Nejat EREN |
|
Hizmet mevsimine girerken... |
Okulda mektepte görüp, coğrafyada okuyup öğrendiğimiz, yaşadığımız meşhur “dört mevsim” gibi insan hayatında ve insanlık hayatında da dönemler ve mevsimler vardır. Bu devre ve mevsimler; bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık şeklinde olduğu gibi, okula başlamak, bir işe başlamak, askere gitmek, evlenmek, iş kurmak, mekân değiştirmek, hacca gitmek, şehir ve ülke değiştirmeye kadar çok geniş bir yelpazede, hayat devam ettiği müddetçe, devam eder gider. İşte dün, bütün Türkiye’mizde, özellikle gençlerimiz için çok önemli bir mevsimin ve olayın başlangıcı idi. Bütün ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarımız yeni eğitim ve öğretim yılına başladılar. Üniversitelerin bazıları daha önce zaten başlamışlardı. Geriye kalanlar da bu mevsimde artık peyder pey devreye girip hummalı bir faaliyete başlamış olacaklar. Tabiî ki bu çok geniş faaliyet ve hizmetin içerisinde; başta istikbalimizin teminâtı olan genç fidanlarımız olmak üzere, ebeveynlere, öğretmenlere, idarecilere, bu sahada hizmet verecek herkese çok büyük sorumluluklar ve vazifeler düşüyor. Onları zorluklar bekliyor. Allah hepimizin yardımcısı olsun. Bu sahada hizmet verecek herkese şimdiden başarılar diliyorum. Ağustos ayının ortalarında başlayan “eğitim-öğretime hazırlık” telâşı, mübarek Ramazan ayı ve bayram münasebetiyle bu yıl biraz daha ileriye sarksa da artık “start” verildi. Yirmi milyona yaklaşan çocuklarımız, gençlerimiz hummalı bir faaliyetin içine girmiş oldular. Adeta bir “zaman tüneline” girildi. 2010 yılının Haziran ayına kadar bu müthiş faaliyet ve yoğun hizmet devrede. Esnafından ulaşımcısına, siyasetçisinden bürokratına, emeklisinden çalışanına kadar büyük bir kitleyi içine alan bu yoğunlukta, kendisini “mukaddes bir dâvâya adamış ve gönül vermiş” hizmet erbabını da ağır ve büyük bir vebal bekliyor. Allah’a binlerce şükürler olsun ki cihana yayılmış bir kudsî dâvânın müntesipleri olan değerli “hizmet erbâbı” yıllardan beri bu hizmetleri yürütüyorlar. Bizim burada hatırlatmak istediğimiz ve üzerinde duracağımız, bu vatanı seven herkesin okullardaki eğitim ve öğretimin yetersizliğini gören ve sorumluluk taşıyan “gönüllü sivil toplum temsilciliği”ni hisseden herkesin bu sahadaki hizmetlere biraz daha ilgi duyup, biraz daha plân ve programlı katkı yapmasıdır. En başta kendi öz evlâtlarımız olmak üzere, akrabalarımızın, komşularımızın, dostlarımızın ve bize bu konuda güvenen insanların ciğerparelerini şu “gaddar ve mim’i çıkmış” asrın dehşetinden kurtarmak için az da olsa bir katkıda bulunmaktır. Şefkatimizin, merhametimizin, himmetimizin, mesaimizin bir kısmını bu sahaya kaydırmaktır. Mensup olmakla şeref duyduğumuz bu aziz millete ve ecdad yadigârı bu cennet vatana “artı bir değer katmak uğrunda küçük bir zaman dilimini ayırabilmektir.” Dışarıda okulların etrafında kol gezen, “uyuşturucu” belâsından, yollarda kol gezen “trafik canavarından”, içeride ise materyalist felsefenin ağına düşmüş müfredat ve zihinleri tahrip ve yıkım gücü çok fazla olan “ateist ve dinsiz” doğmalara karşı müsbet mânâda bir irade ortaya koymaktır. Çocuklarının dünyevî istikbali için bu kadar masraf yapıp, bu kadar alâka gösteren, maddiyât noktasında bu denli titiz davranan velilere bir nebze de olsa “maneviyât” konusunu hatırlatıp, o masum gençlerin dışarıdan gelecek ve “serîütteessür ruhlarında” büyük yıkım ve tahribât yapacak menfî cereyanlara karşı koruyucu tedbir olan “iman hakikatleri”ne nazarlarını çevirmektir. Yıllardan beri yapmakta olduğumuz bu “manevî hizmet”in bu sene biraz daha alanını, kapsamını ve debisini arttırarak Allah’a karşı kulluk, Peygamberimize (asm) karşı ümmetlik ve vatanımıza karşı da vatandaşlık görevimizi yerine getirme gayretinde olmaktır. Hizmet ve himmetlerin bu sahaya yönelmesini ümit ve temenni ediyorum. Bu sahada hizmet eden “resmî, gayr-ı resmî” herkese saygılar sunuyor ve hizmet dolu günler diliyorum. 25.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
“İstiğfara müncer olan derk-i kusur” |
“İstiğfara müncer olan derk-i kusur, gurura incirar eden rü’yet-i hüsn-ü amele müreccahtır.” 1 'Nur’un İlk Kapısı’nda yer alıyor bu satırlar… Yani istiğfara götüren kusurunu anlama, gururu netice veren ameli güzel görmeye tercih edilir. Kişi gece sabahlara kadar namaz kılar, gündüzleri bol bol hayır hasenat yapar. Hizmetten hizmete koşar, insanlara faydalı olmaya çalışır. Şuurlu bir Müslüman için yapılabilecek başka ne olabilir ki? Ancak bütün bunları Allah’tan bilmeli, O’nun ve verdiği güç, kuvvet, akıl, fikir ve imkânlarla yaptığı için Allah’a şükretmeli, “Hayırlı işlerde muvaffak kıldığı için Rabbim Sana sonsuz şükürler olsun” demelidir. Karun’un sadece anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk taşıyamayacağı kadar hazineleri vardı. Tevrat’ı çok iyi bilecek derecede ilmi de vardı. Ama ne serveti, ve ne de ilmi onu kurtaramamıştı. Çünkü ilmine, iktidarına güvenip kendini beğenmiş, bütün bunları Allah’tan değil, kendinden bilmişti. “Ben bunları ilmim ve iktidarımla kazandım” demiş ve bu onun helâkına sebep olmuştu. “Gurura incirar eden rü’yet-i hüsn-ü amel,” yani gurura sevk eden amelini güzel görme işte bu! Bir de kulun işlediği bir kısım hata ve kusurlar var. Kul bunların idrakinde. Hata ve kusurlarını itiraf edip istiğfar ediyor, pişmanlık duyup bir daha aynı hatalara düşmemeye gayret ediyor. Bu da “İstiğfara müncer olan derk-i kusur,” yani “istiğfara götüren kusuru anlama”ya örnek. Demek istiğfara götüren kusurunu anlama, gurura sevk eden amelini güzel görmekten daha üstün. Resûlullah (asm) buyuruyorlar ki: “Nefsim Kudret Elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl’e yemin ederim ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb’e [kendinizi beğenmeye] düşeceğinizden korkarım" 2 Bu ifadelerin Müslim’de yer alan Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği, “Nefsim, Kudret Elinde olan Zât’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi toptan helâk eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi" 3 hadis-i şerifinin arkasında yer alması da ilginç değil mi? Demek kişinin iyi amellerine bakıp da kendini beğenmeye kalkması büyük bir tehlike, helâke götüren unsurlardan.
Dipnotlar:
1. Nurun İlk Kapısı, s. 138. 2. et-Terğib ve’t-Terhib, 4: 20. 3. Müslim, Tevbe: 9 (Hadis no: 2748). 25.09.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Rus da dinsiz kalamadı |
Rusya'nın başkenti Moskova'da dün başlayan ve bugün de devam eden "İslâm Konferansı", milletlerin din ihtiyacını bir kez daha tebarüz ettirdiği gibi, tâ yarım asır evvel Kur’ân’ın komünizme galebe çalacağını haber veren bir hakikatli müjdeyi de derhatır ettirdi. Dünya çapında tanınmış 1500 şahsiyetin dâvet edildiği bu toplantıya, Bediüzzaman Hazretlerinin yakın talebesi Mustafa Sungur da iştirak etmiş bulunuyor. Dâvet, Rusya Devlet Başkanı Medvedev'in de tasvibiyle Rusya Müftüler Konseyi Başkanlığı tarafından yapılmış. Bir zamanlar komünizan faaliyetlerin zemini olan salonda yapılan bu muazzam organizasyon, bugün itibariyle Rusya'nın dine duyduğu ihtiyacın bir tezahürüdür. Ümit ve temenni ediyoruz ki, bu konferans pek mühim gelişmelere sahne olacak. Zira, yukarıda da belirttiğimiz gibi, kudsî kaynaklarda Rus'un dinsiz kalamayacağı ve orada da Kur’ân’ın komünizme galebe çalacağını haber veren hakikatli bir müjde var. O müjdenin sahibi Hazret–i Bediüzzaman olup, 1950'li yıllarda aynen şunları ifade ediyor: "...İki dehşetli Harb–i Umumînin neticesinde, beşerde hâsıl olan bir intibah–ı kavî (kuvvetli uyanış) ve beşerin tam uyanması cihetiyle, kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr–ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl–i Kur’ân’a kılıç çekemez." (Emirdağ Lâhikası, s, 311)
Meraklıdırlar, duyarlıdırlar; ancak, Said Nursî cahilidirler
Medya mensupları, Said Nursî ile bağlantılı konulara duyarlıdırlar. Gelişmeleri ilgi ile takip eder, en ufak bir bilgi kırıntısının üzerine balıklama atlarlar. Ne var ki, bunların bir kısmı konu cahili olduklarından, bu atlamalar esnasında çoğu kez yanlış yaparak açığa düşerler. İşte size son bir örnek... Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, bayramda Mardin'e gitti. Orada yaptığı konuşmada, hem ağalara çattı, hem de eski ağalardan Kinyas Kartal'ın bir sözünden sitayişle bahsetti. Bununla ilgili olarak bazı gazete ve tv haberlerinde şu tuhaf bilgilere şahit olduk: "Kinyas Kartal, 1960'ta Said Nursî'nin yanı sıra 55 ağa ile birlikte Rusya'ya sürgün edilmiş." Anlaşılıyor ki, bu haberde şap ile şeker birbirine iyice karıştırılmış. Doğru bilgi şudur: Brukan aşireti reisi Kinyas Ağa, 1925'teki Şeyh Said Hadisesinden sonra, Said Nursî'nin de içinde bulunduğu kafilede Batı Anadolu'ya sürgün edildi. 1960'taki sürgün esnasında ise, bir kere Said Nursî hayatta değil. 27 Mayıs darbecileri, Kinyas Kartal ile Bediüzzaman'ın talebesi Mehmed Kayalar'ın da aralarında bulunduğu 485 kişiyi Sivas'taki toplama kampına sürgün ettiler. Bir müddet sonra 430 kişiyi serbest bıraktılar, geri kalan 55 şahsiyeti daha ıztıraplı bir sürgüne tabi tuttular. Sürgün cezasından sonra siyasete atılan Kinyas Kartal, Adalet Partisinden milletvekili oldu ve bilâhare Meclis Başkanlığı yaptı.
Tarihin yorumu 23-28 Eylül 1911
Osmanlı–İtalyan Harbi ve 12 ada
Avrupa'nın en büyük sömürgeci devleti İngiltere'dir. İkincisi Fransa, üçüncü sırada ise İtalya gelir. İtalya, nice zamandır gözünü Akdeniz'in karşı sâhilindeki Trablusgarb'a (bugünkü Libya toprakları) dikmiş, işgal ve istilâ etmek için fırsatları kollamaya başlamıştı. Beklediği fırsat, nihayet 1911 yılı Eylül'ünde ayağına gelmişti. Bünyesine giren siyaset ve tarafgirlik zehiriyle serseme dönen o günlerin Osmanlı ordusu ise, Trablusgarb'ı koruma noktasında ciddî ve güvenilir bir strateji takib edemiyordu. Askerî cenah gibi, siyaset cenahı da sancılı durumdaydı. Bâb–ı Âli'de sık sık hükümet değişikliği yaşanıyordu. Bir sadrazam gidiyor, diğeri geliyordu. Meselâ, eski Âyân Reisi Said Paşa, aynı yılın sonlarında 9. kez olmak üzere yeniden Sadrâzam (Başbakan) olmuştu. İtalya, Osmanlı devlet merkezindeki bu perişaniyeti yakından takip ediyor ve bir punduna getirip Libya'yı işgal etmek istiyordu. 23 Eylül (1911) günü Osmanlı hükümetine bir ültimatom gönderen İtalyan hükümeti, Trablusgarb'ın derhal boşaltılmasını ve buradaki yönetimin kendilerine devredilmesini istedi. İttihat–Terakki hükümeti ise, nice tereddütlerden sonra, Libya'ya yeni takviye birlikleri göndererek, burayı savunacağı ve teslim etmeyeceği mesajını vermiş oldu. Buna mukabil, İtalya da geri adım atmadı ve 26 Eylül'de kuvvetli bir donanmasını Libya'ya gönderdi. İki gün sonra da Osmanlı hükümetine ikinci bir ültimatom vererek bölgenin savaşsız şekilde teslimini istedi. Anlaşma sağlanamayınca, savaş kaçınılmaz oldu. İki taraf arasında, Libya'nın sâhil şeridinde şiddetli çarpışmalar yaşandı. Donanması güçlü olan İtalyan ordusu, iç kesimlere girmeye cesaret edemedi. Yerli kabilelerin de Osmanlı'ya destek vermeleri sayesinde, İtalyanlar ciddî bir varlık gösteremeden geri adım atmak zorunda kaldı. (NOT: Osmanlı birliklerini, aralarında Enver Bey, M. Kemal, Nuri Conker ile Fethi Okyar'ın da bulunduğu İttihatçı subaylar kumanda ediyordu.) Ne var ki, İtalyan kuvvetleri bölgeden çekilmedi ve Osmanlı'ya saldırmaktan geri durmadı. Libya'dan dönen donama, bu kez Çanakkale Boğazına yüklendi. Ancak, ne yaptıysa da boğazı geçemedi. Osmanlı'nın bu en zayıf anında mutlaka bir netice elde etmek isteyen İtalya, Rodos Adasına çıkarma yaparak burayı işgal etti. Ardından da diğer 12 adayı aynı yöntemle teker teker işgal ederek Ege Denizindeki hakimiyetini pekiştirdi. Buradaki gücüne dayanarak bir kez daha Çanakkale Boğazına yüklenen İtalyan donanması, yine maksadına ulaşamayarak geri döndü. (Temmuz 1912) Fakat, ne acıdır ki aynı yılın Ekim ayında patlak veren I. Balkan Savaşı, Ege ve Akdeniz'deki Osmanlı varlığını büsbütün zayıflattı. Hükümet, İtalya ile anlaşma yapmaya mecbur oldu. Anlaşma gereği, Trablusgarb'ın yönetimi İtalya'ya devredildi; Ege'deki 12 ada ise, hiç olmazsa Balkan Savaşı bitimine kadar İtalya'ya emanet edildi. Ne var ki, İtalya bu emanete ihanet ederek, adaları bir daha geri vermedi. Adaların idaresi, zaman içinde bütünüyle Yunanistan'a devredildi. 25.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kriz, deprem benzeri musîbetlerin müsebbibi kim? |
Ekonomik kriz, 12 Eylül darbe-i münafıkanesi, 1982 Anayasası, başörtülüler, dolayısıyla dindarlara üniversite ve lise kapılarının kapatılması, 12 yaşın altındakilerin Kur’ân kurslarına gidememesi birer musîbet ve felâkettirler. Dindarların hubb-u cah (makam, mevki) ve tamah (açgözlülük yüzünden) dünyevîleşmesi ise, en büyük musîbetlerdendir. Zira, “Küfür ve dalâlet (sapıtmışlık) dışında her hale ve Müslüman olduğumuz için Elhamdülillah” denmiştir. İlaahir… Acaba bu musîbetlere neden maruz kalıyoruz? Bir sefer, mütedeyyin grup ve çevreler, “Devlete sahip çıkacağız!” diye, yanılgıya düşerek müstebit rejime, cebbar sisteme ve diktatör yöneticilere kucak açıyor, onları alkışlıyor. Hak ve hürriyetleri ayaklar altına alan, ülkeyi soyup soğana çeviren, onlarca yıl geri kalmasına sebep olan darbe ve darbecileri, elleri patlayıncaya kadar alkışlıyor! Bu da musîbetleri çekiyor! Diğer taraftan kahrolası medya manipülasyonları ile, dindar insanlar bile, “ABD, Saddam’a haddini bildirdi!” diyerek, Bush ve ekibinin, Irak’lı bebeklerin, masum çoluk-çocuğun başına bomba yağdırmasına, namuslarının paymal edilmesine, yüz binlerce insanın vahşice öldürülmesine, işkenceye maruz bırakılmasına seyirci kaldı, hatta destekledi! İşte, bu dünyayı sarsan bir ekonomik kriz olarak bize döndü! Bediüzzaman’a göre, genel musîbet, genelin hatasından kaynaklanır: Umumî musîbet ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nasın, o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musîbet-i ammeye (genel felâkete) sebebiyet verir. (Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 158.) Hukukun hâkim olmadığı, güç, baskı ve diktatörlükle yönetilen ülkelerde, başta inanç ve düşünce olmak üzere, giyim-kuşam, hâl, hareket ve tavırlara kadar her şeye “devlet ve devletlüler” karar verir. Burada keyfilik hakimdir. O takdirde de ferdin, hürriyeti yoktur ve birkaç mesele dışında sınırlıdır. Bu durumda devlet emreder; onun kulları vatandaşlar harfiyyen uymak zorunda kalır! Bu tutum; devleti, bütün toplum görevlerini, ekonomik ve kültürel hayatın tek düzenleyicisi olarak gören anlayıştır. Ki, devlet, hukukun, kültürün ve geleneklerin kaynağıdır. 20. yüzyılın başlarından beri hâkim olan devletçilik zihniyeti, devletçiliğin katı temsilcisi Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra itibardan düşmüştür. 1 Bu tanımlar Türkiye’ye işaret etmiyor mu? Ki, Rusya’da, Avrupa’da, başörtülüler baş tacı ediliyor, üniversitelerde okuyabiliyor, devlet başkanları veya başbakanları onları alkışlıyor; Türkiye’de horluyor! Bunun sebebi nedir sizce? Türkiye’nin Deccalizmin merkez üssü olmasından, safderun vatandaşların da müstebitleri alkışlamasından değil mi? Milletin sosyal ve siyasî taleplerini dikkate almayan devlet, demokratik gelenekleri yerleşmiş olan ülkelerdeki kadar milletle barışık olmadığı için, (kamu alanı) ciddî bir mücâdele halindedir.2 O halde de, “devlet millet için değil, millet devlet için” vardır. Jakoben laik cumhuriyetçilerin de, “siyasal İslâmcıların” da devlet anlayışı, zıt kutuplarda olmakla beraber, aynı muhtevâdadır. Şu ayırımı yapmamız gerekir: Devlet başka, dikta rejim, sistem başkadır. Müstebit rejimi kabul etmemek, diktatörlerin keyfi muamelelerine itiraz etmek ayrı şeydir; müsbet hareket etmek ayrı; devlete isyan bütün bütün ayrıdır. Bediüzzaman ve Nur Talebeleri baskıcı rejimi, diktatörlüğü, keyfiliği, hukuksuzluğu asla kabul etmez ve asla onlara boyun eğmezler. Ve her hal ü kârda, her vasatta muhalefetlerini ortaya koyarlar. Ve asla onlarla barışık değillerdir. Ancak bunu, şiddet ve menfi değil; müsbet hareketle ortaya koyarlar. Bediüzzaman’ın müthiş ve muhteşem stratejisini izliyoruz: Bu rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risâle-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır… Risâle-i Nur’un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse (lânetlese), bilfiil idareye ilişmese (fiilen harekete geçmese, şiddete başvurmasa), onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Fikir ve vicdan hürriyeti onları tebrie eder (temize çıkarır). 3 Ayrıca Bediüzzaman, şimdi demokrasi havarisi kesilenlere, ta o zamandan müthiş darbeler indirir. Dil yasakçılarını yamyamlıkla, vahşilikle suçlar: Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nev'î usul-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz! 4
Dipnotlar:
1- Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara, 1997, s. 98-99.; 2- Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay-Prof. Dr. Mustafa İsen, vd., Türk Eğitim Sistemi/Alternatif Perspektif, TDV, Ank., 1996, s. 5.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 206.; 4- Mektubat, s. 417. 25.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Bir dahaki bayram! |
Şefkat ve merhamet elinde, ihsan ve ikramın bolluğunu ve bereketini insanlık, İslâmiyette bulduğu gibi, Müslümanlar da gerçek saadet ve huzuru İslâmın bayram günlerinde buluyor ve yaşıyorlar. Paylaşmayı, bölüşmeyi bize en iyi bayram günleri hatırlatır ve ders verir. Herkesin herkes tarafından hatırlanması ve düşünülmesi ne güzel ve muazzam bir hadisedir. Koşmak, birilerini aramak, bulmak ve bayramlaşmak için harekete geçmek… Esasında kâinattaki koşturmacının en hayırlısıdır bu koşmak ve harekete geçmek... Küçük büyük, kime ve nereye ulaşabiliyorsak, bu, kâinattaki zaruriyet-i hayrın içinde zikrediyor ve tesbit ediliyor… Kâinatın bayramına iştirak; kâinattaki birbirinin yardımına koşan, birbirini tamamlayan her varlığın bayramına, sevincine iştiraktir, katılmaktır bayramlar… Bayramı bayram gibi görecek gözlere sahip olmayana bayram gelmez. Menfaat hesaplarının inceliklerinde dolaşan, dedikoduya devam eden, gıybet yapan, yanlış ve noksan arayan, hesap vermediği halde ona buna hesap soran, yalan söyleyen ve haramlara girme işine son veremeyenlere bayram gelmez. Çünkü bayramların içinde bunlar gözükmüyor… İyi olmayı anlatır bayramlar, güzel konuşmayı, terbiyeli davranmayı, sevmeyi ve sevilmeyi anlatır bize bayramlar… Kendimizin dışında birçok faaliyeti ve birçok iyi işler yapanların mevcudiyetini anlatır bize bayramlar… Teslim olmayı, paylaşarak sevinmeyi ve huzurda bulunmayı bir ihsan olarak bizlere yaşatır bayramlar… İnadın, hasedin, çekememenin kötülüğünü, yalanın ve sahtekârlığın giremediği, geri döndürüldüğü kapıdır bayramlar… Muhabbet bağından, sevgi salkımlarından, sevinç üzümlerinin koparıldığı, ikram ve ihsanla şefkat ve merhametle paylaşıldığı, bölüşüldüğü ve dağıtıldığı zamanlardır bayramlar. Her günkü sıra dışı hayatımızın sıraya girdiği sıralı ve sayılı günlerdir bayramlar… Gelin; bayram nazarlarınız, bakışlarınız, görme ve takdirlerini bayramlarda sıraya koyarak gelin. Bu bayram olmadı ise bir dahaki bayramı bayram gibi görerek kendinize bir bayramı yaşatın! 25.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Adalet, adalet, adalet |
Dünyanın dört bir köşesinden dâvet edilen ünlü ceza hukukçuları, İstanbul’da düzenlenen önemli bir hukuk kongresinde bir araya gelmiş durumda. 20-27 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilen kongrede 11 Eylül 2001 “İkiz Kule” saldırılarının ardından herkesin hayatını etkileyen terörizm ve onunla yürütülen hukukî mücadele biçimleri tartışılıyor. Kongreyi merkezi Paris’te bulunan ‘Dünya Ceza Hukuku Derneği’ne üye ‘Türk Ceza Hukuku Derneği’ organize etmiş durumda. İki dönem Galatasaray Üniversitesi rektörlüğünü yürütmüş ve halen Bilgi Üniversitesi’nde dersler veren bir hukukçu olan dernek başkanı Prof. Dr. Duygun Yarsuvat, konu ile ilgili olarak verdiği röpotajda “Ortaçağ hukuku geri geliyor” demiş. (Akşam, Pazar eki, 20 Eylül 2009) Yarsuvat’ın, 11 Eylül bahanesiyle bütün dünyada hukuk alanındakı ‘geriye gidiş’ tesbiti dikkat çekici. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra başlayan küreselleşmeyle terör ve örgütlü suçların biçim değiştirmeye başladığına işaret eden Yarsuvat, bunu şöyle izah ediyor: “Daha önce de vardı bu suçlar tabiî, ama ses getirmiyordu bu kadar. 1989’un milât olmasının nedeni soğuk savaşın bitip küreselleşmenin başlaması. Güvenlik harcamaları soğuk savaş döneminden sonra daha da artmıştır ilginç biçimde. Daha güvensiz bir dünyada yaşıyoruz artık.” Terör saldırılarına tedbir olsun diye Amerika ve Avrupa’da birtakım “panik atak ceza kanunları” yapıldığına işaret eden Türk Ceza Hukuku Derneği Başkanı Prof. Dr. Yarsuvat, “Aceleyle yapılan başarısız kanunlar. Çünkü insanların hürriyetleri çok kısıtlandı bu kanunlarla. Terörle mücadele edeyim derken ceza hukukunun birçok yerleşmiş, klâsik prensibi değiştirilmeye çalışıldı. Hazırlık hareketleri konusu değiştirildi meselâ, klâsik hukukta hazırlık hareketleri cezalandırılmaz. Cezalandırılan icra hareketleridir. Şimdi bu ayırımı kaldırdılar” şeklinde konuşmuş. Uzman hukukçuların kongrede tartışmak istedikleri ve önemle üzerinde durdukları bir konu da “uluslar arası yargı” yetkisiymiş: “Yani suçu Türkiye’de işlemiş bir kişi İngiltere’de bulunursa orada da cezalandırılmalı buna göre.” “Bu konuda iyimser misiniz?” sorusu şu karşılığı bulmuş: “Biliyorsunuz bu konuda BM tarafından kurulmuş uluslar arası ceza mahkemeleri vardır. Afrika’da, Lahey’de meselâ daimî bir mahkeme var. Bu mahkemeleri kurmak için BM devletlerden yardım istiyor, ABD diyor ki ‘ben destek veririm, ama benim hiçbir askerimi, tebaamı orada yargılayamazsın.’ Böyle mahkeme olmaz! Kimi yargılıyor, Yugoslavya’daki, Ruanda’daki savaş suçlularını. Ezilmişleri. Ama güçlü devletlerin vatandaşları oralarda yargılanamıyor. Hatta Pinochet bile yargılanamıyor.” Bakınız, bir ABD ‘hile’siyle daha karşı karşıyayız: BM’nin kurduğu mahkemelerde herkes yargılanır, ama ABD yargılanamaz! Böyle adalet anlayışı olur mu? Demek ki ABD ‘görevlileri’ bu ‘garanti’ye güvenerek Irak ya da Afganistan’da katliâma devam edebiliyorlar... Herkesin şikâyetçi olduğu konuda hukukçu profesör de şikâyetçi: “Şu anda dünyada uygulanan ceza hukuku insancıl ceza hukukunun sınırlarını aşmış durumda. İnsan hakları kavramı, bugün çıkarılmasından pişmanlık duyulan bir hale düşmüştür. Böyle giderse keyfiliğin kucağına, siyasî iktidarların emri altına girilecek. Ortaçağ ceza hukukuna dönüş niteliğinde yasalar var her yerde.” Bir ‘sobe’ de Türkiye ile ilgili: “(Yargı bağımsızlığı konusunda) Bu tartışmalar yeni değil, hep tartışıyoruz, 1982’ye kadar uzanıyor. 1961 Anayasası’nda savcıların da, hakimlerin de yüksek kurulları vardı, meslek örgütleriydi. 1982 Anayasası’nda bunlar birleştirildi ve adalet bakanı başkanlığına, adalet bakanı müsteşarı da onun yardımcılığına getirildi. Yürütmenin eli oldu kurul içinde. Siyasallaşmanın başlangıcı burası. Hakimi ve savcıyı tayin eden, görevden alan kurul o, hakimler ve savcılar mesleğe başlamak için mülâkattan geçince istenmeyenleri eleyen kurul da o.” Demek ki neymiş? Türkiye’deki hukuksuzluğun temelinde de 12 Eylül ihtilâlinin anayasası, kanunları ve uygulamaları varmış! 25.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Demokratikleşmeye evet, tefrikaya hayır… (2) |
Bin yıldır beraber yaşayan ve “İslâmî bir milliyet teşkil eden” başta Türkler ve Kürtler olmak üzere birlik ve bütünlük içinde yaşayan Osmanlı bakiyesi Müslüman unsurların milliyetlerinin ruhu, Bediüzzaman’a göre,“milyonlarla şühedânın (şehidlerin) pahasına kanlarını verdiği ruhu İslâmiyet, aklı iman ve Kur’ân’dır. Bediüzzaman, öncelikle bu milliyetin “korunması”nın gereğini belirtir. “Irkçı” ve “ayrılıkçı” temâyüllere karşı, Kürtlere hitaben yazdığı makalelerde, “İttifakta kuvvet var, ittihada hayat, kardeşlikte saadet ve selâmet vardır” diye ikaz eder. “İttihadın ipini (zincirini) ve muhabbetin şeridini iyi tutun ki, sizi belâdan halâs etsin” diye tembihler… (Eski Said Dönemi Eserleri, 185-186) “Cehâlet, zarûret (fakirlik), keşmekeş ve dahilî ihtilâf” olarak teşhis ettiği üç düşmana karşı, “mârifet (eğitim), san’at (sanayi) ve ittifak silâhıyla cihad”ı öğütler. Bu birlik ve bütünlüğün, “din, nâmus ve gayret lisânıyla muhâfazası”nı istediği “üç kıymettar cevher”in en birincisini “ittihad-ı millî”, ikincisini “sa’yi insanî (insanî hizmet ve emek)” ve “üçüncüsünü de muhabbet-i millî” olarak sıralar. (Asâr-ı Bediiye, 452-453) Bediüzzaman’ın bir asır önce devrin gazetelerinde ve çeşitli zeminlerde ifade ettiği, “kardeşlik ekseni” üzerine belirlediği “medrestü’z zehra” modelinde formülleştirdiği bu temel tezlere ülkenin bugün de büyük bir ihtiyacı vardır. Günümüzdeki “açılım”ın ya da “millî birlik projesi”nin bu “ittihad-ı millî ve muhabbet-i millî”ye dayanması gerekmektedir..
KÜRTLERİN “KENDİLERİNİ GÖSTERME”SİNİN YOLU… Çözüm, Bediüzzaman’ın daha bir asır önce sakıncalarını bildirdiği “adem-i merkeziyet” ve “eyâlet” türü ithal sapmalarda değil, Kürtlerin altıyüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten şanlı Türklerin akıl ve mârefetinden istifade etmesi tavsiyesindedir. “Hodserâne (dikbaşlılık)” yapmadan, başı buyruk gitmeden, başka unsurlara ders-i ibret olmaktır. “Kürtlerin kendilerini göstermesi”nin yolu, Bediüzzaman’ın tesbitiyle maddî ve mânevî kalkınmanın esası olan “serbest-i inkişaf” içinde demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesiyle “maarif” dediği “eğitim”le olacaktır. Mânevî ilimlere ilâveten, “ulum-u diniye (din ilimleri) ile birlikte fünûn-u lâzıme-i medeniyeti (medeniyet için gerekli fenleri, ilimleri), maarif-i cedideyi (yeni ilim ve fenleri) bölgede okutmak; okutacak çağdaş eğitim kurumlarını kurmaktır. Çâre, Bediüzzaman’ın “Vicdanın ziyâsı (ışığı), ülûm-u diniyedir, aklın nuru fünûn-u medeniyedir; ikisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder, iftirak ettikleri (birbirinden ayrıldıkları) vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder (doğar)” diye târif ettiği eğitim sistemindedir. Bu sosyolojik gerçek içindir ki özellikle Şarktaki eğitinin dinden tecrid olmasının sakıncalarını nazara verir. “Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyâde, hissî dinî olduğunu” beyân eder. Bu “fıtrî kanunu” nazara almayan yöneticilerin, Cumhuriyet döneminde “Batılılaşmak” bahanesiyle “an’ane-i İslâmiyeyi bırakması ve lâdinî (dinden dışı) bir esas yapmasının millet, vatan selâmetini tehdit edecek büyük bir tehlike olduğunu bildirir. Müsbet ilimlerin yanısıra dinî ilimlerin okutulmasının, milletin birliği, ülkenin bütünlüğü için gerekli olduğunu her dönemin idârecilerine her fırsatta izâh eder. (Emirdağ Lâhikası, 439) Sırf felsefe ve maddî bilimlerin okutulduğu, din dersleri ve İslâmî ilimlerin olmadığı “dinden tecrid eğitim”in, Müslüman milletleri karıştıracak, İslâm’ın mânevî kardeşliğini tanımayan, ırkdaşlarından başkasını düşünmeyen “ırkçılık aksülamelliği”yle bir nesil yetiştireceğini ve bunun vatan ve millet ve topyekûn bölge barışı ve İslâm âlemi için büyük bir tehlike teşkil ettiğini uyarır.
KÜRTLER “AYRILIK”TAN SAKINMALI… Aksi halde, meselenin “meşrutiyet” olarak ortaya çıkan demokratik cumhuriyet, hak ve hürriyetler talebini aşıp, “ittihad” ve “eğitim” ekseninden kaydırılarak dün “muhtariyet” denilen bugün “özerklik”ten “eyâlet”e, “otonom bölge”ye ve “federasyon”a varan ayrılıkçı tefrika projelerinin en büyük zararı yine Kürdlere olacaktır.. (a.g.e., 107-109) Bölge halkını “mandacılık” ve “ecnebî himâyeciliği” altına sokar. Dün İngilizlerin, bugün Amerikan ve İsrail’in uydusu haline getirir. Zira “menfî zaaf”la “hâriç cereyanın kuvvetine “bir âlet-i laya’kıl” (akılsız-şuursuz bir âlet) olacağını uyarır. Bunun “müteharrik-i bizzat” değil, ecnebilerin uzaktan üflediği “müteharrik-i bi’l vâsıta (başkasının tahrik edip yönlendirdiği) politikalarla, “bütün harekâtı, bizzat hâriç hesabına geçer. İrâdesi hükümsüz kalır. “İyi niyeti” de işe yaramaz. Vatanı ve milleti dehşetli bâdirelere sürükler. (Sünûhat, 64-65) “Kavmiyetçiliği” kışkırtan, ırkçılığı yeniden dirilten “etnisiteyi siyasallaştırma”nın, siyasî ayrılığın demokrasi ve özgürlükleri getirmeyeceği; “demokratik talepler”le bir alâkasının olmadığı bir asırlık tecrübe ile ortada… En evvel Kürtlerin bundan sakınması gerekir… 25.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Hillary Clinton’ın yeni beyanı |
Geçtiğimiz bayramda ve Obama’nın ABD devlet başkanı olduğunda aşağıdaki paragrafı makalelerimde ve müjdeler başlıklı kitaplarımda özetle demiştim: “Yüz kırk üç yıl önce olsaydı, yeni seçilen ABD devlet başkanı siyahî Hüseyin Barack Obama, ancak dedeleri ‘Kunte Kinte’ gibi köle olabilirdi. Hak ve hakikat mücadelesinde ve ‘fikr-i hürriyet’ savaşında 143 yıl sonra gelinen nokta, kölelerin siyahilerin ve bir mânâda hürriyetperverlerin zaferi olarak noktalandı. ABD bir yol ayırımına doğru sür'atle gitmektedir. “..Bugün ABD’de İslâmiyet ikinci büyük din hâlinde ve ABD’de İslâmî okul sayısı 400, cami 3 bin ve 24 milyon Müslüman vardır. ABD hukukçular konseyi başkanı Prof. Dr. Faruk Abdülhalık gibi yeni Mister Carlyle’rin ortaya çıkması ve 85 bayan üniversitesinin birinden mezun Hillary Clinton gibi ‘Ben Kur’ânla iftihar ediyorum’ diyen bir bayanın ABD dışişleri bakanı olması, Hz. Bediüzzaman’ın yıllar önce ‘Amerika İslamiyete hâmile’ hakikatının müjdesini vermektedir.” Şimdi 2009 Ramazan Bayramı arefesinde ve bayram gününde hem ABD devlet başkanının, hem de dışişleri bakanının ifadelerine bakıyorum, yukarıdaki tesbitimizi teyid etmekte ve bu sahada ne kadar mesafe alındığını göstermektedir. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bayram arefesinde ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Müslüman toplumlarla ilişkiler için atadığı ilk özel temsilci olan Farah Pandith için Washington’daki yemin töreni merasiminde “İslâmla yeni bir köprü kuracağız” başlıklı beyanında özetle diyor ki: “Bu atama, bundan daha vakitlice olamazdı. Başkan Barack Obama’nın Kahire ve Ankara’da söylediği gibi, milletimiz, dünya genelindeki Müslümanlar ile karşılıklı çıkar ve saygıya dayanan yeni bir başlangıcın peşinde. Bu, barışçıl ve müreffeh bir gelecek için dinlememizi, düşünceleri paylaşmamızı ve ortak zeminler bulmamızı gerektiren bir ilişki türü. Bu, sabır, ısrar ve çok çalışma gerektiren bir süreç. (...) “Bu diyalog yalnızca terörizm ve radikalizm üzerine değil, hepimizin sahip olduğu ortak noktalara, çocuklarımız için sarfettiğimiz umutlara ve barışçıl, müreffeh ve istikrarlı bir geleceğin bizi bekleyip beklemediğine dair günlük hayatta sorduğumuz sorular üzerine yoğunlaşacak. Kim olursak olalım, ortak bağlar oluşturma yolundaki sorumluluklarımızı yerine getirecek çözümler üretmede hepimizin etkin roller üstlenmesi gerekiyor. (...) “Bu büyük tehditlerin yanında, belirli Müslüman toplumların kaygılarına da yoğunlaşmamız gerekiyor. Irak’a nasıl daha çok yatırım çekeceğiz ve işlerine geri dönmek isteyen insanlara bu imkânı nasıl sağlayacağız? İçinde yaşadıkları toplumdan kendilerini dışlanmış hisseden Avrupa’daki genç Müslümanlar ile nasıl ilgileneceğiz? Ülkemizden gönderdiğimiz mesajın yalnızca hükümetler arası değil, insanlar ve toplumlar arasında da olduğundan nasıl emin olacağız? İşte Pandith bu görevi yerine getirmede bize yardımcı olacak.” Ramazan Bayramı mesajında ise “Merhaba, bayramınız mübarek olsun. Ramazanın sona ermesini kutlarken hepinize mutlu bayramlar diliyorum” diyerek, İslâm’ın, Amerikalılar için de önemli olan ve Amerikan kültürüne büyük katkısı bulunan hayırseverlik, toplum, işbirliği, merhamet gibi değerlerini hatırlatır. Başkan Obama’nın da Kahire’de söylediği gibi, Amerika Birleşik Devletleri dünya genelinde Müslümanlar ile karşılıklı çıkar ve karşılıklı saygıya dayanan yeni bir başlangıç gerçekleştirmek arayışındadır. Biliyoruz ki, dinlerde biz insanları ayırandan çok, birleştiren özellikler vardır.1 Bizler ABD’nin siyasî politika ve jandarmalığından ziyade, İslâm dünyası için ve bizler için yararlı beyan ve tutumlarına dikkat ediyoruz. İnşaallah yarınlar daha harika olacak, sevgi ve barış dünyayı kaplayacak, aziz zâtların duâları ve müjdeleri her yeri dolduracak. Dipnot: 1- Dünya basını, 17-18-19 Eylül, 2009. 25.09.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
İbretlik Birleşmiş( ! ) Milletler toplantısı |
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu dünyanın halini çok güzel yansıttı. Dünya liderleri birlik ve beraberlik mesajını en güzel verebilecekleri yerdeydi. Sorunlar müşterekti: Küresel ekonomik kriz, küresel ısınma, yoksullukla mücadele, nükleer silâhsızlanma, vs. Aynı salondaydılar. Başlarını çevirseler birbirlerini görecek mesafedeydiler. Ama çevirmediler. Obama konuşurken Ahmedinecad ve Kaddafi sessizce dinledi. Ama Obama, konuşması biter bitmez salondan kaçtı. Çünkü danışmanları ona ‘sakın ha Ahmedinecad ile karşılaşma, aynı karede görünme’ demişlerdi. Hatta danışmanlarından Ray Takeyh, ikisi birbirine tükürme mesafesi kadar bile yaklaşmasın talimatı vermişti korumalara. Yaklaşmadılar. Bunun yerine Obama konuşmasında açıkça İran ve Kuzey Kore’yi düşman ilân etti. Obama’nın yaklaştırılmadığı ikinci lider de Kaddafi oldu. Özellikle 1988 Pan Am 103 bombalamasının sanığı Megrahi’nin İngiltere tarafından serbest bırakılmasından sonra Libya’da gördüğü kahraman muamelesinden sonra, iki liderin karşılaşmasını istemiyorlardı. Obama, kendisinden hemen sonra kürsüye çıkacak olan Libya liderini dinlemediği gibi Dışişleri Bakanı Clinton ve BM daimî temsilcisini de alıp çıktı salondan. Bu arada Obama’nın korumaları—güya teknik sebeplerle—Başbakanımızı konuşma yapacağı binaya yaklaştırmadılar. Filistin ve İsrail devlet başkanları da birbirinden uzak durmak için gayret etti. Yani ‘Birleşmiş’ Milletler Genel Kurulu dünyadaki ‘ayrılmışlık’ları belirginleştirdi. Obama’nın konuşması büyük ilgi gördü. Artık dünya sorunlarıyla tek başlarına uğraşmayacaklarını, çok taraflı sorunlara çok taraflı çözümler arayacaklarını söyledi Obama. Ukrayna ve Gürcistan’daki nüfuzunu korumak için şahinleşen Rusya’yı eleştirdi. Silâhsızlanmada öncülük edeceklerini vurguladı. Ortadoğu sorununda küçük meseleleri değil asıl sorunları konuşacakları bir süreci başlatacaklarını söyledi. Küresel ısınma konusundaki yeni küresel anlaşma konusunda pek somut vaatlerde bulunmadı. En çok dünyayı kirletenlerden biri olan Amerika’nın karbondioksit emisyonlarını 1990 öncesi düzeye indirme hedefine katılmadığı zaten biliniyor. En önemlisi de ‘demokrasi ihracı’ konusunda şimdiye kadarki dış politikalarında yaptıklarının tersini söylemesi oldu: “Demokrasi hiçbir ülkede dışarıdan empoze edilemez. Her toplum kendi yolunu aramalıdır ve hiçbir yol mükemmel değildir. Her bir ülke kendi halkının kültürüne dayanan bir yol izlemelidir.” Sahi öyle mi yaptı Amerika, Irak ve Afganistan’da? Genel Kurulun en renkli siması Obama’dan sonra kürsüye çıkan Kaddafi oldu. 15 dakika konuşması gerekirken 90 dakika konuştu. En çok da genel kurulunda konuştuğu Birleşmiş Milletlere yüklendi. Katılımcıların jetlagından, Taliban’ı savunmaya, hatta John F. Kennedy suikastının ardında İsrail’in olduğunu iddia etmeye kadar her konuda konuştu. BM Güvenlik Konseyi’nin adının “Terör Konseyi” olarak değiştirilmesi gerektiğini bile savundu. Ve en ‘ayrılmış’ Birleşmiş Milletler Genel Kurulundan yine yalnızca sözler çıktı. Eylemler ise İnşaallah başka bahara… 25.09.2009 E-Posta: [email protected] |