölüm meleği ruhunu almak için gelmişti. Anne ve babasına yaptığı iyilikler geldi. Adamın kötü ölümüne mâni oldu ve ölümünün tehir edilmesine vesile oldu. Ümmetimden bir adam gördüm ki, mü’minlerle konuştuğu halde, onlar kendisiyle konuşmuyorlardı. Akrabalarıyla olan iyi ilişkileri geldi ve onlara hitâben, ‘Bu akrabalarına iyilik ederdi’ dedi. Bunun üzerine onlar onunla konuştular. O da onlara karıştı.”2 * “Cennete girdim. Orada bir güzel okuma sesi işittim. ‘Bu okuyan kim?’ diye sordum. ‘Hârise bin Nu’man’ dediler. (Hârise bin Nu’man annesine ve babasına iyilikleri sebebiyle bu makama ulaşmıştır.) İşte anne-babaya yapılan iyilik böyledir. İşte anne-babaya yapılan iyilik böyledir. Kişiyi böyle yükseltir.”3 Nitekim Bedîüzzaman Hazretlerine göre dünyayı da isteyen, âhireti de isteyen, annesini ve babasını memnun etmelidir. Çünkü onları memnun ve razı etmek dünyada rızıkta bolluk ve bereket sebebidir; âhirette ise Allah’ın rızasına ermeye ve Cennete girmeye vesiledir. Onları kırmak ve rencide etmek ise, tek kelimeyle, dünyada ve âhirette hüsran ve felâket demektir! Allah’ın rahmetini ve merhametini isteyen, rahmetin birer hediyesi olan anne ve babasına muhakkak merhametli davranmalıdır.4 Bu konuda lehte veya aleyhte, olumlu veya olumsuz binlerce örnek yaşadığımız bir gerçek. Yaşadığımız bu örnekleri ismen teşhir etmeden yayınlamamız, konu ile ilgili İlâhî emirleri daha iyi kavramamıza hizmet edecektir şüphesiz. Muharrem Ağabeyin konuyla ilgili teklifine kulak vererek bu konuya bir elektronik posta adresi tahsis ettik: “[email protected]” Bu e-posta adresine, olumlu olumsuz yaşadıklarınızı, geçmişte yaşanılanları, örnek iletişim tablolarını, örnek ve ibret alınacak sonuçları yazmanızı bekliyorum. Bu, sizlerle birlikte yapacağımız ortak bir çalışma olsun. Aile içi iletişimde önemli bir atölye çalışmasını sizlerle birlikte yapmaya ve yayına uygun olanları tasnif ederek ve siz istemediğiniz takdirde isim teşhir etmeden yayınlamaya biz hazırız. Duâ ve himmeti şahs-ı mânevîden, tevfik ve hidayeti Cenâb-ı Allah’tan isteyelim. Her şey hayır olsun, hayır için olsun, hayra dönük olsun! Dilerim, her adımımızın Rızâ-i Bari’de bir yeri ve bir değeri olsun!
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, 3/3553. 2- Câmiü’s-Sağîr, 2/1456. 3- A.g.e., 2/2159. 4- Mektûbât, s. 252. 07.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Şefkat kahramanları-3 |
Şahide Yüksel (1921–5 Şubat 1984)
Şahide Yüksel’i, Hanımlar Rehberi’nde “İmana fedakârâne hizmet eden bir hanımın manzumesidir” sunumuyla yer alan şiirinden tanıyoruz. O Risâle-i Nur tarihinde “saff-ı evvel”ler içinde yer alan şefkat kahramanlarından bir tanesi. Bediüzzaman Said Nursî 1944’ün bahar mevsiminde geldiği Emirdağ’da 1947 senesinin sonuna kadar sıkı bir tarassut altında ikamet ettirilir. Şahide Yüksel işte bu sırada Bediüzzaman Hazretleri ile tanışmış, hayatının son ânına kadar Nurların naşiri olmuştur. (İki yıl önce Afyon’a dergimizin bir programı için gittiğimizde Şahide Yüksel’in yetiştirdiği hanımlarla da tanışma fırsatımız oldu. Hatıralarını ağlayarak anlatıyorlardı.) Necmeddin Şahiner’in Son Şahitler isimli eserinde kendisiyle yapılan bir sohbet bulunmakta. Biz de değerli kızı Ülker ve damadı yazar Kemal Ural* ile hatıralarını yâd ettik. Sohbetimizin bir kısmını paylaşalım ve aziz ruhunu bu vesileyle rahmetle analım. (Bizim Aile dergisinin bu ayki sayısı “İslâmın Kardelenleri” başlığını taşıyor. Şahide Yüksel ile daha geniş bilgilere dergimizden de ulaşabilirsiniz.) Kendisi de annesi ile birlikte zaman zaman Üstad Hazretleri ile görüşen kızı Ülker Ural anlatıyor:
Evimiz okul gibiydi Emirdağ’dayız. Annem hep duyarmış ‘Bediüzzaman diye büyük bir zat varmış, evine ziyaretçi almıyor.’ Onu ancak kır gezisine çıktığında görmek mümkün olduğundan hep yolda beklermiş. Babam da annemin bu haline kızarmış. Bir gün öğretmen olan babam Üstadı ziyarete gidiyor. “Şahide ile görüşmek istiyorum” diyor Üstad. Biz de yaz tatili için Eskişehir Çifteler’de dedemlerdeyiz. Annem geleli iki gün olmasına rağmen, “Hadi çocuklar gidiyoruz” dedi. Sanki babamla Üstadın konuşmasını duymuş gibi. Babam bize haber verme hazırlıkları yaparken, karşısında bizi görünceki şaşkınlığını unutmam. Ertesi gün onun kır gezmesine çıkma saatinde yolda bekledik. Arabasını durdurduk. Hiç elini vermezdi, annem cübbesinin kolunu öptü. Biz de dinliyoruz. Annemin adı Şadiye idi. Üstad “Sen Şahide’sin. Seni bana bildirdiler. Seni kızkardeşim Alime Hanım’ın yerine kabul ediyorum. Senin sülâleni kendi sülâlem kabul ediyorum. Sana görevler vermek istiyorum. Kur’ân okumayı biliyor musun?” diye soruyor. Annem ağlayarak, “Bilmiyorum” diyor. “Öğrenirsin, öğrenirsin!” diyor Üstad Hazretleri. Annem çok kısa bir zamanda babamdan Kur’ân öğrendi. Evimizde zaten o zamanlar fazla eşya da yok. Çalışma masaları benzeri sehpalar yaptırdık. Risâle sohbeti için gelenler oturuyorlar, dinliyorlar. Zaman zaman risâle yazıyorlar. Ev okul gibi oldu… O sıralarda herkes elle Risâleleri yazıyor. Bilmeyenler de ellerindeki örneğe baka baka yazıyorlar. Benim de öyle yazdığım risâleler vardır. Üstada gönderip, tashihinden geçtikten sonra altına dua yazar, iade ederdi. Kalemi renk renkti… Sonra babamın Bolvadin’e tayini çıktı. Üstad Hazretleri bu defa da, “Bolvadin hanımları için seni vazifelendiriyorum. Onlara Risâle-i Nur’ları, dinî vecibelerini öğreteceksin!” diyerek anneme yine vazife verdi.
Üstad Hazretlerinden alınan vazifeler… Mübarek Üstadım o kadar boğuk bir sesle konuşurdu ki, ben pek anlayamazdım. Annem çok iyi anlardı. Gözü hep yerde “Evet, evet” derdi annem. Biz Üstadımızın gözünün içine bakmak isterdik, gözüne baktırmazdı. Gözü sanki bulanıkmış, bir perde varmış gibi görünürdü. Annem her seferinde vazifeleri alır, gayretle çalışmaya başlardı. Kalabalık bir hanım grubu oluştu. Zaten ortalık o sıralar karışık, çok yasaklar var. Babam öğretmen olduğu için çekinir, “Şahide dikkat et!” derdi. Annem hiçbir şeyden çekinmez “Ben ne öğretiyorum ki! Kur’ân, dini vecibeler… Gelsinler baksınlar!” derdi.
Fedakârâne gayretler… Annem derdi ki: “Ben ilkokulu bile tam bitirmedim, üçüncü sınıftan mezunum. Hiçbir şey bilmiyorum, heyecanlanıyorum. Ama kitabı elime alınca sanki birisi bana söylüyor, içime bir şeyler doğuyor, anlatıyor anlatıyorum… Ders bitiyor, ama hiç kimse bitsin de ayrılsın istemiyor. Ben de onlara, ‘Hadi artık evinize gidin. Bu kadar yeter. Çoluk çocuğunuz, eşiniz, işiniz var…’ diyorum. Ancak o zaman ayrılıyorlar.” Şahide Yüksel kimi zaman eşi Abdurrahman Beyin getirdiği Üstadın çamaşırlarını yıkar. Beyi de durular, asar ve kuruduğunda katlayıp geri götürür. Zira Bediüzzaman, Şâfiî olduğundan kadınların elinin değdiği kıyafetleri giymez. Kimi zaman da Üstadın sevdiği yemekleri hazırlar ve eşiyle gönderir. Karşılıksız hiçbir şey kabul etmeyen Bediüzzaman Hazretleri de mutlaka para mukabilinde bunları alır. Konuyla ilgili annesinin kendisine anlattığı tatlı bir hatırayı paylaşıyor bizimle Ülker Ural: “Eskiden pandispanya derdik. Bir tür kek… Üstad Hazretleri çok severmiş bunu. Annem de zaman zaman pişirip gönderirmiş. Ama bir zaman tavuklar yumurta vermeyi kesmişler. Annem bahçede oturup bir gün tavuklara üzgün şekilde, ‘Siz bu aralar bana yumurta vermiyorsunuz ki, Üstadıma bir pandispanya yapayım’ diye serzenişte bulunmuş. Bu konuşmaya cevap verir gibi tavuğun biri gıdaklamaya başlamış. Bir şeyler göstermek ister gibi odunların arasına girip çıkıyormuş. Annem merakla gidip bakıyor ki ne görsün, bir yumurta deposu! Tavuk yumurtaların yerini böyle göstermiş anneme. Tabiî hemen pandispanya hazırlıklarına başlıyor büyük bir sevinçle…”
Notlar: * Kemal Ural, Risâle-i Nur Külliyatından Sözler’in Ankara’da yeni yazı ile resmen matbaalarda basılmasında emeği geçen Atıf Ural’ın Ağabeyidir. Kardeşi Atıf Ural’ı Risâle-i Nur’larla o tanıştırmıştır. * Bediüzzaman Hazretlerinin “imana fedakârâne hizmet eden” hanım talebesi Şahide Yüksel, aynı zamanda gazeteci yazar Nuriye Akman ve Ali Ural’ın da anneanneleridir. * Şahide Yüksel kızına gelen bütün evlenme tekliflerini Bediüzzaman’a ileterek onunla istişare yapıyor. “Hele dursun biraz!” cevabıyla karşılaşıyor her defasında. Kemal Ural’ın teklifi ise daha kendisine bahsedilmeden “Ben Ülker’i Kemal’e verdim. Hayırlı olsun!” diye duâ ediyor. * Kıymetli Ülker ve Kemal Ural çiftinin anlattıkları bu kadar değil elbette. Ne yapalım ki, yerimiz sınırlı. O bilgileri, resimleri, dergileri başka çalışmalarda değerlendirme duâsıyla… 07.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Darbelerin faturası millete |
Bediüzzaman’ın “Harb-i umumiyi gören ihtiyardır” sözünden hareketle ben de zaman zaman bazı dostlarıma “Türkiye’deki askerî darbeleri yaşayan ve bazı şeyleri dert edinen her insan genç de olsa ihtiyardır” diyorum. Darbelerin o acı günlerini yaşamayan bazı genç arkadaşlar veya o günleri yaşadığı halde hiçbir şeyi dert edinmeyen bazı nemelâzımcı, lâkayt insanlar, benim bu “Türkiye’deki ihtilâllerin o baskıcı, keyfî zorbalıklarını gören ve yaşayan her insan genç de olsa ihtiyardır” sözüme şüphe ile bakıyorlar, inanmak istemiyorlar. Ama “Yaşayan bilir” kaziyesince askerî darbelerin çirkin yüzünü, bu ülkeye ve ülke insanına ödettiği maddî ve manevî bedelini o günleri yaşayan insanlar bilir. Daha doğrusu ülkesini seven, ülke insanının dertlerini dert edinen duyarlı insanlar bilir. Hürriyetin, hak ve hukukun kadr-ü kıymetinin farkında olan insanlar askerî darbelerin çirkinliğini görebilir. Yoksa iman ve inancın bir gereği olan hak, hukuk ve hürriyetin gerekliliğinin ve değerinin farkında olmayan insanlar nezdinde ihtilâllerin, darbelerin hiç de yadırganacak bir yönü yoktur. Altmış darbesiyle birlikte Türkiye’deki hemen bütün darbeleri görmüş ve çoğu zaman da mağduru olmuş birisi olarak diyorum ki, Yüce Allah bir daha bu millete, bu ülkeye ihtilâlleri yaşatmasın, darbeci müstebitlere de o fırsatı bir daha vermesin. Bütün askerî darbeler kötüdür, çirkindir... Kesinlikle askerî darbelerin iyisi olmaz, olamaz... Ama bazı darbeler çok daha yıkıcı, çok daha tahripkârdır. Bazı darbelerin yaptığı kötülükler, ektiği nifak tohumları, sebep olduğu maddî ve mânevî yıkımların tamiri ve tedavisi adeta imkânsızdır. Sözgelimi altmış ihtilâlinin katlettiği o üç güzide demokrasi şehidini geri getirmek mümkün mü? Ve yine o demokrat hükümetin millet hayrına başlattığı kalkınma hamleleriyle ulaştığı refah seviyesinin darbe ile sekteye uğratılmasıyla meydana gelen zararı-ziyanı telâfi edebildik mi? Yine 12 Eylül darbesinin yaptığı tahribâtı, bilerek oluşturduğu kaos ortamını, meydana getirdiği nifak tohumlarını aradan geçen bunca zamana rağmen temizleyebildik mi? Güya inkıtaya dûçâr kalmış ilke ve inkılapları tekrar ihyâ etmek için darbe yapan cuntacılar, emellerine ermek için her yola, her desiseye başvurmaktan geri durmadılar. Müslüman halk nezdinde kabul görmek için meydanlarda dinî argümanları kullanarak, âyetli hadisli konuşmalar yaparak, Kemalizmi dinî değerlerle süsleyerek millete empoze etmeye çalıştılar. Ve bu çabalarında da çok acıdır ki muvaffak oldular. Bu aldatıcı projelerine saf Anadolu halkını inandırdılar ki, hazırladıkları ve bugün her kesimin şikâyetçi olduğu darbe anayasasının yüzde doksan iki kabul oyu almasını sağladılar. Darbecilerin bu sinsi planlarının farkına varan, onların gizli niyetlerini deşifre ederek bu yolda millete öncülük eden ve bu uğurda yapılan bütün tehdit ve şantajlara aldırmadan tavizsiz bir şekilde doğru bildiklerini her zeminde haykırmaktan geri durmayan, yalnız ve yalnız Yeni Asya câmiası oldu o zor günlerde. Bu uğurda çok büyük sıkıntılara maruz bırakıldı Yeni Asya ekolü. Bir taraftan darbecilerin baskı ve şantajlarına direnirken, diğer taraftan da dahilde meydana getirilen sun’î nifak ve ihtilâflarla zaafa uğratılmaya çalışıldı. Bu konuyu elbette durduk yere gündeme getirmedik. Ülkemizin maalesef bir askerî ihtilâller ve darbeler ülkesi olması, halen millet olarak yaşamakta olduğumuz bir çok sıkıntının asıl kaynağının, gerçek sebebinin, iki de bir yapılan darbeler olduğunu ve maalesef bir çok insanın bunun farkına varmadığını derhatır etmektir. 07.02.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Gençlerin ölüm gündemi |
Dersten çıktım. Yol boyu üniversiteli gençler otobüs durağına doğru ilerliyorlar. Ben de araçla çarşıya doğru gidiyorum. Durup, çarşıya giden gençlerden beşini alıyorum. Gençlerle araç içerisinde konuşuyoruz. Tabiî onların birbirleriyle olan sataşmalı konuşmaları daha bir farklı. Biz o bölüme giremiyoruz. Ama kendimizce biz de konuya takılıyoruz. Tam seyir halindeyken, hafif yollu bir tehlike de atlatıyoruz. Acı fren, aracın içindekileri şöyle bir sarstı. Bir anda araç içi gündem değişiverdi. Öğrencilerden biri diğerine; ‘Oğlum bak! Bir anda gidiverecektik öbür dünyaya. Hani az önce konuşurken, daha göreceğimiz çok günler var deyip duruyordun ya. Unutma! Her gün ölünecek bir gündür. Yarın, yanıltıcıdır.” O da cevap veriyor: “Oğlum, konuşma, zaten ciddî şekilde sarsıldım.” Derken herkes sırayla konuşuyor. Bu arada çarşıya da yaklaştık. Tabiî ben de ara ara lâfa katılıyorum. Ama inanın dinlemek daha güzel. Onların içinde yanlışlar da var, doğrular da. En güzeli onları dinlemek ve bir büyük olarak sana bir lâf düştüğünde katılmak çok daha etkileyici oluyor. Baktım, gençlerden birisi; “Arkadaşlar! Haberiniz var mı, Hazret-i Ömer bir köle tutmuş da her gün kendisine ölümü hatırlatmasını istemiş. Ne zaman saçlarına ak saçlar düşmüş, o zaman köleyi azat etmiş. O zaman biz de birbirimize vesile buldukça ölümü hatırlatalım” dedi. Dini konuların henüz konuşulmasını erken bulan bir genç ise, “Arkadaşlar benim elimi ayağımı dünyadan kopardınız. Böyle bir ruh hali ile ben hiçbir şey yapamam. Hep ölüm düşünülerek hiçbir şey yapılamaz ki!” dedi. Bir diğeri de, “Oğlum her an istesek de ölümü konuşamayız. Bu konuda da ölçülü olmak gerekiyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışma tavsiye ediliyor.” Konuşulanlar oldukça ciddî konular. Arada bir de bana, ‘Hocam öyle değil mi?’ kabilinden, tasdik isteyen cümleler geliyor. Ben de konuşmak için nazlanıyorum. O zaman bana daha ciddî dönüyorlar. Söz yerini buluyor. Onlara tam da içinde oldukları araçtan bir örnek verdim. ‘Arkadaşlar!’ dedim. ‘Şu an bu arabanın bagajında ne var biliyor musunuz?’ deyince, birden hepsinin gözleri açıldı. Ve bir hayret hali içerisinde, ‘Ne var hocam?’ dediler. Ben de başladım anlatmaya; ‘İki ay önce vefat etmiş, 23 yaşında bir gencin, bir kısmı az kullanılmış, bir kısmı da hiç kullanılmamış; kaliteli ayakkabıları, pantolonları, gömlekleri bulunuyor. Annesi, biricik evlâdının, oğlunun giysilerini son kez ütülemiş ve bagajdaki çantaya koymuş. Biraz sonra bizi karşılayacak olan beyefendi bu eşyaları teslim alacak. O da fakir gençlere dağıtacak. Kim bilir o genç de bu marka giysileri ne düşüncelerle, ne günler için almıştı. Ama olmadı. Hayat böyle işte…’ Araç bir anda sarsıcı bir hatıranın yaşandığı arenaya dönüştü. Bu cümleler kurulduğunda, eşyaları teslim edeceğimiz yere varmıştık. Aracın içindeki gençler adeta dünyevî bütün ağırlıklarını bırakıvermişlerdi. Hepsi hafiflemiş, adeta melekleşmişlerdi. Hep beraber indik ve aracın bagajındaki 23 yaşındaki gencin eşyalarını ilgiliye birlikte teslim ettik. Gençlerin gözleri dolmuştu. Hepsinin gözleri, 23 yaşında hayata veda etmiş gencin, birilerine verilmek üzere toparlanmış poşet içindeki eşyalara dalıp gitmişti. Araca bindiğimizdeki düşünceler ile araçtan inerkenki düşünceler tamamen farklı idi. Ölümün, özellikle gençlik yılları için çok önemli bir nasihatçı olduğunu burada bir kez daha yaşamıştık. ‘Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çokça zikrediniz’ dersini bir kez daha idrak ediyorduk. Üç gündür, aracın bagajında, ilgilisine ulaşılamadığı için, bu eşyaların neden bekletildiğini şimdi daha iyi anlıyordum. Hiçbir şeyde alâladelik yok. Her şeyde bir/bin hikmetler olduğu gibi, olan şeylerin, her ayrı vakitlerinde de binbir hikmetler bulunuyor. Zaman da kaderin bir parçasıdır. Yani olan şeylerin, olduğu zamanlarda da hikmetler gizli. Bu üniversiteli gençlerin, bu dersi, bu zamanda almaları Kudret tarafından takdir edilmiş. Anlaşılan, hayatın her halinde ayrı ayrı anlamlı dersler yüklü. 07.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Dubai’nin şöhreti kirleniyor |
1971 yılında İngilizlerin Basra Körfezinden çekilmesi üzerine kurulan Birleşik Arap Emirlikleri; Abu Dabi, Dubai, Ajman, Fuceyrah, Ra’s el- Hayme, Şarcah ve Um el-Kayveyn’den oluşuyor. Bu emirliklerin içinde en meşhur olanı “Serbest Pazar” ekonomisini benimseyen Dubai’dir. Dubai 1979 yılında kurmuş olduğu “Cebel el-Ali” serbest pazar bölgesi ile yabancı şirketlerin ilgisini çekmeye başladı. Kuveyt’in 1990 yılında Körfez Savaşına sahne olması ve Bahreyn’deki Sünnî-Şiî gerilimi Dubai’nin Körfezin malî başşehri olmasına ortam hazırladı. Son yirmi yılda ticaret ve turizm alanında büyük bir gelişime imza atan Dubai, dünyanın en büyük alış veriş merkezi olan “Dubai Mall,” dünyanın en pahalı oteli sayılan “Burc-el-Arab,” deniz üzerine kurduğu hurma ağacı şeklindeki sun’î ada “Palm İsland” ve son olarak 800 metre boyundaki dünyanın en yüksek gökdeleni “Burc el-Halife” ile milyonlarca turist çekmeyi başardı. Finans açısından dünya sıralamasında 37. olan Dubai, turizm açısından da dünyanın 8. en çok ziyaret edilen şehri ünvanını elde etmiş bulunuyor. Bu bağlamda, yabancı yolcu taşıma bakımından dünyanın 6. en işlek hava limanına sahip ve 2015 yılında 15 milyon turist çekmeyi planlıyor. Finans ve turizm açısından en meşhur Arap şehri olan Dubai, bu vasfıyla Batılılıların ziyaretgâhı oluyor. Ne var ki, Batılı ülke pasaportlarını taşıyanlara vize kolaylığı sağlayan Dubai, bilmeden kirli işler peşinde olanlara da uygun zemin hazırlamış oluyor. Böylece dünyaca meşhur olan ismi lekeleniyor. Son yıllarda Dubai’de yapılan cinayetler bunun bâriz örneğidir. Çeçen lider Sulim Yamadayev suikastı ve Lübnanlı meşhur şarkıcı Suzan Temimi’nin korkunç şekilde öldürülmesi gibi cinayetlerin meydana geldiği Dubai, son olarak Hamas’a bağlı İzzeddin Kassam Tugaylarının kurucusu olan 50 yaşındaki 4 çocuk babası Mahmud el-Mabhuh suikastine sahne oldu. Bu cinayetlerden en önemlisi, “el-Bustan Rotana Hotel”de Mahmud el- Mabhuh’a düzenlenen suikasttır. El-Mabhuh, Avi Sasportas ve İlan Sadon adlı iki İsrail askerinin 1989 yılında kaçırılıp öldürülmesinden sorumlu tutulduğundan Mossad’ın suikast listesinde bulunuyordu. Ayrıca, Mısır ve Ürdün istihbaratı da Mahmud el-Mabhuh’dan rahatsızdı. Bu yüzden, el-Mabhuh cinayetinin uluslar arası boyutu bulunmaktadır.
Mahmud el-Mabhuh’u Mossad mı öldürdü? İngiliz Sunday Times gazetesinin ortaya atttığı iddiaya göre, el-Mabhuh Hamas’a İran’dan silâh almak için sahte pasaportla Şam’dan Dubai’ye gelmiş. El- Mabhuh’un odasına giren katiller kendisine zehirli iğne vurup öldürdükten sonra çantasındaki evrakların fotoğraflarını çekmişler; sonra da kapıya “ Rahatsız etmeyin!” levhası asıp kaçmışlar. Dubai Polis Müdürü Dahi Kalfan’ın yaptığı açıklamaya göre ise suikast olayı şöyle gelişmiş: Hamas, Mahmud el-Mabhuh’un gelişinden Dubaili yetkilileri haberdar etmemiş. Bilinmeyen bir sebeple yanında koruması olmadan 18 Ocak’ta Şam’dan uçağa binen el-Mabhuh, uçağa bindiği andan itibaren şüpheli kişiler tarafından takip edilmiş. Dubai’ye varınca, el-Bustan Rotana Hotel’de balkonsuz bir oda kiralamış; iki saat kaldıktan sonra otelden ayrılmış. Akşam odasına geri dönen el-Mabhuh, katillere kapıyı kendi açmış ve suikaste uğramış. Kaldığı odanın kapısı üzerinde “Rahatsız etmeyin!” levhası asılı olduğundan, el-Mabhuh’un cesedi iki gün sonra bulunmuş. Cesedi muayene eden doktor kalp krizi teşhisi koymuş. Ancak, Fransa’ya gönderilen kan tahlillerinden Mahmud el-Mabhuh’un zehirlendiği anlaşılmış. Yine Dahi Kalfan’ın açıklamalarına göre, el-Mabhuh suikastı konusunda, Dubai polisi Avrupa pasaportu taşıyan yedi kişiden şüpheleniyor. Bu şahıslardan dördünün uyruğu belirlenmiş; geri kalan üç kişi üzerinde araştırma yapılıyor. Bu kişilerin Mossad ajanı olma ihtimali kuvvetli olmakla beraber, daha başka teşkilâtlarla bağlantılarının olabileceği üzerinde de duruluyormuş. Mossad tarihi Batılı ülke pasaportlarını kullanarak yapmış olduğu suikastlerle doludur. Bu noktadan bakıldığında, Mahmud el-Mabhuh’un Avrupa pasaportu taşıyan Mossad ajanları tarafından öldürülme ihtimali oldukça yüksek. Meselâ El Fetih’e bağlı “Kara Eylül” militanlarının 1972 Münih Olimpiyatlarını basarak 11 İsrailli sporcuyu kaçırıp bunlardan 9’unu öldürmeleri üzerine, zamanın İsrail Başbakanı Golda Meir olaya adı karışan militanların öldürülmesi emrini vermişti. Bunun üzerine, Mossad bir suikast listesi hazırlayarak militanların ikamet ettikleri ülkeleri tesbit etmiş; sonra da bu ülkelere sızarak militanları teker teker öldürmüştü. Fransa, Norveç, Malta, Tunus, Lübnan ve Kıbrıs bu ülkelerden birkaçıdır. Fetihli Ali Hassan Selâme de Münih Olimpiyatları baskınına adı karışan miltanlardandı. Mossad Hassan Selâme’nin Beyrut’ta olduğunu tesbit etmiş, suikast işi için İngiliz Erika Chambers’ı görevlendirmişti. Lübnanlı yetkililere, Filistinli mültecilere yardım maksadıyla Beyrut’a geldiğini söyleyen Erika Chambers, mültecilere yardım konusunda Hassan Selâme ile görüşerek güvenini sağlamış. Sonra bir yolunu bularak Selâme’nin arabasına uzaktan kumandalı bomba yerleştirmiş. Selâme’nin arabasına bindiğini görünce bombayı patlatmış. 22.1.1979’da gerçekleştirilen bu suikast olayında, Hassan Selâme ve 4 korumasının yanı sıra, yoldan geçen dört kişi daha ölmüştü. Bu suikast olayından ders çıkarılması lâzım. Gördüğümüz sarı saçlı mavi gözlü her Batılı masum turist olmayıp, karanlık işler peşinde olan bir ajan olabiliyor. 07.02.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Cevat ÇAKIR |
|
Fileleriniz nerede? |
Yıllar önce her evde mutlaka fileler bulunur, bu filelerle beraber çarşı ve pazara çıkılırdı. Hatta komşuların konuşmalarında en çok geçen kelime de bu olurdu. “Artık fileler şu kadara doluyor” diye söylenirdi. Fileler ortadan kalkınca bu tarz söylemler de ortadan kalktı. Herkesin çantasında ve cebinde olan fileler yırtılıncaya kadar atılmaz, kullanımda kalırdı. Yaklaşık otuzbeş sene önce kullanılmaya başlayan poşetlerden dolayı filelerin işi bitti. Filelerin kullanıldığı zamanlarda çöplerimiz bu kadar çok değildi. Hatta kırsal bölgelerden köylerde çöp diye bir şey olmazdı. Bunun için etrafı temizlemek de çok kolaydı. O dönemlerde bakkallar sattıkları ürünleri kese kâğıtlarına koyarak tüketicilere verirdi. “Delikli demir çıktı mertlik bozuldu” ifadesinde olduğu gibi naylon poşetler çıktı temizlik de bozuldu. Artık her nereye gidersek karşımıza çıkmaktalar ağaçların tepelerinde, yerlerde, derelerde her yerde... Oysa fileler evlerde kapının arkasında pazara çıkmayı beklerdi. Oysa naylon poşetler o kadar fazla üretiliyor ve tüketiliyor ki insanlar içerisinde boğulacak gibi. Dünya genelinde her bir dakikada 1 milyon poşetin çöpe atılması ve yılda beş yüz milyar poşetin üretilmesi düşündürücü. Atıklardan üretilen siyah poşetlerin kanserojen olduğu iddia edilmektedir. Naylon poşetler bozulmaya başladığında çevreye zararlı kimyasallar yaymakta ve besin zincirimizi kirletmektedir. Ayrıca naylon poşet üretimi petrol ve doğal gaz gibi yenilenemeyen enerjinin azalmasına da yol açmaktadır. Dünya Doğa Vakfına göre naylon poşetlerden dolayı her yıl 100.000’in üzerinde balina, fok ve su kaplumbağası ölüyor. Naylon poşetlerin bu zararlarından dolayı bazı ülkeler bu konuda bazı tedbirler almışlar: ABD: Sanfiransisco şehrinde alış veriş merkezleri ve eczanelerde petrol bazlı poşet kullanmak yasak. Fransa, Paris’te plastik poşet kullanımı yasak, bu yıldan itibaren bütün ülke genelinde uygulanacak. Tayvan: Plâstik poşetin yanı sıra tek kullanımlık plâstik çatal bıçak ve kaplara da yasak uygulanıyor. İrlanda: Her plâstik poşete 20 cent vergi uygulanıyor. Kenya: 2008’den itibaren poşeti yasaklamış. Güney Afrika: Plâstik poşetleri kullanmak yasak. Uganda: İnce plâstik poşetler yasak, kalınlara ise, vergi getirilmiş. Hindistan: Yasak 9 Ocak’tan itibaren hayata geçmiş. Yasağa uymayanlar 5 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanacak ya da ağır para cezası na çarptırılıyor. Çin: Naylon poşetleri ücretli yaparak her yıl 37 milyon fıçı petrol tasarrufu yapmakta. Ülkemizde ise yasal bir mevzuat yok, bazı yerel yönetimlerin yasaklamaları mevcut. 1994 yılında naylon poşetlerle ilgili İstanbul Bağcılar Belediye Başkanı Feyzullah Kıyıklık’la görüşerek şöyle bir teklifte bulunmuştum: Semt pazarlarında kademeli olarak naylon paşetleri kaldırmak için pazarlarda büyük firmaların reklâmlarının basılı olduğu bez torba dağıtılsın. O gün teklifim başkan tarafından kabul edildi. Çevre müdürünü çağırdı, detaylı konuştuk, ama hayata geçemedi. Evet ülkemizde bu noktada çok ciddî israf var. Özellikle buyük marketlerde bedava olduğu için tüketici istediği kadar poşet kullanılabiliyor. Bunun önüne geçmek için Almanya’da olduğu gibi (bazı firmalarda) poşetler ücretlendirilmelidir. Pazarlardan başlamak üzere kademeli olarak naylon poşetler kaldırılabilir. Hindistanın hatta Uganda’nın yaptığı uygulamayı biz neden yapmayalım? İktisad prensibine her konuda uymak önemli. En basit bir simit alsanız veyahut eczaneden bir kutu ilâç alsanız dahi küçük de olsa size bir poşet veriliyor. Bir şekilde bu israfın önüne geçmek için bazı yalnış alışkanlıklarımızdan vazgeçmemiz gerekmektedir. 07.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Daha çok demokrasi için |
28 Şubat postmodern darbe sürecinin yıl dönümüne günler kaldı. Bu dönemde yapılan birçok şey hâlâ yürürlükte. 28 Şubat’ı getiren olayların başında Ankara’nın Sincan ilçesinden tankların yürütülmesi gelmişti. Tankların yürütülmesinin yıl dönümü 4 Şubat. Ankara Barosu’na kayıtlı avukatlardan oluşan Evrensel Hukukçular Platformu üyeleri, 13 yıl sonra o caddelerde tank yerine “demokrasi yürüyüşü” yaptılar. Yürüyüşün adının “cuntacılara balans ayarı yürüyüşü” olduğunu söylersek ne kadar anlamlı olduğu ortaya çıkar. “Balyoz’a da tankların yürümesine de hayır” diyen avukatlar, “daha çok demokrasi talebinde” bulundular. Darbe planlarının ortalığa saçıldığı günlerde yapılan bu yürüyüş gerçekten çok mânâlıydı. Bunlardan kurtulmanın yolu da tam demokrasi…
CHP’DE YENİ “AÇILIM” VE İTİRAF Son günlerde CHP’de ilginç bir tartışma yapılıyor. Dersim olayı dolayısıyla Alevî kesimden tepki gören CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu ortaya öyle bir şey attı ki, buna “soldan vazgeçme açılımı” denilebilir. “Sol halktan koptu. Türkiye’de sol sorunu var” demişti. Aslında bu bir itiraf. Parti yetkilileri Kılıçdaroğlu’nun bu sözüne te’vil getirmeye çalışsalar da, tatmin edici bir şey söyleyemediler. Sadece Baykal’a en yakın isim olan Mehmet Sevigen’in tevil cümlesini söylesek, ne demek istediğimiz ortaya çıkar: “Biz salon solcusu değiliz, alan solcusuyuz…” Hep “Sol ne zaman halkın yanında oldu” diye söylenirdi. CHP de bunu itiraf etmiş oldu. Sol halktan kopuk…
FENERBAHÇE ŞAMPİYON! Başbakan Erdoğan bugünlerde hayli gergin. Sinirlenince de yüzü kıpkırmızı oluyor. Özellikle Tekel işçilerinin eylemi ve MHP’li Durmuş’un yakışıksız sözleri, sinirlerini iyice gerdi. AKP grup toplantıları miting havasında geçiyor. Erdoğan konuşurken sloganlar atılıyor. Erdoğan, bu haftaki grup toplantısında da yine hayli sinirli bir konuşma yaptı. Tâ ki, bir ziyaretçinin sözlerine kadar. Erdoğan, muhalefeti ve basını sert sözlerle eleştirdiği sırada “Onların işi gücü bize çamur atmak, Fenerbahçe de AKP de şampiyon olacak” diye bağırması üzerine konuşmasını kesti, dikkati dağıldı, gülmeye başladı. Konuşmasına devam edip ‘Ama aynı kesimler sorunu görmekten’ dediği anda yeniden gülen Erdoğan’ın davranışı alkışlarla karşılandı. Erdoğan bir bardak su içip biraz bekledikten sonra konuşmasına devam etti. Bakalım dinleyicinin tahminlerinin ne kadarı tutacak?
DIŞARIDA KAPATIP, İÇERİDE AÇMAK Tartışmalı Meclis görüşmelerinde MHP’li Osman Durmuş, AKP milletvekillerinin eski milletvekili Nesrin Ünal’ın başörtülü olmasına rağmen Meclis’te başını açıp girdiğini hatırlatması üzerine, bazı AKP’li bayan milletvekillerinin de dışarıda başlarını örtmesine rağmen Meclis’te başlarını açtıklarını söylemişti. Durmuş, kürsüden “Hepsinin başı örtülü… Dışarıda örtülü, burada açıksınız. Nesrin Hanım’ı konuşamazsınız! Şurada oturan birçok hanımefendinin dışarıda başı kapalı, burada başı açıkken... Tek tek fotoğraflatırım” demişti. AKP Grup Başkanvekili Ayşe Nur Bahçekapılı ise, “Çok ayıp! Kıyafetle uğraşamazsın!” şeklinde cevap vermişti. Bu konuşmalardan sonra AKP’li bayan milletvekillerinden cevaplar geldi. İstanbul Milletvekili Nursuna Memecan, “Bizim partimizde Sayın Durmuş’un tarifine uygun birisi yok” derken parti yetkilileri de bunun “kesinlikle doğru olmadığını” söyledi. Bu olayın iki veçhesi var. Birincisi, Durmuş’un adeta ispiyonlaması, ikincisi de AKP’li bayan milletvekillerinin bunu yalanlamak için bir gayret içinde olması… İleride bu tartışmaların olmadığı, isteyenin istediği gibi Meclis’e girebildiği, özgürlüklerin genişlediği bir Türkiye ümidiyle…
KATEGORİZE MERAKI Son yıllarda basını kategorize etme, kamplaştırma modası başladı. Herkes kendine göre basını sınıflara ayırıyor. Akredite olan-olmayan basın, yandaş medya, iktidar medyası, merkez medya, tetikçi medya, ulusalcı, Ergenekoncu medya bunlardan bazıları. Basın kuruluşları için uygulanan akreditasyon ve ayrımcılık devam ediyor. Bazı kurumlar, kendisine yakın olan gazeteciyi uçağına alma, basın toplantısına dâvet etme, diğerini görmezden gelme yarışına girdiler. Basını kategorize edenlere bir çağrımız var. Özgürlüğü, düşünce hürriyetini ve demokrasiyi savunan gazeteler de var basın camiasında... Biraz etrafınıza baksanız göreceksiniz. 07.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ahlâkî darbelere de karşı çıkalım |
Hemen herkes, askerî darbelerin Türkiye’nin başına ne işler açtığının farkında. Darbe ve ihtilâller, hem maddî hem de manevî olarak derin yaralar açtı. Bu konuda yeteri kadar araştırma yapılmamış olsa da faturanın büyüklüğü noktasında fikir birliği var. İnsanlık daha hür olma yolunda ilerledikçe darbe ve ihtilâllerin zararları daha iyi anlaşılıyor. Anlaşıldıkça da itiraz edenlerin sayısı çoğalıyor. Son günlerdeki tartışmalar da bunun bir göstergesi. Geçmiş yıllarda yapılan ihtilâllerin ve ihtilâl planlarının ayrıntıları kamuoyunca bilindikçe bu itiraz sesleri daha da gür çıkıyor. Gazete sayfaları darbelere karşı dile getirilen ciddî itiraz sesleriyle dolu. Bir dönem darbecilere destek verenlerin varlığı bilinince, bugün gelinen noktanın sevindirici olduğu söylenebilir. Her türlü darbe ve ihtilâle karşı yükselen itiraz seslerinin artarak devam etmesinde Türkiye’nin menfaati var. Bununla birlikte, daha derin ve sinsi başka türlü ‘darbe’lerle de karşı karşıya olduğumuzun farkında mıyız? Dikkat çekmek istediğimiz darbeler ahlâka, imana ve İslâma indirilen ya da indirilmek istenen darbelerdir. Biz dünyevî darbelere itiraz ederken, ‘ifsat komiteleri’ asıl can alıcı yerimize, ahlâkımıza, ailemize ve çocuklarımıza öldürücü ve zehirli darbeler indirmenin peşinde. Bu darbelerin tehlikesinin farkında mıyız? Kimse hayalî düşmanlardan bahsettiğimizi zannetmesin. TV, gazete ve internet vasıtasıyla can evimize darbeler indiriliyor. Dizi dizi yanlışlar devam ederken, aileyi ve gençliği korumakla görevli olanlar maalesef bu cinayetleri seyrediyor. Uzmanlar bu konuda ikaz etmeye gayret ediyor, ama bugüne kadar bu çağrıları ciddiye alıp tedbir yoluna gidenleri görmedik. Sorumsuz gazeteler de “Hangi dizi hangi diziyi geride bıraktı?” tartışmasını yapıyor. Dizilerde anlatılanları gönül huzuruyla izlemek, dinlemek ve normal görmek mümkün mü? Şükürler olsun ki bu dizileri izlemiyoruz, ama izleyenlerin anlattığına göre durum çok ciddî. Ahlâken çökmüş bir anlayışın ‘dizi’ adı altında cemiyete sunulması çalışmalarına; en az darbelere itiraz edildiği ölçüde itiraz edilmesi gerekmez mi? Darbelerin verdiği zararlar, nihayetinde ‘üç günlük dünya hayatı’mızı tehdit eder. Ya ‘dizi’ler, müstehcen gazeteler ve zararlı internet sitelerinin verdiği zararlar? Onların zararı can evimizi, kalbimizi ve dimağımızı hedef alıyor. Onların verdiği zararlar daha öldürücü, daha yaralayıcı. Bu bakımdan Türkiye’yi idare edenlerin bu konuya daha ciddî eğilmesi gerekir. Nasıl ki, aslında ‘öldürücü’ olarak adlandırılması gereken uyuşturucu tehdidi içten içe cemiyeti kemiriyor, aynı şekilde müstehcen yayınlar da hem günümüzü hem de geleceğimizi karartıyor. O halde yeni kampanyalar açarak bu sinsi tehditlere karşı itiraz seslerimizi yükseltmeliyiz. “Şu TV yayınları çok kötü, şu gazeteler çok açık-saçık fotoğraflar yayınlıyor” diyerek yaraya teşhis koyduğumuzu düşünmeyelim. Çünkü tek başına teşhis koymak da yetmez. Doğru teşhise, doğru tedavi ile devam etmek gerek. Topyekûn olarak siyasî darbelere itiraz ettiğimiz gibi ve belki de daha yüksek sesle, ahlâkî darbelere itiraz edelim. Ancak bu yolla can evimizi koruyabilir, geleceğe de umutla bakabiliriz... 07.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Tutuklanmak |
Balyoz darbe planında yer aldığı belirtilen, bizim de dahil edildiğimiz “tutuklanacak gazeteciler” listesi çok konuşuldu. Bu konunun, tutuklanma ve hapis uygulamalarına hiç de yabancı olmayan bir camia açısından özel bir anlamı var. Çünkü Yeni Asya mensupları, öteden beri bu çeşit baskı ve tazyiklere muhatap olmuş bir geleneği temsil ediyorlar. Hafta sonunda Tire’de yapılan “Said Nursî ve demokratik açılım” panelinde de ifade ettik: “Bizim adımız ‘tutuklanacaklar’ listesinde geçmekle kaldı. Ama geçmiş dönemlerde sırf Risale-i Nur okudukları için basılıp gözaltına alınan; tevkif edilip günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca hapislerde tutulan çok sayıda değerli insan var. Ve bunların önemli bir kısmı hâlâ aramızda...” Gerçekten de, Bediüzzaman ve saff-ı evvel talebeleri başta olmak üzere, Nur hizmetine hayatını vakfetmiş kahraman ve fedakâr insanlara tek parti devrinde yapılan zulümler unutulabilir mi? O insanlar sırf Üstadın yardımına koştukları, eserlerini okuyup elle yazarak çoğalttıkları için Eskişehir, Denizli, Afyon zindanlarında tutulup, ağır baskı ve işkencelere maruz bırakılmadı mı? Maznunlar, Afyon Mahkemesince verilip Yargıtay’ın bozduğu mahkûmiyet kararındaki hapis süresini, dâvâ sudan gerekçelerle sürüncemede bırakılıp uzatılmak suretiyle, demir parmaklıklar ardında tamamlamak zorunda bırakılmadı mı? Üstad, süngülü jandarmalar nezaretinde elleri kelepçeli olarak cezaevinden mahkemeye götürülen talebeleri için “Zîşuur ve haddü hesaba gelmeyen ehl-i hakikatin ve ashab-ı vicdanın ve iman-ı tahkikî sahiplerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur’ân ve iman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi suretinde görünüyorlar” ifadesini kullanıyor (Şuâlar, s. 509). Eskişehir operasyonu kapsamında Isparta’da sorgulanırken “Doğruyu söylesem Üstadım zarar görecek, söylemesem bunca sene şerefle taşıdığım askerlik mesleğime gölge düşecek” ikileminin ağır psikolojik baskısı içinde “Yâ Rab, canımı al” niyazında bulunan ve sorgu bitmeden ruhunu teslim eden Binbaşı Asım Bey, Denizli Hapsinde şehadet şerbetini içen Hafız Ali ve mahkemenin iade kararı sonrası kitaplarını geri almak için gittiği karakolda dayak ve işkenceyle hunharca katledilen Nazilli şehidi Mehmet Oğuz, bu kafilenin “şehit” rütbesiyle terhis belgesini alıp berzaha göçen bahtiyar mensuplarından birkaçı. Üstadın vefatından sonra gerçekleşen ihtilâlleri takip eden dönemlerde de Nur Talebeleri aynı şekilde yoğun baskılara hedef oldular. Evlerdeki Risale-i Nur sohbetleri basıldı, birlikte kitap okuyan insanlar gözaltına alınıp günlerce karakol ve kışlaların nezarethanelerinde ve tevkif edilip aylarca hapishanelerin koğuşlarında tutuldular. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde binlerce insan bu muamelelere maruz bırakıldı. Gerek sivil, gerekse askerî sıkıyönetim mahkemelerinde, sayısı 2000’i aşan dâvâlar açıldı. Bunların—bazı istisnalar dışında—büyük bir kısmı beraatle neticelendi. Ancak bu kararlar verilinceye kadar yaşanan tutukluluk süreleri, hem ciddî mağduriyetlere yol açtı, hem de sebebiyet verenlerin yanına “kâr” kaldı. Fakat mazlûmlar bunun üzerinde bile durmayıp, hapiste dahi hizmetlerine devam ederken, zalimler ise daha bu dünyada iken ilâhî adaletin her biri müthiş ibret dersleriyle yüklü tokatlarını yemeye başladılar. Tire programı vesilesiyle bir kez daha buluşup kucaklaşma imkânı bulduğumuz isimsiz kahramanlardan, 60, 65 ve 82’de üç defa medrese-i Yusufiyede “ağırlanan” Rasin Tekeli ile, 82’de onunla birlikte ve öncesinde farklı tarihlerde benzer “macera”ları yaşayan Celâl ve Abdünnur Keseli, Ali Düzdemir gibi, aynı zamanda 40 yıllık Yeni Asya okuru vasfını taşıyan fedakârlarla sohbetlerimizde bu hakikatli hatıraları yad ettik. Zorlu kışların fırtınalarına göğüs gerip ağır bedeller ödeyerek cennetâsâ baharlara zemin hazırlayan kahramanlar kafilesine selâm olsun... 07.02.2010 E-Posta: [email protected] |