Faruk ÇAKIR |
|
Ekran başından Kur’ân başına |
Nasip olursa bu akşam Berat Gecesini idrak edeceğiz. Mübarek gün ve geceler, iyi değerlendirilebilse büyük bir fırsattır. Tabiî ki aslolan her günü sermaye bilip, eldeki ‘24 saati/altın’ı boşa harcamamaktır. Fakat insanoğlu ‘yarın’ı düşünmekten ziyade, gününü gün etmeye meyillidir. Bu sebeple mübarek gün ve geceler biraz daha önem arz ediyor. Türkiye genelinde mübarek gün ve gecelerde mutlaka bir değişiklik oluyor, ama bu değişikliğin yeterli olduğunu söylemek kolay değil. Bu cümleden olarak hemen her televizyon kanalı ‘özel program’ yapıyor. Televizyonların böyle günleri özel programlarla değerlendirmesi elbette faydalıdır. Fakat bizim bu programları izleyerek gün ya da geceyi hakkıyla değerlendirdiğimiz akla gelmesin. Elbette programlar arasında da ‘kalite’ farkı vardır. Hele hele bazı programların reklâmlara feda edildiği de düşünülürse, faydadan çok zarar verdiği bile söylenebilir. TV’de Kur’ân, ilâhî ya da mevlit okunurken araya giren bir ‘müstehcen’ reklâmın verdiği zararı düşünün! Sevap kazanmak niyetiyle TV başına oturanların günah kazanması bile işten değil. Yıllardan beri söylenmesi gereken bir gerçeği, şükür ki Samsun Çarşamba Müftüsü dile getirmiş. Müftü Şemsettin Yediyıldız, vatandaşlardan Berat Gecesini ekran başında geçirmemelerini istemiş ve şöyle demiş: “Bu geceleri fırsat bilip Peygamber Efendimiz’e salâvatlar getirelim. Geçmiş olan bir yılımızın veya ömrümüzün muhasebesini yaparak hayatımızı tekrar gözden geçirelim. Hatta o günü eve tatlı alıp, o geceyi bir bayram havası içinde ailemiz ve çocuklarımız ile birlikte güzel bir şekilde geçirelim. İmkânımız varsa bulunduğumuz apartman veya çevremizdeki insanlara da almış olduğumuz tatlı veya farklı ikramlarda bulunup hayır duâlarını almaya çalışalım. Başarabilirsek evdekilerin de rızasını alarak televizyon başında değil de ailemizle birlikte Kur’ân paylaşarak, cemaatle namaz kılarak dolu dolu geçirmeye çalışalım. Peygamberimiz (asm), bu gecelerde camide farz namazını kıldıktan sonra evine gelir, geceyi ailesi ile birlikte geçirmeye çalışır, geç saatlere kadar Allah’a kulluk eder, ümmeti için duâ ve niyazda bulunurdu.” Kanaatimizce bu konunun devamlı sûrette dillendirilmesi gerek. Tamam, normal zamanlarda ‘kahve’ye gidenlerin mübarek gün ve gecelerde TV’lerdeki mevlid programlarını izlemesi elbette müsbet bir adımdır. Ama bu seviyeyi çoktan geride bırakmış olması gerekenlerin de bu ‘tuzağa’ düşmesini kabul etmek mümkün değil. Kendimizi yanıltmaya gerek yok. Mübarek gün ve geceler, başta Kur’ân ve onun hakikatli tefsirlerini okuyarak, duâ, tövbe ve kaza namazı edâ edilerek değerlendirilebilir. Bilindiği üzere böyle faziletli gecelerde okunan Kur’ân’ın kat be kat sevabı vardır. Bunları yapmadan sadece TV’lerdeki programları izlemek yeterli olmaz. Bu önemli konuyu dile getirdiği için Çarşamba Müftümüzü de tebrik ediyoruz. Bu vesile ile mübarek Berat Gecenizi de tebrik ediyor, duâlarınızı bekliyoruz. Allah’a emanet olun. 05.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Demokratik açılım” |
AKP iktidarının kritik ve hassas konularda parlak ve iddialı sunumlarla, büyük ümit ve beklentiler uyandıracak tarzda gündeme getirip de, bilâhare şu veya bu sebeple akim kalan birçok girişimi oldu şimdiye kadar. Öncesine gitmeden, 22 Temmuz’dan bu yana geçen iki yıl içinde yaşanan örneklere bakalım. Bunlardan biri, yeni anayasa projesiydi. AKP tarafından görevlendirilen akademisyenler heyetinin çalışması olarak gündeme getirilen taslak, tepkiler üzerine hemen rafa kaldırılıverdi. Ardından Başbakanın başörtüsü için yaptığı “Velev ki siyasî simge olsun...” çıkışı ve bilâhare AKP-MHP işbirliği ile, başörtüsü yasağını üniversitelerle sınırlı olarak kaldırmayı öngören iki maddelik anayasa değişikliği Meclisten geçirildi. Değişikliğin Köşk onayı ile yürürlüğe girmesini takiben, “Başörtüsünü bağlama şekli tavşan kulak modeli mi olsun, başka bir tarz mı?” sualine cevap verecek ek bir düzenleme tartışması sürerken Anayasa Mahkemesinin iptal kararı geldi. O arada YÖK Başkanının rektörlüklere gönderdiği “Başörtülüleri alın” yazıları ise Danıştay engeline takıldı ve sonuçta mağdur olan, yine evvelâ ümitlendirilip sonra derin bir hayal kırıklığı yaşamak zorunda bırakılan başörtülüler oldu. Şimdi benzer bir durumun katsayı mağdurları için tekrarlanmasından endişe ediliyor. Çünkü YÖK’ün “farklı katsayı uygulamasını kaldırma” kararının iptali için yine Danıştay’da dâvâ açıldı. Keza, hükümetin Güneydoğu-terör-Kürt sorunu için İçişleri Bakanının ağzından işaretini verdiği “demokratik açılım” projesiyle bir kez daha ümitlenenler de, “Aman bu da provokasyonlarla sabote edilmesin, akamete uğramasın” dilekleriyle, gelişmeleri diken üstünde izliyorlar. Her ne kadar Bakan Atalay “demokratik açılım” tabirini kullandıysa da, bu yeni girişimin “Kürt açılımı” olarak adlandırılması, karşı tepkileri tetikleme potansiyeli yüksek bir handikap.
Bu anayasa ile “açılım” yapılır mı? Nitekim “Türkiye’yi böldürmemek için 50 yıl dağlarda gezmeye hazırız” ültimatomu çeken MHP liderinin, “Kürt Çalıştayı”na katılan gazetecileri “12 kötü adam” diyerek hedef göstermesi, bu provokasyonların düşündürücü örnekleri. Bir diğer sancılı konu, çözüm adına başlatılmak istendiği belirtilen sürecin en kritik başlıklarından biri olan “silâhların susması” faslında, güvenlik güçleri tarafından yürütülmekte olan operasyonların durdurulması seçeneğinin, çözüm planında yer alması söz konusu olmayacak kırmızı çizgilerden biri olduğuna dair haberler. Oysa PKK saldırılarının en önemli gerekçelerinden birinin askerî operasyonlar olduğu ve bunların karşılıklı olarak birbirini beslemek suretiyle yıllardır devam edip gelen bir kısır döngü oluşturduğu noktasında yaygın bir kanaat var. Bir tarafta, her şehit cenazesinde tekrarlanan “PKK’yı ezeceğiz, yok edeceğiz” söylemleri, diğer tarafta eski Genelkurmay Başkanına atfedilen “Bütün orduyu Kandil’e yığsak terör örgütünü yine bitiremeyiz” sözü ve bir başka tarafta yıllardır süren operasyonlara rağmen sorunun bitmemiş olması... Burada bir tuhaflık yok mu? Ve bu tablo ortadayken, “operasyonları durdurma” seçeneğini dışlayan bir “çözüm planı...” Meselenin bamtelini oluşturan asıl problem ise, “açılım” sürecinde gündeme gelmesi kaçınılmaz olan demokratik adımların, her halükârda, yürürlükteki ihtilâl anayasası duvarına toslama tehlikesinin, zayıf bir ihtimal olarak değil, kesin bir gerçeklik olarak orta yerde duruyor olması. Askeri sivil kontrol altına alamayan, yüksek yargı organlarının kararlarıyla da eli kolu bağlı olmanın ötesinde, parti tüzel kişiliği olarak devamı dahi tepesinde sallanan “Demokles’in kılıcı” ile sürekli tehdit altında olan bir iktidarın, bu ahval ve şerait dahilinde, üstelik mayınlarla döşeli bir alanda çözüme yönelik kayda değer açılımlar yapması ve sonuç alması mümkün mü? Ne yazık ki, burada da tıkanma riski yüksek... 05.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Serbest ekonomi ve din |
Televizyon ekranlarımızdan dünyanın hemen her yerinde özgürlük için yakaran insanların dramlarına şahit oluyoruz. Bangladeş’ten İran’a ve Latin Amerika’ya kadar bütün insanlık özgür ve demokrat bir toplumda yaşamanın hasretini çekiyor. Özgürce yaşamak hepimiz için vazgeçilmez iken, şunu da söylemek gerekiyor ki, özgürlük hiçbir zaman mutlak olmamıştır ve özgürce yaşamak nerede ve hangi otorite altında yaşadığınıza göre değişen bir kavramdır. Amerikan tarzı hayat bir çok Amerikalı tarafından insanlığın yaşıyabileceği tek hayat tarzı alternatifidir. Amerika’nın bir kanunlar toplumu olduğu fikri, yani İnsan Hakları ve Anayasa Beyannamesi, bizim topluluğumuzun görünüşte tam özgür olduğu izlenimi verir, ancak acaba Amerika’da özgürlük mutlak mıdır? Amerikalılar özgürlükten bahsederken, listenin en başına sıklıkla ibadet özgürlüğünü koyarlar. Fakat bu özgürlük gerçekte sanıldığı kadar mutlak değildir. Gerçekten de, bir çok topluluğun tarihinden bu yana, dinsel pratikler hükümetler, kanunlar ve düzenlemeler ile kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bu sadece 1960’lı yıllarda hükümetin toplum politikasında yapmaya çalıştığı düzenlemelerden ibaret değildir. O zamanlar hükümetin toplum politikası ile insanların inanç pratikleri arasında bir denge oturtulmaya çalışılıyordu. Bunun sebebi de insanların inançlarını hükümetin düzenlemeleri ve kurallarının ipoteği altında yapmamayı istememelerinden ileri geliyordu. Amerika’da dinî özgürlüklerin tanımlanması ABD Anayasası’nda yapılan Birinci Düzenlemeler’e denk gelmektedir. Bu düzenlemeye göre “Kongre kesinlikle dinlerin serbestçe pratiğini engelleyecek kanunlar yapamaz” deniliyordu. Bu anayasal korumanın konulmasının amacı Amerika’da dinî özgürlüklerin arttırılması ve muhafaza edilmesini temin etmekti. İbadet özgürlüğünü korumakla umulan şey çok dinli ve mezhepli bir toplum oluşturularak, Avrupa’yı 16. ve 17. yüzyıllarda bölünmeye sürükleyen dinî ayrılıkların Amerika’da da vuku bulmasını önlemekti. İlginç olan şu ki, o devirlerde Avrupalılar birileri tarafından alay edilmeden dinlerini özgürce yaşamak için Amerika’ya gelmek istiyorken ve bu uğurda evlerini terk ederken, Osmanlı idaresi altındaki Müslümanlar, bu konuda dengeyi ve tutarlılığı İslâm’ın pratiklerini yerine getirerek sağlamışlardı. Bugün ise, Müslümanların hayatlarını zorlaştıran şey ne hükümetin düzenlemeleri ne de müdahaleleridir. Müslümanların esas karşısındakiler vahşi kapitalizm ve onların şirketleşmiş kollarıdır. “Allah, alış verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır.” (Bakara, 275) Amerika’da yayınlanan “Wall Street” adlı bir sinema filmi, hayatının yegâne gayesi hangi yolla olursa olsun kârını maksimize etmek olan Kapitalist bir adamın hayatını beyazperdeye yansıtıyordu. Daha fazla varlık elde etmek yolunda nice aileleri ve hayatları yok etmişti. Bir sahnede sözkonusu Kapitalist adam, filmdeki adıyla Gordon Gekko, genç yardımcısına şu tavsiyede bulunuyordu: “Açgözlülük, tek kelimeyle iyidir”. Bu insanlıktan çıkmış karakter, aslında dünyayı kendi kârlılıklarını arttırmak için bir mekân olarak gören kötü niyetli zihniyetin bir sembolü ve temsilcisi olarak betimlenmişti. “O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet ve güç hâline gelmesin diye Allah böyle hükmetmiştir.” (Haşr, 7) İslâmiyet’te, ekonomik ilkeler açgözlülük ve yıkım üzerinde yükselmemektedir, bunun yerine İslâm, mülkiyeti, ticareti ve varlığın halk arasında adaletli dağılımını öngörür. Müslümanlar önümüzdeki dönemlerde de, batılıların Kapitalizm öğretilerini içeren propagandalarına maruz kalacaklar. Bununla beraber, hiç kimse çıkıp da İslâmiyet’in ekonomik gelişim önünde bir engel ve kısıtlayıcı olduğunu iddia edemez. Piyasada yenilikçi ve gelişimci fikirleriyle Müslümanlar var oldukça, her daim ekonomik faaliyetler olacak ve bu da istihdama ve varlığın artmasına yol açacaktır. İslâmın yolu işte budur. Tercüme: Umut Yavuz 05.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Müsbet/olumlu bakışa sahip olan biriyle evlenin |
Aynı şeyleri farklı görüp değerlendirebiliriz. Yani olayları, taktığımız gözlüğün rengine boyarız. Temelde iki bakış açısı vardır: Müsbet ve menfî. Müsbet/olumlu bakış, “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel levhalar (rüyalar) görür ve hayatından lezzet alır”1 şeklinde formüle edilmiş. Güzel sözün, olumlu bakışın, sevginin; canlıları olumlu etkilediği, negatif telkin ve çirkin sözlerin ise olumsuz tesir yaptığı ilmî bir tesbittir. Olumlu bakan, olumlu düşünür; olumlu düşünen zihninin tarlasına güzel kelimeler, mânâlar eker. Olumsuz düşünen negatif anlamlar eker. Müsbet bakış, pozitif; menfi bakış ise negatif enerji verir. Olumlu bakan, dünyayı neşeli ve güler görür. Ağlayanın, dünyayı ağlar gördüğü gibi. Her şeyin çürüyüp yok olduğunu düşünen, başta kendi ruhunu yok etmiştir. Çürüyüp yok olduğunu düşündüğü şeylerle birlikte kendisi de adım adım darağacına doğru sürüklenmektedir. Olumlu bakış, sevgi, ihlâs, saygı, şefkat ve merhamet gibi duyguların karışımından oluşan muhteşem bir enerji kaynağıdır. Olumsuz bakış ise, kin, nefret, haset, öfke ve düşmanlık gibi hasletlerin birleşmesinden hâsıl olan bir güçtür. Nötr bir olayı, olumlu veya olumsuz; olumsuzu olumlu veyahut olumluyu olumsuz görebiliriz. Meselâ, “Oh bardağın yarısı dolu!” veya “Vah, yarısı boş!” dememiz gibi. Böylece en olumsuz bir şeyde bile, müsbet bir taraf bulabiliriz. Şöyle ki: Peygamberimiz (asm) köpek leşinin koku ve çirkinliğini nazara verenlere karşılık, “Ne güzel dişleri var!” diyerek, müsbet bakış dersi vermiştir. Müsbet bakan, olumsuz fiil, söz ve hareketlerden kaçınır; tefekküre, ilme, ibadete, çalışmaya, nezaket ve nezahete yönelir. Bu da, hayatta istikamet, düzen, dayanışma ve yardımlaşmayı netice verir. Önce Yaratıcı, sonra diğer varlıklar ve iman esasları temsilcileriyle muhteşem bir bağ ve iletişim kurar. Bu, müthiş bir enerji aktarımıdır aynı zamanda... Müsbet bakışı müşahhaslaştırırsak: İnsan aciz, zayıf ve ihtiyaçları her tarafa dağılmış fakir bir varlıktır. Ne kadar büyük imkânlara sahip olursa olsun, hastalıksız, sıkıntısız, problemsiz bir hayat imkânsızdır. Anlatılır ki, III. Abdurrahman (912-961) dönemi, iktisadî, kültürel ve imar faaliyetleri bakımından da Endülüs Emevî Devleti’nin en parlak devridir. İktidarı yarım yüzyıl sürmüştür. 936 yılında Kurtuba yakınında Medînetüzzehrâ şehrini kurdu ve hilâfet merkezini oraya nakletti. Muhteşem sarayı, devlet daireleri ve bahçeleriyle şehir kısa sürede çok gelişti. Onun devrinde Endülüs, Avrupa ülkelerinin en gelişmişi idi. Sarayı ve her türlü ağaç ile havyaların bulunduğu bahçesi 25 yılda tamamlanmıştı. İşte III. Abdurrahman, 50 yıllık muhteşem iktidarında mutlu olduğu günleri saymış, 14 gün çıkmış! Şu halde, mutluluk parada, malda, mülkte, şanda şöhrette değil, müsbet/olumlu bakıştadır. Seçeceğiniz eş; eğer hayata, insanlara, olaylara olumlu bakabiliyor, güzel yönlerini görebiliyorsa huzurlu ve mutlu bir aile hayatı sürdürebilirsiniz. *** Bir grup sûfî, Dicle kenarında Maruf-u Kerhî ile oturuyordu. O esnada, nehirden, bir sandal içinde def çalan, dans eden, içki içen bir genç topluluğu geçti. Sûfîler, Maruf’a: “Şunları görüyor musun, açık açık nasıl da Allah’a isyan ediyorlar?” dediler ve eklediler: “Bu serserilere bedduâ et!” Bunun üzerine, Mâruf ellerini göğe kaldırdı ve: “Allahım” dedi, “Bunları bu dünyada nasıl neşelendirdiysen, ahirette de öyle neşelendir.” Mâruf’un bu duâsı sûfîleri şaşırtmıştı. “Biz senden duâ değil, bedduâ istemiştik” dediler. Mâruf şöyle cevap verdi: “Eğer Allah bunları ahirette neşelendirmeyi murad ederse, bu dünyada kendilerine bu hayattan tövbekâr olmayı nasip edecektir.” *** Mübarek üç aylarınızı ve Berat kandiliniz tebrik eder, camiâmıza, İslâm ve insanlık âlemine hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. Peygamberimiz (asm) üç aylar girince bu duâyı çokça yapardı: “Allah’ım, bize Receb ve Şaban’ı mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” Not: Muhterem ağabeyimiz Hasan Aktunç’a ve gazetemiz çalışanlarından Hacı Kömekçi’nin muhtereme annesine Cenâb-ı Allah’tan rahmet ve mağfiret diler, kederli aileleri ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz eder, taziyetlerimi sunarım. Dipnot: 1- Mektubat, s. 367. 05.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Leyle-i Beratınıza binler tebrikler |
Regaib, Mi'rac derken bir mübarek gecenin daha gölgesi üzerimize düştü. Günahkârız. Berata muhtâcız. Berat alamadığımız takdirde hesabımız Mahkeme-i Kübrâ’ya kalırsa, ne vahim! Ne olur hâlimiz? Ya burada, bugün, bu an, sevimli af ve berat; ya orada, o gün, şiddetli hesap ve adâlet! Tercih bizim; takdir Erhamü’r-Râhimîn’in. Müjdeyse büyük! Resûlullah Efendimiz (asm) buyurur ki: “Şaban ayının on beşinci gecesi geldiğinde geceyi namazla, gündüzü de oruçla ikame edin. O gece güneş battıktan sonra Yüce Allah rahmetiyle dünya semâsına iner ve şöyle seslenir: ‘Tevbe eden yok mu? Af ve mağfiret edeyim! Rızık isteyen yok mu? Rızıklandırayım! Musîbetten kurtulmak isteyen yok mu? Selâmet ve âfiyet vereyim!’ Bu durum fecrin doğmasına kadar devam eder.”1 Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm) Şaban ayının on üçüncü gecesinde mübârek başını secdeye koydu. Ümmeti için af ve mağfiret istiyordu; kendisine ümmetinin üçte birinin bağışlandığı müjdelendi. Resûl-i Ekrem (asm), on dördüncü gece tekrar secdedeydi. Yine ümmetinin bağışlanmasını istiyordu; ümmetinin üçte ikisinin mağfiret edildiği müjdelendi. Ve on beşinci gece yeniden o mübârek baş Allah’ın huzurunda eğildi, secdeye kapandı. Allah Resûlü (asm) ümmetinin tamamını istiyordu bu defa. Bu gece, Allah’tan yüz çevirenler dışında, ümmetinin tamamı bağışlandı. Bir başka haberle bu gece, Benî Kelb kabilesinin koyunlarının kılları sayısınca ümmetine mağfiret olundu.2 Duhan Sûresinin ilk altı âyetinin bu geceden bahsettiği rivâyet edilir. Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Hâ Mîm. Apaçık Kitaba yemin olsun ki, Biz O’nu Mübârek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz onunla insanları sakındırırız. O mübârek gecede her hikmetli iş katımızdan bir emirle ayırt edilir, hüküm verilir. Muhakkak Biz, Rabbinden bir rahmet eseri olarak peygamberler göndeririz. Şüphesiz ki O, her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla bilir.”3 Kulların bir senelik erzakının, ecellerinin ve sair bütün işlerinin bu gecede hüküm verildiği, taksim ve takdir edildiği ve bu hükmün meleklerce yazılımına bu geceden başlanarak Kadir Gecesine kadar devam ettiği ve bitirildiği rivâyet olunur.4 Bu gecenin Kadir Gecesi kudsiyetinde bulunduğunu beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri (ra), Leyle-i Berât’ın, insanlığın geleceği ile ilgili kader programını taşıması cihetiyle, bütün sene için bir kudsî çekirdek hükmünde olduğunu, Leyle-i Kadirde otuz bin olan her “bir hasene”nin, her bir salih amelin ve her bir Kur’ân harfinin Leyle-i Berat’ta yirmi bin sevabının bulunduğunu, bu gecenin elli senelik bir ibâdet hükmüne geçebileceğini, binâenaleyh bu gecede elden geldiği kadar Kur’ân ile, istiğfâr ile ve salâvât ile meşgul olmanın büyük bir kâr olduğunu kaydeder.5 Ayrıca bir mektubunda ehl-i îmân ve ehl-i hizmetin her bir gecesinin, Leyle-i Mi’rac, Leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymettar olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz eder.6 Bu gece itibâriyle Arş-ı A’lâ’da bizim hakkımızda hükümler alındığı ve emirler verildiği; hakkımızdaki bu hükümlerin ve işlerin yazılmasına bu gece başlandığı ve bu mânevî yazı işinin bir ay devam edeceği anlaşılmaktadır. Hakkımızda dünyâ-âhiret hükümlerin yazıldığı, emirlerin verildiği ve kader çerçevemizin yeniden biçimlendirildiği bu saat ve dakikalarda uyanık bulunmamız ve Cenâb-ı Hakk’a duâ ve niyâzda bulunarak, hakkımızda hayırlısını istememiz ne kadar isâbetli bir ubûdiyet hâlidir! Ne kadar sevimli bir kulluk tavrıdır! Ne kadar hoş bir duâ şeklidir! Bu geceden başlayarak Kadir Gecesine kadar sürecek olan ve bizimle birebir ilgili bulunan bu yüksek değerli zaman diliminin her bir saatini duâ ve niyaz hâliyle idrâk etmemizin ve her fırsatta Rabb-i Rahîm’imizden hakkımızda hayırlısını istememizin, hiç ihmâle gelir tarafı yoktur. Mübârek Ramazan ayının da bereketiyle, bizim bir adımımız karşısında, inşaallah, Cenâb-ı Hakk’ın—tâbir caizse—koşarak bizi karşıladığına şâhit olacağız. Duâ ve niyâz içinde, ebedî mutluluğumuz hesabına, Rabb-i Rahîm’imizden sayısız hayır ve hasenât isteyebilme imkânı elde edeceğiz. Allah’ın izniyle Allah’ın rızâsını, sâdece rızâsını talep edeceğiz. Âlem-i İslâm’ın ve Müslüman’ların üzerinden kara bulutların kaldırılması için duâlarımız İnşaallah arşa yükselecek. Dünyâ ve deccâl fitnesinden, şeytan ve nefis şerrinden, Cehennem azabından Allah’a sığınacağız. Ve Rahmânü’r-Rahîm’den, sayısız duâlarla—inşaallah—Cennet’i ve bekâyı isteyeceğiz. Netice olarak, bir mânevî ticâret mevsiminin gölgesinin üzerimize düştüğü şu günlerde, sebepleri, vesileleri ve aracıları bir yana bırakarak doğrudan Rabb’imize yönelmemiz, günah kirlerinden kurtulmak ve annemizden doğduğumuz gün gibi arınmak için, ne büyük bir adım olacaktır; bir bilsek!... Berât Gecesi ile birlikte, gelmekte olan mübârek günler hürmetine Cenâb-ı Hak ehl-i îmânı her türlü maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî âfet ve musîbetlerden muhâfaza buyursun. Âmin. Leyle-i Berât’ınızı tebrik ederim.
Dipnotlar: 1- İbn-i Mâce, İ. Salah, 191. 2- M. H. Yazır, H. Dini K. Dili, S. 4294. 3- Duhân Sûresi: 1-6. 4- M. H. Yazır, a.g.e., S. 4295. 5- Şuâlar, S. 433. 6- K. Lâhikası, S. 58. 05.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Sabır yahut acele etmek |
İman ve İslâm dâvâsına gönül vermiş idealist insanların, hizmet esnasında takip edeceği bir çok prensip ve temel unsurlar vardır. Sabretmek onlardan biridir. Sabır, zâhiren durağanlık ve yapılması gereken şeyleri yapmıyor olmak görünse de, hakikatte gerçek bir kuvvet kaynağıdır. “Men sabere zafere” hadisiyle çok özlü ifâde kullanan Sevgili Peygamberimiz (asm), kim sabrederse zafere ulaşacağını ve galip geleceğini haber vermektedir. Hayatı sabretmekle geçen Peygamber Efendimiz (asm), sonunda İslâm dininin Arabistan Yarımadasına hâkim olmasını ve Bizans, Mısır ve İran gibi büyük devletlere ulaşmasını sağlamıştır. Geneli müşrik bir toplum olan Mekke ahâlisinin kendisine yaptığı her türlü eziyet, işkence ve kötü muâmelelerine sabır ve tahammülle karşılık veren Peygamber Efendimiz’in (asm), onların çoğunun İslâm’a girmesine vesile olması ne kadar ilginçtir! Kendisini öldürmeye teşebbüs edenleri bile affetmesi ve onların kalplerinin ısınarak İslâm’a geçmesi, Sevgili Peygamberimizin (asm) ne kadar sabırlı olduğunu gösterir. Hudeybiye Antlaşmasının maddeleri tamamen Müslümanların aleyhindeydi. O zaman müşrik olan Sehl bin Amr, Mekke ahâlisi adına anlaşmayı yapacaktı. Antlaşmanın altına Hazret-i Ali (ra) tarafından “Allah’ın Resûlü Muhammed” yazılınca itiraz etti. Biz senin peygamberliğini kabul etseydik, zâten seninle savaşmazdık. “Değiştirilsin” dediği zaman sahabeler buna isyan ettiler. Peygamber Efendimiz (asm) onları yatıştırarak Sehl bin Amr’a sordu “Ne yazılsın?” O dedi: “Abdullah oğlu Muhammed olsun” dedi. Sahabeler itiraz etmesine rağmen O (asm), bunu kabul etti ve öyle yazdırarak imza yerine mührünü bastı. On yıllığına yapılan, fakat iki yıl ancak süren ve neredeyse şartların tamamı Müslümanların aleyhine gözüken Hudeybiye Barışı esnasında, Halid bin Velid ve Amr ibnül As gibi harp ve siyaset dâhileri ve cihangir kahramanlar başta olarak, nice insanlar İslâm dinine girdiler. Bunun gibi daha yüzlerce ve binlerce olayda gösterdiği sabrı, hep zafer ve galibiyetle neticelendi. Üstadın meâlen söylediği gibi, eşyanın icadında bir merdivenin basamakları gibi, neticenin husûlü için bir çok sebep vardır. Meselâ; bir ekmeğin vücuda gelmesi için tarla, harman, değirmen ve fırın gibi sebepler vardır. O sıralamayı sabırla tâkip etmek gerektir. Birini atlamak, sonuca ulaşmayı engeller. Her şeyin vücudu bunun gibi sebeplere bağlıdır. Muvaffak olunamayışın sebepleri arasında aceleciliği de sayan Bediüzzaman Hazretleri “Sonra da, ilel-i müteselsiledeki terettübü atlamakla müşevveş eden acûliyet çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz, ‘Sabırlı olun; sabır yarışında düşmanları geri bırakın’ (Âl-i İmran Sûresi: 200) hakikatini siper ediniz” dersini veriyor. Acele eden ya basamakları atlar düşer, başı kırılır. Yahut kastettiği hedefine ulaşamaz. Kâinatın Efendisini (asm) adım adım tâkip eden muazzez Üstadımızın hayatı da hep sabır içinde geçmiş. Kâinata meydan okuyan bir imana sahip olan o büyük insan, dahilde bir kargaşa olmasın, emniyet ve huzur bozulmasın diye, bir jandarmanın, kaymakamın emriyle “Bu ilçeye girmeyeceksin!” ikazıyla Eğridir’e girmemiş, faytonuyla Barla’ya geri dönmüştür. Bunun gibi, kendine zulmedenlere bile bedduâ etmemiş, Risâle-i Nur’la imanlarını kurtarmak şartıyla, onlara bütün haklarını helâl ettiğini söylemiştir. Bu misaller gibi; bünye içinde ara sıra çalkantılar olursa, mutlaka sabırla karşılamalı ve acele etmemelidir. Zaman her şeyi en güzel ve açık bir şekilde tefsir etmektedir. Sabır, yerinden oynayan taşların, yerli yerine oturmasını sağlayacaktır. Zâten bu hizmet, her hâl üzere inâyet altındadır.
NOT: Muhterem ağabeylerimiz Hasan Aktunç ve Mehmet Kılıçoğlu’na Cenâb-ı Allah’tan rahmet ve mağfiret diler, kederli aileleri ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz eder, taziyetlerimi sunarım. Ayrıca Mübarek Berat Gecenizi tebrik eder, İslâm ve insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. 05.08.2009 E-Posta: [email protected] |