04 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ahmet ÖZDEMİR

İnsanın yaratılışı üzerine tartışmalar


A+ | A-

Cinler, bitkiler ve hayvanlar, insandan önce yaratılmış ve yeryüzünde yerleştirilmiş varlıklardı. Cinlerin görevi yeryüzünü imar etmek, diğer varlıklardan sorumlu olmak ve onlara ev sahipliği yapmaktı. Yani insandan önce dünyanın halifesi olma görevi cinlere aitti. Cenâb-ı Hak, onları da “kendisini tanımaları, ibadet ve taatte bulunmaları”1 için yaratmıştı.

Ama cinler, kendilerinden beklenen bu görevlerin tam zıddına hareket ettiler. Yeryüzünü imar edip şenlendirmek yerine, orada fitne ve fesat çıkardılar. Birbirlerini öldürerek zulüm yaptılar. Allah’a kulluk vazifesinden yüz çevirdiler. Bu fitne ve fesatlarında o kadar ileri gittiler ki, sonunda yaptıkları kötülükler, iyiliklerini kat kat geçti. Bunun üzerine yeryüzünün halifeliği makamından azledildiler.2

Cenâb-ı Hak, onların yerine, yeryüzünü imar edecek yeni bir varlık yaratmayı murat etmişti. İşte yaratılacak bu varlık insan nesli idi.

İnsanoğlunun ilk babası, Hz. Âdem’dir (as). Cenâb-ı Hak ilk insan olarak onu yaratmış, sonra da eşi Hz. Havva’yı yaratmıştır. Daha sonra da insanları bu çiftten çoğaltmıştır. Bütün İslâm âlimleri bu konuda ittifak etmişlerdir.

Allah, Hz. Âdem’i (as) yaratmadan önce meleklerine şöyle emir vermişti:

“Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım” 3, “Muhakkak Ben, yeryüzünde emirlerimi yerine getirip varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak bir halife yaratacağım.” 4 “Onu iyice biçimlendirip ona Rûhumdan üfleyince hep birden, secde ediniz.” 5

Melekler, Allah’ın bu emri üzerine önce şaşırdılar. Çünkü yeryüzü cinlerin elinden alındıktan sonra kendilerinin mesken ve yurt edineceklerini zannediyorlardı. Çünkü cinler, fesat çıkardıkları için yeryüzünün hâkimiyetini ellerinden kaçırmışlardı. Melekler ise gece-gündüz ibadet ve tâat içindeydiler. Şu duruma göre yeryüzünün şenlendirilmesine en lâyık, onlar görünüyordu.

Cenâb-ı Hak, meleklerin tahminlerinin aksine, yeni bir varlık yaratıp yeryüzünde onu halife yapmak istiyordu. Üstelik ona bütün meleklerin secde etmelerini de emrediyordu. Demek yaratılacak olan bu varlık kendilerinden daha üstün bir fıtratta ve mahiyette olacaktı.

Peki, bu nasıl olacaktı?

Gece-gündüz demeden her an ibadet eden meleklerin üstünde bir varlık nasıl olabilirdi? Kaldı ki, onlar yaratılacak insanın yeryüzünde cinlerden daha fazla fesat çıkarıp kan dökeceğini de anlamışlardı.

Melekler, insanların yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceklerini nasıl öğrenmiş olabileceklerini ise, müfessirler geniş şekilde ele alırlar. Bu konuda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Özetlemek gerekirse:

Bu bilgi meleklere Allah ile aralarında geçen muhavere (konuşma) esnasında bildirilmiş olabilir. Bu takdirde onların bu bilgileri, Allah’ın talimiyle olmuştur.

Melekler bu kanaata insanın mahiyetine muttali olmaları sonunda varmış olabilirler. Yukarıda belirttiğimiz gibi cinler fesat çıkardıkları için yeryüzünün halifeliği ellerinden alınmıştı. Şimdi onların yerine tayin edilen insan nesli, cinlerden daha fazla fesat çıkarabilecek kabiliyette idi. Zira onlar kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye sahibi idiler. Bu duygularına ise sınır konulmamıştı. Adı geçen duyguların ifrat mertebeye çıkmalarıyla fesat, zulüm ve kan dökmeler meydana gelecekti.

Melekler ancak Allah’ın kendilerine öğrettiği şeyleri bilmektedirler ve Allah’ın sözünün önüne geçemezler. Çünkü Yüce Allah, “Melekler Allah’ın sözünün önüne geçemezler”6 buyurmaktadır. Bunu da melekleri, övme yönüyle söylemiştir...

Peki melekler, Allah’a, “Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kanlar dökecek birisini mi yaratacaksın?” diye nasıl soru sorabilir? Buna cevap ise: Melekler daha önceden yeryüzünde yaşayan cinlerin, birbirlerinin kanlarını döktüklerini ve yeryüzünde fesad çıkardıklarını görmüşlerdi ve bunu biliyorlardı.

İşte bu, Hz. Âdem’in (as) yaratılmasından önce yeryüzünde cinlerin yaşadığını göstermektedir. Zira cinler yeryüzünde fesad çıkarmışlar ve birbirlerinin kanlarını dökmüşlerdi. Bunun üzerine Allah, Cebrail’in komutanlığında meleklerden oluşmuş bir orduyu onlara gönderdi. Melekler onlarla savaştılar, onların bir kısmını öldürdüler ve bir kısmını da denizlerdeki odalara ve dağların tepelerine sürdüler. İşte bundan dolayı meleklerin “Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kanlar dökecek birisini mi yaratacaksın?” sözleri, özel bir soruya yönelik olarak gelmiştir. Buna göre bu halife, yeryüzünde yaşamış olan cinlerden önce geçen bir yol üzere midir? Yoksa onların yolu üzere midir?

Bir rivayete göre; Yüce Allah yaratacağı bu halifenin neslinden gelen bir topluluğun, yeryüzünde fesad çıkaracaklarını ve birbirlerinin kanlarını dökeceklerini meleklere bildirmiştir. İşte bundan dolayı da melekler, ya Allah’ın kendisine isyan edeceğini bildiği bu halifenin, Allah’ın onu kendi yerine vekil olarak bırakmasından şaşırdıklarından dolayı bu sözü söylemişlerdir.... Buna göre bizim; meleklerin sorusundan, Allah’ın yarattığına veya dilemesine ve isteğine itiraz etmediklerini anlamamız gerekmektedir. Onlar sadece Allah’ın yaratmak istediği bu varlığın kendisine isyan edeceğini, birbirlerinin kanlarını dökeceklerini ve yeryüzünde fesad çıkaracaklarını bildiği halde niçin yaratmak istediğinin sebeb-i hikmetinin açıklanması maksadıyla Allah’a bu soruyu sormuşlardır. Yoksa -daha önce de geçtiği üzere- başka bir maksattan dolayı değildir. Çünkü melekler, Allah’ın emirlerine karşı isyan etmezler ve onlardan, Allah’ın emrine karşı bir muhalefetin ve itirazın meydana gelmesinin düşünülmesi bile mümkün değildir.

Bir başka ihtimal de, melekler bu hususu levh-i mahfuzdan okuyarak öğenmiş olabilirler.7

İnsanoğlunun yeryüzüne halife yapılmasının hikmeti nedir?

İşte bu durum meleklerin meraklarını çekmişti. Bunun hikmetini öğrenmek için şöyle sordular:

“Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, Sen’i tenzih etmekteyiz!..” 8

Meleklerin bu sorularında, asla Allah’a karşı bir itiraz mânâsı olmadığı gibi, bu işin hikmet ve hayır gereği olduğuna dair bir şüpheleri de yoktu. Amaçları Âdem’i (as) ve neslini küçük düşürmek ve gıybet etmek de olamazdı. Belki yeryüzünde fesat çıkaracak bir varlığın oraya halife yapılmasındaki mânâ ve hikmeti öğrenmek istiyorlardı. Soru sormalarının da gerçek sebebi bu olsa gerektir.

Meleklerin bu sorularını, Cenâb-ı Hak, “Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim! Olayların hikmetleri sizin göreceklerinizle sınırlı değildir. Benim insanları yaratmamda öyle bir hikmetim vardır ki, o hikmet onların işleyecekleri bütün fesat ve şerlere üstün gelecektir” 9 buyurdu. Yani, “Eşya ve ahkâm, sizin malûmatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebep olamaz. Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hatırası için, fesatlarını nazara almam.”10

“Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi” 11 âyetinde geçen “halife yaratacağım” ifadesini Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır şöyle tefsir etmiştir:

“Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı selahiyetler vereceğim, o bana bağlanarak, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde birtakım kullanma yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icra edecek ve yürütecek. O bu hususta asil olmayacak, kendi zâtı ve şahsı adına asil olarak hükümleri icrâ edecek değil. Ancak benim bir vekilim, bir kalfam olacak. İradesiyle benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbik etmekle emredilmiş olacak, sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı görevi icrâ edecek olanlar bulunacak. ‘Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur’12 sırrı belli olacak.”13

Cenâb-ı Hakkın müşavere şeklinde meleklerle yaptığı bu konuşma, ileride meleklerin insanoğlu ile çok fazla irtibat ve ilgilerinin bulunacağına işaret etmektedir. Daha önce işaret ettiğimiz gibi öyle de olmuştur. Meleklerin bir kısmı insanları korumakta (hafaza), diğer bir kısmı amellerini kaydetmekte (kiramen kâtibin), bazıları da kulların kalblerine hayırlı şeyleri ilham etmekte, onlar için istiğfar ve duâ etmektedirler. Cebrail, Azrail, Mikail ve İsrafil adlarındaki büyük meleklerin görevleri ise hepimizce malûmdur. İşte bunlar gibi insanlarla ilişkisi olan birçok melek nev'î vardır.14

“Cenâb-ı Hakk’ın ef’ali, hikmetlerden, maslahatlardan hâlî değildir. Öyleyse mevcudat, halkın malûmatında münhasır değildir. Öyleyse melâikenin adem-i ilimleri, beşerin adem-i vücuduna delil olamaz. Ve keza, Cenâb-ı Hak, hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halk etmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kadir ve cami olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki, beşerin şeheviye ve gadabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlup olursa, beşer, mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde, hayvanâttan daha aşağı olur; çünkü özrü yoktur.” 15

Demek ki, insanın yaratılışı konusunda meleklerin bilmedikleri gizli bir hikmet vardı. Meleklerin yeryüzüne halife kılınmaya engel olacak insani şer ve fesatlar, o hikmetin yanında çok küçük ve önemsiz kalıyordu.

Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı işlerde mutlaka hikmetler vardır. Her şey meleklerin bilgisiyle sınırlı olmadığı gibi, bizim bilgimizle de sınırlı değildir. Allah, mutlak hayır olarak melekleri, mutlak şer olarak şeytanı ve bu ikisinden mahrum olarak da hayvanları yaratmıştır. Hikmetin bir gereği de hayır ve şerri işlemeye uygun ve kabiliyetli insanlığın yaratılmasıdır. İnsanlığın önüne konulan üç kuvveye (şeheviye, gadabiye ve akliye) sınır konulmamıştır. Bu kuvveler istikamette olsa, o zaman insanlar melekleri geride bırakır. Aksi takdirde hayvanlardan daha aşağı düşerler.

04.11.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Zekât verme âdâbı


A+ | A-

İzmir’den okuyucumuz: “Zekât verirken nelere dikkat etmeliyiz? Zekât vermenin bir âdâbı var mıdır? Varsa nelerdir? Kısaca bahseder misiniz?”

Zekât ibadeti, İslâm’ın üzerine bina edildiği beş şarttan birisidir. İslâm’ın köprüsüdür. Toplumun sosyal huzur ve kardeşliğinin güvencesidir. İslâm’ın nezahetinin ve nezaketinin mührüdür. Bu bakımdan her şeyin bir adabı olduğuna göre, zekât vermenin de bir adabı, erkânı elbette vardır ve olmalıdır. Zekât verirken zekât adabına riayet etmek imanın güzelliklerindendir.

Zekât vermenin başlıca adabı şunlardır:

1- Zekât, Allah’ın emri olarak ihtiyaç sahibinin zengin üzerindeki hakkıdır ve yalnızca Allah rızası için verilir. Verilirken sadece Allah’ın rızası gözetilir. Zekâttan menfaat ummak, zekât verilen kişiden karşılığında hizmet almak, onu minnet altında bırakmak, karşılığında teşekkür, iyilik ya da başka türlü yardım beklemek veya verilen zekâtı başa kakmak zekât ruhuyla asla bağdaşmayan ve verilen zekâtı boşa çıkaran davranışlardır. Böyle davranışlardan sakınmalı, zekât verilen kişiyi asla minnet altında bırakmamalıdır. Nitekim Kur’ân buyuruyor ki: “Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir). Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın.”1

2- Zekât temiz ve helâl kazançtan verilmeli, bunun için helâl kazanmaya azamî gayret gösterilmelidir. Kur’ân buyurur ki: “Eğer inanan kimselerseniz Allah’ın bıraktığı helâl kazanç sizin için daha hayırlıdır.” 2

3- Zekât için malın iyisini veya orta hallisini seçmeli, malın kötüsünü zekât olarak vermemelidir. Yüce Allah buyuruyor ki: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki Allah, her bakımdan zengindir, övülmeye lâyıktır.” 3

4- Zekâtın Hanefilere göre gösterişten ve riyadan korunmak için gizlice; Şafii ve Hanbelilere göre ise farz bir ibadeti teşvik amacıyla açıktan verilmesi efdaldir. Kur’ân buyurur ki: "Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Fakat onları gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına da keffaret olur. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” 4

5- Zekât, ödeme vakti geldiğinde hemen ödemeli, mümkün mertebe geriye bırakmamalı, geciktirmemelidir. Kur’ân, “Hayırda yarışınız!”5 buyuruyor.

6- İffetli ve ihtiyacını insanlara söylemekten utanan ihtiyaç sahipleri aranıp bulunmalı ve zekât vermede onlara öncelik verilmelidir. Kur’ân şöyle buyurmuştur:

“Sadakalar, kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir.”6

7- Zekâtta akrabaya yakınlık derecesine göre öncelik verilmelidir. Önce kardeşler ve kardeş çocukları, sonra amca, dayı, hala ve teyze, sonra diğer akrabalar ve komşulardan fakir olanlar gözetilmelidir.

8- Zekâtı kendisi bizzat veremeyecekse, vekil tayin ettiği kimsenin güvenilir, emanete riayetkâr, mümkünse takva ve nezaket sahibi bir kimse olmasını tercih etmelidir.

9- Zekât verirken, bunun zekât olduğunu söylemeden, “Şu sana olan borcumu bir alıver!”,“Şu emanetini bir alıver!” gibi rica sözleriyle verilmeli, zekât alanın gönlü incitilmemeye dikkat edilmelidir.

10- Zekât verirken niyet içinden yapılmalı, açıktan yapılmamalıdır.

11-Zekât toplama memuru veya ihtiyaç sahibi kişi, zekât aldığı zengine “Allah kazancına bereket versin!” veya buna benzer şekilde duâ etmelidir.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 262, 263, 264.

2 - Hud Sûresi: 86.

3- Bakara Sûresi: 267.

4- Bakara Sûresi: 271.

5- Bakara Sûresi: 148; Maide Suresi: 48; Hadid Sûresi: 21.

6- Bakara Sûresi: 273.

04.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Yeme-içmede sünnet-i seniyye ve modern tıp


A+ | A-

Yeme ve içmede denge, hem maddî hayatımızın sağlıklı, hem de mânevî hayatımızın verimli geçmesi demektir. Aslında, yeme-içmede de sünnet-i seniyyeye göre hareket etsek, hem gerçek lezzeti tadarız, hem de hayatımızı düzene sokarız.

Modern tıp, yeme-içme konusunda sünnet-i seniyyedeki yemek âdâbına oldukça yaklaşmış durumda:

* Yaşamak için, ölçülü ve dengeli beslenmeli.

Lezzeti şükür için takip etmeli, aksi halde lezzet bağımlılığına ve hedonizme müptelâ oluruz. Bu bağımlılıklar da krizleri, o da helâl-haram demeyip yemeyi, o da çok kilo almayı, o da kalp, damar sertliği ve nefes darlığı dâhil birçok hastalığı dâvet eder.

Yüce Nebî (asm), “Âdemoğlu, midesinden daha şerli bir kap doldurmaz. Oysa belini doğrultacak birkaç lokmacık yeterlidir”1 diyerek bizleri ikaz etmektedir.

* Yedikten sonra dört-beş saat içinde bir şey yememeli; iki saat içinde su içmemeli. Hafif, kolayca hazmedilecek miktarda gıda alınmalı. Şifa hazımdadır. Nefse, mideye en ağır, yorucu hâl, yemek üstüne yemektir (peş peşe ve çeşitli).

* Çok ve abur-cubur yemek lezzeti de yok etmekte; zamanla hipertansiyona, asterosklaroza, diyabete ve kanser gibi hastalıklara yol açmaktadır.

* Akşam yemeğinden sonra kolesterol miktarı yükseliyor; mide gece asit salgılıyor. Şu halde, yatmadan en az dört-beş saat önce yemeli.

* İçeceklere gelince, fıtrî, bilhassa asitsizler tercih edilmeli. Kahve ve adaçayı zihni uyarıyor, yorgunluğu gideriyor. Yemeğin hemen ardından, ara vermeden içilecek limonlu çay hazmı kolaylaştırır. İhtivâ ettiği kafein dinlendirir, teanin beynin alfa dalgalarını yaymaya teşvik eder; sinir sistemini geliştirir, damarları genişletir, kan dolaşımını hızlandırır ve zihnimizi açar. Yine taşıdığı P vitaminiyle de, metabolizma sonucu oluşan antioksidan özellikli fenolik bileşiklerden kaynaklanan zehirleri dışarı atar.2

Aslında riyazetle, duygu ve düşüncelerimizle midemize olumlu mesajlar gönderip acıkmayı geciktirebilir, az yemekle iktifa etmeyi öğrenebilir, en az 40 gün yemek yemeden yaşayabilir, günlük gıda ihtiyacını bir dilim ekmek, üç-beş zeytinle karşılama melekesini kazanabiliriz.

Kendimizi bir işe verdiğimizde, heyecanlı bir film seyrettiğimizde, zevkli bir işi takip ettiğimizde veya dehşetli bir olayı izlediğimizde hiç yemek yemek aklımıza geliyor mu?

Tasavvuf terbiyesinde bu husus, kıllet-i taam (az yemek), kıllet-i menam (az uyumak), kıllet-i kelâm (az konuşmak) şeklinde formüle edilmiştir.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Zühd 47, (2381); İbnu Mace, Et’ime 50, (3349).

2- Prof. Dr. Zeki Çıkman, Tıbbın Lideri ve Özü, s. 24.

04.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Sami CEBECİ

Antakya ve Adana hattı


A+ | A-

Biletimi alıp kontrolden geçerek içeriye girdim. Bekleme salonu oldukça kalabalıktı. Orta yaşlı, kır saçlı ve gözlüklü bir adama yaklaştım. “Hatay’a gidecek uçağın anonsu yapıldı mı?” diye sordum. “Hayır! Henüz yapılmadı. Uçak yarım saat tehirliymiş” dedi.

Sohbet etmek için güzel bir vesile olmuştu. Yanına oturdum ve tanıştık. Hacettepe Üniversitesinde profesör olarak vazife yapan bir ilim adamıydı. Bir seminer için gittiğimi söyleyince, kendisinin de üniversitede bir semineri olduğunu söyledi. Hareket saatine kadar sohbet ettik. Hikmet Bey inançlı biriydi. İnsan vücudundaki hârika sistemi görüp de Allah’ı inkâr etmenin mümkün olmadığını söylüyor ve Cuma namazlarını üniversitesine yakın bir camide kıldığını ifâde ediyordu. Karşılıklı kartlarımızı vererek tekrar görüşmek dileğiyle son kontrol kapısından içeri girdik.

Koltuğuma oturdum. Biraz sonra top sakallı bir adam müsaade isteyip pencere kenarına oturdu. Hayırlı yolculuklar diledim. Teşekkür etti. “Hataylı mısınız?” diye sordum. “Hayır, Elazığlıyım” dedi. Elli yaşlarında ve avukatlık yapıyordu. Hatay’a varıncaya kadar bir saat süreyle sohbet ettik. Mânevî konular gündeme gelince “Ben, inançsız bir insanım. Fakat, inanan insanlara da saygılıyım” dedi. Sosyalist ve devrimci bir kişiliğe sahip olduğunu söylüyordu. Uzun zamandır ilk defa açıktan dinsiz olduğunu söyleyen bir adama rastlamıştım. Sohbet koyulaştıkça düşünce ve kanaatlerinin sarsıldığını hissediyordum. Ama, o belli etmemeye çalışıyordu. “Üniversitede okuyan benim oğlum da namaz kılıyor. Ben, demokrat bir adamım. Kim neye inanıyorsa onu yapsın. Ona baskı yapmayı hiç düşünmedim” dedi. Avukat Ulvi Bey kendinden pek emin görünerek konuşmaya çalışıyordu. “Beyefendi! Maksadım, elbette ki sizi sahip olduğunuz kanaatlerinizden döndürmek değil. Zaten bu mümkün de değil. Yolculuk esnasında sohbet olsun diye konuşuyoruz. Siz, kişilikli bir insansınız” diyerek konuşmaya devam ettik. Uçak inişe geçtiği zaman “Sizin inanmadığınız, ama bizim varlığını delilleriyle tasdik ettiğimiz Allah’tan niyaz ediyorum ki, size hidayet kapısı açsın ve hayat sona ermeden size hidayet nasip etsin” dedim. Sesini çıkarmadı. “Oğlunuzun adı nedir?” diye sordum. “Hüsamettin” dedi. “Ne güzel! Anlamlı ve dînî bir isim koymuşsunuz” dedim. “Babamın adı. Torununa böyle isim vermek bizim geleneğimizde vardır” dedi. “Benim de bir torunum oldu. Oğlum benim adımı koymuş. Torun sevgisi bir başka oluyor. Allah size de nasip etsin” dedim. Gayet içten ve gülerek “Âmin!” dedi. Adama, âmin dedirtmiştik. Bundan sonrası Allah’ın hikmetine kalmış. Kartımı verdim. O da telefonunu verdi. Tekrar buluşmak dileğiyle ayrıldık.

Bizim vazifemiz tebliğdi. İşte iki kişiye tebliğ yapmıştık. Tavsiye edebileceğim bir kitap varsa okuyacağını söyleyen avukata “Said Nursî’nin kitaplarını okursan mutlu olurum” dediğimde “Okuyayım. O dâvâsı için çok çile çektiği halde eğilmeyen bir adamdır. Onun bu yönünü çok takdir ediyorum” demişti. Neyse... Hidayet, ancak Allah’tandır.

Mustafa ve Rıza Beyler karşılamaya gelmişler. Doğrudan hizmet merkezine geçtik. Kalabalık bir cemaat bizi bekliyordu. Bir buçuk saat boyunca Risâle-i Nur mesleğinin hizmet metodunu ve sâir mesleklerden farkını okuduk, konuştuk. Verimli ve feyizli bir ders olmuştu. Cumartesi sabahı orada kalan üniversiteli gençlerle, bir saati aşkın sorulu cevaplı sohbet ettik. Hepsi dâvâ adamı karakterinde dinamik gençlerdi. Program gereği, iki arkadaşla birlikte gittiğimiz bayanlar hizmet merkezinde ihlâs, uhuvvet, tesanüd ve meşveretin önemi üzerinde iki saati aşkın sohbet ettik. O da verimli olmuştu. Antakyalı gönül dostlarımız, cemaatın şahs-ı mânevisinin yanında ve kale gibi dimdik ayaktaydılar. Onlarla iftihar ettim.

Ali Kanıbir Ağabeyle birlikte Adana’ya hareket ettik. Üç saat sonra hizmet merkezimize ulaştık. Yatsı namazını kıldıktan bir müddet sonra oldukça kalabalık bir cemaata, Bediüzzaman Hazretlerinin cihad ve tebliğ metodu üzerine seminerimizi sunduk. Anlatılan hakikatler, Bediüzzaman’ın olduğu gibi ve doğru bir şekilde anlaşılmasına vesile oluyordu. Mesleğinin önemli bir esası müsbet hareket olan Bediüzzaman, dahilde emniyet ve âsâyişe bütün gücüyle hizmet etmişti. Seminer sonrası orada kalan gençlerle yaptığımız sohbet de faydalı olmuştu.

İki günlük Antakya ve Adana hattındaki hizmetlerden sonra Ankara’ya dönerken, yan koltukta iki genç İngilizce konuşuyorlardı. Nereli olduklarını sordum, Amerikalı olduklarını söylediler. “Türkçe biliyor musunuz?” diye sordum. Bilmediklerini ifâde ettiler. Yeterli derecede İngilizce olmayınca gazetemi okumaya başladım. Esenboğa’ya indiğimde, hizmetin verdiği şevkle ruhum bayram yapıyordu.

04.11.2009

E-Posta: [email protected]



Mehtap YILDIRIM

Bu hakaretler insanlara mı, hayvanlara mı?


A+ | A-

Hayvan başlı insan resimlerinden oluşan reklâmları bilboardlarda gördüğümde içimde hayvanlara karşı acıma hissiyle birlikte onların hakkını müdafaa etme duyguları baş kaldırmıştı. “Fotoğraf makinesi alırken sağılacak inek miyim?”, “Televizyonda pahalı fiyata atlayacak kadar sazan mıyım?”, “Cep telefonunda kazık yiyecek kadar kuş beyinli miyim?”, “Çamaşır makinesinde kazığa razı olacak kadar koyun muyum?” sloganları ilgili hayvan başlı insan resimlerinin üzerinde yer alıyordu.

“Türk milletine hakaret,” “tahrik” ve “halkın gururunu rencide etmek” gibi tepkiler alan reklâma geçtiğimiz günlerde bir iş adamı tarafından tazminat dâvâsı da açılmıştı. Gösterilen tepkilerde “insan”lar yine önce kendi haysiyetini, gururunu düşünerek “ne yani, benden alış veriş yapmazsan ineksin, kaz kafalısın, kuş beyinlisin mi demek istiyor bana” demişlerdi. Öyle bir reklâmı hazırlatan ve hazırlayanlara gelince, bilmiyorlardı ki hayvanlar onlardan daha medenî.

Aklı olmayan, hiçbir şeyden habersiz sadece vazifelerini yapan o hayvanları öyle hakaretlerle teşhir edenlerin sadece insanlardan değil, hayvanlardan da özür dilemeleri gerektiğini düşünmüştüm. Bediüzzaman Hazretlerinin, talebelerini, bir köpeğin gıybetini yapmalarından dahi men ettiğini hatırlamıştım. Köpek, kıymalarını yemiş kaçmıştı. Köpeğe hiddetlenen talebelerini sakinleştiren Üstad: “Bu hayvanın gıybetini yapmayın, helâl edin” diyordu.

Şimdi bazı insanlar hiçbir sebep olmadan dahi o masum hayvanların gıybetini yaparak onlara haksızlık edebiliyorlar. Malûm reklâmlarda olduğu gibi birbirlerine hakaret ederken de o masumların isimlerini kullanıyorlar.

Bir diğerinin zekâsını aşağılama anlamında kullandıkları “kaz kafalı” ifadesi karşısında kaz’a söz hakkı verilse ve dile gelse o insanlara şunları söyleyecekti: “Ey kendini insan zanneden insan! Aşağıladığın bu kafama Cenâb-ı Allah’ın ilham etmesi ile ailemi her türlü tehlikeden korumak için yuvamı bataklığın sığ sularında veya bir tümseğin üzerinde yaparım. Hayatım boyunca eşime sâdık kalarak aileme kol kanat gererim. Sana akıl verilmiş olmasına rağmen senin bile düşünemeyeceğin uçuş teknikleri bilirim. Göç yolları, hava durumu, bulutlar hakkında çok engin bir bilgi ve tecrübe sahibiyim. Benim zekâmla alay edeceğine, kendi kafana baksan iyi edersin.”

Yine bazı insanların “enayi” anlamında kullandıkları “sağılacak inek” ifadesi için inek şöyle itiraz edecekti: “Kur’ân’da en uzun sûre bakara (inek) olarak adlandırılmış. Dinimiz beni mübarek hayvanlar arasında sayarken, sizin de biraz saygı göstermeniz gerekmez mi? Allah bizi size hizmet etmekle vazifelendirdi. Biz de etimizle, sütümüzle, derimizle size hizmet eder, Rabbimize de tesbih ile şükrederiz. Bizde akıl yokken bunları yaparız da, be hey aklı ile övünen insan! Sen Rabbin için ne yaparsın?”

Kuş ise şöyle itiraz edecekti: “Kuş beyinli diye küçümsediğiniz beynim ile sizin uzaklık hesabınızca 4 bin kilometre kadar uzaklaşsam bile tekrar bulunduğum noktaya dönebilirim. Cenâb-ı Allah o küçücük beynime sizin bilgisayarlarınızdaki CPS dediğiniz küresel yön belirleme sistemine benzer bir sistem yerleştirmiş. Bu küçük beynimin bütün özelliklerini anlatmaya kalksam hem çok zaman alır, hem de siz hepsini tam anlamaya muvafık olamayabilirsiniz.”

Bunun gibi, diğer hayvanlar da eğer bizimle konuşabilselerdi, özelliklerini ve kabiliyetlerini anlatarak uğradıkları haksızlıkların hesabını soracaklardı.

04.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Hafız ve Kasidehan Murat Necipoğlu yoğun bakımda, duânızı bekliyor


A+ | A-

Yaklaşık iki hafta önce Cumartesi günü Bakırköy Devlet Hastanesinde idik. Aldığımız üzücü haber üzerine derhal Azim Dağıtım Genel Müdürü ve Müyader (Müzik ve Sinema Yapımcıları Sanatçıları Dağıtımcıları Derneği) üyemiz Hasan Taştan Yıldız ve Ajans Yıldırım ortaklarından ve yine derneğimiz üyesi Selim Kaya ile birlikte bu hastaneye gittik. Genç kuşağın önemli seslerinden hafız, kasidehan ve ses sanatçısı kardeşimiz Murat Necipoğlu’nun beyin kanaması geçirdiği haberini almak hepimizi üzmüştü. Murat kardeşimiz yoğun bakımda uyutuluyordu günlerdir. Kendisini görmemiz mümkün olmadığından hastane bahçesinde endişe ve umut içinde bekleşen babası, annesi ve kardeşleri olmak üzere aile fertlerine, yakınlarına geçmiş olsun temennisinde bulunduk. Müzikbir Başkanı ve sanatçı dostumuz Mustafa Demirci’de ziyaret için gelenler arasındaydı. En son ağabeyi, ses sanatkârı ve Dolmabahçe Camii İmamı Halil Necipoğlu Bey ile telefonla görüşüp tekrar Cenâb-ı Hak’tan şifa ihsan etmesini duâ etmekle Murat kardeşimizin son durumunu sordum. Murat’ın uyandırıldığını, yavaş yavaş tepki vermeye başladığını ve umutlu olduklarını söyledi. Bu haber beni de çok mutlu etti. Efendiliği, saygısı, mütevazi kişiliği ile kendini sevdiren Murat’ın kendine has ses genişliği ve yorumuyla okuduğu ilâhiler, kasideler, Kur’ânı Kerim tilâveti hâlâ kulaklarımızda. Cenâb-ı Allah’dan (c.c) duâmız Murat Necipoğlu’nu tekrar eski sağlıklı haline kavuşturması ve yine aramıza dönmesi. Bu vesile ile siz değerli okurlarımızdan da duâ bekliyoruz.

04.11.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Cevher İLHAN

İsrail’le “Ayrılık” yok! (2)


A+ | A-

Aslında son yedi yıllık AKP iktidarı döneminde İsrail’le hiçbir “ayrılığın” olmadığı süregelen ilişkilerle ortada. Ekonomik anlaşmalara yenileri eklenmekte, savunma işbirliğinin yanı sıra silâh, petrol ve doğalgaz anlaşmalarına ilâveler yapılmakta…

AKP hükûmetinin İsrail’el yaptığı “ekonomik mutâbakat zabıtları” çerçevesinde, % Ekim 2004’te Resmî Gazete’de yayınlanan, GAP ve KOP’u içine alan sulamadan tarım ve hayvancılıktan tohumculuğa, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar iktisadî işbirlikleri yürürlükte.

6 Mart 2006’da Türkiye ile İsrail arasında Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayarak, Rus petrol ve doğalgazını Ortadoğu’ya aktaracak, Uzakdoğu pazarına ulaştırılmasını hedefleyen, İsrail’e elektrik ve su taşıyacak boru hattı inşası anlaşması işlemde.

7 Mart 2007’de Kudüs’te imzalanan “Türkiye-İsrail karma ekonomik komitesi mutâbakat zaptı”yla İsrail’le başlatılan ticarî ve ekonomik işbirliğinin kapsamını daha da geliştirmekte.

İsrail’e ihâlesi insansız casus uçağı Heronların alımını ve tank modernizasyonu ihâlelerine devam ediliyor…

İŞBİRLİĞİ VE ANLAŞMALARIN

HİÇBİRİ ASKIYA ALINMADI…

Oysa Türkiye’nin İsrail’e bir mecburiyeti yok. Pazar genişlemiş; Rusya’dan Çin’e, birçok Avrupa ve Asya ülkesi, silâh ve savunma sanayii ve ordunun modernizasyonu için Türkiye’nin açtığı ihâlelere şartsız katılmakta yarışmakta. Türkiye’nin gelinen konjonktürde ABD ve İsrail’in dışında birçok seçeneği bulunmakta...

AKP iktidarında Ankara İsrail’e karşı hep tâvizkâr davrandı ve alttan aldı. İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in resmî törenle karşılanıp ilk defa Filistin Devlet Başkanı Abbas’la birlikte Müslüman bir ülkenin parlamentosunda TBMM’de konuşturulup alkışlanmasına rağmen İsrail hükûmeti Türkiye’yi Annapolis’e dâvet etmediği gibi bir “teşekkür”ü dahi esirgedi. Ankara buna sessiz kaldı. Yine Suriye’deki tesisleri bombalayan İsrail savaş uçaklarının dönüşte boş yakıt tanklarını Türkiye topraklarına atmasına, Ankara’nın “nota” vermek yerine salt “izâhât” istemesini Telaviv kaale almayıp bir “özür” dahi dilemedi. Dışişleri bunu “mesele yapmadı!”

Keza Başbakan’ın “ricâsı” üzerine Kudüs’e giden Türk araştırma heyetinin, İsrail’in Harem’üş Şerif civarındaki kazılarının İslâm eselerlerini tahrip ettiği tespitine rağmen, kazılar durdurulmadı; aksine “rapor”dan sonra büyük bir pervâsızlıkla yıkıma daha da hız verildi.

İşin gerçeğine basılırsa, Davos’taki “one minute” gibi, Konya’daki “Anadolu Kartalı” ortak tatbikatının iptal edilmesinin “kamuoyu vicdanını rahatlatmak için” salt bir “tepki”den ibâret olduğunu bizzat Başbakan bildirmekte. Erdoğan’ın, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini gerilettiğine dair sorulara cevaben, “İsrail’le resmen ve hukuken ilişkilerin kopması anlamında herhangi bir şeyin sözkonusu olmadığını” söylemesi, bunun ifâdesi.

Yahudi cemaatinin her ayinde ve geçtiğimiz hafta içinde üç kez Sinagog’da ismen kendisine dua ettiğini sevinerek ve övünerek anlatan Cumhurbaşkanı Gül’ün, “İsrail’le olan meselelerde herşeye rağmen işin özü sağlam bir şekilde duruyor” demesi, bunun göstergesi.

Kısacası “one minute” gibi “ortak tatbikat”ın iptalinin de altı boş. Zira Gazze’yi bombalayan İsrail savaş uçakları ve pilotları hâlen Konya Karapınar’da uçuş eğitimlerini sürdürüyorlar.

İsrail’le yapılan siyasî, ekonomik-ticarî, askerî savunma sanayii ve silâh alımı anlaşmaları ve ihâlelerinin hiçbiri iptal edilmiş, askıya alınmış ya da ertelenmiş değil...

“KONTROLLÜ GERGİNLİK” VE

SUN’Î SÖYLEMLER…

Oysa çok partili siyasî dönemde, İsrail’in mülteci kampları baskınlarında, Gazze ve Batı Şeria’ya yaptığı saldırılarda, Kudüs’ü işgalinde ve Mescid-i Aksa’ya tecâvüzlerinde Türkiye onlarca kez İsrail’i kınadı; kınamakla kalmadı siyasî-diplomatik tavır sergiledi, yaptırımlarda bulundu...

Ancak AKP hükûmetinde bunun bir örneği yok; hep “kuru kınama”larla kalındı.

Görünen o ki AKP döneminde İsrail’le bir “eksen değişikliği” yok. İsrail’le diplomatik münâsebetlerin aynen devam ettiği, Başbakan’ın “İsrail’le ilişkilerimiz resmen ve hukuken aynen devam ediyor” sözüyle resmen deklâre edilmekte.

İsrail’le yoğun ilişkilere ve işbirliğine tam hız devam edilirken, İsrail’le hiçbir yaptırımı ve anlamı olmayan “kontrollü bir gerginlik” kotarılmakta, kamuoyu avutulmakta. Hükûmetin sanki İsrail’e karşı bir “tavır” içinde olduğu havası pompalanmakta…

Bir türlü arkası gelmeyen “one munite” kuru kınaması ve “tatbikat iptali”, propaganda edilerek Ankara’nın Telaviv’e tavır koyduğu propaganda edilmekte…

Ve bütün bunlar, “İsrail’le gerginliğin” ve “İsrail karşıtlığı”nın sun’î ve sahte olduğunu ele vermekte. Karşılıklı “sert demeçler”le âdeta bir “muvazaa çatışma” tablosu türetilmekte. “İsrail karşıtı” söylemlerle kamuoyunun gazı alınmakta…

04.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Göz boyama


A+ | A-

Hissedarları arasında İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın da bulunduğu araştırma şirketi ANAR’ın Genel Müdürü Dr. İbrahim Uzun, iktidar partisinin bunca krize rağmen oy oranını koruduğunu savunurken, bunu, takip edilen “çok başarılı siyasî strateji”ye ve AKP’nin gündem belirlemedeki ustalığına bağlamış.

Uzun’a göre, bir sürü gündemin olması hükümetin işine yarıyor. Bir olayın olumlu etkisi, bir başka olayın olumsuz etkisini bir anda yok edebiliyor. İktidar, Kürt açılımı ve Azerbaycan’la yaşanan sorunlarla yitirdiği prestiji, İsrail’e rest çekerek, Suriye’ye vizeyi kaldırarak geri kazanıyor.

Bu yorumlar üzerinde biraz durmak lâzım.

Ama önce, bu gündemlerde hükümetin ne ölçüde inisiyatif ve dahlinin bulunduğunu tesbit etmek gerekiyor. Meselâ “demokratik açılım”ın bir “devlet projesi” olduğu ve süreci koordine etme görevinin MGK kararıyla Atalay’a verildiği, bizzat kendileri tarafından defaatle söylendi.

Bu projenin, Obama’nın Türkiye ziyaretinden kısa süre sonra gündeme gelmesi ayrı bir bahis.

Aynı şekilde, “Ermeni açılımı,” Suriye’ye vizenin kalkması ve ortak kabine toplantıları yapılması, Bağdat’la da benzer bir yakınlaşmaya girilmesi, Kuzey Irak’ın ilk kez bakan düzeyinde ziyaret edilmesi, Afganistan’a takviye asker gönderip Kâbil’de komutayı tekrar üstlenmemizin arefesinde Pakistan ve İran’a gidilmesi, İsrail’e yönelik Gazze eksenli çıkışların sürdürülmesi de.

Buna karşılık konu AB ile ilişkilere geldiğinde o cenahta böyle bir hareketliliğin olmaması da.

Ortaya çıkan görüntü, Batıdaki kimi çevrelerde “Türkiye yüzünü doğuya mı dönüyor?” eksenli sorgulamalara yol açarken, çoktandır alttan alta seslendirilen “yeni Osmanlı” projesinin yürürlüğe konulduğu yorumunu yapanlar da var.

Başbakan bu gelişmeler için “Türkiye büyük bir ülkedir, kendi kararlarını kendisi verir” diyerek, dış telkin ve yönlendirme iddialarını reddediyorsa da, Dışişleri Bakanının “Dış politika hedeflerimiz Obama’nın stratejisiyle örtüşüyor” sözü, yaşananları çok daha iyi ifade ediyor gibi.

Bilhassa İsrail’e yönelik çıkışların, Gazze’de olup bitenleri BM adına ortaya koyup İsrail’i savaş suçu işlemekle itham eden Goldstone raporuyla eşzamanlı olarak sürdürülmesi enteresan.

Ancak bu söylemler daha ziyade Gazze eksenli olarak sürdürülürken, Mescid-i Aksa’da büyük gerginliklere yol açan siyonist provokasyonların üzerinde pek durulmuyor ve İsrail’e yönelik eleştirilerin arasına “Özü sağlam olan ilişkilerde bir kopma yok, yürüyen işlerimiz aynen devam ediyor” mesajlarının sıkıştırılması ihmal edilmiyor.

Konya’daki hava tatbikatının İsrail’in de katıldığı uluslararası bölümünü tehir kararının, ABD başta olmak üzere ilgili tarafların ortak mutabakatıyla alındığını bizzat Başbakan ifade ediyor.

Aynı günlerde patlak veren “Ayrılık” dizisi krizinin yine İsrail’de tetiklediği tepkiler, TRT’den sorumlu Devlet Bakanı Arınç’ın, kendisini ziyaret eden İsrail Büyükelçisine verdiği güvencenin ardından, dizinin sonraki bölümlerine Filistinlileri de cinayetle suçlayıp bu defa Filistin’i kızdıran sahneler eklenmek suretiyle teskin ediliyor.

Böylece İsrail’in öfkesi yatıştırılıyor, ama Filistin’in benzer tepkisi kimsenin umurunda olmuyor ve bu durum da sessiz sedasız geçiştiriliyor.

Sonuçta, gelişmeleri bu detaylarıyla takip etmeyenlerin zihninde, “Ayrılık” dizisindeki “çocuk öldüren İsrail askeri” sahnesi kalıcı olarak yer ederken, dizinin “Filistin’i satan” bölümlerinden pek kimsenin haberi olmuyor ve bu durum “İsrail’e kafa tutan AKP” defterine yazılıyor.

Yani, burada da bir göz boyama söz konusu.

“İsrail’e rest” görüntüsüyle AKP’ye içeride siyasî rant sağlanıp bu partiyi İslâm dünyasına da model olarak gösterme planı tahkim edilirken, bu restin, ilişkilerin özünü zedeleyip bölge için öngörülen yeni dizaynın ana çerçevesini aşmasına izin vermeyecek ince bir strateji uygulanıyor.

Bakalım, bu işin sonu nerelere varacak?

04.11.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Çocuklarımız tehlikede


A+ | A-

Adına ‘sanal âlem’ deniyor, ama zararı ‘gerçek’ olan internet dünyasına dalan çocuklarımız boğulmak üzere. “Teknoloji gelişip insanların hayatını kolaylaştırıyor” diye seviniyoruz, ama beraberinde getirdiği zararların farkında değiliz.

Belki şaka gibi gelecek; ama artık ‘alkol bağımlısı’ benzeri ‘internet bağımlısı/hastası’ çocuklardan bahsediliyor ki, gerekli tedbirler bugün alınmayacak olursa çok geç kalmış olacağız. Hâli hazırda, İstanbul’daki bir hastahanede ‘internet bağımlılığı olan çocuklara tedavi’ uygulanmaya bile başlanmış. Bağımlılık Psikiyatrisi Derneği kurucusu Doç. Dr. Özkan Pektaş konuyla ilgili olarak şöyle demiş: “(ilgili birime) Başvurular özellikle 12-18 yaş grubundan. Çocuklar, online oyununu bırakmamak için okula gitmek istemiyor. Gece de uyanık oldukları için ders başarıları düşüyor. Aileler bize ‘Çocuğumuzu bilgisayar başından alamıyoruz’ şikâyetiyle geliyorlar. Saatlerce hareketsiz kaldıkları için obezite olanların sayısı da çok fazla.” (Haber Turk g., 5 Temmuz 2009)

Başbakanlık Sosyal Araştırmalar Genel Müdürü Ayşen Gürcan da çocukların internette oynadıkları şiddet muhtevalı oyunlarla cinayet işlemeyi öğrendiklerini hatırlatmış. Gürcan’a göre işin en düşündürücü yönü, çocukların ‘dünya barışı için’ öldürme hakkına sahip olduklarına inandırılması.

Gerçekten de ‘oyun’ların büyük bölümü şiddet içeriyor. Görebildiğimiz kadarıyla şiddet içermeyen bir oyun yok. Çocuklar ve gençler o hale getirildi ki, yanlışlıkla şiddet içermeyen bir oyun piyasaya sürülse belki de ilgi görmeyecek... Çünkü mevcut oyunlardaki ‘şiddet’ neredeyse ‘şiddet’ olarak kabul edilmiyor. Alkol bağımlılarının sürekli daha fazla ‘alkol’ alma istemesi gibi, çocuklarımız da daha fazla ‘şiddet’ talep eder hâle geldi.

Elbette çocuklarımız suçlayıp kendimizi temize çıkaramayız. Tek başına yasaklamak çare olmadığı gibi, suçu çocuklara ve gençlere atmak da çare değil. Hadiseye doğru teşhis koymak ve uygun çareler aramak durumundayız.

Aileler olarak bizim birinci kabahatimiz, çocuklarımızla yeteri kadar (yoksa, ‘hiç’ mi?) iletişim ve diyalog kuramamış olmamızdır. “Benim böyle problemim yok” diyenlere sözümüz yok ve ayrıca böyle diyenlerin sayılarının artmasına da cidden duâcıyız. Ama bu konunun ciddî bir problem olarak önümüzde durduğunun farkına varmalıyız.

En başta aile büyükleri olarak biz, TV esâretinden kurtulabilmeliyiz. Ki çocuklarımızın internete esir olmasına mani olalım. Biz ‘baş köşe’de duran TV’ye teslim olur ve “Oğlum, bilgisayar başında fazla vakit geçirme. Şunu kapamayı da bil” demeyi sürdürürsek inandırıcılığımız olmaz. “İyi de, TV’yi kapatıp hanımla, çocuklarla ‘kavga’ mı edelim? Böyle hayat olur mu?” diyenler olursa, şunu hatırlatmak isteriz: Sus pus olup, TV’nin emirlerini dinlemektense ara sıra ‘kavga’ etmek belki de daha fayalıdır. Hem belki de ‘kavga’ ede ede; kavga etmeden iletişim kurmayı da öğrenebiliriz... TV izlemek yerine kitap okumayı denemeye ne dersiniz?

04.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.