Süleyman KÖSMENE |
|
Allah (cc) neden yemin eder? |
Almanya’dan okuyucumuz: “Kur’ân’da batmakta olan yıldızlara, incire, zeytine… vs Allah yemin ediyor. Sorularım şunlar: 1- Kur’ân’da geçen bu yeminler Allah’ın sözü müdür? 2- Allah yemin eder mi? 3- Cenâb-ı Hak bizim gibi aciz kullarına neyi inandırmak için yemin etmektedir? 4- Cenâb-ı Allah, kendi yarattığı varlıklar üzerine neden yemin etme gereği duymuştur? 5- Yüceliğinden şüphe etmediğimiz Yüce Varlığın kendi yarattığı zeytin, incir, Sina Dağı, esen rüzgârlar gibi şeyler kendi yüce varlığından—hâşâ ve sümme hâşâ—daha mı yücedir ki, bunlar üzerine yemin etmiştir?”
1- İnsanoğlu tarih boyunca konuşmalarına ve sözlerine kuvvet vermek, muhatabını iknâ etmek, sözlerinin doğruluğuna güvenilmesini istemek ve bunu sağlamak için yemini kullanmıştır. Yani yeminli ifadeler kullanmak insanoğlunun yabancısı olduğu bir üslûp değildir. Kur’ân’da geçen yeminli ifadeler de, insanın anladığı seviyeden insana hitap eden Allah’ın şüphesiz birer sözüdür. 2- Âyetlerde de görüldüğü gibi, Cenâb-ı Allah bizzat Kendi Yüce İsmi üzerine yemin ettiği gibi1; peygamberlerine2, peygamberlerin yaşadığı veya vahyin geldiği beldelere3, meleklere4, Kur’ân’a5, kıyâmet gününe6, kâinâtta var olan önemli varlıklar üzerine, meselâ kaleme7, gökyüzüne8, güneşe9, aya10, geceye11, sabaha12, kuşluk vaktine13, ikindi vaktine14, yıldıza15, havaya16 ve bitkilere17 yemin etmiştir. 3- Kur’ân, âlemlerin Rabbi sıfatıyla Allah’tan, kullarına gelen İlâhî kelâmlar mecmuâsıdır. Bizim fikir, algılama ve anlayış seviyemize inen Kur’ân-ı Hakîm’in, âyetlerinde ve beyanlarında yeminli ifâdelere yer vermesi de, bizim algıladığımız biçimde anlaşılırlığını, ciddiyetini ve sözlerinde hilâfı olmadığını anlamamızı sağlamak içindir. Cenâb-ı Hak, bazen yeminle âyetlerini doğrulamış ve kuvvetlendirmiş; bazen de bir takım varlıkları yemin konusu yaparak bu varlıkların insanlık için değerine ve kıymetine işâret etmiş ve dikkatleri bu varlıklar üzerine çekmiştir. 4- Cenâb-ı Allah, insanların âyetlere olan îmân ve güvenlerini temin etmek, verdiği haberleri kuvvetlendirmek, önemli varlıklar ve nesneler üzerinde tefekkürü teşvik etmek, önemli nîmetleri hatırlatmak; Kur’ân’ın, Kur’ân’ın verdiği haberlerin, kıyâmet gününün, âhiret gününün, öldükten sonra dirilişin, hesabın, Cennetin ve Cehennemin hak olduğu konusunda insanları iknâ etmek ve bunlarda muhtemel şek ve şüpheyi ortadan kaldırmak gibi hikmetlerle, âyetlerini yeminli ifadelerle takviye etmiştir. 5- Meseleye mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle bakmamız gerekiyor. Yani, Allah’ın üzerine yemin ettiği her şey, kendi başlarına değerli değil, Allah’ın yaratmış olması itibariyle yücedir, değerlidir ve kıymetlidir. Cenâb-ı Allah Kendi Zâtının yüceliğini bildirmek ve isim ve sıfatlarının tecellilerinin kemâlini ve eşsizliğini göstermek için varlıklar üzerine çeşitli şekillerde dikkatleri çekmiştir. Her şey Allah’ın kudretinin ve hilkatinin eşsiz şekilde tecellisi ve tasarrufu değil midir? Zatı Yüce olan Cenâb-ı Allah, eşsiz ve sayısız isim ve sıfatlarının eseri olan mevcudat üzerine yemin etmekle, aslında kudretinin ve hilkatinin muhtelif tecellilerine, dolayısıyla kudretinin azametine, hikmetinin kemâline, rahmetinin kuşatıcılığına, hilkatinin benzersiz güzelliğine yemin etmiş olmaktadır.18 *** M. Fedai Bey: “Risâle-i Nur’da 29. Lem’a’nın 2. Babının 7. Noktası’nda insanın nefsi rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahimiyetin tecellileriyle nimetlendiği, aklı da hakîmiyetin letâifiyle zevk aldığı bildiriliyor. Bu cümleyi açıklar mısınız?” Nefsin Rahmaniyetin cilveleriyle nimetlenmesi: Nefsin lezzet aldığı cismânî gıdaların ve bedensel lezzetlerin tamamı Rahmaniyetin hediyesidir. Nefis beden diliyle bu gıdaları ve lezzetleri tadarak şükür görevini unutmamakla, nankör olmamakla, her bir tadışta şükretmesi gerektiğini hatırlamakla mükelleftir. Kalbin Rahimiyetin tecellileriyle nimetlenmesi: Allah’ın verdiklerine karşı Allah’ı bilmek ve tanımak, O’na şükretmek, O’nu zikretmek, O’nu fikretmek, O’na muhabbet duymak, O’ndan korkmak, O’nu istemek, O’nun rızasını aramak, O’na yönelmek, O’nun için yaşamak ve bütün bunlardan derece derece zevk almak birer Rahimiyet tecellisidir. Allah’ın, dilediğinin kalbine koyduğu hidayet, feyiz ve rahmet bir Rahimiyet tecellisidir. Aklın, Hakîmiyetin letaifiyle (incelikleriyle) zevk alması: Pozitif bilim olarak bilinen müsbet ilimlerin ilgilendiği bütün alanlar Hakîm isminin incelikleriyle doludur. Tabiat kanunu, bilimsel kural denilen herbir şey, Hakîm isminin sadece bir nüktesidir, bir noktasıdır, bir cilvesidir, bir eseridir. Akıl bunları kavramakla mükelleftir ve bunlardan zevk alır.
Dipnotlar:
1- Hicr Sûresi, 15/92; 2- Yâsîn Sûresi, 36/1; 3- Tûr Sûresi, 52/1-3; Beled Sûresi, 90/1; 4- Sâffât Sûresi, 37/1; Nâziât Sûresi, 79/1-2; 5- Vâkıa Sûresi, 56/77;Tûr Sûresi, 52/2; 6- Kıyâmet Sûresi, 75/1; 7- Kalem Sûresi, 68/1; 8- Burûc Sûresi, 85/1; Târık Sûresi, 86/1; 9- Şems Sûresi, 91/1; 10- Şems Sûresi, 91/2; 11- Leyl Sûresi, 92/1; 12- Fecr Sûresi, 89/1; 13- Duhâ Sûresi, 93/1; 14- Asr Sûresi, 103/1; 15- Necm Sûresi, 53/1; 16- Zâriyât Sûresi, 51/1; 17- Tîn Sûresi, 95/1; 18- Mektubat, s. 378. 23.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Nurlar deryasına dalınca |
Şu helâket ve felâket asrında Kur’ân’ın asrımıza ve gelecek asırlara ışık tutan hakikî, kuvvetli ve etkili mümtaz tefsiri Risâle-i Nurlarla tanışmak büyük bir şans ve nimettir insan için. Eskinin medreselerde yirmi senede elde edilen ilmini yirmi haftada kazandıran, anlayarak ve kabul ederek bir sene okunduğunda âlimlik payesine ulaştıran 130 parçadan ibaret, 6000 sayfalık bu külliyatın satırları arasında dolaşanlar imanlarını kurtarmakla kalmaz, kuvvetleştirir, tahkîkileştirir ve terakkî ederler. Risâle-i Nur’un iki yüz meselede gerçekleştirdiği mânevî keşifler, düşünen, araştıran, meraklı herkesi heyecanlandırmakta, şevk ve gayrete getirmektedir. Hayatı her şeyiyle sevdiren eserlerdir Risâle-i Nurlar. Genç iseniz Gençlik Rehberi’nde gençliğin paha biçilmez büyük bir nimet olduğunu öğrenir, onu kamet-i kıymetince değerlendirme gayreti içerisine girersiniz. Yaşlı iseniz İhtiyarlar Risâlesi’ni okuyunca ihtiyarlığı sevmeye başlar, ebedî gençliğe giden yolun buradan geçtiğini görür, onu bütün ıztırap ve sıkıntılarıyla öpüp başınıza koyarsınız. Hanımlar Rehberi’yle haşir neşir olursanız İslâmın hanımlara sunduğu güzellikler karşısında heyecanlanır, görevlerinize aşkla, şevkle sarılırsınız. Hastalar Risâlesi’ni okuduğunuzda hastalıktan dert yanmak şöyle dursun, Prof. Dr. Ayhan Songar’ın da dikkat çektiği gibi hastalığı sevmeye başlar, şikâyete girmeden, hikmetlerini düşünerek sabır ve şükürle hastalıktan kurtulmaya çalışırsınız. Kısaca Risâle-i Nur’un hangi risâlesi, hangi konusunu okursanız okuyun başınızı ondan kaldırmak istemez, tekrar tekrar okumak istersiniz. Ülfet, ünsiyet ve gaflet perdelerinin bir bir yırtıldığını görür, hayatı dolu dolu yaşar, gerçek anlamda zevk ve lezzet alırsınız. Onun için Risâle-i Nurlar gibi bir hazineye kavuşan kim olursa olsun yerinde duramaz, bu mutluluğu başkalarıyla da paylaşmak ister; dostlarına, tanıdıklarına ondan, ondaki hakikatlerden bahsetmeden duramaz. İşte her Nur Talebesinin hizmet anlayışında bu muharrik güç vardır. Konya/Ilgın’daki Yeni Asya büro ve temsilciler toplantısından bir kısım izlenimlerimizi aktarmış, arkadaşların hizmet adına nasıl yoğun bir gayret içine girdiklerinden söz etmiştik. Bunlardan birisi de Nevşehirli arkadaşlarımızın hapishaneye ulaştırdıkları gazetelerdi. Gazetemizle tanışan mahpuslar, o yolla Nurlara ulaşma fırsatı da bulmuşlar. Bilal Altunbaş kardeşimiz heyecanla anlatıyor: “Bugün hapishaneden bir gardiyan geldi. Mahpuslardan birinin Yeni Asya’daki reklâmlar sebebiyle Risâle-i Nur Külliyatını almak istediğini belirtti, almak için gelmiş.” Bilâl diyor ki: “Hayatımda bu kadar hiç sevindiğimi, mutlu olduğumu hatırlamıyorum.” Ne kadar sevinse yeridir. Gazetenin diğerleri bir yana sadece şu hizmeti bile bizi gayrete getirmeye yetmez mi? 23.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Japonya nasıl kalkındı? |
Bir Asya ülkesi olan Japonya, en büyük ekonomilerden birisine sahip. Bunun çeşitli sebepleri var: Millî birliğe sahip olmaları, örf ve geleneklerine bağlı kalmaları ve kenetleşmeleridir. “Japon harikasının“ temel dinamiği, özüne, ruhuna bağlı kalmasıdır. (Şimdi tüketim toplumu olup, geleneklerinden uzaklaşması, tezimizi çürütmez. Zirâ, kalkınma hamlelerini özüne bağlı iken yapmıştı!) Güneşe tapmaktan (Shintoizm’den) vazgeçmek isteyen Japonlar, hararetli, ciddî din arayışına girer. “Dinleri inceleme” teşkilâtı kurar, kongre tertipler. İslâm dinini de araştırmak isterler. 1880’de Japon İmparatoru akrabalarından Prens Hebi; altı yıl sonra Mareşal Prens Akihito (Güneşin oğlu kabul edilen İmparator Mikado’nun yeğeni, dayısının oğlu) başkanlığında bir heyet İstanbul’a gelir. II. Abdülhamid’in, gelen Japon elçilere, şu meâlde sözler söylediği rivayet edilir: “Eğer öyle adamlarım olsaydı, kendi ülkemi kurtarırdım!” Bu sözü, siyasî birlikteliğe gidiyorlar diye düşünen Rusya ve diğer ülkeleri kuşkulandırmamak için söylediği anlaşılan II. Abdülhamîd, bu dâvânın önemini kavrar. Başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere Japonların istediği din kitaplarını, kütüphanesinin en nâdide eserleri arasından seçip gönderir. Kongre üzerinde de etkili olmayı planlar. Ne var ki, başta misyoner, “gizli dinsiz, zındıka ve ifsat komiteleri” bu girişimi baltalar. Mikado da, tebasının fert fert dilediği dini seçmekte hür olduğunu ilân ile kongreyi iptal eder. Buna rağmen Japonlar kalkınır. Bunun sebebini Bediüzzaman şöyle tesbit eder: “Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin maye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşv ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zarurîdir.” 1 Yani, Japonlar, inançlarına, örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Belçika Katolik Kilisesi’nin Japonya misyonerlerinden Lucienne Cosijins, birdenbire misyonerliği bırakıp ticarete atılmasının sebebini şöyle açıklıyor: “Kilisem, beni Japonya’ya gönderdi. Orada çocuklara dersler veriyordum. Ancak Japonya’da başladığım misyonerliğimi, oradaki insanların mânevî gücü sebebiyle başaramadım. Çünkü gördüm ki, Katolik yapmaya çalıştığım oradaki dindarlar, bizden yani Batı’dan daha fazla kendi dinlerine bağlanmış durumdalar. Bu insanları kendi dinime çevirmenin mânâsız olduğunun farkına vararak bu işten vazgeçtim ve Belçika ile ticarî münasebetler kurmak isteyen bir şirketin Belçika temsilcisi oldum. Bu arada Japon olan bu hanımımla evlendim. “Dünya insanlarını idare eden dinlerdir… Bunun için ben mümkünse, ayrı ayrı dinlerden olan gençlerin birkaç günlüğüne tatillerde bir araya getirilmesini arzuluyorum. Birbirlerinin inanç ve ibadetlerini daha yakından görüp tanısınlar ve şimdiden birbirlerini daha iyi anlamaya çalışsınlar.” İslâmiyet için ise şöyle diyor: “İslâmiyet’in bütün insanlar için gönderildiğini biliyorum. İslâm dininin dinler arası diyalogda büyük rol oynayacağını tahmin ediyorum. En büyük isteğim, bu dinden olan insanlarla görüşüp diyalog ortamı kurmak...” 2
Dipnot:
1- Beyanat ve Tenvirler, s. 31.; 2- Abdullah Aymaz, Zaman, 05.02.2000. 23.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Fidanları düşünmek... |
Akıl kârı bir yatırım ve çocuklarımız. İstikbalimiz, her şeyimiz çocuklarımız... Sağlıklı ve sağduyulu bir düşüncenin, düşünmenin ürünü çocuklarımız... Her vakit andığımız ve varlıklarıyla daima sevinç duyduğumuz evlâtlarımız. Dünya adına onları mahcup etmeyecek şeyler için çalışırız da, ahiretle alâkalı hayatlarındaki mahcubiyetlerinin olmaması noktalarından da çalışmalar yaptık mı veya yapıyor muyuz veya da yapacakmıyız? Onları sevdik, seveceğiz. Allah da (cc) onları sevsin, onlar da Rabblerini sevsin diye herhangi bir çalışma yaptık mı veya yapacak mıyız? Başkalarının bu konulardaki yaptığı çalışmalardan haberimiz var mı? Ağaç yaş iken eğilir... Biliyoruz ve devamlı bir şekilde de tekrar ediyoruz bu sözü. Acaba diyoruz ki canımız ciğerimiz küçük fidanlarımız yavrularımızı gerçekten yaşları gençliğin kapısına dayanmadan ve kemale olgunluğa varmadan Allah için, Allah yolunda, Allah’ın emir ve istekleri konularında lâzım olan çalışmaları yaptık mı? Gerekli tedbirleri aldık mı? Fidanlarımızı kırmadan, kurutmadan ve korkutmadan onlara Allah için lâzım olan her türlü eğitimi ve bilgiyi verebildik mi? Serencam iyi başlarsa iyi bitme ihtimali daima yüksektir. Çocuklarımız için yüksek bir hamiyet ve gayreti yapacağımız çaışmalar içinde miyiz veya bunu yapmaya hazır mıyız? Halihazırda canlarımız, yavrularımız her türlü olumsuzluklarla çevrilmişse bizim tembelliğimizin ve vurdumduymazlığımızın nasıl ve ne anlama geleceğini ve ne gibi neticeler doğuracağını biliyor muyuz, biliyorsak tedbir olarak herhangi bir çalışmamız var mı? Niteliği olsun ya da olmasın onlarla alâkalı her türlü kimliğin ve hedef fikirlerin tesbiti ve tatbiki noktalarından çalışmalarımız var mı? Ve bu konularda çocuklarımızla gerekli olan iletişim ve görüşmelerde muvaffak olma yolunda mıyız? Kuru kuru sevmenin neticesi ancak bize her anlam ve noktalarda kupkuru bir dalı netice verir. Gelin yaş fidanları iyice yeşertmeye ve tâ ki meyvedar birer ağaç olana kadar bakmaya, alâkadar olmaya ve çalışmaya devam edelim. Gayret ve himmetimiz çocuklarımız için Rabbimizin inayet ve yardımlarına mazhar olur İnşaallah... 23.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Hayatın halleri |
Hayatın bin bir türlü halleri vardır. Bazen çe-kilmez hâle gelir. Kimi işinden, kimi gücünden, kimi eşinden, kimi dostlarından, kimi ise çocuklarından çeker. Dostsuz bir zamanda yaşıyoruz. Sizi bir kalemde silen yakınlarınız, kıyamet gibidir. Bu vefasızlık hallerini anlatırken, merhum Osman Yüksel Serdengeçti hatırıma geldi. Ateşin bir mizaca sahipti Serdengeçti. Bir vesile ile şu ifadeyi kullanmıştı: “Hayatımda iki İsmet'ten çektim. Biri hürriyetimi, diğeri zürriyetimi kesti” der. Bunun anlamı şudur: Heyecanlı ve hareketli hayat hallerinde bazı hapis halleri yaşar. Mahkemeleri eksik olmaz. Zaman İsmet İnönü dönemidir. İsmet’in biri budur. Diğer İsmet ise hanımıdır. Çocukları olmamıştır. Efendim hayatı sadece biz yaşamıyoruz. Her insanın kendine göre hayat halleri vardır. Kimi incir kabuğunu doldurmayan işler ile uğraşır. Aklı bir karış, iki karış yukarıda insan mı ararsınız? İstemediğiniz kadar bulunabilir. “Bana arkadaşını söyle, senin nasıl biri olduğunu söyleyeyim” derler. Öyle mi? Bunu şu şekilde de kıyaslayabiliriz: “Hangi hayat halleri ile meşgulseniz, o karakterde bir insansınız” denilebilir. Halbuki hayat çok güzeldir. Bütün acı ve olumsuzluklarına rağmen... Her insan hayatı kendi âleminde yaşar. Adeta insanlar adedince hayat halleri vardır. Başkalarını kurtarmaya çalışan bazı insanlar, farkında olmadan kendilerini kaybederler. Bir inat uğruna nice olumsuz hayat halleri yaşanır. Pire için yorgan yakan niceleri vardır. Başı daima dumanlıdır kimilerinin de. Çilingir sofrasında kafayı dağıtırken, geçici olarak bazı şeyleri unutur. Ama bir de bunun sabahı vardır. Hayat devam eder. Akıl ve fikir yolu insanı daima sorgular. Eğlenceye kaçar, eften püften şeylerle uğraşır. Yolunu bulanların böyle bir sorunu yoktur. Hedefi bellidir. Gözü güzel şeyleri görür, kulağı ise minareden okunan ezandadır. Böylece hayatın halleri devam eder gider... 23.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Soros Marksist mi? |
Bu ahirzamanın keşmekeşleri, inanmayanları da takiyyeye sevk etmiş. Yakın zamanlara kadar, semavî dinlere ve inançlara inanmadıklarını gazete ve radyo ile ilân edenlerin, bilhassa şu son çeyrek asırda bundan vazgeçmeleri, dünyanın işini iyice zora sokuyor. İşin tuhafı, Avrupa ve Amerika´da da idare ve iktidarlar, fikirlerin ve cereyanların kimyasını bozuyorlar. İktidardan uzak olduklarında, mataryalist felsefenin tüm slogan, sembol ve ritüellerini kullanan cereyan mensuplarının, iktidara yaklaştıklarında renk ve ifade değişimine gitmeleri, yakın tarihi dikkatlice takip edenlerin nazarından kaçmıyor. Bizde nifak meşhur olduğundan, Avrupa ile pek mukayeseye gelmez. Zira ahirzamanın birinci tahribatçı cereyanının en önemli vasfı “nifak”tır. Başta Osmanlı olmak üzere âlem-i İslâmı bu özelliğiyle kandıran bu hareketin tüm takipçileri, “nifakı” methedilmiş bir sıfat olarak yaşarlar. Meselâ 12 Eylül döneminde Kemalist bir komutan, devrin başbakanını nasıl kandırdığını gazetelerde anlatırken, başarısını hikâye eden askerin cezbesiyle anlatır. Veya İslâmiyete karşı olan “ilhadı” ülkemizin tüm kurum ve kuruluşlarına hakim kılmaya çalışan bir başkası, hocazadeliğiyle, safderun bazı cemaat mensuplarını yanına çekerek onları zamanımızı karartan tüm menfî kanun ve icraatlarına ortak eder. Bazen Avrupalı ve Amerikalı dinsiz cereyanların bizimkilerden örnek aldıklarını düşünmüyor değiliz. Şu son çeyrek asrı araştırırsanız, neoliberal veya neokonservatif tabirlerinin daha çok 1980´lerden sonra kullanıldıklarına şahit olursunuz. Belki de, doğu blokunun iflâsını ilân etmesi buna sebep olmuş olabilir. Hürriyet ve dinî değerleri öne çıkaran muhafazakârlık yükselen değerler olunca, dinsizlerimiz Freud ve Troçki´yi bu maskelerle batıda ortaya çıkarmışlar. Zahiren ne Troçki, ne Freud ve ne de bolşevizm görünmediği halde; icraatlarını incelediğimizde, mânâ ve mahiyet olarak Hıristiyanlığı tarumar eden “şimal cereyanının” tüm unsurlarıyla hayata yeniden hakim olmaya çalıştığına şahit oluyorsunuz. Troçkicilerin bir partiye, Freudçuların karşı partiye geçmeleri de nifakın insanlığa bir başka oyunu. Maalesef her yerde olduğu gibi burada da “cehalet belimizi büküyor.” Kolayımıza gelen ve tembelliğimizi okşayan “slogan ve formalar,” dessas dinsizlerin insaniyetin harim-i ismetine sokulmalarına sebep olmuş. Yani, Paul Wolfowitz diyor ki; muhafazakârlık ise, işte ismim ve işte formam ve partim. İşte bu takiyye ile Pentagon´a sızacak ve âlem-i İslâmda bir milyon küsur masumun kanını akıtırken, sökülmesi nice on yılları alacak fitneyi İslâm coğrafyasına ekecek… Marksizm, bolşevizm ve Troçkicilik kimliğiyle neoconlar Amerika’nın hariciye ve harbiye bakanlıklarına sızabilirler miydi? Soros ilk olarak “hayırsever bir zengin” olarak piyasaya çıktı. Sonra para sihirbazı ve ülkeleri dolandıran adam… Şimdi ise neoliberal adı altında organize olmuş eski bolşevizmi “sivil insiyatifler” aracılığıyla ve sefahetin cazibesiyle dünyanın tüm kıtalarına ulaştırmaya çalışan ve turuncudan kızıla rengi mütemâdiyen değişen bir cereyanı çağrıştırıyor ismi. Amerika´da herkes zarar ederken, yalnız o kârda… Deha sahibi, büyük zengin ve kapitalist… İşte burada duralım… Meşhur yazarlarımızdan Cengiz Çandar, IMF toplantıları vesilesiyle İstanbul´a gelen Soros´la dertleşmiş. Zaten liberal olarak aynı cenahta yer alıyorlar. İlginçtir ki, yazar Soros´un Marx´a çok yakın olduğunu itiraf ediyor. Hava şartları ve iklim müsaade ederse yarın belki de “Tam Marksist!” diyecekler. Nifak daima zaman ve şartları kollar. Freud´un, dinsizlik ve ahlâksızlık adına tüm oteriteleri inkâr eden ve cinselliği ilâhlaştıran insaniyet karşıtı düşüncelerini Açık Toplum Enstitüleriyle dünyaya neşreden bir adamın neoliberal ve Marksist veya Freudist olmasıyla değişen ne olabilir ki…
Cehaletimiz basiretimizi kapatınca, renklere ve sloganlara takıldık. İcraatların ve fikirlerin mahiyetlerine nüfuz edemedik. Soros´u hayırsever ve dünya çapındaki vakıflarıyla insanlığa para dağıtan adam olarak gösteren propagandalar; onun insaniyetin genlerini değiştirmeye yönelik çalışmalarını görmemizi engelledi. Kadını iffetinden soyutlamaya gayret eden kadın derneklerini, üniversitelerin bünyesine sızarak ülke insanının kodlarını çalan heyetleri, aileyi ortadan kaldırma çabalarını ve gücü yettiği yerde teşebbüs ettiği turuncu devrimlerini basiretimiz seçemedi… Aynı felâketin hâlen 12 Eylülcülerle bizde de devam ettiğine itiraz edenimiz herhalde yoktur. 12 Eylül dinî imaj ve motifleri kullanmasaydı, dindarlıklarıyla temayüz etmiş siyaset ve bürokrasi ehlini vitrine koymasaydı ve yanına çektiğii dinî cemaatleri dünya nimetlerine gark etmeseydi, tahribatında bu denli başarılı olur muydu? Bir fıkra: Deveye en hoşlanmadığı şeyi sormuşlar, deve de, “Merkebin arkasına bağlanmak” demiş. Gariptir ki, bu deve kendi isteğiyle bizim merkebin arkasına bağlanıyor… 23.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
“3S” ye dikkat |
Açılım yeni bir dönemece girdi. Demokratik açılımın “Kürt açılımı” bölümünü yaşıyoruz. Açılımın koordinatörü Bakan Beşir Atalay’ın dediği gibi son günlerde yaşananlar “açılımın bir parçası” ve şartları olgunlaştırarak adım adım gidiliyor. Medya temsilcilerine verdiği kahvaltıda da, açılımın çoğunun uygulamalarla görüleceğini, birkaç kanunun değişebileceğini, idarî tasarruflar ve yönetmeliklerle bazı düzenlemelerin yapılacağını söylemişti Atalay. Bu süreç nasıl işleyecek, bekleyip göreceğiz anlaşılan. Geçtiğimiz hafta açılım sürecinin en kritik süreçlerinden birisini yaşadık. 34 PKK’lı sınırdan girdi, sorgulanmalarının ardından serbest bırakıldı. Teslim olmaların devam edeceği resmî ağızlar tarafından ifade ediliyor. PKK’lıların geldiği günün ertesi gün yapılan MGK toplantısında “açılım”ın gündeme gelmemesi, ya da konuşulduysa da “bildiri”ye yansımaması dikkat çekici bulundu. Muhalefet partilerinin yaptıkları açıklamalar da sürece yardımcı olacakları yerde, siyasî duygularla karşı çıkmalarının çözüme katkı sağlamayacağı dillendiriyor. Öte yandan, bu süreci bir partiye mâletmek, hem ülke meselelerinin çözümüne katkı sağlamayacak, hem de milletin tamamının kabulleneceği şeyler olmayacaktır. Bu açıdan kavga ve çekişme yerine ortak noktaların bulunup memleketin hayrına olacak icraatlara imza atmak gerekir. * * * İşin diğer yönüne gelince… DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün açılımın akamete uğramaması için söylediği sözleri dikkatli okumak gerekiyor. Türk, “Bu gelişme ne zaferdir, ne kahramanlıktır, ne de yenilgidir. Aklımızla, siyaset üstü bir anlayışla hareket etmeliyiz” diyor. Peşinden de “Bu aşamada duygusal davranılabilir, ancak bu duygusallığı artık bırakmak gerekir” demeyi sürdürüyor. (Hürriyet, 22.10.2009) Kuzey Irak’tan gelip teslim olan PKK’lıların meydan meydan gezdilirip, “siyasete alet edilmesi” kesinlikle yanlış. Bu tavrın toplumu kamplaşmalara götüreceğini de unutmamak gerekir. Bunun bölgedeki meselelerin çözümüne katkı sağlamayacağı da ortada. İlk grubun bu şekilde karşılanması belki bir derece “acemilikler”e verilebilir. Ancak bundan sonra gelenlerin böyle karşılanması hoş karşılanmaz. Şunu unutmamak gerekir: Neticede bunlar bir terör örgütünün üyeleri ya da sempatizanları. Ve bu ülkede 25 yılda çok canlar yandı. ‘Şov’ların, bu insanların ailelerini tedirgin etmemesi mümkün değil. Bunun için de çok dikkatli olunması gerekir. Bu son derece önemli. Elbette suçlu olanlarında cezalarını çekmeleri gerekiyor. Eve dönen PKK’lıların yargılanmasında yaşanan gelişmelerin hukuka olan güveni zedeleyici olmaması da gerekir. Bundan sonra gelebilecek PKK’lıların yargılanmasında azamî dikkat gösterilmesi gerekiyor. Yoksa daha sonra onarılmaz yanlışlara meydan verebilir. Aman dikkat… * * * Özetle şunları söyleyebiliriz: Bu ortamda herkesin itidalli olması gerekli. Sabırlı, sağduyulu ve sorumlu davranmak; dağdan inişleri de hızlandırır, terörün bitirilmesini de sağlar, açılımların başarıya ulaşmasını da. Terörsüz bir ülke hedefine ulaşmak için herkesin katkı sağlaması gerekli. Bu da aklıselimle, sağduyulu davranmakla olur. 23.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Yakinî paket |
İki haftadır, gözlerimi açtığım serhat şehrimiz aziz Van’dayım. Anadolu liselerinde 4207 sayılı yasa mu'cibince ‘meccânen’ konferanslar verdim. Mahallî Merkür TV’de açılım paketi, çıkış yolları, mânevî birlik ve yörenin dertlerine yakini takip mânâsında, program yapımcısı ilâhiyatçı Nureddin Beyin suâllerine, Van ilimizde 18 yıl kalmış olan ve bu coğrafyanın insanı hakkında eserler yazmış bulunan Hz. Bediüzzaman’ın tesbitlerinden kesitler takdim ettik ve ayrıca yeğenimin aşiret usûlü düğününe katılan yüzlerce bay ve bayana açık alanda hitap ettik. Yeni ve eski can dostlarına ziyaretlerde bulunduk. Yakini paketin anlaşılması için iki müşahhas örnek takdim etmek istiyorum. Birincisi, maziden gelen can kardeşimiz Ö. Türkmenoğlu diyor ki: “Son dönemlerde Van ilimizin köylerine Hz. Bediüzzaman Said Nursî’nin Tarihçe-i Hayat eserinden 8 bin adet dağıttık. Halk Hz. Üstad’ı tanıdıkça vatanına daha çok sahip çıkmakta ve kardeşliğin tesisine çalışmaktadır. Bir köyde 15 yıl önce hediye edilen Hz. Bediüzzaman’ın ‘Asa-yı Musa’ isimli eserini, 15 yıl sonra köy odasından alıp okuyan bir kişi, hayretlerini gizleyemez, çocuklarının bu eserle kurtulacaklarını söyler ve eğitimcilere ricada bulunur.” Yine kadim dostumuz K. Koyuncu Hoca, taziyeler için gittiği Yüksekova ve Şemdinli ilçelerinde Risâle-i Nur’dan yaptığı okumalar ve aktardığı bahislerden sonra, yöre halkı tarafından bu eserlere teveccüh edildiğini, birkaç takım Külliyat götürdüğünü ve istediklerini beyan ettiler. Yine müderris ve muhakkik bir âlim olan H. Çelik Hocamız, kendi talebelerine verdiği tedrisât yerinde İşârâtü’l-İ’câz eseri üzerine yaptığımız sohbette verdiği örnekte hâdisât-ı âlemin ve âlem-i İslâmın, sorularına ancak bu Nurlarla cevap bulacağını ifade ettiler. Yeğenimin düğününde, çeşitli görüşlere sahip hemşehrilerime açık alandaki hitabımda, en büyük rehberimiz Hz. Muhammed (asm) Efendimiz başta olmak üzere Bediüzzaman Hazretlerinden, Mevlânâ Hazretlerinden Şah-ı Geylânî Hazretlerine kadar bahsettik ve örnekler sunduk. Çadır altındaki misafirlerden tâ çevre evlerin pencerelerine çıkan mahalle sakinlerine kadar olan teveccühün bana verdiği ders şudur: Bu ahaliye ve bu yöreye ancak ferdan ferdâ, İslâmiyeti ve Efendimizin (asm) hayatını, her şekliyle, yılmadan usanmadan anlatmalı ve ayaklarına gidilmelidir. Van caddelerinde yakınlarımla yürüdük. Yıllarca İman ve Nur hizmetinde büyük imzalar attığımız bu yöremizdeki bazı kişiler yolumuzu keserek, iki gün önce Merkür TV’deki yöre ile ilgili konuşmamızdan dolayı tebrik ettiler ve kucakladılar. Bunlar da gösterdi ki; anarşizmi durduracak, Allah’a iman ve Efendimizin (asm) yoludur. Çünkü yağ bozulunca zehir olur, yenilmez; insan yağa benzer, bozulunca anarşist olur, çılgın olur, akıl ve kalp hâkimiyeti yoktur. 1940’lı yıllarda Hz. Bediüzzaman, der ki: “..Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet, ne şekilde olursa olsun, Risâle-i Nur’a eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adâvet etmek, en dinsizleri de onun dindarâne, hakperestane düsturlarına taraftar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola. Çünkü, bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimâîyesini anarşîlikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için, beş esas lâzımdır ve zarûridir: Birincisi merhamet, ikincisi hürmet, üçüncüsü emniyet, dördüncüsü haram-helâlı bilip haramdan çekinmek, beşincisi serseriliği bırakıp itaat etmektir. İşte, Risâle-i Nur, hayat-ı içtimâîyeye baktığı vakit, bu beş esası temin edip, asayişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risâle-i Nur’a ilişenler kat’iyen bilsinler ki; onların ilişmesi, anarşîlik hesabına, vatan ve millet ve asayişe düşmanlıktır.” 1 Yakın paketin mânâsı da, özü de budur. Ülkenin başında olanların âcilen bu çıkış yolunu bu cihetle hayata geçirmeleri lâzımdır. Başka yollar ve tavizler tekrar çıkmaza sokar.
Dipnot:
1- Tarihçe-i Hayat, Kastamonu, s. 273, B. S. Nursî. 23.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yazık, yazık, yazık! |
Kendilerini ‘ilerici’ olarak tarif edenlerin yıllardan beri tekrarlayıp durdukları bir sloganları var. Şimdi o sloganı onlara karşı söylemek durumundayız: Dünya ‘ay’a gidiyor, siz nelerle uğraşıyorsunuz! Tabiî ki yine konu yasakçılar. Maalesef yine en akıl almaz uygulamalara imza atıyorlar. Bu defaki kanunsuz uygulama en az daha öncekiler kadar çarpıcı: Çanakkale gezisine katılan “Cemile Pirci” isimli Fethiye İHL öğrencisi, yolculuğun 15’inci dakikasında başörtülü olduğu gerekçesiyle otobüsten indirilmiş. Muğla Millî Eğitim Müdürlüğü ise konu ile ilgili olarak yaptığı yazılı açıklamada Pirci’nin, Millî Eğitim Bakanlığı’nın ‘kılık kıyafet yönetmeliğine’ aykırı kıyafetle geziye katıldığının belirlendiği iddiâ edip şöyle demiş: “Kendisine yolculuk boyunca bu kıyafetle gidebileceği, ancak programın resmî bölümlerinde kılık kıyafet yönetmeliğine uygun olunacağı hatırlatılmış. Bunun üzerine öğrenci geziye katılmak istemediğini belirterek araçtan inmiş. Araçtan inen öğrenci, ailesinin yanına bir araçla gönderilmiştir.” (AA, 21 Ekim 2009) Ne kadar da nazikmişler! Öğrenciye hiç de kızıp bağırmamış, ‘yolculuk boyunca bu kıyafetle gidebileceği’ni, fakat programın ‘resmî bölümlerinde’ kılık kıyafet yönetmeliğine uygun olunacağını hatırlatmışlar! Bu tavır gözlerimizi yaşarttı! (Star, 22 Ekim 2009) Bu yanlış tavra ne kadar tepki gösterilse azdır. Çünkü en başta kanunlarda olmayan bir ‘yasak’ öğrencilere dayatılıyor. Üstelik burada öğrencilikten bile bir anlamda söz edilemez. Nihayetinde bir gezi düzenleniyor, adı üstünde gezi! Nasıl oluyor da ‘gezi’nin bir bölümü ‘resmi’ oluyor? Bu kadar keyfîlik olur mu? Üstelik gezilen yer de bir şehitlik! İnsan bu kararı alıp uygularken biraz sağını, solunu, sonunu düşünmez mi? Belki de başörtülü olduğu için o geziye götürülmeyen öğrencinin ninesi ya da nineleri Çanakkale Cephesinde savaşan askerlere başörtülü halleriyle silâh taşımıştı! Ya da o öğrencimizin dedesi ya da dedeleri o cephede şehit düşmüştü? Şimdi bir öğrenci sırf başörtülü olduğu için dedesinin şehitlikteki mezarını ziyaret edemeyecek mi? Üstüne üstlük bu öğrenci imam hatip lisesi öğrencisi. Yani muhtemelen okula bu kıyafetiyle, başörtüsüyle gidiyor. Birileri çıkıp, “Başörtüsüyle okula gitmesi yasak, gitmesin!” diyebilir ama bu sözünün de kıymet-i harbiyesi olmaz. Çünkü imam hatip lisesi denildiğinde işin içine “Kur’ân eğitimi” de giriyor ve çok sevdikleri ‘yönetmelik’ler gereği Kur’ân dersinde kız öğrenciler başlarını örtebilir! Elbette sadece Kur’ân derslerinde başlarını örtmeye müsaade edip sonra da açmalarını istemek kabul edilebilecek bir uygulama değil. Fakat yasakçılığın okul kapılarını da aşıp ‘gezi’lere kadar dayanması insaf sınırının çoktan aşıldığını gösterir. Bu çağda bu uygulamalara imza atanları ve bunlara müsaade edenleri milletin vicdanına havale etmekten başka elden ne gelir? ‘Muasır medeniyet seviyesi’ne ulaştığı kabul edilen meselâ Almanya’da başörtülüler milletvekili bile olabilirken, Türkiye’de başörtülü bir öğrenci ‘gezi’ye gidemiyorsa daha yapılacak çok iş var demektir. İnanın bu ‘kriz’ ekonomik ve siyasî krizlerden daha öncelikli halledilmesi gereken bir krizdir. “Büyük Türkiye” bu krizi mutlaka aşmalıdır. Yasakçılar kanun önünde hesap vermelidir vesselâm... 23.10.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Ermeniler, Kars Antlaşmasını tanımıyor mu? |
Son günlerde Ermenistan’la yapılan protokollere karşı çıkanların gerekçelerinden birisi Kars Antlaşması'nın tanınmasından bu belgelerde açıkça söz edilmemesidir. Halbuki protokol metninin giriş kısmında bu husus şu şekilde yer almaktadır: “İki ülke arasındaki mevcut sınırın uluslar arası hukukun ilgili antlaşmalarında tarif edildiği şekliyle karşılıklı olarak tanındığını teyit ederek” Giriş kısmının da protokollerin ana metnine dahil olduğu gözden kaçırılıyor. Ya da yalnızca muhalefete gerekçe aranıyor. Bu protokollerle Türkiye’nin, Ermenistan’a kabul ettirdiği en önemli iki husustan birisi zaten Kars Antlaşması. Diğeri de 1915 yılındaki olayların araştırılması için komisyon kurulması. Ermeniler bu Antlaşmayı tanımadıklarını iddia ediyorlarsa da, bu iddia hükümetlerinin savunduğu bir tez olmaktan çoktan çıktı. Zira Sovyetler Birliği’nin devamı olan bu devletin, o devletin üçüncü ülkelerle yaptığı antlaşmaları kabul etmemesi uluslar arası hukuk açısından imkânsız. 13 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Kars Antlaşması'na o dönemde Sovyetler Birliği sınırları içinde yer alan Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Rusya temsilcileri imza koymuştu. Bu antlaşmayla sınırların tanınmasının ötesinde bir husus daha tanınmıştı. Antlaşmanın 2. maddesinde “İşbu Antlaşmada yazılı “Türkiye” terimi ile İstanbul’da toplanan Osmanlı Millet Meclisince kabul edilip açıklanan ve bütün devletler ile basına bildirilen 28 Aralık 1920 günkü Misak-ı Millî’nin kapsadığı topraklar anlaşılır”. Yani bu antlaşma Türkiye’nin bugün ülkemiz sınırları içinde olmayan bazı bölgelerini de kapsayan Misak-ı Millî sınırlarını tanıyan geniş kapsamlı bir belge. Buna göre Kars Antlaşması “Vilayet-i Selase” içinde yer alan Batum’un, güneydoğuda Erbil, Musul ve Süleymaniye’nin, Suriye’nin bir kısmının da Türkiye sınırları içinde yer aldığını kabul etmektedir. Zaten bazı Ermeni tarihçiler bu gerekçeye dayanarak Kars Antlaşması'nın fiilen uygulanamaz hale geldiğini ileri sürmektedir. Asıl maksatları ise Ağrı Dağı’na sahip olma hayallerine ulaşabilmektir. Bu noktada protokollerin iki ülke parlamentosundan geçmesiyle Türkiye’nin Kars Antlaşması'yla belirlenen doğu sınırları bütün taraflarca resmen onaylanmış olacaktır. Yani Türkiye’nin bu konuda bir kaybı değil, kazancı sözkonusudur. Anlaşılması güç olan husus; protokollerdeki bu açık hususa ve ortadaki tarihî belgelere rağmen, Türkiye’de bazı çevrelerin bu protokollerin Kars Antlaşması'nın tanınmasını ihtiva etmediğini savunmalarıdır. Bu protokollere dayalı olarak atılacak adımlar çeşitli yönleriyle eleştirilebilir. Ancak en azından iki ülke arasındaki sınırların Ermenistan tarafından tanınmadığını söylemek haksızlık olacaktır. Ermenistan sınırlarımızı tanıyor; ama maalesef biz Misak-ı Millî sınırlarına kavuşmayı hayal bile etmekten uzağız. 23.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Kritik süreç |
Kandil ve Mahmur’dan gelip teslim olan ilk grubun kazasız belâsız işlem ve ifadeleri tamamlanıp serbest bırakılması olumlu bir başlangıç. Bakalım, arkası gelecek mi? Gruptaki “dağdan inenler” kısmının sabıkası olmayan ve hakkında “aranıyor” kaydı bulunmayan isimlerden seçilmesi, bu startı kolaylaştırdı. Aynı kişilerin “Kandil atmosferi”ni yansıtan “Buraya önderimizin talimatı üzerine geldik” ve “Sayın Öcalan” gibi, onları yasal açıdan sıkıntıya sokabilecek ifadelerde ısrar etmekten vazgeçmelerinde DTP lideri Türk’ün ikna çabalarının etkili olduğu yönündeki haberler ise, problemin çözümünde bu partinin oynayabileceği pozitif rolün hayli dikkat çekici bir örneğini oluşturdu. Söz konusu pozitif role, bu kişilerin “dağ psikolojisi”nden çıkıp “düz ova iklimi”ne adapte olmaları sürecinde de ihtiyaç olacağı gözüküyor. Umalım ki, DTP bu zorlu süreçte gündeme gelebilecek çetin imtihanlarda da başarılı olsun. Ancak dağdakilerin normalleştirilmesi ve rehabilitasyonu işinin DTP’yi aşan çok daha derin ve kapsamlı boyutları olduğu da unutulmamalı. Yani, birtakım insanları dağa çıkmaya iten sebep ve faktörlerin tümünü ortadan kaldırıp veya azaltıp, herkese yaşadığı yerde insanca bir hayat sürme imkânı verecek ortamın sağlanmasına, sarsılan güven duygusunun onarılmasına, devlet ve toplumla barışıp kaynaşmalarını temin edecek iklimin oluşturulmasına büyük ihtiyaç var. Bu da herkesin pozitif katkısını gerektiriyor. Bu noktada, hâlâ içi yanan şehit ailelerinin ve yakınlarının da, bu kanlı fitneye evlâtlarını kurban vermekten kaynaklanan infial ve tepkilerine saygı gösterirken, bu psikolojinin, çözüm sürecini sabote edecek birtakım provokasyonlar için alet edilmesine de izin verilmemesi icab ediyor. Aslında gerek şehitlerin, gerekse çatışmalarda evlâdını kaybetmiş örgüt mensuplarının annelerindeki ortak hissiyat, “Bizim yüreğimiz yanıyor, başka anaların yüreği yanmasın” sözünde dile geliyor. Kanı durduracak bir çözümün en büyük desteği de, şefkat kahramanı anaların bu duâsı. Ama onlar adına konuşma iddiasıyla birileri ortaya çıkıp kan ve intikam eksenli duygu sömürüleriyle süreci sabote etmeye kalkışabilirler. Toplumun vicdan ve sağduyusu onlara itibar etmez, ama ortalığı bulandırıp provokasyonlara zemin hazırlamaları ihtimali gözardı edilmemeli. Bu süreçte en kritik noktalardan biri, ister çatışma, ister mayın tuzağı, isterse başka şekilde olsun, yeni ölümlerin olmaması, yeni şehit haberlerinin gelmemesi, yeni acıların yaşanmaması. Açılım gündeme geldikten sonraki “şehit dalgası”yla ilgili olarak Başbakan, “Askerimize sıkılan kurşunlar, bizi çözüm ve açılım kararlılığımızdan döndüremeyecek” mesajları vermişti. Ama Allah göstermesin, böylesi acı kayıplar devam ederse, açılım sürecini korumak ve sürdürmek çok zorlaşır. Onun için, bilhassa güvenlik güçlerinin çok daha dikkatli olması ve özellikle de, son dönemde sevk ve idare kusurları, tedbir noksanlığı, ihmal gibi şüphelerle bağlantılı yoğun tartışmalara konu olan şehadet olaylarına kesinlikle meydan verilmemesi icab ediyor. Mensuplarının dağdan inip teslim olmaya başladığı bir süreçte, PKK’lı grupların askerle yeni çatışmalara girmesi, her halde olacak şey değil. Dolayısıyla, bundan sonra o cenahtaki “eylemsizlik” tavrının pekişerek sürmesi gerekir. Buna rağmen yeni çatışma, ölüm ve şehit haberleri gelirse, arkasında “başka şeyler” aranır. Temennîmiz, artık bu kanlı fâsit dairenin, bir daha geri dönmeyecek şekilde bitmesi; terör örgütünün dağılması; ıslâhı mümkün olanların yeniden topluma kazandırılması; diğerlerinin ya en uygun tarzda cezalandırılması, ya da artık kimseye bir zarar veremeyecek şekilde, şerlerinden emin olunmuş vaziyette tecrit edilmeleri. Ve bu belâdan kurtulup barış ve huzura kavuşacak Türkiye’nin, her alanda ileri hamleler yaparak, tarihî misyonunu ifa etmeye koyulması. 23.10.2009 E-Posta: [email protected] |