24 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

BİR İFTİRAYA CEVAP


A+ | A-

Dünyada garip işler çok. En garibi de, hayatı ve eserleriyle bütün dünyanın dikkatini çeken, saygısını ve sevgisini kazanıp kalpleri fetheden bir insan hakkında, kendini ve haddini bilmezlerin ileri geri konuşmalarıdır.

Onların nezdinde insan o kadar ucuzdur ki, hiç düşünmeden atıp tutarlar.

Gogol’un da kitaplarında geçer ya, kendilerinden habersiz, köyleriyle beraber satılan köylüler vardır. Bunlar da böyledir. Pazara çıkarmadan satarlar insanları. Fikre, düşünceye ve emeğe saygısız köle tacirleridir bunlar.

Ne kadar çiğ süt emmiş ve insafsızdır insanoğlu. Hele acımasızca tenkide başlamışsa eğer, tek taraflı, keser de keser. Testere elinde ya, doğrar her yeri hoyratça.

Bunlar, sözüm ona, bir ağacın, bir hayvanın hakkına, hukukuna saygı gösteren kişilerdir. Sıra insana geldi mi yan çizerler. Hele fazîletli ve mûteber bir insansa bu, maskeleri düşer, gerçek yüzlerini gösterirler hemen. Kendileri gibi düşünmeyen insanlara tahammülleri yoktur. Hele de düşünen ve düşündüren insanlara hiç acımazlar. Halkın nezdinde saygın insanların hiçbir kıymeti yoktur bunların nazarında. Çünkü halkı ve kendi içinden çıkan değerlerini küçük görürler. Karşılarındakini yok bilmekle, yok ettiklerini; gözlerini kapamakla, gündüzü geceye değiştirdiklerini sanırlar. Sadece kendilerini ve peşinden gidenleri aldatırlar.

Bırakın Türkiye’yi, dünyada bile milyonların kalbinde taht kuran bir büyük insana bu kadar ölçüsüzce saldırmanın mantığı nedir acaba?

Ahmaklıkta mantık arama. Ahmaklar, kullanılışlı adamlardır. Kimler, hangi gâye uğruna kendilerinin kullanıldığını asla bilemezler.

Hakikate karşı çıkan, hak ile çarpışan, sonunda kendisi çarpılır. Küstahlık ve alçaklık, şeytandan mirastır. Sahip çıkanı alçaltır.

Câhilin karşısında kitap gibi sessiz olup durmak da var, beri yanda hakkı bildiği hâlde söylemeyip, şeytanın arkadaşı olmak da var. Susmayacağız… Kötülük cevapsız kalmaz, kalmamalı. Susmak, suça ortak olmaktır. Sözü altın olanın susması cinayettir.

Suçlu, suçunun başarı olduğunu sanır. Sonunda diliyle yakalanır. Zâlimleri, cânileri ve hâinleri, hiç beklenmeyen bir anda kendi günahları ele verir. Kâtil, kendi bıçağıyla, sonunda yine kendisini yaralar.

Kötü bir hareket, kötü bir davranış, hiçbir zaman cevapsız kalmaz yeryüzünde. Hileli oyunlarla kazandıkları başarılar onlara zafer gibi görünse de, kendi kazdıkları çukura düşerler ve dünyada da cezasını görürler.

***

Cins, cinsine çeker. Bunlar da kanal kanal dolaşırlar. Her kanalda ve her köşede kendilerine uygun tipleri bulurlar. Nereye giderlerse gitsinler, bozulmuş karakterlerini de beraberinde götürürler. Kendilerinden kurtulamazlar. Yer ve mekân değiştirmekle huylarının değişeceğini sanırlar, cehaletlerini gölge gibi yanlarında taşırlar. Ve gün gelir, öyle bir şefkat tokadı yerler ki, nereden ve kimden geldiğini de bilemezler. Bilseler uyanırlardı zaten.

Abdullah ibni Mübârek’e; “İnsanların en alçağı kimdir?” diye sorarlar. “Din kisvesi altında dünya menfaati sağlayandır” buyurur.

Bunlar, boş buldular mı masaya tünerler, mikrofonu kaptı mı da öterler. Bülbüllere güllük, kargalara da küllük yaraşır. Büyümemiş küçükler, aklı güdüklerdir bunlar. Şâirin; “Tükürsem yüzlere, kirlenir tükrük” dediği tiplerdir bunlar. Binine bir taş yeter tünedikleri ekrandan kaçırmak için. Yıllardır değişmemiş ne sözleri, ne hileleri. Bet sesli kargalardır bunlar. Kargalar alınmasın, nevzuhûr kargalardır bunlar. Eninde sonunda adalet tecellî eder.

“Hak sillesinin sadâsı yoktur,

Bir de vurdu mu devası yoktur!” O zaman görür bunlar. Eeee, ne diyelim… Eden bulur. Kendi kazdığı çukura düşene ağlamazlar.

***

Geçtiğimiz hafta bir televizyon kanalında adamın biri konuşuyordu. Eserleri ve hayatı hakkında dünyanın her yerinde araştırmalar, sempozyumlar yapılan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri hakkında konuşuyordu. Altı bin sayfalık Külliyatı, kırk dile çevrilen, milyonlarca okuyucusu bulunan Hazreti Üstad hakkında konuşuyordu. İpe sapa gelmez sözlerle, ağza alınmaz ifadelerle konuşuyordu. Üstelik din adamı geçiniyordu bu kişi.

Masanın etrafında kümelenen, güya ülkenin geleceğini konuşan insanlar da kendilerine hiç yakışmayan bir edâ ile onu dinliyorlardı. En küçük bir meselede bile karşı tarafın hakkını, hukukunu kollayan bu insanlar niye suskundu? Her halde işlerine geldiği için. İçlerinden insaflı biri çıkıp da bu adama; “Sus be! Yeter bu savurduğun hezeyanlar!” ya da programın sunucusuna hitâben; “Bu zât, tarihe mâl olmuş bir kişidir. Dünyanın saygıdeğer fikir adamları arasında yer alan bir İslâm âlimidir. Şahsı ve eserleri hakkında böyle uluorta konuşulması yakışık almaz. Hem vefat etmiş, geride eserlerini bırakmış bir insanın ardından konuşmak, hele de bu üslûpla konuşmak hiç de hoş olmuyor” diyemediler, o cesareti gösteremediler. “Burada söylenenler ona ve okuyanlarına cevap hakkı doğuruyor. Ayrıca bir program yapın, orada konuşun bunları, tek taraflı olmasın. İleri sürülen iddialara okuyucularından cevap verecek olanlar da vardır; lütfen onları da çağırın, mesele aydınlansın” diyemedi biri de çıkıp. Kuzu kuzu oturup, koyun gibi dinlediler. Kurtlar sofrasına meze oldular.

Konuşanın suçuna, günahına, onlar da dinlemekle ortak oldular. Aydın diyeceğim, ama maalesef değiller. Biz, aydınlardan, pardon, bu karanlık adamlardan çok çektik. “Aydın mı, kaç mumluk?” diye sorası geliyor insanın.

O gün ekran karşısında uluorta konuşulan ve bir insanın hak etmediği bir iftira kumpanyasıydı bu. Maalesef bu programı seyretmekle, ekran başında bulunan ve belki de olumsuz kanaat sahibi olan binlerce, milyonlarca insan vardı. Bu ne cehalettir, ne hazımsızlıktır ve ne tür bir ideolojik yaklaşımdır; akıl alacak gibi değil! Bir cümleyle de olsa, bir söz hakkı verilmez miydi hakkında bunca konuşulan zâtın yakınlarından birine olsun? Telefonla da bağlanmak zor muydu? Ama yapamazlar, foyaları meydana çıkar diye korkarlar. Bunlar, açıktan şeytana lânet ederler ama gizliden ona itaat ederler.

Hakkında yüzlerce ilim adamının yazıları bulunan bu zâtın eserleri de ortada dururken, hâlâ nasıl bir karalama kampanyasına girişilir, anlaşılır gibi değil! Dilin kemiği kırılmışsa burada bir bit yeniği aramak, neyin tezgâhlanmak istendiğini sorgulamak gerekir.

***

Evet, yıllar önce de bir doçent yine Bediüzzaman Hazretleri’nin bir eserinden bir cümle alıp aynı şeyi yapmış ve zihinleri bulandırmaya çalışmıştı. Ne diyordu o mâlûm doçent?

“Bediüzzaman Said Nursî, ‘Şuâlar’ adlı eserinin dokuzuncu sayfasında peygamberliğini ilân ediyor ve diyor ki: ‘Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyâde fazîletli ve kıymetli sözleri, Lâ ilâhe illâllah kelâmıdır.”

Bu sözler doğru mu, değil mi diye hemen ‘Şuâlar’ adlı eseri açıp bakıyoruz. Evet, ifadeler kelimesi kelimesine, aynen doğru; ancak cümlenin başından çok önemli bir satır eksik. Aynı sayfadan bu metnin tamamını eksiksiz okuyalım:

“Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm ferman etmiş: ‘Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyâde fazîletli ve kıymetli sözleri, Lâ ilâhe illâllah kelâmıdır.’”

Şimdi gördünüz mü yapılan bu kasıtlı hatayı ve Bediüzzaman Hazretleri’ne atılan iftirayı? Maksat bir gerçeği ortaya koymak değil ki, kafaları karıştırmak. Şimdi bu cümlelerin kaynağına bakma imkânı bulamayan nice mâsum insan ne kadar yanlış kanaat sahibi olmuştur. Bunun insafla, bilim adamlığıyla (!) bağdaşan bir tarafı var mı, Allah aşkına?

Bu durum bize çok bildiğimiz bir öyküyü de hatırlatıyor. Hani bektaşînin birine sormuşlar: “Niye namaz kılmıyorsun?” “Kur’ân’da ‘Namaza yaklaşmayın!” diye emir var demiş. “Peki, âyetin devamını oku” demişler. (Âyetin devamında, ‘Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken -yolcu değilseniz- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın’ diyor) “Ben hâfız değilim, gerisini bilmem” demiş. Aklı sıra kendini kurtarmaya çalışmış.

Yıllar geçti ama bu kafada hiçbir şey değişmedi. İnsafsızlık ve iftira bir model oluşturmuş âdetâ, her devirde karanlık bir ruh buluyor konaklamak için.

Evet, at gözlüğüyle bakanlara gerçekleri anlatmak çok güçtür. Dünya değişse, bunların kafaları bir türlü değişmez. Çünkü omuzlarının üstünde insan kafası değil, korkuluk kafası taşır bunlar.

Kendilerinin mahrum kaldığı nurdan ve ışıktan başkalarını da mahrum etmeye çalışırlar. Yıllardır yapıldı, yapılıyor bu. Ama söndürmek istedikleri güneşe nefesleri yetmedi, yetmiyor. Sonunda hep iyiler ve haktan yana olanlar kazanıyor. Konuyu çok da uzatmaya gerek yok sanırım. Bu çevrilen dolaplara ve entrikalara Bediüzzaman Hazretleri yıllarca ve defâatle muhatap olduğundan, eserlerinden bunlara karşı nasıl davranılması gerektiğini anlatan bir-iki mektupla bitirelim yazımızı.

***

Nur Talebelerını, Rısâle-ı Nur’dan

Çekmek İsteyenlerın Desîselerını Beyân Edıp, Öylelere Ne Şekılde Cevap Verılmesı Hakkinda Üstadin Hulâsali Bır Mektubu

Azîz, sıddîk kardeşlerim, 

Gayet ehemmiyetli bir meseleyi-bundan evvel size icmâlen beyân ettiğim meseleyi-tekrar size söylememe kuvvetli, mânevî bir ihtar aldım. Şöyle ki: 

Perde altındaki düşmanımız münâfıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zâhirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm kaldığı; ve Risâle-iNur’un fütûhâtına menfaati olan eski plânlarını bırakıp, daha münâfıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dâir buralarda emâreleri göründü.

O plânların en mühim bir esâsı has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkün ise Risâle-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acîb yalanları ve desîseleri istimâl ediyorlar ki, Isparta ve havâlisi, gül ve nur fabrikasının kahraman şâkirtleri gibi çelik ve demir gibi bir sebat ve sadâkat ve metânet lâzım ki dayanabilsin. Bâzı da dost sûretinde hulûl edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar. “Aman, aman Said’e yanaşmayınız! Hükûmet tâkip ediyor” diye zaifleri vazgeçirmeye çalışıyorlar. Hattâ bâzı genç talebelere, hevesâtlarını tahrik için, bâzı genç kızları musallat ediyorlar. Hattâ Risâle-i Nur erkânlarına karşı da, benim şahsımın kusurâtını, çürüklüğünü gösterip; zâhiren dindar ehl-i bid’adan bâzı şöhretli zâtları gösterip, “Biz de Müslümanız, din yalnız Said’in mesleğine mahsus değil” deyip, bize karşı perde altında cephe alan zındıklara ve anarşîlik hesâbına o safdîl ehl-i diyânet ve hocaları âlet edip, istimâl ediyorlar. İnşaallah bunların bu plânları da akîm kalacak. Böyle heriflere dersiniz: 

“Biz, Risâle-i Nur’un şâkirtleriyiz. Said de, bizim gibi bir şâkirttir. Risâle-i Nur’un menbâı, mâdeni, esâsı da Kur’ân’dır. Yirmi senedir emsâlsiz tetkikat ve tâkibatla beraber, kıymetini ve galebesini en muannid düşmana da ispat etmiştir. Onun tercümanı ve bir hizmetkârı olan Said ne halde olursa olsun, hattâ Said de—el-iyazübillah—Risâle-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadâkatimiz ve alâkamızı İnşaallah sarsmayacak” deyip, o kapıyı kaparsınız. Fakat, mümkün olduğu kadar Risâle-i Nur’la meşgul olmak; elinden gelirse yazmak ve mübâlâğalı propagandalara hiç ehemmiyet vermemek ve eskisi gibi tam ihtiyat etmek gerektir.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve duâ ediyoruz. 

Said Nursî

(Târihçe-i Hayat, Emirdağı Hayatı, 426)

***

BİRDEN İHTAR EDİLDİ;

KALEME ALMAYA MECBUR OLDUM

Kardeşlerim,

Şimdi tam tahakkuk etti ki, resmen bana ihânet ve hakaret etmek, onunla, teveccüh-ü âmmeyi hakkımda kırmak için gizli bir tedbir kurulmuş. Benim bütün dostlarımı-perde altında-soğutmak ve ürkütmeye çalışıyorlar. Halbuki, Sikke-i Tasdik-i Gaybî onların bütün propagandalarını zîr ü zeber ediyor.

Gerçi, böyle dinsizlik hesâbına bana olan hakaret, bir derece beni sıkıyor; Eski Said’den kalma bâzı damarlarıma dokunuyor. Fakat, Risâle-i Nur’un hârika fütuhâtı ve şâkirtlerinin ehl-i hakîkat nazarında ve ruhânî ve melâikeler yanında hürmet ve merhametle karşılanmaları, benim şahsıma gelen ihânet ve hakaretlerin sivrisinek kanadı kadar ehemmiyeti kalmaz. O bedbaht ehl-i ihânet, dindarlık cihetiyle, ehl-i din ve ehl-i ulûm-u dîniyenin hürmetini kırmak dîne bir ihânet olduğu cihetinde, ruhânî ve melâikelerin ve ehl-i îman ve ehl-i hakîkatin nazarında mel’un olduğu gibi; binden ancak bir iki serserinin veya zındığın âferinini kazanırlar.

O bedbahtlar bana hakaret etmekle, güyâ Risâle-i Nur’un nüfûzunu kırıyor; şahsımı menbâ zannedip beni çürütmekle, Risâle-i Nur sukut edecek gibi ahmakane bir zan ile şahsıma tecavüz oluyor. Ben de derim:

Ey bana dinsizlik hesâbına ihânet ve hakaret eden bedbahtlar! Katiyen size haber veriyorum; yakında-tevbe etmemek şartıyla-hiç çare-i halâs yok ki, ecel cellâdıyla sen îdâm-ı ebedî ile ölüm darağacı ile asılacaksın. Şerâretli ruhun dahi ebedî bir haps-i münferidde mahkûm olmakla beraber, ehl-i îman ve ruhânîlerin nefret ve lânetini kazanacaksın. Tevbe etmemek şartıyla, benim intikamım senden pek muzaaf bir surette alınıyor bildiğimden, hiddet değil, hattâ sana acıyorum!

(Târihçe-i Hayat, Emirdağı Hayatı, 428)

***

Yine aynı kitabın sayfalarında peş peşe gelen, daha nice böyle dikkat çekici ve uyarıcı mektuplar var…

Selâm ve duâ ile…

Not: Çok sevdiğimiz insanları art arda ahirete uğurladık. Birer Fâtiha ricasıyla… Allah’a emanet olunuz, duâdan unutmayınız.

24.10.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Âyetü’l-Kübrâ’nın bir hülâsası


A+ | A-

Mahmut Bey: “Emirdağ Lâhikası’nın 78. Sayfasında geçen ‘Arabiyyü’l-İbâre’ nedir? Hangi ibâre kastediliyor?”

Bahsettiğiniz mektupta Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, takrîben 1943 yılı Ramazan ayında telif edilen Âyetü’l-Kübrâ’nın bir hulâsası olan Hizb-i Nûriyeyi okuduğunu; bunun bir saatten fazla çektiğini; o hülâsanın da bir hulâsasının, on-on beş dakika zarfında yine Ramazan ayında tezâhür ettiğini; bu Hülâsatü’l-Hülâsa’nın, okunduğu takdirde bütün Âyetü’l-Kübrâ’yı okumuşçasına bir îmânî inkişaf veren ve “Bir saat tefekkür, bir sene ibâdetten hayırlıdır”1 hadîsinin sırrına mazhar iki veyâ üç sayfalık bir “Arabiyy’ül-İbâre” olduğunu kaydeder. Üstad Hazretleri bu parçanın tesbîhâttan ve duâdan sonra otuz üç defa “Lâ İlâhe İllallah” kelimesinin yerinde, yalnız sabah namazı tesbîhâtında mânâsını da düşünerek okunmasını tavsiye eder.2

Aynı eserin bir diğer sayfasında Bedîüzzaman Hazretleri, Âyetü’l-Kübrâ’nın bir özeti olan Hizb-i Nûriye’nin, otuz üç Tevhid mertebesinde, otuz üç küllî lisan ile tezâhür eden hulâsasından; ruha, hayâle ve kalbe genişlik, derinlik, açılım ve inkişaf veren “Lâ İlâhe İllallah” şehâdetini okuduğu vakit, otuz üç küllî dilde azametli bir Tevhîd hissettiğini; bunun bir geniş îzahı olan Âyetü’l-Kübrâ Risâlesinin ruhlara güneş gibi îman nurlarını telkin edebileceğini beyan eder.3

Diğer bir sayfada ise, Hizb-i Nûriye’nin bir Hülâsâtü’l-Hülâsa’sı hükmünde olan otuz üç Tevhid kelimesini namaz tesbîhâtında eskiden beri okuduğunu; burada, kâinâttan muhtelif mahlûkât tabakalarının hâl diliyle söylediği otuz üç mertebe “Lâ İlâhe İllallah” kelimesinin, onların dilinden, söz diliyle ifâdelere döküldüğünü kaydeder.4 Üstad Saîd Nursî; “Bir saat tefekkür...” hadîsinin sırrını taşıyan Âyetü’l-Kübrâ’nın mertebeleri anlaşılırsa, bu Hülâsâtü’l-Hülâsa’nın da anlaşılacağını; Arapça bilmeyenlerin bir kaç defa bu ikisine (Âyetü’l-Kübrâ ile Hülâsâtü’l-Hülâsa’ya) berâber bakması halinde bu Arapça Hülâsâtü’l-Hülâsa’yı tam anlayacağını; bizzat kendisinin yirmi dört saatte bir defa sabah namazının tesbîhâtında veya en ziyâde ihtiyaç hissettiği her zamanda okuduğunu; bu ibârenin ulvî bir inşirah verdiğini ve her usancı izâle ettiğini beyan eder.5 Yine “Hülâsâtü’l-Hülâsa”yla ilgili olarak şöyle bir ifade de kaydetmiştir: “Arasıra, bazı vakitte mütefekkirâne (tefekkür ederek) okunsa güzel olur, imana kuvvet verir.”6

Cevşenü’l-Kebîr içerisine derc olunarak basılmış bulunan Hülâsâtü’l-Hülâsa’yı (çok küçük bir numûne olsun diye) özetleyecek olursak: Göklerin, yıldızların, güneşlerin, ayların ve gezegenlerinin dilleriyle; atmosferde bulunan bulutun, rüzgârın, şimşeğin, gök gürültüsünün ve yağmurun dilleriyle; san'atlı bir biçimde elementlerle yaratılmış olan toprağın, demirin, suyun, havanın, bitkilerin, hayvanların ve insanların dilleriyle; yer kürede bulunan canlıların dilleriyle; denizlerin, çeşmelerin, çayların dilleriyle; dağların, vâdilerin, sahrâların dilleriyle; bütün Peygamberlerin dilleriyle; salih insanların dilleriyle; meleklerin ve rûhânîlerin dilleriyle; semâvî kitapların dilleriyle; Hazret-i Muhammed’in (asm) kemâlâtının ve mu’cizelerinin dilleriyle; Kur’ân âyetlerinin dilleriyle; bütün kâinât kitâbının dilleriyle; Allah’ın sıfatlarının, isimlerinin ve fiillerinin dilleriyle şehâdet ederim ki: Kemâlât, Kibriyâ, Azamet, Hâkimiyet, Âmiriyet, Rubûbiyet, Ulûhiyet ve Fettâhiyet Sahibi olan Allah’tan başka İlâh yoktur!

Verdiğiniz sayfadaki “Arabiyyü’l-İbâre” tâbirinin, Âyetü’l-Kübrâ’nın Arapça olan Birinci Makamı içerisinde husûsî bir şekilde derc olunan ve zengin bir Tevhid virdi olarak Cevşen içerisinde yer verilen “Hülâsâtü’l-Hülâsa” olduğu anlaşılmaktadır.

Dipnotlar:

1- Keşfü’l-Hafâ, 1/1004.

2- Emirdağ Lâhikası, s. 83.

3- A.g.e., s. 62.

4- A.g.e., s. 82.

5- A.g.e., s. 83.

6- Büyük Cevşen ve Türkçe Açıklaması, s. 221, Yeni Asya Neşriyat.

24.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Yeni Asya’yı bekleyen müjdeli günler


A+ | A-

Kampanyalarla ilgili, özellikle yüz binleri aşan Yeni Asya başlıklı makalemiz okurlarımızın ilgisini çekmiş.

Çekmeliydi. Çünkü Yeni Asya kırk yıllık fedâkâr hâliyle bir okul gibi sahalarında sözü dinlenen nice insan yetiştirdi, herbiri değişik kulvarlarda koşuşturuyorlar.

Bir de çıkaranlarıyla, okurlarıyla birlikte Yeni Asya’nın misyonunu omuzlamış kırk yıllık sebatkâr bir kadro var.

“Yüz binler”in bir hava olduğunu, uçtuğumuzu söyleyenler olabilir. Nitekim bir okuyucumuz internetten gönderdiği notta, “Bu yayın politikasıyla çok daha beklersiniz yüzbinlere ulaşmayı...” diyor.

Her okurumuzun elbetteki bizim gibi düşünmesini bekleyemeyiz. Bizi bir hayal peşinde koşan kimseler olarak görenler çıkacaktır.

Gerçekten biz havayla mı gidiyor, uçuyor muyuz? Öncelikle kendi kendimize soracağımız ilk soru şu olmalı: “Acaba biz doğru bir yayın politikası mı güdüyoruz? Yoksa yayın politikamızda yanlışlıklar mı var? Yeni Asya yayın politikasındaki yanlışlıklar sebebiyle mi düşük tirajlarda kaldı, yoksa bir kısım imkânsızlıklar, engeller ve eksikler sebebiyle mi gerekli noktalara ulaşamadı?”

Şüphesiz bir kısım imkânsızlıklar, engeller ve eksiklikler sebebiyle. Zaman zaman güzel hamleler gerçekleştirdik, atağa geçtik, ama çeşitli sebeplerle bunu devam ettiremedik.

Bunun en önemli sebebi ise şuydu: Cenâb-ı Hakk’ın teşriî kanunları olduğu gibi tabiata koyduğu, uyulması gereken tekvinî kanunları da var. Meselâ ‘Birşey sabit olduğunda şartları ve gerekleriyle sabit olur’ kuralı son derece önemli. Başarılı olmak için gereklerine uygun tarzda hareket etmek gerekir. Buna hakkıyla uyamadık. Ama yıkılmadık, yok olmadık da. Bunca imkânsızlıklara rağmen ayakta kalabilmek de büyük bir başarı değil mi?

Kırşehir’den Şahin Tokmak arkadaşımız güzel bir hava yakaladığımızı, aşk ve şevkle bunu devam ettirmemiz gerektiğini söylüyor.

Kastamonu’dan İbrahim Vapur arkadaşımızın ise yüz binleri bulan Yeni Asya tezi çok hoşuna gitmiş. “Niçin olmasın?” diyor, Yeni Asya’nın buna lâyık olduğunu, vakti saati gelince bunun da gerçekleşeceğini belirtiyor.

Çok doğru.

Onuncu Lem’a’da dikkat çekildiği gibi bu hizmetin arkasında Abdülkadir Geylanî’nin duâ ve himmeti yok mu? Üstadın da duâ ve himmeti bizimle beraber değil mi?

Şöyle de sorabiliriz: Bugün basın dünyasında Yeni Asya kadar Üstad’ın misyonuna sahip çıkabilen, savunabilen ikinci bir gazete var mı?

Geçen kırk yılı, çınarın köklerinin yerin derinliklerine kök salması gibi kabul edin. Bundan sonraki gelişmeler yukarda, dallarda olacak. Yeni imkânlar bulacak, hata ve eksiklerimizi telâfi edecek, daha ilerilere doğru adımlar atacağız. Ne dersiniz?

24.10.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Bağrışmayın; konuşun


A+ | A-

Siyasî parti liderleri, adeta "Kim daha çok bağırıyor? Kimin sesi daha yüksek çıkıyor?" yarışına girmişcesine konuşuyorlar.

Hele bir grup PKK'cının tam da teslim olduğu günlerde...

Hele de MHP lideri Devlet Bahçeli ve yakın arkadaşlarının o barut gibi sözleri.

Sinirden küplere binmişler; ateş gibi yakıcı sözlerde topluluğa hitap ediyorlar.

Yükselen ses tonu itibariyle, Bahçeli'yi Erdoğan, Baykal ve Ahmet Türk takip ediyor.

Diyalog kurma yolunu tıkamışlar; bağırıp çağırmada amansız ve eminsiz bir yarışa tutuşmuşlar. Herbiri kendi tabanına, kendi tribününe oynama rolünü üstlenmişcesine konuşuyor.

Birbiriyle konuşmuyorlar. Ama, her biri çıktığı kürsüden, önündeki mikrofondan avazı çıktığı kadar bağırıyor.

Bir korku filminde rol almışcasına bağrışıp duruyorlar; çocukları korkuttuklarının farkında olmayarak...

Filmin konusu "Kürt açılım"ından "demokratik açılım"a, oradan da "millî birlik projesi"ne doğru sürüklenip gelen sosyal (kimine göre siyasî, kimine göre haricî) bir mesele... Aynı zamanda, kan ve gözyaşına bulanmış, düğüm üstüne düğüm bağlamış asırlık bir mesele...

Beyler! Bu düğümler öyle bağrışarak, sinirlenerek, volümü yükselterek değil, sakin sakin konuşarak çözülür.

O halde, lütfen siz de konuşun; ama, bağrışmadan, tahrik ve tezyif etmeden...

Sayın Erdoğan! Siz Başbakansınız. "Devlet projesi" de olsa, siz bu meselenin şimdilik katalizörü durumundasınız. Şurada burada bağırarak konuşmak, problemin çözümünü asla kolaylaştırmaz, daha da zorlaştırır.

Sayın Baykal! Size ne oldu böyle? Kan ve gözyaşı selinin durdurulması yönünde niçin bir çaba göstermiyor, niçin bir katkıda bulunmaya çalışmıyorsunuz?

Sayın Bahçeli! Neden bu derece hırçınlaştınız? Ağzınızdan ateş kıvılcımları çıkıyor. Bu yaptığınızın "siyasî zemin kaybetme korkusu" anlamına geldiği şeklindeki kanaat gittikçe yaygınlık kazanıyor.

Sayın Türk! Öyle iki de bir İmralı'yı adres göstermekle, yahut terör örgütünü referans vermekle, ateşe körükle gittiğinizin farkında mısınız? Yapmayın ve lütfen daha temkinli davranmaya gayret edin.

Temenni ediyoruz ki, ismini zikrettiğimiz bu liderler, bundan böyle bağrışmayı bırakırlar da, gerilimi azaltıcı, tansiyonu düşürücü bir üslûpla konuşma ve birbiriyle diyalog kurma eğilimine girerler. Aksi halde, kendileri kaybettiği gibi, huzur, barış ve sükûnete susamış olan milletin hukukunu da çiğnemiş olurlar.

Ortalık hırsız, dolandırıcı kaynıyor

Dolandırma vak'aları o derece çoğalmaya başladı ki, kamuoyunda neredeyse kanıksanır bir hale geldi.

Öyle ki, artık polise bile gına geldi; yapılan şikâyetleri fazla dikkate almıyor. Mağdur vatandaşlar, aradıkları en yakın karakoldaki kimi polislerden şu tarz nasihatlerle yetinmek zorunda kalıyor: "Bunlar adî vak'alardır. Pek ilgilenmiyoruz. Üzerine gittiğimizde de, kesin bir netice alamıyoruz. İş uzayıp gidiyor. İyisi mi, kendiniz tedbirli olun, dolandırıcıların tuzağına düşmemeye gayret edin..."

Dolandırılanların ekseriyetini ev hanımları teşkil ediyor. Ya telefonla arayan kişinin lâf cambazlığına kanıyor, ya da kapıya gelen öğrenci veya satış–pazarlamacı kılıklı kişinin sahici rolüne aldanıyor. Bazı dolandırıcılar da, tanınmış itibarlı şirketlerin ismini kullanarak maksadına ulaşmaya çalışıyor.

Ne yazık ki, önce ahlâkî zâfiyet, sonra da işsizliğin artması sebebiyle, ortalık hırsız, soyguncu ve dolandırıcı kaynıyor.

Dolayısıyla, bunlara karşı son derece tedbirli, dikkatli davranmak gerekiyor.

İşin emniyet ve adâlet safhalarından da maalesef (en azından şimdilik) umulan netice alınamıyor. Hatta, daha çok zarara uğrama, sıkıntıya girme ihtimali var.

Başına gelenlerden bizi haberdar eden bazı vatandaşlar, karakoldaki görevli bir polise şikâyetini bildirdiğine de, bildireceğine de bin pişman olduğunu belirtiyor.

Polislerin ekseriyetini tenzih ederiz. Ancak, her meslekte olduğu gibi, o "güvenlik" mesleğini de lekedâr edecek davranışlarda bulunanlar var. Mağdur vatandaş, bu gibi şahıslarla muhatap olmakla ikinci bir mağduriyeti yaşayabiliyor.

İşte, bütün bu hususları hesaba katarak, bir kat daha dikkatli olmakta fayda var.

Tarihin yorumu 24 Ekim 1967

Bâbıâli'de İttihad'ın doğuşu

Bediüzzaman Hazretlerinin "sadâkatli" talebesi Zübeyir Gündüzalp'in mânevî destek ve teşvikleriyle kurulan haftalık İttihad gazetesi, 24 Ekim 1967 tarihi itibariyle yayın hayatına başladı.

Kısa zamanda tirajı 40 binin üzerine çıkan İttihad'ın başyazarlığını Nezihî Mustafa Polat üstlendi. Yazar–çizer kadrosunda yer alan diğer bazı isimler ise şunlardı: Av. Bekir Berk, Dr. Sadullah Nutku, Hekimoğlu İsmail, Ahmed Şahin, Şule Yüksel Şenler, Zeynep Münteha Polat, A. Tevfik Paksu (şiir), Abdurrahim Karakoç (şiir), Vehip Sinan Gürbüz Azak Ali Ulvi Kurucu.

Ses getiren yazıları ve manşet haberleriyle Türkiye'nin dinî tandanslı en etkili gazetesi haline gelen İttihad, 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında kurulan sıkıyönetim idaresi tarafından kapatıldı. (7 Haziran 1971)

Bu arada 21 Şubat 1970'te kurulan ve aynı çizgide yayın yapan günlük Yeni Asya gazetesi yayın hayatına devam ediyordu.

Muhtıracıları hayli rahatsız eden Yeni Asya da, bu ara rejim döneminde birtakım baskı ve tehditlere maruz kaldı. Ancak, "tavizsiz istikrar çizgi"sini sürdürmekten yine de geri kalmadı.

Risâle–i Nur'un nâşir–i efkârı olabilmeyi en büyük şeref addeden Yeni Asya'nın yayın çizgisi, 1960'ların tâ ilk yıllarından itibaren neşredilmeye başlanan haftalık Zülfikâr, Uhuvvet ve İttihad gazetesiyle tam bir paralellik arz ediyor.

24.10.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

“Yaratılan” için “yarattı” denilemez


A+ | A-

“YaratIlan” için asla “yarattı” kelimesi kullanılamaz. Bu, itikadımızı sarsan bir kelimedir.

Ancak, “meydana getirdi, oluşturdu, teşekkül ettirdi, sebep oldu” gibi mefhumlar istimal edilebilir.

Bu vesileyle 23. Lem’a’daki ilk paragrafları nazara verelim. Bediüzzaman, burada, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmâm eden ve ehl-i îmanın bilmeyerek istimâl ettiği kelimelerin en mühimlerinden üç tanesini beyân eder. Bu kâinatı ve varlığı:

* Ya tabiat yaptı,

* Ya sebepler icâd ediyor,

* Ya kendi kendisine oluyor.

Bu üç yol aklen muhal ve imkânsız olduğu ispat edildiğinde, geriye kalan zorunlu şıkkı ise—bilmânâ—şöyle ifade ediyor:

* Her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, sonsuz, kudret, sonsuz isim ve sıfat sahibi Allah yaratıyor.

İlk üç maddeye birkaç tane daha ilâve edilebilir. Ancak, diğerleri bunların versiyonları veya başka disiplinler üslûbunda ifadeleridir.

Eğer ilk üç iddiânın yanlış olduğu, “tabiat ve sebeplerin” bir şey yaratamayıp hiçbir şeyin “kendi kendine” olmasının mümkün olmadığı aklen, ilmen, mantıken ispat edilse, dördüncü yol olan “Her şeyi yaratan isim ve sıfatları sonsuz olan Allah’tır” gerçeği zarûrî ve kesin olarak kabul edilecektir.

Bu üç dehşetli kelimenin açtığı üç yolu, en az doksan muhali içinde barındıran üçer muhâlden dokuz muhâl ile tamamen kapayarak, dördüncü yol olan “tarîk-ı Vahdâniyet” (birlik yolu) ile, mevcudâtın bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretiyle vücut bulduğunu, hakikî ve letâfetli temsilleriyle ispat eder.1

Sathî bir nazarla baktığımızda bile her birinin üstünde, “kudret sikkesi, terbiye mührü ve kaleminin nakışları”nın inceliklerini, parıltılarını görebilir, okuyabiliriz. Zaten, fiziğinden kimyasına, astronomisinden biyolojisine, botaniğinden zoolojisine, tıbbından jeolojisine kadar bütün fen ilimlerinin her biri; kâinat kitabının incelik ve güzelliklerini okuma-anlama-anlatma çabası değil mi?

Elbette bu kitapların bir yazanı varsa, bunların anlatmaya çalıştığı sayısız kitapları barındıran kitab-ı kebir-i kâinatın da bir yazarı olmalı. Şöyle de düşünebiliriz:

Müzenin, fuârın bir düzenleyicisi, teşhircisi; binanın bir ustası, resmin ressamı; san'at eserinin bir san'atkârı, bir kitabın kâtibi-yazarı olması, aklın zarûrî olarak kabul ettiği hususlardandır. Öyle ise katrilyonlarca bölümlü bir müze gibi kâinatın, 600 ciltlik bir kütüphane gibi mini minnacık DNA’nın da bir mimarı, bir kâtibi olması gerekir.

Aslında Kadir-i Mutlak’ın varlığına, aklını kullananlar için, atomdan galaksilere kadar kâinattaki eserler adedince belgeler; bu varlıkların birbiriyle bağlantıları adedince deliller var ve her bir zerre, Cenâb-ı Hakk’ı zâtıyla, sıfâtıyla târif ve ispat eder.

Dipnot:

1- Lem’alar, YAN, s. 422.

24.10.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Nejat EREN

Nesl-i cedid ve devam eden Nur hizmetleri


A+ | A-

Zaman zaman iç dünyamızda nefis muhasebesi yapmamız, başkalarıyla değil müsbet mânada kendimizle uğraşmamız doğruyu bulmak adına güzel bir duygu ve tatbikattır. Tahripkâr olmayan, istikameti arayan, mâlâyaniyât ve âfâka dalmayan güzel bir sorgulama olur. Ama iç bünyeyi sarsacak tutum ve davranışların hiçbir zaman yanında olmamamız gerekir. Bazı zamanlarda “Azız, küçülüyoruz, daralıyoruz” edebiyatına rağmen Allah’a şükür ayaktayız ve vazife başında, hizmet sahasındayız.

Tenkitler müsbet olursa, fikirler ufuk açarsa, plân ve projeler uygulanabilir olursa bir mânâ ifade eder. Ümitsizlik ima eden, kırıcı ve incitici olan tavır, söz ve davranışlar insanlık tarihinde de, hizmet anlayışında da geçerli değildir. İktidar olamaz. Tabiî ki aşırıya kaçmadan, iyi niyete dayanan, güzeli tercihen, daha iyi ve mükemmeli tahkikle bulmaya çalışan bir hâlet-i ruhiyeyi çağrıştıran fikir ve görüşler canla baş üstüne! Kendi içinde yenilenmenin, fikri dağıtmamanın, enerjisini müsbet mânâda kullanmanın da en güzel yoludur.

Hizmet ve himmet ehline aşk ve şevk veren aksiyoner, tatbikata yönelik herkesi kucaklayan, müsbeti icraya koyan, hayata renk ve ruh veren, Allah’ın rızasını tahsile yönelik cevval ve içi dolu proje ve tatbikatlara büyük ölçüde ihtiyaç var.

Bütün bu arzu, istek ve beklentilerimize çok anlamlı bir karşılık olan coşku dolu bir faaliyet ve açılışı, geçen hafta sonu Ankara’nın Ayaş İlçesi, Oltan beldesindeki “Yeni Asya Sosyal Tesisleri Hizmet Binasının” açılış merasiminde yaşadık. Uzak-yakın demeden “hizmeti” mukaddes cihad mânâsında anlayan dâvâ adamı gönül dostlarının ve hayatın her alanını bizlerle paylaşan değerli hanımefendi abla ve bacılarımızın duâları ve mânevî destekleri yine orada birleşmiş ve kenetlenmişti. En önemlisi “gençlerimiz,” “nesl-i cedid” oradaydı.

“Kemiyeti” değil, “keyfiyeti” esas alan sadakatli bir çizgi!

Hiçbir zaman sayı ve parmak hesabı yapmayan, vakur, kararlı, istikametli, sabırlı ve gayretli bir “şahs-ı manevî” tezahürü!

Bahtiyar, tecrübeli, inançlı ve hedefleri belli bir iradenin temsilcisi “Yeni Asya” mührü ve damgası Ankara’daydı, Ayaş Oltan’daydı. Camiamızla bir defa daha iftihar etme ve sevinme halini yaşattıran Rabb-i Rahim’e binlerce şükürler olsun.

Sakin bir mekân, havadar ve hoş bir çevre, çağı ve geleceğin ihtiyaçlarını kucaklayacak kapasitede plânlanmış harika organize ve dayanışmanın her türlü tezahürünü orada görmek mümkündü.

Ama hepsinden önemlisi, bu işlerin tam merkezinde ve ortasında “nesl-i cedid” olarak ümitlerimizi taze tutup canlandıran “gençlerimizin” olmasıydı. Recailer, Barışlar, Seyfeddinler, Bedreddinler, Cihanlar, Ömerler, Ferdiler, Hikmetler, Abdussamedler, Mahmutlar, Hasanlar, Hüseyinler… Ve ismini sayamadığım nice enerji deposu, gayretli, kararlı, güler yüzlü genç fidanlarımız, geleceğimiz, ümidimiz, enerjimiz, canlarımız, gönül dostlarımızla kol kola, omuz omuzaydık. Onlar organize yapmıştı. Onlar konuştu, onlar koştu, yaz boyunca bu güzel tesislerde sadece bir grubun iki haftada kırk bin sayfa risâle okuduklarını onlar beyan ettiler. Biz de zevkle, coşkuyla, ümitle, tefekkürle dinledik. Onları tebrik edip bütün kalbimizle alkışlıyoruz. Duâlarımızla desteklerimizi devam ettiriyoruz. Onlarla iftihar ediyoruz. Beklenen “nesl-i cedidin” Ankara cenahı; yaz boyunca bu tesislerde yaptıkları “Nur Hizmetlerini” heyecan, aşk ve şevkle anlatırken hayallerimiz Başet Başına, Erek Dağına, Horhor Medresesine, Cennet yurdum Anadolu bozkırlarında bitmeyen maneviyât cereyanındaki muhteşem halkaya uzandı. Çileler meyveye dönüştü. Aziz ve muazzez Üstadımın asırları kucaklayan o müthiş ufku, manevî dürbünüyle tesbit ettiği hakikatler “manevî fütuhatlara” dönüştü, sonsuz şükürler olsun.

Elli altı dönümlük arazinin on iki dönümünü “Allah Rızası” için “Yeni Asya Gazetesi” adına “hizmete” bağışlayan, bu mekânın baniliğini üstlenen otuz üç kişilik ortaklar grubundaki ağabey ve kardeşleri de bu fedakârca ve anlamlı bağışları için gönülden tebrik ediyorum. Dokuz ay gibi kısa bir sürede bu tesislerin açılışının ve hizmete sokulmasının temininde gece gündüz demeden üstün bir gayretle çalışan organizenin başındakileri ve her türlü yardım ve desteği veren bütün ehl-i hizmeti bu gayretlerinden dolayı tebrik ediyorum. Türkiye’nin her yanından bu tesislere duâlarıyla olsun, maddî katkılarıyla olsun destek verip, kısa zamanda bitirilmesini sağlayan üç yüz civarındaki himmet ehlini tebrik ediyorum. Bu maddî katkıları şimdiye kadar yapanların himmetlerinin devamını, kervana katılamayanların da burada veya diğer beldelerde yapılacak bu tür hizmet merkezlerine katkılarını tehir etmeden yapmalarını diliyorum.

Gayretin, himmetin, ihlâsın, muhabbetin, samimiyetin ve hasbiliğin geçmiş ve geleceği kucaklayıcı mânevî iklimlerinde de her daim beraber olmak dilek ve temennisiyle.

24.10.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

‘Bomba’ gibi gerçekler


A+ | A-

Muhtemel bir grip salgını sebebiyle bütün dünya çareler arıyor. Hastalığa sebep olan ‘virüs’ü mağlûp edebilmek şu an için en önemli konu. Bir yandan ölümleri azaltmayı hedef alan bu gayretler sürerken, bir yandan da ‘Nasıl daha fazla insanı öldürebiliriz?’ diye silâhlar, bombalar üretiliyor. Bu çelişkiyi görünce, ‘insan’ın ‘insanlığa’ yaptığını ‘virüs’lerin bile yapamayacağını söylemek mümkün.

Önümüzde, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan iki ayrı ‘dünya savaşı’nın gösterdiği bir tablo var: Daha fazla bomba üreterek ‘dünya barışı’nı sağlamak mümkün değil. Üretilen her bomba, potansiyel bir ölümdür. Buna rağmen ülkeler silâhlanma yarışını sürdürmeye de kararlı görünüyorlar.

Birleşmiş Milletler gibi uluslar arası kuruluşlar ‘dünya barışı’nı temin için kurulmuş, fakat üyeler arasında adil davranılmadığı için en azından bu gün için hedefe ulaşılamamış. Bir an için bütün dünyada silâha harcanan imkânların ‘insan’a harcandığını düşünsek, aç ve açıkta bir insan kalır mıydı?

Bazı ‘ifsat şebekeleri’nin ülkeleri silâhlanmaya sevk etmesine rağmen, insanlığın vicdanı bu yarışın sona erdirilmesi noktasında mesafe alıyor. Bunun örneklerine Irak, Afganistan ve Filistin katliâmlarında şahit olduk. Ülkeleri yönetenlerin aksine ‘vicdan’ sahibi siviller, silahların susması ve insanlığın ölmemesi için çok defa meydanları doldurdular.

Bütün dünyayı meşgul eden sıkıntılardan biri de ‘nükleer bomba’ üretilmesiyle ilgili çalışmalardır. İnsanlığı tehdit eden bu üretimde Amerika ‘bir numara’lı üretici konumunda. Başka pek çok ülke de bu silâha sahip. Komşumuz İran’ın da bu silahı üretmek için çalıştığı iddia ediliyor ve üretimi engellemek için uluslar arası ‘baskı’ kurulmaya çalışılıyor. İran’ın nükleer silâh üretip üretemeyeceğini elbette bilmiyoruz, ama ‘Sen üretme’ diyenlerin depolarının nükleer silâhlarla dolu olması inandırıcılıklarını ortadan kaldırıyor. Hiç kimse “Bu silâha sadece ben sahip olabilirim, sen olamazsın” deme hakkına sahip değil. BM’de sözü geçen devletler bu temel kuralı göz önüne almadıkları için tartışma sürüp gidiyor. Oysa çare basit: Bu silâh insanlık için zararlı ise hiç kimse, hiç bir ülke üretmemeli, üretememeli!

İran Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Dr. Ali Ekber Salihi, nükleer bomba üretimiyle ilgili iddiaları cevaplandırırken şöyle demiş: “Çok sevdiğim Türk halkına bütün samimiyetimle açılıyorum. Nükleer bomba üretmiyoruz. Çünkü hem haramdır, hem de menfaatimize değildir.” (Hürriyet, 23 Ekim 2009)

Nükleer bomba üretiminin ‘fıkhî’ yönünü uzmanlara havale edip şunu söyleyebiliriz: ‘Niyet’leri okuma imkânımız olmadığına göre ‘söz’leri değerlendirmek durumundayız. Nükleer silâh üretimine bu cepheden bakabilmek doğrudur. Gelişen hadiseler insanlık vicdanının da hadiseye bu noktadan baktığını ortaya koyuyor. Bomba atarak değil, ancak kalpleri fethederek hüküm sürmek mümkün olabilir. “Sulh-u umimi” de ancak bu şekilde temin edilmez mi?

Keşke insanlar birbirini öldürmek için değil, yaşatmak için gayret gösterse...

24.10.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Açılım”ın stratejisi yok…


A+ | A-

Sınırdaki “giriş” şamatası, “açılım” gündemini bambaşka bir boyuta taşıdı. “Açılım” tartışmaları, Türkiye’nin diğer bütün gündemlerini kapatıyor. Ankara’da ortalık toz duman, her kafadan bir ses çıkıyor…

Yılsonuna doğru, akaryakıttan köprü ve otoyol geçişlerine, doğal gazdan temel tüketim maddelerine yüzde 26’lardan yüzde 50’lere varan, son bir yıldır yüzde 100’leri bulan zam furyası ve yeni vergi zamları, yaygınlaşan “domuz gribi” başta olmak üzere birçok önemli konu, “dönüş” tartışması gürültüsünde kayboluyor.

Özellikle “teslim” olan PKK’lıların hiçbir şekilde “pişman olmadıkları” edâsıyla birer “kahraman” gibi sınırda üniformalı kıyafetleriyle otobüsün üzerinde şov yapmaları; âlây-ı vâlâyla âdeta “zafer havası”nda mitinglerle karşılanmaları, Türkiye’nin havasını bozdu.

Süreç, Başbakan’ın “sevindirici tablo” nitelemesinden “itidal” ve “ikaz”a gelen tavrıyla, muhalefetin “utanç tablosu” tepkisi arasında ciddî bir kırılmayla karşı karşıya. Sınıra taşınan mahkemenin “jet yargılaması”, hukukun çiğnendiği tartışmalarına sebebiyet veriyor.

Bu arada terör örgütünün fiilî lideri Karayılan’ın Kandil’de teslim olacak PKK’lılara “tâlimatlar” verip, terör örgütünün propaganda organı Roj Tv’de “Teröristlere karşı operasyonlar devam ederse bu sürecin kesileceği ve terörün devam edeceği” tehdidini savurması, en hararetli “açılım” taraftarlarını dahi işkillendirmekte…

Hele gelen PKK’lıların, İmralı ve Kandil’deki terör örgütü liderlerini kastederek, “Önderlikten gelen çağrı üzerine geri geldikleri”ni, “dönüşler”in doğrudan Öcalan ve Karayılan’ın emri ile olduğunu söylemeleri, “dönüş”ün “pazarlık” sonucu bir “siyasallaşma denemesi” olduğu kanaatini daha da kuvvetlendirmekte…

SÜRECİ TERSİNE DÖNDÜREN KIRILMA…

Dahası, kamuoyunda “Öcalan’ın muhatap alınıp ‘yol haritası’na göre hareket edildiği”, “terör örgütünün aklandığı”, “hukukun katledildiği” endişesini arttırmakta.

Bunun, etnik tefrika fitnesinin azdırılacağı, süreci dinamitleyip tersine çevireceği, “toplumsal uzlaşma”nın “toplumsal kargaşa ve çatışma”ya dönüşeceği iddialarını haklı çıkarmakta. Bundandır ki Ankara’da en üst düzeyde “uyarılar” yapılmakta…

Aslında 7 saat 40 dakika süren MGK toplantısı bildirisinde, terörle mücadele operasyonlarının devam edeceğinin belirtilmesine karşılık, Türkiye’nin gündemini kilitleyen ve hükûmetin övündüğü “dönüşler”den tek kelime bahsedilmemesi, medyada “açılımın sessiz onayı” olarak yorumlanmasının aksine, Ankara’nın derin kaygısını açığa çıkarmakta.

PKK’lıların Ankara’ya Meclis’e gelecekleri ve İstanbul’da bir kısım san'atçılarca karşılanacağı haberleri ortasında Başbakan’ın, bu “gidiş”in, “sınır kapısında sergilenen kışkırtıcı siyasî şovların bölücü terör örgütünün ekmeğine yağ sürdüğü” ikrarı, “açılım”ın sürüklendiği açmazını deşifre etmekte. İktidarın kaderini “açılım”a endeksleyen Erdoğan’ın “siyasî şov”dan sakındırmasının ardından Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Görüntüler hiç hoş değil, provokatif gösteriler iyi niyetin istismarıdır” diye konuşması ve “Umarım bu fırsat kaçmaz” demesi, bunun ifâdesi…

Ve bu vaziyet, Ankara’nın esaslı bir “açılım plânı” olmadığını ele vermekte. AKP siyasî iktidarının “ABD’nin baskısı”yla başlattığı bu “proje”nin, baştan beri PKK’ya ve terör fitnesine destek veren “dış dinamikler”den geldiği tezini, teyid etmekte.

“AÇILIM”I BUNALIMA DÖNÜŞTÜREN

BELİRSİZLİK…

Gelinen safhada, hegemonya ve çıkar hesabına şimdiye kadar terör örgütünü himâye edip kullanan, her türlü silâh ve lojistik destek veren küresel güçler, “kullanma miâdı”nın dolması üzerine, yeni ifsad senaryolarını devreye sokmakta…

Terör örgütünün güya “teslim olma” sürecinde bile hâlâ terörü “koz” olarak kullanması, operasyonlara karşı “terörü sürdürme” şantajında bulunması, bunun en açık göstergesi…

Terör örgütünün telkini, tahriki ve zoruyla yörelerinden, evlerinden koparılanlar, yıllardır birer küçük kasaba ve koloni haline getirilen mülteci kamplarında. Sâdece Mahmur Kampı’nda çoluk-çocuk 11 bin 500 kişi kalıyor. Hükûmet öncelikle bu vatandaşların yurtlarına, evlerine dönüşlerini sağlamalı…

Ancak asıl “teslim” olması gereken Kandil’deki ve diğer terör yuvalarındaki beş bin terörist. Bunları Kuzey Irak’ta ve Avrupa’da yönlendiren, lüks ve şatafat içinde yaşayan –çoğu uyuşturucu tüccarı, silâh ve insan kaçakçısı- üçyüzü aşkın terörist elebaşı. Terör örgütünün tasfiyesi, terörün durması ve “anaların gözyaşlarının dinmesi” için, evvela bunların “teslim alınması” lâzım. Bunun için “dönüş” ve “teslim”i düzenleyen, sorgulama yöntemini belirleyen yasaların çıkması gerekiyor.

Ne var ki hükûmetin, daha baştan “tıkanma”yla karşı karşıya kalan “açılım” için hiçbir hazırlığı yok. Bolca lâfı edilen “açılım”ın çerçevesinin çizilmediği, belirsizlik içinde “yol haritası”nın ve takviminin olmadığı ve stratejisinin bulunmadığı, “dönüş”lerden sonra baş gösteren bunalım ve kargaşa ile ortada…

AKP siyasî iktidarı, artık “açılım”ın değil, bu bunalım ve kargaşayı dindirme derdinde…

24.10.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Açılımlarda gelinen nokta


A+ | A-

Türkiye iki açılımla ilgili yaşanan gelişmelerde yaşanan gerginlikleri tartışıyor. Herkes, bu gerginliklerle açılımın nereye varacağını ve sorunların çözüme kavuşup kavuşamayacağını merak ediyor.

Ermenistan açılımı tam bir muamma haline geldi. Ermenistan ile 10 Ekim’de İsviçre’de imzalanan protokollerin ardından Azerbaycan rahatsızlığını değişik vesilelerle dile getirmeye başladı. Bakü’deki Türk Şehitliği ve Din İşleri Müşavirliği önündeki Türk bayraklarının indirilmesi ile farklı bir boyuta taşındı. Protokolün imzalandığı günlerde Bursa’da oynanan Türkiye-Ermenistan millî futbol takımları arasındaki maça Azerî bayraklarının sokulmasına izin verilmemesi gerginliğin görünür tarafını oluşturdu.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun protokollerle ilgili TBMM Genel Kurulu’nda “gündem dışı” söz alıp bilgi sunması da bazı soruların cevaplanmasına yol açmadı. Muhalefete mensup sözcülerin sert suçlamaları da bunu gösterdi. Protokollerin Meclis’te görüşüldüğü gün, Cumhurbaşkanı Gül, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’i aradı, “yanlış anlama ve algılamaların giderilmesine” çalışıldı. Gül’ün “Dağlık Karabağ sorunu çözülmeden Türkiye-Ermenistan ilişkileri normalleşmez” şeklinde güvence verdiği bildirildi. Peşinden de Türkiye’nin “bayrak notası” geldi.

Böyle bir gerginlikte Azerbaycan’a giden Davutoğlu, Aliyev ile bir araya geldi ve gerginliğin hafifletilmesi için çaba sarfetti. Dışişleri Bakanı, “Karabağ sorunu Azerbaycan ile Ermenistan arasında çözülmediği sürece, Türkiye sınırını Ermenistan’a açmayacaktır” diyerek Türkiye’nin güvencesini tekrarladı. Ancak, verilen bu güvencelerin Ankara ile Bakü arasındaki yaşanan “güven bunalımı”nı tam olarak giderdiğini söylemek hayli zor. Çünkü, Meclis’e gelen protokolün akıbetinin ne alacağı da belli değil. Protokollerin komisyonda görüşüldükten sonra Meclis Genel Kurulu’na inmesi ve orada görüşülüp karara bağlanması gerekiyor. Ancak protokollerin Genel Kurula ne gelip gelmeyeceği de tam net değil.

Böyle olunca da, bu konuda iktidarla muhalefet arasındaki atışma, sataşma ve gerginlik devam ediyor.

* * *

Demokratik/Kürt/Millî Birlik projesi gibi değişik isimlerle anılan açılımdaki tartışmalarda bundan daha fazlası yapılıyor. Demokratik açılımla ilgili iktidar ve muhalefet partisi liderlerinin atışmaları, neredeyse hiçbir konuda anlaşamamaları ibretle izleniyor. Açılıma MHP ve CHP zaten karşı çıkıyordu. DTP ise destekliyordu. Ancak PKK’lıların Habur sınır kapısından girişinden ve bu konuda DTP’nin tutumundan sonra bu desteğin akıbeti belli değil.

Açılım tartışmaları yapılırken yaşanan siyasî çekişmeler, açılımın üzerinden siyasî rant elde edilmeye çalışılması millet tarafından tasvip edilmiyor ve açılımın geleceğini de tehlikeye düşürüyor.

Günlerce yaşanan mektuplaşma bu haftanın da konusuydu. Neticede randevu talep edenin “şartlı randevu”yu kabul etmemesinin ardından yapılan tartışmalar durulmadı. Malûm önce Erdoğan Baykal’a davet mektubu göndermişti. Peşinden Baykal bir cevabı mektubu eklerine görüşlerini içeren raporları da ilâve ederek göndermiş, ancak randevuyu “kameralı” görüşme şeklinde kabul edilirse kabul edebileceğini söylemişti.

Salı günü partilerin grup toplantılarını izlemek için Meclis’teydim. İlk önce Bahçeli partisinin grup toplantısında konuştu. Mektup meselesine temas etmedi. Hemen ardından AKP grubu vardı. Herkes Başbakan’ın Baykal’ın mektubuna vereceği cevapları merak ederken, Başbakan, “Ne bizde, ne de dünyanın herhangi bir ülkesinde, yerinde, liderlerin bir araya gelmesi, baş başa görüşmesi ilk kez yaşanmıyor. Ama kamerayla bir görüşmeyi tespit ahlâksızlık olarak, siyasî ahlâka, diplomatik ahlâka ters olarak nitelendirilir” diyerek CHP’ye gitmeyeceğini söyledi. Peşinden de adeta, ciddiye almış gibi görünmemek için de, “Belki bir çaylarını içerdik, ondan mahrum olduk” diye espri yaptı…

Ardından toplanan CHP grubunda Baykal, Erdoğan’a “70 milyonun bileceği şekilde geleceksen gel açık kapım, bekliyorum seni. Ama millet öğrenmesin, biz yine tenhada buluşalım, tenhada buluşmak yok” diyerek cevabını verdi. Günlerdir tartışılan mektuplu siyaset de böylece bitmiş oldu.

Bu konuşmayı liderlerimizin meselelere bakışlarını göstermek ve ibret alınması için aktarmak istedik.

* * *

Gelinen noktada, bu tür tartışmaların yaşandığı bir ortamda Başbakan’ın “Tıkanana kadar yolumuza devam edeceğiz” sözü de bir anlam taşıyor mu? Hükümetin açılım konusunda yılsonuna kadar önemli adımlar atacağı söylemişti. Başbakan açılımla ilgili Meclis’te oturum günün tarihinin henüz belli olmadığını ama Kasım ayında gündeme gelebileceğini söylüyor.

Peki, böyle bir tartışma ortamında, iktidarla muhalefetin söz düellosunda, karşılıklı atışma, sataşma ve suçlamalarla bir yere varılır mı?

Millet artık siyasetçilerden hiç değilse, ülkenin temel meseleleri konusunda ortak çalışma, ortak tavır, ortak karar bekliyor. Siyasetçilerin de buna dikkat etmesi gerekiyor. Artık, kavgayı, siyasî çekişmeyi bırakıp, yıllardır çözüm bekleyen sorunların çözümüne herkesin katkı vermesi lâzım. Çünkü, artık millet bu atışmalardan, gerginliklerden bıktı…

24.10.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Batının işgalindeki Afganistan’ın haşhaşı kimi vuruyor?


A+ | A-

Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Bürosu Afgan afyonunun Batıya etkileri konusunda bir rapor yayınladı. Bu rapora göre dünya uyuşturucu piyasasındaki afyonun yüzde doksanı Afganistan’dan geliyor. Her yıl dünyada 100 milyon insan Afganistan’da üretilen afyon ve türevlerinden ölüyor. Bu uyuşturucunun en iyi pazarlarından olan Rusya’da (yılda 75/80 ton tüketiyor ve toplam pazarın yüzde 20’sini oluşturuyor) bağımlıların sayısı on yılda on kat arttı ve bunların her yıl 30 ila 40 bini bu yüzden ölüyor. Raporda ilginç de bir dipnot düşülüyor: bir yılda ölenlerin sayısı Afganistan’daki yedi yıllık Sovyet işgali döneminde ölen Kızıl Ordu askerlerinin sayısından fazla.

Sadece Rusya değil, İran da en çok etkilenen ülkelerden halen bir milyon afyon bağımlısı olduğu hesaplanıyor. Avrupa’da ise bu rakam 1,6 milyon kişi. Batıda en çok eroin kullanıcıları İngilizler (321.440 kişi). Onları İtalyanlar izliyor (305.360 kişi). Ülkemizde bu rakamlar çok düşük olsa da, hızla artıyor ve uyuşturucu kullanımı ortaokul çağına kadar inerek geleceğimizi tehdit ediyor.

Afganistan’da yılda üretilen afyonun değeri 1 milyar dolar. Ancak Batıya gelene kadar bu rakam 65 milyar dolara çıkıyor.

Uyuşturucu trafiği tarihi İpek Yolu ile aynı güzergâhı kullanıyor. Afganistan’dan Pakistan’a geçişi kolay. Oradan İran üzerinden Ortadoğu’ya veya Türkiye’ye geliyor. Türkiye ve Ortadoğu’dan da Batı ülkelerine. Son yıllarda Türkiye’de istihbarat ve operasyonların yoğunlaştırılması trafiği Suriye’ye kaydırıyor. Ancak yine de ülkemiz üzerinden kaçırılan uyuşturucu miktarı az değil. Meselâ Rusya’nın üç katı afyon yakalanıyor ülkemizde. Ama yol boyunca toplam yakalanabilen miktar yüzde 8’i geçmiyor. Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçen eroin miktarı yıllık 105-110 ton. Hiç de küçümsenecek bir miktar değil. Yani ülkemiz Balkan Rotasının en önemli köprü ülkesini oluşturuyor.

Bunlar acı gerçekler.

Burada insanın aklına önemli sorular geliyor. Dünyanın en büyük afyon üreticisi olan Afganistan kimin kontrolünde sekiz yıldır? NATO güçlerine rağmen Afganlılar bu kadar çok afyonu nasıl üretiyor? En büyük hamileri ve pay sahibi Batının desteklediği Karzai değil mi? Daha geçenlerde Karzai afyonu kast ederek “gelirin yalnızca yüzde 3’ünü, suçlamanın ise yüzde 100’ünü biz alıyoruz” diye yakınmıyor muydu?

Taliban Yönetimi lideri Molla Ömer iktidarda olduğu 2000 yılında Afganistan’da haşhaş üretimini yasakladı. 2001 yılı hasadı sıfıra yakındı. Demek ki kontrol altına almak mümkün.

Ancak yıllardır bu ülkede olan Amerika ve müttefikleri dünyanın bu en ağır felâket kaynağının üzerine gitmiyor. Ne garip bir kısır döngüdür ki; orada kontrol altına almadıkları afyon, en çok kendi ülkelerinde onların çocuklarının ölümüne sebep oluyor.

Bu yüzden Batılıların Afganlılardan önce kendi liderlerini suçlamaları gerek.

Tabiî bu durum ülkemizin yıllardır uyuşturucu trafiğinin köprü ülkesi olmasının vehametini hafifletmiyor. Peki neden bunca teknolojiye, doğu ve güneydoğuda terör nedeniyle sınırlarda ve iç bölgelerde alınan bunca güvenlik önlemine rağmen, bu trafik sürebiliyor?

Bu durum her şeyden önce bir vebaldir. Yüz binlerce masum genci zehirleyen bu maddenin ülkemizden geçişini mutlaka durdurmalıyız. Unutmayalım ki onlarca yıldır şimdi tasfiye etmeye çalıştığımız terör örgütünün en önemli gelir kaynağı bu trafikti. Eğer bu tasfiyeye birileri çomak sokacaksa, bunların içinde uyuşturucu kaçakçılığından nemalananların başta geleceğinden kuşkunuz olmasın.

Afganistan’da, kaynağında bu zehir ticaretinin kökünü kurutmak ABD ve müttefiklerine düşerken, uyuşturucunun Balkan Rotasının köprü ülkesi olmaktan ülkemizi çıkarmak da devletimizin en önemli görevlerinden birisi olmalı.

24.10.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

DTP’deki ayrışma


A+ | A-

Dağdan iniş sürecinin test niteliğindeki ilk aşamasında yaşanan şov görüntülerinin, DTP cenahında öteden beri sözü edilen “güvercin-şahin” ayrışmasını bir kez daha su yüzüne çıkardığı gözleniyor. Bir tarafta, hassasiyetleri “iplemeyen” tahrikçi ve sorumsuz güruh; diğer tarafta Genel Başkan Türk’ün ağzından “Aman dikkat, duygularımızın yerine aklımızı kullanalım, kamuoyundaki tepkileri önemsemezsek süreci tıkarız” uyarıları yapan kanat.

Birinci gruba kalsa, üniformaları ve zafer işaretleriyle karşılanıp otobüslerin üzerine çıkarılan PKK’lıları, o halleriyle Türkiye’nin her yerine götürüp, tahrik ateşini bütün ülkeye yayacaklar.

Ama neyse ki, Türk’ün başını çektiği mutedil grubun tavrı ağır basmış görünüyor. Teslim olup, hakimin ilgili kanunları açılım mantığına ve maslahatına uygun bir yaklaşımla yorumlaması neticesinde serbest kalan PKK’lıların, bilâhare üniformalarını çıkarıp sivil kıyafetler giymeleri ve otobüs şovlarının başka yerlerde tekrarına müsaade edilmeyeceğine dair haberler buna işaret.

Bu bağlamda, yine Türk’ün dağdan inişlerle ilgili olarak yaptığı “Bu gelişme ne zaferdir, ne kahramanlıktır, ne de yenilgidir” şeklindeki serinkanlı değerlendirme de son derece önemli.

Türk’ün Eylül başındaki Diyarbakır mitinginde ve sonraki günlerde, bilinen DTP söylemlerinden farklı bir dil kullanarak, “Ramazan ayının hatırına da olsa barış tesis edilmelidir” deyip, bu sürecin barışa çevrilmesi için Allah’a yalvardıklarını ve duâ ettiklerini söylemesi ve “Barışın geldiği günü göreyim, ertesi gün Allah canımı alsın” demesi de samimiyetinin ifadesi olmalıydı.

Türküyle, Kürdüyle ve diğer unsurlarıyla bütün milletin içtenlikle paylaştığı bu yakarış ve duâ inşaallah ind-i İlâhîde kabule mazhar olmuş olmalı ki, kısa süre sonra dağdan inişler başladı.

Müslüman milletimizin Ramazan ve duâ gibi ortak değerlerini seslendiren bir söylem, hem DTP’yi milletin ekseriyetine yaklaştırarak ona bölge değil, Türkiye partisi olma yolunu açabilir, hem de sorunun çözümüne ciddî katkılar sağlayabilir.

Türk’ün Ramazan’da yaptığı barış duâsı ne kadar sıcak ve birleştirici olduysa, başkanı olduğu partinin milletvekillerinin birkaç yıl önce yine bir Ramazan günü gittikleri tatil beldesindeki lüks otelde kahvaltı yaparken çekilen görüntüleri de o ölçüde yadırganmış ve eleştirilere konu olmuştu.

Oradan bu noktaya gelinmesi son derece önemli ve takdire şayan bir gelişmeyi ifade ediyor.

Ancak DTP’deki ayrışmada, dağdan inişi şova dönüştüren kanadın, aynı zamanda Ramazan ve oruç gibi değerlere alenen saygısızlık göstermekte beis görmeyen kişilerden oluşması ilginç.

Türkiye’nin terör fitnesi başta olmak üzere diğer hassas alanlardaki provokasyonları da boşa çıkararak sağlam, muhkem ve kalıcı bir barışa kavuşması açısından, itidal, denge ve saygı son derece önemli. Ve bunun PKK-terör-Güneydoğu’ya bakan cihetinde, DTP’de Ahmet Türk’ün başını çektiği mutedil tavrın öne çıkması, açılım sürecinin başarısı için hayatî bir öneme sahip.

Gerçi PKK ve İmralı söz konusu olduğunda Türk’ün de diğerlerinden pek farkı kalmıyor. O da her fırsatta “Çözüm için kilidin anahtarı İmralı’da, oraya kulak verilmeli” sözünü tekrarlıyor.

Bu bir handikap. Ama partisinin tabanındaki gerçekler dikkate alındığında, belki de şu ortamda kaçınılması mümkün olmayan bir handikap.

Ancak teslim olan ilk gruptaki PKK’lıların, dağ psikolojisini yansıtan provokatif söylemleri terk edip üniformalarını çıkarmaya ikna edilmesinde Türk’ün oynadığı pozitif rol, sorunun çözümünde partinin şahin kanadından beklenemeyecek yapıcı bir misyon üstlenebileceğini gösteriyor.

Dolayısıyla, DTP’deki bu mutedil çizgiyi zora sokacak toptancı değerlendirmelerden kaçınılması, bu meyanda bir taraftan dağdakileri indirmeye çalışılırken diğer taraftan DTP’lilere yönelik operasyonları aralıksız devam ettirme garabet ve çelişkisine de bir an önce son verilmesi gerekiyor.

24.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.