02 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Cevher İLHAN

Honduras’tan Çin’e uzanan CIA parmağı (1)


A+ | A-

İran’da seçimler bahanesiyle patlak veren kargaşa ve huzursuzluğun arkasında “Amerikan parmağı”nın olduğu dünya medyasında yoğun bir biçimde yer aldı. Ne var ki “Amerika’nın sömürgeci eli”, Irak’la, İran’la, Kafkasya’yla kalmadı, kalmıyor, Çin’e kadar uzandı, uzanıyor.

Ve bu “gizli ifsad eli”nin uzandığı her yerde kargaşa, iç çatışma ve içsavaşlar baş gösteriyor. Amerikan yönetimlerine akıl hocalığı yapan Yahudi asıllı Kissinger’in, hedef ülkelerin başına terör, iç çatışma ve iç savaşla gâileler açma plânı, karışıklık ve darbeler üzerinde dönüyor.

Pakistan eski Genelkurmay Başkanı Miraz Aslam Beig’in ifâdesiyle, İran’daki seçimlerin ardından “renkli devrim”e zemin hazırlamak için 400 milyon dolar harcayan CIA, yeryüzünü ateşe veren küresel ifsad senaryoları dünyanın dört bir yanında sahneliyor.

Seçimler sonrasında İran’da baş gösteren tahrikin arkasında ABD’nin parmağı olduğu, birçok bağımsız kaynakça doğrulandı. Dahası geçtiğimiz aylarda Honduras’ta meşru devlet başkanı Manuel Zelaya’yı deviren ve kaçıran darbede de ABD’nin “gizli eli” CIA’nın başrolde olduğu birçok Latin Amerika ülkesinde bilinmekte.

Darbeden kısa süre önce ABD’nin Honduras Büyükelçiliği yetkililerinin, darbeci sivil ve askerle görüşmüş, askerlerce gözaltına alınmadan önce Honduras Dışişleri Bakanı Patricia Rodas defalarca ABD Büyükelçisi Hugo Llorens’le temas kurmaya çalışmış, ancak çağrılarına cevap alamamıştı…

KALKIŞMA VE KAOSA ZEMİN HAZIRLAMA

ABD’nin Honduras ordusu ile tarihî bağları ve yerli işbirlikçileri olduğu, Reagan döneminde CIA’nın, Honduras’taki kontrgerilla örgütlenmesi üzerinden Orta Amerika uyuşturucu trafiğini kontrol ettiğine dair raporlar ortada.

Keza CIA’nın “ölüm tugayı”nın Honduras ordusuyla işbirliği içinde ülkede bir polis devleti kurulması katkısıyla işkence ve fâil-i meçhul cinâyetlerin sıradan hale gelmesi, tesâdüf değil…

Bu açıdan dünyanın diğer ucundaki Çin’deki son kargaşa ve kalkışmanın arkasında “devletdışı organizasyonları” hazırlayan Kongre destekli Amerika’daki sözde sivil toplum kuruluşu NED’in (National Endowment for Democracy) bulunduğu iddiaları, dikkate değer.

Amerika’nın küresel hegemonya ve çıkar politikalarına karşı olan ve projelerinden uzak duran hükûmetleri zayıflatıp düşürmeyi amaçlayan bu benzerî lobiler, ülkeyi karıştırmak için muhalif azınlıklara her türlü eğitim ve para desteğini vermekteler. Gürcistan’dan Ukrayna’ya, İran’dan Kırgızistan’a kadar birçok ülkede “değişim”, “demokrasi” ve “özgürleştirme” paravanındaki kalkışma ve kaosa zemin hazırlama senaryoları bunun ispatı.

Sözkonusu kuruluşun teşkilinde rol alan Allen Weinstein’ın 1991 yılında “Bugün yaptıklarımız, 25 yıl önce CIA tarafından gizlice yapıldı” demesi, NED’in CIA’nın bir nevi yan kuruluşu ve sivil suratı olduğunu ele veriyor.

Keza hâlen Türkiye dahil birçok ülkede “muhabir yetiştirme programları” adı altında Amerikan politikalarına hizmet edecek gazetecilerin yetişmesine malî ve proje desteğinde bulunulması, bu iddiaları daha da kuvvetleniyor…

“AMERİKAN İŞGÜZÂRLIĞI” MI?

Şincan özerk bölgesinde petrol ve boru hatları bulunuyor. Kazak petrolünün geliş yolu bu bölgeden geçiyor. Bu durum, bölgede yalnız Çin ile Kazakistan’ı değil, Rusya’nın doğusunda kalan bütün Türkî Cumhuriyetleri ile Çin’i ve Rusya’yı birbirine bağlıyor. Ki bu bağlılıktan da Şangay İşbirliği Örgütü çıkıyor.

“Bir olay kime yarıyorsa yapan odur” kuralınca Türkiye’den Çin’e bütün Ortadoğu, Orta Asya ve Önasya’nın demokrasilerini geliştirmesi, ekonomilerinin büyümesi, şüphesiz dünya patronluğunu kimseye bırakmak istemeyen ABD-İngiltere-İsrail eksenini rahatsız ediyor.

AB’ye arkadan katakülliler çeviren, “AB içindeki ABD muhipleri”ni Truva atı gibi kullanan Amerika, Honduras’tan İran’a, Gürcistan’dan Çin’e, pek kayıtsız kalmıyor.

İşte bütün bunlar Çin’deki tahrikin arkasında “Amerikan işgüzarlığı mı var?” sorusunu sorduruyor…

02.08.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Dostsuz zaman


A+ | A-

Önceki hafta çıkan “Cemaatleşme ihtiyacı” başlıklı yazıda, Üstadın bu noktadaki orijinal tesbit ve ifadelerine göz atmıştık. Bu mânâ ve çerçeveyi tamamlayıp zenginleştiren başka izahlara da birlikte bakalım.

Esas itibarıyla uhrevî amaçlı bir cemaat içindeki insanların bazı örnek hasletleri İhlâs Risalesi’nde şöyle ifade ediliyor (Lem’alar, s. 395):

“En yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş, en civanmert kardeş olmak.”

Demek ki, cemaat mensubiyeti aynı zamanda samimî bir dostluk ve arkadaşlık ilişkisi, şahsî çıkarlar yerine fedakârlığı öne çıkarma, tenkitçi değil, takdir edici yoldaş olma anlamına geliyor.

Bireyi güçlendirelim derken kişiyi gönüllü bir tecrit ve yalnızlığa sürükleyen aşırı bireyselleşme modasının “samimî dost” ihtiyacını daha kuvvetli bir şekilde hissettirdiğini hatırlayarak, Üstadın şu sözlerini de bu bağlamda okuyalım:

“Bu dünyanın hayatı pek çabuk değişmesine ve zevaline (sona ermesine) ve fena ve fânî, âkıbetsiz lezzetlerine ve firak ve iftirak (ayrılık) tokatlarına karşı bir ehemmiyetli medar-ı tesellî, samimî dostlar ile görüşmektir.” (Şuâlar, s. 491)

Bu cümlenin yer aldığı mektupta Üstad “bu acîb, dostsuz zaman” ifadesini de kullanıyor.

Zamanın sür’atli akışına paralel olarak ömürleri de hızla tükenen, etraflarındaki vefat veya hicretlerin sıklaşmasıyla ayrılık acıları çoğalıp tazelenen, kendilerini giderek derinleşen bir yalnızlığa sürükleniyor hisseden insanlar için, moral desteği alabilecekleri, duygularını paylaşarak tesellî bulabilecekleri samimî, vefadar, fedakâr dostların ne büyük bir ihtiyaç olduğu mâlûm.

Üstadın, yukarıdaki cümlesini aktardığımız mektubunu Denizli hapsinde yazmış olması ve Nur talebelerinin hapishanede cebren bir araya getirilmelerini dahi bu mânâda “dostların buluşması” olarak yorumlayıp müjdeli tesellî mesajları çıkarması, bu bakımdan özellikle ilginç.

Allah için sohbet ve hakikî bir tesellî

Hele suçsuz yere hapse düşmenin yol açabileceği çok insanî bir psikoloji olan moral çöküntüsü yerine, işin bu cihetine vurgu yapan olumlu bir yorum, başlı başına örnek alınması ve psikoloji bilimince de tahlili gereken bir güzellik.

Evlerinden alınıp, çoluk çocuklarından uzaklaştırılıp hapishanenin izbe ve kasvetli koğuşlarına tıkılan masum insanlara hitaben kaleme alınan şu cümledeki ferahlatıcı üslûba bakınız:

“Şimdi bu acîb, dostsuz zamanda samimî kırk-elli dostunu birden bir-iki ay görmek ve Allah için sohbet etmek ve hakikî bir tesellî alıp vermek; elbette başımıza gelen bu meşakkatler ve zayiat-ı maliye (ekonomik kayıplar), ona karşı pek ucuz düşer, ehemmiyeti kalmaz.” (a.g.e.)

Üstadın, jandarma ve polis kordonunda kelepçeli halde cezaevinden mahkemeye, mahkemeden cezaevine götürülüş manzaralarına bakarak “asra meydan okuyan kahramanlar kafilesi” diye tavsif ettiği cefakâr saff-ı evvel Nur talebeleri için o günün şartlarında hapishaneler, hem bu mânâları yaşadıkları, hem de sair mahkûmlara iman dersi verdikleri buluşma zeminleri olmuştu.

Ve onlar cezaevlerinin alabildiğine boğucu ve bunaltıcı ortamında bile, aldıkları iman dersinin aydınlattığı gönülleriyle kenetlendiler; zorlu tazyik ve baskılara örnek bir tesanüdle direndiler; karşılıklı olarak moral alıp moral verdiler; birbirlerini şefkat ve muhabbetle tesellî ettiler.

Böylece dehşetli zorluk ve engelleri, “en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş, en civanmert kardeş”ler olarak aştılar.

Eskiyi hortlatma hevesleri arada bir nüksetse de, artık o devirler geride kaldı. Nur talebelerinin kendi iradeleri dışında getirildikleri hapishaneler, onlar için buluşma mekânı olmaktan çıktı.

Ama her gece dünyanın her yerinde hem eserlerin orijinalleri, hem de farklı dillerdeki tercümeleri ile yapılan nur sohbetleri başta olmak üzere ihdas edilen sayısız buluşma vesileleri, ebedî dostluk halkaları oluşturarak sürekli genişliyor.

02.08.2009

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Puta tapmaları yüzünden İsrailoğulları cezalandırıldı


A+ | A-

İsrail’in Temeli (3)

Mezopotamyalı acımasız ve savaşçı bir kavim olan Asurlular; hangi toprakları işgal etmişlerse, o topraklarda yaşayan halkı esir alır; onların yerine kendi insanlarını yerleştirirlerdi. İsrailoğullarının kuzey krallığı olan İsrail’i işgal ettiklerinde de aynı politikayı izlediler. Asur kralı Tiglath III, Başkent Schechem’i (Nablus) yıkıp târumar ettikten sonra (M.Ö 722) binlerce kişiden oluşan 10 Yahudi aşiretini Asur memleketine esir olarak gönderdi.* 1

Peygamber Amos, putperestlik yapıp Baal ve Astarta tanrıları için tapınaklar yaptıran İsrail krallığının ve ona destek olan halkın Yehova’nın dininden uzaklaştığını, içine düştükleri zorbalık, rüşvet ve yoksul hakkı yeme gibi ahlâksızlıkların İsrailoğullarının başına büyük bir felâket getireceğini sezmiş ve bu durumu İsrailoğullarına açıklamıştı. Lâkin Peygamber sözüne kulak asan olmamıştı.

“İsrailoğulları, beni dinleyiniz. İsrail bâkiresi düştü; bir daha kalkamayacaktır. Toprağı üzerine atıldı. Onu kaldıran yoktur...” 2

İsrail krallığı üzerindeki egemenlikle yetinmeyen Asurlular, Kral Sennacherib önderliğinde (M.Ö 701), güney krallığı Judah (Yahuda)’nın başşehri Kudüs’ü kuşattılar. Ancak askerler arasında veba salgını çıkmasından dolayı geri çekilmek zorunda kaldılar. Ve bu geri çekilişle beraber, Asurluların bölgedeki güçlerini kaybetme süreci de başlamış oldu.

Asurluların zayıflamasıyla, Yakındoğu sahnesinde “ Babilliler” diye anılan başka bir ceberut kavmin yıldızı parlamaya başladı.

M.Ö. 612 yılında Irak’daki Asur hakimiyetine son veren Babilliler, İsrail krallığının Asurlular tarafından yok edilmesinden 135 yıl sonra, Kral Nebudchadnezzar önderliğinde Filistin topraklarına girdiler (M.Ö 587). Ve İsrailoğullarının son krallığı olan”Yahuda”yı ele geçirdiler.

Ülkede vahşet saçan Babilliler, Kudüs’ü harap edip tapınağı yıktılar. Şehirde katliâm yaptıktan sonra binlerce Yahudiyi Babil’e sürgüne götürdüler. Muharref Tevrat âyetleri Yahudilerin başına gelen Babil felâketinin sebebini şu şekilde açıklıyor:

“Yahuda halkı gözümde kötü olanı yaptı diyor Rab. Bana ait olan tapınağa iğrenç putlarını yerleştirerek onu kirlettiler.” Yeramya 7:30

“Rabbe başkaldırdın. Her bol yapraklı ağacın altında sevgini yabancı ilâhlarla paylaştın.” (Yeramya 3:13)

“Hani nerede kendin için yaptığın ilâhlar? Felâkete uğradığınızda kurtarabileceklerse kalkıp gelsinler. Kentlerin sayısı kadar ilâhların var, ey Yahuda halkı!” (Yeramya 2:28)

“O zaman diyor Rab, Yahuda krallarıyla önderlerinin, kâhinlerin, peygamberlerin, Yerusalim’de yaşamış olanların kemikleri mezarlarından çıkarılacak.”

“Toplanmayacak, gömülmeyecek olan kemikler toprağın üzerinde gübre gibi olacaklar. Yerusalim halkının sevdiği, kulluk ettiği, izleyip danıştığı, tapındığı güneşin, ayın, bütün gök cisimlerinin önüne serilecekler.” (Yeramya 8:1-2)

İsrailoğulları içinde Rabbe vermiş oldukları ahde sadık kalanlar da olmuştu kuşkusuz.

Ancak bu vefadarlık, İsrailoğullarının topluca cezaya dûçar olmalarına engel olmamıştı.

Tarihçi Martin Sicker’e göre, İsrailoğulları Rabbin kanunlarından yüz çevirmekle Allah’a düşman olmuşlardı. Bundan başka, Allah İsrailoğullarından bir ümmet olarak ahd almıştı. Ümmetin büyük bir çoğunluğunun ahde vefasızlığı, toplu cezalandırılmayı netice vermişti.

Tıpkı Sodom ve Gomorrah’da olduğu gibi.

Lût kavmi içinde bazı salihlerin bulunması, adı geçen şehirlerin yerle bir edilmesine engel olamamıştı. 3

Sandık kaybolduktan sonra Yahudiler Hz. Musa’nın telkinlerinden uzaklaştılar.

Bazı tarihçiler, içinde On Emir Levhaları,** Hz. Musa’nın asası, Hz. Yakub’un başını koyduğu yastık gibi mukaddeslerin bulunduğu sandığın Babil saldırısı neticesinde kaybolduğunu öne sürerken, diğer bir kısmı da daha önceden kayboldu diyorlar. Adı geçen mukaddeslerin sandık içinde bulunduğu yönünde şüphe olduğunu söyleyen de var.

4 kadem uzunluğunda ve 2 kadem derinliğinde olup iki sırıkla taşınan tahta sandık; mukaddesleri muhafaza etmek için yapılmış olsa da, İsrailoğulları ilâhî varlığın sandık içinde yaşadığına inanıyorlardı. 4

Sandığın kaybolmasından sonra, dayanacakları ilâhî bir mesned bulamayan Yahudiler; dinî bakımdan zayıfladılar. Bu da onları putperestliğe sürükledi.

Aslında sandık ellerinin altındayken de, aralarında peygamber olduğu vakit de zaman zaman putperestlik yapmışlardı.

İsrailoğulları, tarihleri boyunca Allah’a şirk koşmaktan veya puta tapmaya heveslenmekten kendilerini alamamışlardır. Meselâ: Cenâb-ı Hak kendilerini Mısırlılara köle olmaktan kurtarıp bir mu'cize eseri olarak Kızıldeniz üzerinden karşı tarafa (Sina) geçirdiğinde, orada putlara tapınmakta olan bir kavmi görmüşler; sonra da Hz. Musa’dan kendilerine put yapmasını istemişlerdi.

“İsrailoğullarını denizden geçirdik; orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: ‘Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap!’ dediler. Musa ‘Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz’ dedi.” (A’raf Sûresi, 138. âyet)

“Musa dedi ki: Allah sizi âlemlere üstün kılmışken ben size Allah’tan başka bir tanrı mı yapayım?” (A’raf ,140. âyet)

Muharref Tevrat da Firavun’dan kurtulan İsrailoğullarının Rabbi bırakıp puta tapınmaya başladıklarını söyler.

“Kendilerini Mısır’dan çıkaran atalarının Rabbini terk ettiler. Çevrelerinde yaşayan ulusların değişik ilâhlarına bağlanıp onlara tapınarak Rabbin gazabını çektiler.” (Hakimler 2:12)

Yahudi tarihini inceleyenler, Yahudilerin siyasî ve askerî olarak güçlü ve kuvvetli oldukları zamanlarda dahi komşu milletlerin ilâhlarına tapındıklarını, işgal altına girip sömürüldüklerinde ise sömürgeci güçlerin ilâhlarına tapındıklarını, sürgünde ise kendi öz ilahlarına (Yehova) tapındıklarını görür. 5

İsrailoğulları aşiretleri arasındaki şiddetli anlaşmazlıkların, daha ilk dönemden*** itibaren dindar Yahudileri dahi Kutsal Kitaptan uzaklaştırdığını söyleyen Yahudi tarihçi İsrail Shahak, ”Kutsal Kitap hiçbir şekilde Ortodoks Yahudilerin teori ve pratiklerini belirleyen öncelikli bir kitap olmadı. En köktendinci Ortodoks Yahudiler, Kutsal Kitabın büyük bir bölümüne kayıtsızdır ve kalan bölümleri konusunda da, anlamları çarpıtılmış tefsirler aracılığı ile fikir sahibidirler. Anlaşmazlıklar Kutsal Kitap dönemini yiyip bitirmiştir. Judea**** yerlileri dahil birçok Yahudi bu dönemin büyük bir bölümünde puta tapıyordu. Bunlar içinde çok küçük bir grup, yeni yeni yükselmeye başlayan Yahudiliğe ait eğilimlerin takipçisiydi. Kısacası; bilinenin aksine, Kutsal Kitap döneminde Yahudilik varlık sahnesinde değildi” diyor. 6

Dipnotlar:

*Tarihçiler, Asurlular tarafından esir alınan 10 aşiretin zamanla Asur halkı içinde asimile olduğunu ve Yahudi tarihi içinde “10 kayıp aşiret” olarak bilindiğini ileri sürüyorlar.

** Özetle, “On Emir”:

- Huzurumda başka tanrıların olmasın.

-Kendin için put yapmayasın; ne yukarıda semada, ne aşağıda yerde, ne de yeraltında sularda bulunan şeylerden hiçbirinin suretini yapmayasın, onlara secde etmeyesin.

- Rabbin Yahova, ismini beyhude yere zikredeni tebrie etmez.

- Rahat gününü (Cumartesi) takdis etmek için onu hatıranda tutasın. Altı gün çalışıp her işini işleyesin. Fakat yedinci gün senin Rabbin Yahova’nın rahat günüdür.

- Babana, anana hürmet edesin.

- İnsan öldürmeyesin.

- Zina etmeyesin.

- Hırsızlık etmeyesin.

- Komşunun aleyhinde yalan şehadet etmeyesin.

- Komşunun hanesine tamah etmeyesin. (Tarihte ve Günümüzde Siyonizm ve Yahudilik, Örgün Yayınevi, 2006, s. 162)

*** Judea, Romalıların Filistin topraklarına verdikleri ad.

**** Tarihçiler, Yahudi tarihinin 4 ana döneme ayrıldığını söylüyorlar.

1- Paul Johnson, “Yahudi Tarihi,” Pozitif Yayınları, s. 89.

2- E. Montet, A.Lods, A. S.Rappoport, R. Garaudy, “Tarihte ve Günümüzde Siyonizm ve Yahudilik,” Örgün Yayınevi, 2006, s. 174.

3- Martin Sicker, “Judaism, Nationalism and the Land of İsrael,” Westview Press Inc, Oxford, s. 22.

4- Yahudi Tarihi, s. 82.

5- a.g.e., s. 106.

6- İsrael Shahak, “İsrail’de Yahudi Fundamentalizmi,” Anka Yayınları, 2002, s. 26-7.

02.08.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Yasemin GÜLEÇYÜZ

KIRK YILLIK DOST OLMAK...


A+ | A-

ŞAZİMENT Delikanlı ve Nahide Çelikbağ eğitim ordusunun iki neferi.

İkisi de emekli öğretmen olmasına rağmen yine gençlerle meşgul olarak eğitim faaliyetlerindeler ve yeni nesillere model teşkil edecek samimî bir dostluğun örneğini sergilemekteler. Adana’da yaşıyorlar. Öğretmen oldukları süre içinde va-zifelerini hep Doğu vilayetlerinde yapmışlar.

Kendileriyle İstanbul’a geldiklerinde Risâle-i Nur’ları nasıl tanıdıkları, Yeni Asya ile nasıl tanıştıkları konusunda kısa da olsa hoş bir görüşme yaptık. Hani bazı insanlarla tanıştığınızda konuştuğunuzda içinizden “İyi ki tanımışım!” dersiniz ya öyle. Onları tanıdığım için şanslıyım. Okuduğunuzda umarım siz de benim gibi düşünürsünüz. Şimdi onlardan sonrası için sözünü aldığımız daha uzun bir görüşmenin girizgâhı mahiyetindeki bu sohbeti aktaralım.

ŞAZİMENT DELİKANLI:Gazeteyi Risâle-i

N

urlarla birlikte

tanıdım

Risâle-i Nur’ları nasıl tanıdınız?

“İlk görev yerim Diyarbakır Silvan Yatılı Bölge Okuluydu. O okulda öğretmenlik yaparken meşhur 12 Mart döneminde 1970’li yıllarda Risâle-i Nur’u tanıdım. Risâle-i Nurlar iman hakikatlerini akla mantığa o kadar uygun bir şekilde anlatıyor, ispat ediyordu ki, bir anda sevdirdi kendini. Tanıdığım ilk günden bugüne yeni tanıyormuşum gibi okuyor, el çantamdan bile hiç eksik etmiyorum.

Erkek kardeşim Süleyman Delikanlı liseyi Silvan’da okumaktaydı. Önce o tanıştı Nurlarla, sonra ailecek bizim tanımamıza vesile oldu. Okulundaki Fen Bilgisi öğretmeni anlatmış ona Risâle-i Nurları. Öğretmeniyle ve hanımıyla ailecek de görüştük. Annem, ablam ve ben böylece tanıştık Risâlelerle.

Mehmet Gebran o yıllarda Silvan Lisesi Fen Bilgisi öğretmeniydi. Yeni Asya gazetesiyle de o tanıştırdı bizi. Mehmet Kahraman, Salih Çelik… Bu ağabeylerimiz ve kardeşlerimizin unutulmaz hizmetleri var…

O dönemde hanımlar ola-rak neler ya-pıyordu-nuz?

Risâle-i Nur sohbetlerimiz bugün olduğu gibi o yıllarda da hayatımızın merkezindeydi. Hanımlar olarak kendi aramızda okurduk risâleleri. Sık sık da şöför Salih Ağabeyimizin arabasıyla Diyarbakır ve Urfa’ya gider oradaki hanımların derslerine iştirak ederdik. Urfalı Melahat Ablanın yaptığı Risâle-i Nur dersleri hâlâ gözümün önündedir.

O yıllarda dindar bir öğretmen hanım olarak vazife yapmak nasıldı?

Silvan’da öğretmen arkadaşlarımla ve öğrencilerimle çok güzel dostluklar kurdum. Onlara da Risâle- i Nur’ları tanıttım. Aradan yıllar geçmesine rağmen hâlâ görüşürüz. Hele mezun ettiğim öğrencilerimle! Onlar beni ararlar, ben onları ararım…

Tanıdığım ilk günden emekliliğime kadar Rabbim hıfzetti adeta. Hiçbir problem yaşamadım. Hatta şöyle söyleyeyim. Adana’da 80’li yıllarda çalıştığım okulun müdürü inançsız birisi olduğu halde benim başörtüsü takmama karışmadı. O dönemin çetin şartlarında üstündeki idarecilerden korkmadı, bana baskı yapmadı. Çok rahat bir meslek hayatım oldu.

Yeni Asya gazetesiyle de 40 yıllık dostluğunuz var?

Gazetemi Risâle-i Nurlarla birlikte tanıdım. 1970’li yıllardan beri takip ediyorum. Gazetemi çok seviyorum. Fazla sayfası olmasa da, her bir haberini dikkatle okurum. Taziye, evlilik, doğum haberleri de dahil olmak üzere…

NAHİDE ÇELİKBAĞ: Risâle-i Nur ve gazetem

hayatımın her

safhasında vardır

Siz nasıl tanıştınız Risâle-i Nur’larla? Yeni Asya gazetesi ile?

Ben Risâleleri, Yeni Asya gazetesiyle birlikte tanıdım. 1968’de Diyarbakır’da amcam Hüseyin Üstündağ’ın yanına okumak için gelmiştim. (Bu arada Nahide Çelikbağ’ın gazetemiz yazarlarından Hülya Yakut Üstündağ’ın amca kızı olduğunu da öğrenmiş olu-yoruz) Amcam Şerif Çalkan isimli arkadaşıyla tanıştığında değişmeye başladı. Kitap okurlar, uzun sohbetler ederler, çay içip, meyve yerler… Biz de kapının dibinde onların yaptığı dersleri, sohbetleri dinleriz…

Amcam eve gazete getirir. Önce o uzun uzun okur, sonra yengeme gelir sıra. O da uzun uzun okur. Biz küçükler sıranın bize gelmesini sabırla bekleriz… Gazeteyi önce kim kapacak diye yarışırız… Ben okumayı Yeni Asya ile çözdüm.

Gazeteyi okuyabilmek için evde sıraya girmenin acısını bildiğim için yıllar sonra çocuklarım olduğunda eve beş gazete alırdık. Kendim, rahmetli eşim, çocuklar için… Herkes rahat rahat okurdu gazetesini. Dergileri de öyle. Herkesin Can Kardeş dergisi kendine özel. Şimdi çocuklar büyüdü, evlendiler ama Can Kardeş dergisini hâlâ alırım. Diğer dergilerimi aksatmam. Bakın bir süreliğine İstanbul’a geldim ama aboneliğimi iptal ettirmedim. Adana’da adresi yönlendirdim. Gazetem, dergilerim hâlâ bir dostuma gider. Aylık bütçemde gazetemin ve dergilerimin yeri bellidir, değişmez…

Okul hayatınızda Risâle-i Nur’ların etkisini hissettiniz mi?

1970’de Mardin Kızıltepe Kız Öğretmen Okulunu kazandım. 15 günde bir çarşı iznimiz olurdu. Her yerde gazeteyi sorardım. Annemi, babamı nasıl özlüyorsam, gazetemi de özlerdim. Bir izin günümde nihayet bir kitapçıda gazeteyi buldum. O günkü sevincimi anlatamam. Kitapçı 15 günlük gazetemi biriktirir, izin günümde gider alırdım. 15 gün içinde hepsini satır satır okurdum. Harçlığım azdı, ama gazete ve kitaplarıma her zaman ayıracak birkaç kuruşum olurdu.

Risâle-i Nur ve gazeteyle tanışmam Rabbimin benim için hususî bir rahmeti. Okul günlerinde yalnızlığımı nasıl Risâlelerim, gazetemle paylaştımsa şimdi de öyle. Eşim vefat etti, kızlarım evlendi, yalnız kaldım. Ama Risâle-i Nur’larla, gazetemle beraberliğim devam ediyor.

Öğretmen Okulunda talebe iken inançsız arkadaşlarım Allah’ı inkâr maksadıyla din dersi öğretmenini çok sıkıştırırlar, adeta taciz ederlerdi. Öyle yetersiz kalırdı ki öğretmen. Ben insanı inkâra götüren o soruların cevaplarını hep Risâle-i Nur’larda buldum. Anlatmaya çalıştım… Şimdi düşünüyorum da o Allah’ı inkâr fırtınasının estiği okul yıllarımda takdir-i İlâhî ile Risâle-i Nurlar ve gazetem beni korumuş.

Sonrasında mezun oldunuz. Meslek hayatınızda Risâle-i Nur nasıl etkisini gösterdi?

Mezun olduktan sonra evlendim. Eşim Hüseyin Çelikbağ ilkokul arkadaşımdı. “Ben Risâle-i Nur okurum. Gazetemi aksatmam. Senin de bunları öğrenmeni isterim” dedim. Gitti öğrendi, benden çok bağlandı. Tayin olduğumuz her yere gazeteyi mutlaka getirtir, sevdiklerimizle paylaşırdık. Akşam gazete bayiine gider, kalan gazeteleri alırdı. Risâle-i Nur Külliyatını getirtir, dağıtırdı… O günlerden kalan abone listeleri hâlâ eşimin defterleri arasından çıkar.

Öğretmenliğimde Risâle-i Nurlar’daki hikâyelerle hakikati anlatma tekniğini çok kullandım. Hatta “dinlediğimizi ne kadar anlayabiliyoruz?” başlığı altında bu hikâyeleri onlara okur, tamamlamalarını isterdim. Çok hoşlarına giderdi.

Yeni Asya ile kırk yıllık dostluğunuz mu var?

Gazetem hayatımın her safhasında benim için çok önemli oldu. Şu anda dağıtım noktasındaki problemlerin halen var olduğunu görüyorum. Aşılacak İnşallah. Gazetem benim için Risâle-i Nurların basın dünyasına ve farklı sosyal çevrelere tanıtılması için açılan bir kapı hükmündedir. Eksikleri olsa da bu, dış dünyalara açılan bir kapı olduğu gerçeğini değiştirmez.

O yüzden ekmek paramı kısarım, ama gazeteye ayırdığım paraya hiç dokunmam. Talebeyken olduğu gibi…

02.08.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Bir insan öyküsü: CIA ve MI5'in işkence ettiği genç


A+ | A-

Binyam Muhammed Etiyopya kökenli İngiltere’ye iltica talebinde bulunmuş ve bu ülkede yaşayan bir genç idi. İngiltere’de rastladığı bir Müslüman’ın ona Taliban’ın uyguladığı “saf” İslam biçimini görmek için Afganistan’a gitmeye ikna etmesiyle yola düşmeye karar verdi. Bir arkadaşının İngiliz pasaportunu ödünç almış ve ona kendi fotoğrafını yapıştırmıştı. Gitti. Orada sıtmaya yakalandı. Hastanede iken 11 Eylül saldırıları oldu. Afganistan’dan kaçan sivillerle birlikte İngiltere’ye dönebilmek için o da Pakistan’a geldi. Ancak Karaçi havaalanında, pasaportundan şüphelenildi ve yakalandı. 2002 yılı başlarıydı.

Amerikalı istihbaratçılar onu önce Pakistan’da sorguladılar. Yetmedi Fas’taki gizli hapishanelerine götürdüler. Burada İngiliz istihbarat servisi MI5’ın ajanları da sorgulayıp işkence etti. Buradan Afganistan’daki Guantanamo olan Bagram üssüne götürdüler. Oradan da Guantanamo’ya. Özellikle Bagram’da yerde yalnızca bir battaniye bulunan karanlık bir hücrede, dört duvara yerleştirilmiş hoparlörlerden 24 saat yüksek sesle Eminem şarkıları dinletildi.

“O karanlık hapishanede ölmüştüm. Yoktum. Orada değildim. Ne gündüz, ne gece vardı” diyor. İnancıyla direnebilmişti bu işkencelere.

Altı yıl on ay süren bu işkencelerden sonra nihayet çıkarıldığı mahkeme onun masum olduğuna karar verdi ve Guantanamo’dan salıverilip İngiltere’ye döndü.

Şimdi İngiliz istihbarat servisi MI5’a karşı hukuk mücadelesi başlattı. Önceleri onu Fas’ta sorguladıklarını inkar eden MI5 ve CIA şimdi belgelerin ortaya çıkması karşısında telaşa düştü. Avukatları işkenceleri anlatan bir CIA raporunun yayınlanmasının istihbarat örgütlerinin çalışmalarını tehlikeye düşüreceğini savunarak engellemeye çalışıyor.

Hiç kimse Binyam’ın yaralanan ruhunu, çektiği çileleri, mahvolan hayatını hesaba katmıyor.

Bu olayın aslında bir çok yönü var. Ama yalnızca iki yönüne bakılması bile ibret alınması için yeterli.

Birincisi; Amerika ve İngiltere, kendi ülkeleri ve dünyada insan hak ve özgürlükleri savunuculuğu yaptıklarını ilan edip, her ülkeye müdahale etme yetkisini kendilerinde görürken, öbür yandan kendi ülkelerinde yasak olan işkenceleri, tutuklamaları ve sorgulamaları yapabilmek için, başka ülkelerdeki üslerinde kurdukları gizli hapishaneleri kullanıyorlar. Yani tam bir ikiyüzlülük. Yaptıkları ortaya çıkınca, kendi ülkelerinin adaletinden kaçabileceklerini düşünüyorlar. İngiltere’nin eski Özbekistan Büyükelçisi Craig Murray, “İngiliz hükümetinin en az altı yıl boyunca yurtdışında işkenceyi kapsayan bir gizli işbirliği politikası yürüttüğünü kanıtlayabilirim” diyor. “Bize, işkenceyi yaptığımız İngiliz olmamak kaydıyla, işkenceyle istihbarat elde etmemiz yasal dediler” diye sözlerine ekliyor.

İkincisi ise; Guantanamo, Bagram ve daha bilmediğimiz kaç ülkedeki gizli hapishanelerde tutulan masum insanların mahvolan yaşamları. Yıllarca hakim önüne çıkarılmadan işkence ve kötü muamele gören bu insanların kaçının oralarda öldüğünün hesabı bile tutulmuyor. Yalnızca kurtulabilen az sayıda insandan yaşananları dinleyebiliyoruz. Peki bu masumların haklarını kim savunacak? Oralardan suçsuz oldukları anlaşılıp salıverildikten sonra, nasıl bir yaşam sürebilecekler? Onları kim rehabilite edip yaşama geri döndürecek? Binyam Muhammed İngiliz vatandaşıydı, İngiliz kamuoyu sahip çıktı. Peki ya Pakistanlı, Afganistanlı, Iraklılar?

Bu soruların cevabı yok. Süpergüçlerin bundan sonra bu tür yasadışı yollara sapmayacağını da kimse söyleyemez. Tek umudumuz onları bu tür faaliyetlere sevk edecek savaşların artık olmaması. Bundan sonraki hayatında Binyam’ı iyileştirip tekrar topluma kazandıracak olan da kalbindeki inancından başka bir şey olmayacak.

02.08.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Farkında olmak için ne bekleniyor


A+ | A-

Adlî Tıp, son yılların en çok tartışılan kurumlarından biri. Zaman zaman öyle kararlara imza atılıyor ki, duyan da duymayan da şaşırıyor. Teknolojinin gelişmesi, “adlî tıp”ın raporlarını daha çok dikkate almayı da gerektiriyor. Gerçekten de geçmiş yıllarda filmlerde konu edilen hadiseler, bugün artık ‘adlî tıp’ vasıtasıyla aydınlığa kavuşabiliyor. Saç telinden ter kokususuna, bir damla kandan neredeyse teneffüs edilen havaya kadar pek çok şey, artık delil olarak kullanılıyor ve çetin dâvâların aydınlığa kavuşmasına yarıyor.

Bu yönüyle adlî tıp, adaletin tecelli etmesi için çok önemli. Böyle olduğu için herkesin gözü bu kurumda. Bu kurumda son günlerde medyaya ‘şok istifa’ olarak yansıyan yeni bir hadise daha yaşandı. Adlî Tıp 6. İhtisas Kurulu’nun Başkanı Prof. Dr. Bayram Mert Savrun, 6 aydır sürdürdüğü görevini bıraktığını açıkladı.

Bu istifa, değişik değerlendirmelere sebep oldu. Prof. Mert Savrun’un bir gazeteye yaptığı açıklama dikkatimizi çekti. Adlî Tıp’ın işleyişiyle ilgili olarak bir değerlendirme yapan Savrun şöyle demiş: “Adlî Tıp Kurumu başkanı başta olmak üzere herkes sorumluluğunu yerine getiriyor. Büyük emek sarf ediyorlar. Ancak sorun çalışanlardan değil sistemden kaynaklanıyor. Sorunla raporların çıkmasını önlemek için incelediğimiz dosya sayısını sınırlandırdık. Günlük 15-20 dosyaya bakıyorduk. Böyle olunca yığılmalar başladı ve 2011’e gün vermeye başladık. (Kadro sayısı artırılsa?) Personeli istediğiniz kadar arttırın çözmek mümkün değil. Türkiye’nin her yanından dosya geliyor. Mahkemeler herhangi bir doktorun vereceği kararda dahi Adlî Tıp’ı tek müessese olarak görüyor, diğer bilirkişilere itibar etmiyor. Böyle olunca dosyalar yığılıyor.”

Durumun vahametini ortaya koyan bu açıklamadan sonra asıl can alıcı tesbit şu olmuş: “Kurulda çalışmaya başlayınca klinikte gördüğüm vak’alardan yola çıkarak cinsel istismar vak’alarıyla ilgili toplumda farkındalığı arttırmak istedim. Ama gördüm ki taciz inanılmaz boyutta yaşanıyor. Çok şaşırdım. Tacizlerin mağdurlar üzerindeki sonuçlarını gördüm, hepsi de çok ağır psikolojik sıkıntı yaşıyorlar. Cinsel istismar çok ciddî sıkıntılara yol açıyor. Büyük bir dram yaşanıyor ama kimse farkında değil.” (Vatan, 1 Ağustos 2009)

İsteyen ‘eğri’ otursun, ama lütfen herkes doğru konuşsun: Tacizler ve cinsel istismarların kaynağı nedir? Yaşanan bu büyük dramı Türkiye’yi idare edenler niçin görmek istemez? Bu güne kadar cinsel istismarın bu boyutlarda olduğunun farkında değil idiyseler, bugün itibarıyla haberleri oldu mu? Ne yapmayı düşünüyorlar? Cinsel istismar ve tacizlerin kaynağında müstehcen yayınlar vardır. Gerek televizyon ve gerekse gazetelerde her gün onlarca değil yüzlerce, belki de binlerce ‘cinsel uyarı’ alan ve sağlam bir inanç temeli de olmayan insanların bu yollara düşmesi ihtimal dahilinde değil midir?

İsteyen başka yerlerde çare arasın, ama cinsel istismar ve tacizleri sona erdirmek için atılması gereken ilk adım, müstehcen yayınlara engel olabilmektir. Engel olamıyorsanız, hiç değilse teşvik etmeyin! Bu arada, ‘çok satan gazete’lerin arasında, yaptıkları yayınlar sebebiyle cinsel istismar ve tacize destek verenlerin var olduğunu da görelim. Tabiî alkollü içkilerin de bu konuda pay sahibi olduğunu da hatırlayalım...

Bu devâsa problemler varken, başka işlerle meşgul olanları ibretle ve hayretle izliyoruz. Bu yara kanamaya devam ederken ekonomi tıkırında olsa ne fayda?

02.08.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Olaylar, birer müşteri gibidir; bazıları çok kâr bırakır


A+ | A-

Yaşadıklarımız bize

tanınmış fırsatlardır

Başımıza gelen her bir hadise, bize ‘özel’dir. Ve her özel de ‘güzel’dir. Çünkü bize ‘özelleştirilmiş’tir. Yani bizim algılayabileceğimiz, bizim taşıyabileceğimiz bir ‘yük’ olarak tasarlanmıştır. İçinde bizim şartlarımızın ‘düşünülmüşlüğü’ vardır.

Başımıza gelenler, bizim için, adresimize hazırlanmış özel paketlerdir. Onun için hadiselerde bir ‘öylesinelik’, ‘sıradanlık’ yoktur.

Bize ‘özel’ gönderilmiş hangi maddî hediye paketine ilgisiz kalmışızdır.

Ömürde, öyle maddî ve manevî hediye paketlerimiz vardır ki, farkında isek, her paket sürprizler, her paket güzellikler içeriyordur.

Onun için, ‘her an’, ciddî bir heyecan içerir, içermelidir. Heyecanını kaybeden, yaşadıklarına olan farkındalığı kaybetmiştir.

Çok zor şartlar, çok

muhteşem yarınlar demektir

Zahmetler, rahmetler içerir. Hayat boyu karşılaştığımız ağır hadiseler, bize özel, rahmet dolu hediye paketlerimizdir. ‘Derdini sevmek’ buradan geliyor. Çünkü gerçek anlamda bu dert, dert değil, rahmettir.

Hayatın kritik dönemeçleri,

çok puanlı sorulardır

Yaşadığımız olayların nitelik değeri aynı değildir. Bazı yaşadıklarımız, içinde bir ömür boyu kazanabileceğimiz özleri barındırır. Hatta bazen, bir olayın seyri hayatımızın seyrini değiştirir. Bazen de bir davranış, bir ömrü kuşatır, aydınlatır. Bazen bir ‘an’dan, bir aydınlığa dokunur insan.

Yaşımız değil, yaşadıklarımız

belirleyicidir

“Akıl yaşta değil baştadır” derler. Çünkü hayatı, yaşadığımız yıllar değil, yıllarda yaşadıklarımız belirler. Yaşadıklarımız, bembeyaz sayfalara yazdıklarımızdır. Davranışa dönüşmemiş düşünce, henüz sayfaya aktarılmamış cümlelerdir. Yani düşünce, satırda rüştünü ispatlar.

Her ömrün bir imtihan ‘an’ı

vardır; bu ‘an’lar bazılarında

bir ömre, bazılarında da

bir güne katılmıştır

Herkesin bir imtih‘an’ı’ vardır. Bazen bu ‘an’dadır, bazen de ‘an’lardadır. Bir ömre serpilmiş imtihanlar soruları varolduğu gibi, bir anda gizlenmiş imtihan soruları da vardır. Bir ömür içinde ‘an’lar; anlar içinde ‘ömür’ler vardır. Bazen bir ömrü bir an, bazen de bir ‘an’ı bir ömür içinde taşır. Başımıza gelen her olay, kazanılması veya kaybedilmesi muhtemel bir imtihanın başlaması demektir.

Her olumsuz sonuç, yeni

bir olumluya fırsat tanır

Hayat, hep arzularımız istikametinde değildir. Bazen istemediğimiz, arzu etmediğimiz hayat halleri ile karşılaşırız. Her iki hal de, yaşayan için birer imtihandır. Hatta bazen istemediğimiz şey hakkımızda hayırlı olabilir. Hayat içinde olumsuz gibi gözüken sonuçlar da vardır. Oysa maneviyatımıza, dinimize bir zarar vermiyorsa, her hal hakkımızda hayırdır. Yani küfür ve dalâlet dışındaki her hal, güzeldir.

Başaramadıklarımız,

basamaklarımızdır

(hedefe ulaşma)

Her adım, neticesi ne olursa olsun, bir ilerlemedir. İlk bakışta ‘başarısızlık’ olarak adı konan sonuçlar, başarı yolundaki basamaklardan ibarettir. Bir diğer ifade ile daha hızlı bir ilerleyiş için, başarısızlık, dinlenme duraklarıdır.

Herkes imtihandadır; ama

bazısı bilmez ki imtihandadır

İnsan dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Sorular kişiye ‘özel’dir. Sorular farklı farklı da olsa, imtihan hali herkes için geçerlidir.

İnsanın sahip olduğu akıl, ‘ben ne ile imtihan oluyorum’u bulmak içindir. İnsan için en acı vereni de, ne ile imtihan olduğunu dahi bilmeyecek, düşünmeyecek bir halet içerisinde bulunmaktır. Kendisine sorulan sorulara ilgisiz olarak imtihan olmak, acı bir sona ulaşmak anlamına geliyor. Akıl, kalp, ruh, vicdan ile nefis, his-heves, şeytan mekanizması, imtihanın ana unsurlarıdır. Olmak ya da olmamak; kazanmak ya da kaybetmek; başarmak ya da başaramamak, işte bu muhteşem mücadelede kendini gösteriyor. Hayat, iman ve küfür mücadelesinden ibarettir. Bu mücadelenin her ‘an’ı, aynı değerde değildir. Bazen bir, bin; bazen de bin, bir hükmündedir.

Her yaşanan olay bir

müşteri gibidir,

bazıları çok kârlar bırakır

Ama unutulmamalıdır ki, her başımıza gelen olay bir müşteri gibidir, bazıları çok kârlar bırakır. Onun için ne yapıp edip, başımıza gelen olayları çok iyi okumalı ve hikmetlerini öğrenmelidir. Yani başımızdaki olaylar bizim için özel hazırlanmış, kişiye özel düşünülmüş, içinde pek çok hikmetleri taşıyan rahmet ilgileridir. Böyle bakınca olaylar, okunaklı, hikmetli, dersler taşıyan eğitici birer levhalar haline dönüşüyor.

Başımıza gelmiş, hikmetsiz, hakikatsiz, derssiz hiçbir olay yoktur. Hatta bazıları çok eğitici, çok hikmetli, çok derslidir. Yeter ki yaşananlara karşı duyarlılığımız, farkındalığımız artsın. Hayat, bir nitelikli ‘ders’ten ibarettir. Haydin bakalım, bu günkü dersimizi okumaya, almaya ve yaşamaya.

02.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Seçeceğiniz eş, hoşgörülü ve affedici olursa


A+ | A-

Kadın dakikalarca beyine söylenmiş durmuş. Kimi zaman öfkesinin derecesini, kimi zaman ses tonunu… Adam gayet sabır ve hoşgörüyle yaklaşmış. Bir türlü teskin olmayan kadın, sonunda bir kova suyu beyinin başına boca etmiş. Adam yine hoşgörüyle karşılamış:

“Allah’a şükür, bu gök gürültüsünden sonra, böyle bir sağnak da lâzımdı…”

Çeşitli sıkıntılar insanı bunaltır. Bu ona hatalar işletir. Zaten insan hatadan beri değil. Aile hayatı bir kararda devam etmez. Problemler sık sık tartışmalara sebep olur. Bu da hatalara…

Affederseniz, affedilirsiniz. Affetmek, hoşgörmek, insanı rahatlatır.

Hataları affedip hoşgörmezseniz, aile hayatını sürdürmekte zorlanırsınız. Affedici ve hoşgörü sahibi eşler; hayatı daha çekilir ve anlamlı kılmaz mı? Allah’ın sevgisini kazanmanız da buna bağlı. İlâhî ferman ile müjdeye kulak verelim:

“O takvâ sahipleri, bollukta ve darlıkta, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.” 1

Müsamaha, hoşgörülü; toleranslı davranmaktır. İnsan, bu duyguyla yoğrulduktan sonra, başkalarına karşı gâyet nâzik davranır.

Yalnız “af” meselesi yanlış anlaşılmamalı, yanlış uygulanmamalı. Affın sınırları iyi tayin edilmezse, haksızlığa ve zulme düşme tehlikesi vardır. “İnsan yalnız kendine karşı işlenen cinâyeti affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa, başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur; zalemeye şerîk olur [zalimlere ortak olur].” 2

*Adalet sahibi birisi ile evlenin: Adalet, her şeyi yerli yerine koymaktır. Yâni, denge, ölçü ve hakperestliktir. Adalet, yalnızca mahkemelerde tecellî etmez. Hayatın bütün safhalarında geçerli olan ve olması gereken bir sıfattır. Hangi şahıs ve hangi mesele olursa olsun, karar verirken âdil olmalı. Bu Müslümanın temel vasfı.

Öyle ise, aile efradına ve bütün insanlara karşı âdil ve dengeli olmak mecburiyeti var. Bu, İslâmın yüklediği bir mükellefiyet.

Adaleti yerine getirmek, ibadettir. Allah, emirlerini yerine getiren fert ve aileleri mesut ve bahtiyar eder.

Eğer hakperest bir eş seçmezseniz, eş olarak vazifelerini yerine getirmediği gibi; direkt haksızlığa ve zulme de yönelebilir. Bu da fert, aile ve toplum hayatını felç eder.

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Al-i İmrân, 134.; 2- Kastamonu Lâhikası, s. 118.

02.08.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Osman ZENGİN

Ak sakallı, tunç iradeli Hasan Ağabeyim


A+ | A-

Çoktandır taziye yazısı yazmıyordum. Çünkü hukukumuzun olduğu dostlarımızdan ahiret âlemine giden pek yoktu yakın zamanda.

Bazen insan böyle yazıları yazarken, nutkunun tutulduğunu, elinin, kaleminin işlemediğini fark ediyor. Ama ne yaparsın ki, bu da bizim rahmetli olanlara son vazifelerimizden biri oluyor işte. Onu ya’d etmek, hatırlamak, hatırlatmak da, onun arkasından yapılan bir duâ makamında oluyor.

Zaten başta rahmetli annem olmak üzere birçok ahbabımızın vefat ayı olan bu Temmuz ayı gelince içimiz hep sızlar. İşte bu ayın son günü tam kahvaltı esnasında telefonuma mesaj geldi. ”Hayırdır” diye baktığımda Bursa’mızın “Yeni Asya Derneği” ibaresini görünce hanıma, ”Eyvah” dedim, “her halde yine bir cenaze haberi galiba.” Mesajın metnini okuyunca da boğazım düğümlendi. Balıkesir’den Hasan Aktunç Ağabeyin vefat haberinin mesajıydı bu. Artık gözyaşları, hatıralar vs. arasında bihuş olduk. Telefonla aradığım, kendisi gibi bu dâvânın çilekeşi olan hanımı Beyhan Abladan durumu öğrendik.

Hasan Aktunç Ağabey Nur’un bir kahramanı, çilekeş, hamiyetperver, fedakâr, dâvâsının tunç iradeli ve son zamanlarda da bıraktığı sakalıyla, ak sakallı bir neferiydi.

Risâle-i Nur’la müşerref olduktan ve Yeni Asya gazetesini de okumaya başladıktan sonra, kırk yıla yakın bir muarefemiz var onunla. Özellikle gazetemizde “Kırkpınarlı Hasan” müstear ismiyle tefrika edilen maruf pehlivan tefrikalarının yazarıydı.

Uzaktan ve gıyaben tanıyorduk onu. Yakinen ve yüz yüze tanışmamız, samimiyet peyda etmemiz ise, 1985 senesinde Balıkesir’e tayinimizden sonra oldu. Tayin evraklarını alıp Ankara’dan mavi trenle hareket etmeden önce damadı ve baba tarafımdan da hemşehrim olan, eskiden milletvekilliği de yapmış olan Recep Özel’le görüştük. O da bana ne zaman gideceğimi sordu, Hasan Ağabeye emanet yollayacağını söyleyerek gara geldi. Orada bana hem emanetleri verdi Receb Ağabey, hem de “Osman kardeş, iyi ki sen Balıkesir’e gidiyorsun. Orada kayınpeder de dahil, hizmeti götüren Ağabeyler biraz yaşlı, talebelerle uğraşmaları zor oluyor, biraz gevşeklik var, sen İnşaallah orayı da halledersin” dedi. Biz de elimizde olmayan, ancak istihdam-ı İlâhî ile yapabileceğimiz ne varsa yapabileceğimizi söyleyerek Balıkesir yolculuğuna çıktık.

Balıkesir’e gidince, doğru Yeni Asya bürosunu bulduk. Büroya Hasan Ağabey bakıyordu. Birbirimizi hiç görmememize, gıyaben tanışmamıza rağmen kırk yıllık dost gibi sarılıp halleştik.

Nüktedan ve fıkra dağarcığı geniş bir Ağabeyimizdi. Bir araya gelindiğinde, ortadaki mevzu ile alâkalı muhakkak bir fıkra anlatır, bizleri güldürürdü. Yalnız bir zaafı vardı, daha fıkrayı anlatmaya başlarken kendisi gülmeye başlar, gülerek anlatırdı fıkrayı. Biz de çok samimî olduğumuzdan ve çokça da ona takıldığımızdan, "Ya Hasan Ağabey, sen bir dur, önce biz gülelim, sonra sen” diye lâtife yapardık. Onun fıkralarının çoğu yaşanan hayattan geliyordu. Recep Özel kendisine damat olduktan sonra, milletvekili olması hasebiyle tanındığından olacak ki, Hasan Ağabeyin de bulunduğu bir dost meclisinde tanışma faslı olurken, birisi Hasan Ağabeyi tanıtırken "Bu da Hasan Aktunç Ağabey, Recep Özel’in kayınpederi” deyince, Hasan Ağabey birdenbire atılıyor, “Recep daha dünkü çocuk ya. Receb Bey Hasan Ağabeyin damadı demiyorsunuz da niye böyle söylüyorsunuz?” demişti. Geçtiğimiz sene Bursa’dan bir grup arkadaş Balıkesir’e sohbet için gittiğimizde, dönüşte Hasan Ağabeyi de bizim arabaya almıştık ve bunu yolda anlattırdım, yine aynı şekilde anlattı, biz de gülüştük.

Büyük kızım 3-4 yaşlarındaydı, ona Can Kardeş dergisi alırdık. Daha okuma-yazma bilmediği için açar, resimlere bakar, kendi kendine yorumlarda bulunurdu. Dergileri almak için büroya gittiğimizde Hasan Ağabey onu çok severdi. Hasan Ağabeyin adını “pamuk dede” koymuştu. Yanına gittiğimde, bazen oradaki “Hasan baba çarşısına” kinaye olarak, ”Hasan baba nasılsın?” derdim. Birbirimizi çok severdik, şakalaşır, muhabbet ederdik.

Bazen pehlivan tefrikalarını niye yazmadığını sorar ve ”Hasan Ağabey, nasıl yazıyordun onları, sen pehlivan mısın?” deyince gülerdi. “Ya Osman kardeş, pehlivan tefrikaları biraz avcıların hikâyesine benzer, bazı şeyleri bildikten sonra gerisini dolduruyorsun, işte biraz da salla, olur sana tefrika” derdi.

Kendisiyle manevî alanda meslektaş olduğumuz gibi, dünya işinde de meslektaştık. O da makine mühendisiydi. Karayollarından emekli olmuştu.

12 Mart 1971 hareket-i hainanesinden sonra, bir grup arkadaşıyla Risâle-i Nur okurken bir baskın neticesi yakalanıp, bir müddet İzmir Sıkıyönetim Mahkemesinde muhakeme olup hapis yatmışlardı. İçlerinde rahmetli Bekir Berk Ağabey, Fethullah Gülen Hoca da bulunuyordu. Hapishane maceralarını anlatır, yine bazı yerlerde bizi güldürürdü. Geçenlerde birkaç defa kendisine söyledim bu hatıraları yazmasını. Gazeteye gönderdiğini söylemişti.

Balıkesir’den ayrılalı 20 sene olmuştu, ama irtibatımız hiç kesilmemişti. Özellilikle son zamanlarda sık görüşüyorduk. Her aramamızda hem benim, hem de Fatma Nur’un yazılarını okuduklarını ve hep bizleri hatırladıklarını söylerdi. En son daha on gün önce Mi’rac Kandili münasebetiyle aramıştım. Ayvalık’ta yazlıkta olduklarını söylemiş, bizi de dâvet etmişti.

Ah, koca Hasan Ağabey! Seninle beraber olduğumuz o kadar çok hatıra var ki, hangisini yazacağımı şaşırmış bir vaziyette, acele ile işte bazı şeyleri yazabildim. 80 yaşında aramızdan ayrıldın ve ben, okuyamadığın bu yazımla sana Rabbimden rahmetler diliyorum. Beyhan Ablamıza, Muammer, Nurdan ve Mustafa kardeşlerime, Receb Ağabey ve diğer akrabalarına da sabr-ı cemil niyaz ediyor, taziyetlerimi bildiriyorum. Rabbim makamını Cennet, kabrini pür nur eylesin İnşaallah. Peygamber-i Zişan ve çileli dâvânın Üstadı “Şöyle yakınımıza gel Hasan!” desinler sana!

02.08.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Dinî musîbet nedir?


A+ | A-

Ferhat Öğmen: “Dinî musîbet nedir?”

İnsanın kendi tercihini kendisi yaparak inkâr içinde olması kendisinin bileceği bir iştir. Hesabını kendisi verecektir. Bu alanda, sorumlulukları saklı kalmak kaydıyla, insanlar hürdürler. Kur’ân insanları hakka dâvet ediyor; fakat bu alana müdahale etmiyor. Kur’ân bu alana, “De ki:… Sizin dininiz size, benim dinim bana”1 temelinde yaklaşıyor. Çünkü insan tercih sahibidir ve insan tercihlerinden sorumludur. Kur’ân hakkı ortaya koyar; ama insanın tercihlerine icbar ve ikrahta bulunmaz, insanı inanmak zorunda bırakmaz. Bilâkis: “Dinde zorlama yoktur”2 der. “Hak, Rabbinizdendir. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin”3 der.

Bu ilâhî ölçü her peygamberin de elinde olmuştur. Peygamberlerden kral olup toplumu yönetenler ve elinde polisiye güç bulunduranlar da olmuştur. Fakat hiçbir peygamber insana icbarda bulunmamıştır, insanları inanmak zorunda bırakmamıştır. Peygamberlik kurumu, insanların tercih hakkını hiçbir zaman incitmemiştir.

Oysa küfran ve tuğyan kurumu hiç de böyle nazik ve kibar olmamıştır. Her zaman ve zeminde kendi inançsızlıklarının hâkim durumda olması için her türlü baskı unsurunu kullanarak toplumu sindirmeye çabalamışlardır.

Aslında son asırda dinin başına gelen musîbetin yanında, önceki asırlarda bir kısım insanın peygamberi reddetmesi, peygamberin getirdiklerini çürütmeye kalkışması, peygamberle alay etmesi, her türlü baskı ve zorbalık unsurlarını kullanarak toplumu peygamberin aleyhine çevirmeye çabalaması, bunda ne kadar başarılı olursa olsun, dine gelen musîbetten sayılmaz. Çünkü dinin muhalifleri varsa, mücahitleri de olmuştur ve küfür ve küfran komitesi, karşısında hep cihad ruhunu bulmuştur. Esasen her dâvânın muhaliflerinin bulunması “dâvâ olma” niteliğinin de bir gereğidir. Muhalifleriniz çok sert, katı ve güçlü de olabilir. Siz Hak dinin salikleri olarak güçsüz, az ve zayıf da olabilirsiniz. Nitekim nice peygamberler bir veya birkaç kişiden ibaret bir inanır kitlesiyle ömür tüketmişler. Bu bir dinî musîbet değildir. Çünkü azsınız ama ölseniz şehitsiniz! Esasen Allah imtihan sırrı gereği işi serbest bırakıyor. İşte âyetler: “Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı.” 4 “Allah dileseydi, onları hidayet üzere toplardı.” 5 “Allah dileseydi ortak koşmazlardı.” 6 “Allah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirirdi.” 7 “Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.” 8

Peki; asrımızdaki ve asrımıza mahsus dinî musîbet nedir öyleyse? Tamam; küfür, inkâr, alaycılık bu asırda biraz fazlaca olsa da, önceki asırlarda da vardı. Fakat bu asırdaki inkâr ve nifak, sinsice, fen ve felsefe eliyle ve suretiyle geliyor, kanun ve yasa yolu ile milyonlarca insana tamim ediliyor. Keza münafıklık ve aldatmak, hiçbir asırda, asrımızdaki kadar prim yapmadı ve devletin otoritesini eline geçirmedi!

İnsanlık mertti daha önce, nerede durduğu belliydi, neye inandığı, neye inanmadığı belliydi. Ya münkirdi, ya müşrikti, ya da mü'mindi. Münafıklık, yalan ve aldatmak vardı şüphesiz. Ama etkin değildi. Milletin hayatını ve geleceğini ipotek altına almıyordu. Bir komite halinde toplumu yalan, dolan ve nifak tohumlarıyla ezmiyordu, bunun için kanun gücünü kullanmıyordu, kendine fetvacılar peydahlamıyordu, Allah’ın dininde tasarruf yapmıyordu. Müslüman’ı dininden, peygamberinden ve kitabından soğutmak gibi bir eylemin içinde olmamıştı. Dinin birçok referansını katlederek dine yasa zoruyla bid’at sokmak gibi bir fiilin içinde olmamıştı. Eski münafıklar çok daha korkak, cesaretsiz ve eylemsizdiler.

Oysa bu asırdakiler… Yalanda ve nifakta bir azman ve bir acube çıktılar! Dine bidat karıştırmakta, bu işe fetvacı bulmakta ve bunu kanun zoruyla uygulamakta pek mahir ve pek eylemci çıktılar! İşte dine gelen musîbet budur! Dine sokulan bidatlar ve bu bidatların kanun zoruyla milyonlara tamim edilmesi.

İşte Bediüzzaman bundan feryad ediyor: “Bana ıztırap veren, yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!” 9 “Asıl musîbet ve muzır musîbet, dine gelen musîbettir. Musîbeti diniyeden her vakit dergâhı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.”10

DİPNOTLAR: 1. Kâfirun Sûresi: 6; 2. Bakara Sûresi: 256; 3. Kehf Sûresi: 29; 4. Maide Sûresi: 48; Nahl Sûresi: 93; Şura Sûresi: 8; 5. En’am Sûresi: 35; 6. En’am Sûresi: 107; 7. Ra’d Sûresi: 31; 8. Nahl Sûresi: 9; En’am Sûresi: 149; 9. Tarihçe-i Hayat, s. 542; 10. Lem’alar, s. 18

02.08.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Yaşlandıkça gençleşen adam


A+ | A-

Onun yaşantısında hiçbir menfilik, hiçbir olumsuzluk yok. Ümitsizliği, karamsarlığı akla getirecek, yılgınlığa, bıkkınlığa kapı aralayacak ne bir söz ne de bir hal ve davranış sudur etmez...

İlerlemiş yaşına rağmen, onun şevkine, onun heyecanına gıpta etmemek mümkün değil. Neredeyse ömrünün kışını yaşamakta olan bu ağabey, hep çevresine şevk verir, heyecan verir. Söz, hal ve davranışlarıyla, şaka ve esprileriyle hep çevresindeki insanların ilgi odağıdır.

Her yaştan, her huy ve meşrepten insanlarla mutlaka bir bağı, bir diyaloğu vardır onun. İlk defa tanıştığı, görüştüğü insanlarla dahi hemencecik samimî dostluk mesajları vererek, onunla adeta haşir-neşir olur.

Her zeminde, her platformda hiç çekinmeden konuşur, düşüncelerini açıkça serdetmekten çekinmediği gibi, böyle bir tavır içinde bulunmaktan zevk alır. Gizli kapaklı hiçbir düşüncesi yoktur onun. Herkese karşı fikir ve düşüncelerinde açık ve şeffaftır o. Hak bildiklerini, doğru olduklarına inandıklarını her zeminde her zeminde dile getirmekten çekinmez. Bu konuda istemeyerek de olsa bazı fikir münakaşalarını göze alır.

Tepeden tırnağa hep olumlu, pozitif bir yapıya sahip olan bu ağabeyin bu hali fıtrî olmakla beraber, bunda sürekli haşir-neşir olduğu kırmızı kaplı eserlerin de büyük payı olduğu kesin. Risâlelerdeki serapa müsbet, şevk, ümit veren derslerle iç içe olmanın yansımalarından olmalı ki yukarıda söylemeye çalıştığımız gibi, ilerlemiş yaşına rağmen, bu ağabeydeki zindelik ve heyecana imrenmemek mümkün değil.

Ömür dakikalarının hemen büyük bir kısmını okumaya ve ibadete ayıran bu bahtiyar ağabeyin yaşantısı araştırılmaya değer bir yaşantı olsa gerek... Hemen hergün 100-120 sayfa Risâle, sayfa sayısını bilemediğimiz Kur'ân ve Cevşen okumaları... Teheccüd namazları ve kesintisiz beş vakit cemaatla namazlar... Ve yaz kış demeden Nurlu sohbetlere katılımla beraber, zaman zaman o yaşına rağmen gür ve doyurucu bir ses tonu ile ders okumaları...

Kendisi ahir ömrüne kadar, son nefesine kadar bu güzel alışkanlıklarının böylece devam etmesini Yüce Allah'tan temenni ettiğini; Risâleleri, Kur'ân'ı, Cevşen-ül Kebiri okumadan, Nurlu sohbetlere katılmadan yaşayamayacağını; dolayısıyla bunlarla yapamayacak durumu düşünmektense ölümü tercih ettiğini söylüyor bu ağabey.

Hayatının artık kışını yaşamakta olan bu ağabeyin nazar değmesin, ama sağlığına sıhhatine de diyecek yok. İlerlemiş yaşına rağmen çok nadir olarak doktora gittiğini, ilâç kullandığını biliyoruz. Çok az bir geliri olmasına rağmen, bu zamana kadar derd-i maişet sıkıntısı çekmediğini; kıt kanaat de olsa hiç kimseye muhtaç olmadan geçinip gittiğini söylüyor bu bahtiyar ağabeyimiz.

Bu cevvaliyetinin, bu zindeliğinin nereden kaynaklandığını sorduğumuzda; kendisinden menkul bir şeyin bulunmadığını; olsa olsa Risâle-i Nur'un bir himmeti, bir kerameti olduğunu ifade ediyor. Bunu yarım asra yaklaşan bir süredir Risâle-i Nur'la tanışmanın, onları okuyup, elden geldiğince yaşamaya borçlu olduğunu söylüyor. Söylediklerine delil babından da: "Üstadımız demiyor mu ki; Risâle-i Nur'la meşguliyet kalbe sürur ve huzur verir. Üzüntü ve sıkıntıları izale eder. Rızıkta bolluk ve bereket olur... Geçimde sühulet meydana gelir..." diyerek yaşamakta olduğu hayat tazının sırr-ı hikmetini izah etmeye çalışıyor.

Çevresi onu "yaşlandıkça gençleşen adam" diye tanımlıyor. Her ne kadar o "Ben artık yaşlandım. Belki çok yakında diyar-ı ahr'e göçeceğim... Artık ömrümün kışını yaşıyorum" dese de neşesinden, şevkinden, heyecanından, azminden, gayretinden hemen hiçbir şey kaybetmeyen bu ağabeyimiz gerçekten bir çok zamane gençlere taş çıkartan "yaşlandıkça gençleşen bir gençtir o..."

02.08.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Büyük dâvâlar, ciddî insanların omuzlarında büyür


A+ | A-

C

iddiyet mü’minin hayatında çok önemli bir kavramdır. Bunun zıddı olan belki de inananlarda hiç olmaması gereken diğer bir kavram da laubaliliktir. Ciddiyet insanın manevî hayatı ve ahlâkıyla doğrudan ilgilidir. Kelime anlamı olarak ağır başlı, sakin, gayretli olma halidir. Üzerine aldığı iş ve vazifelerde ihmalkârlık göstermeme, yersiz konuşmama ve gülmeme, adab ve kaidelere uyma gibi anlamlar içerir. İslâmî literatürde de vakar kelimesine çok yakın bir anlam ifade eder. Mü’min için güzel ahlâk sayılan vakar ve ciddiyet, ahlâk-ı aliyeden doğan yüksek bir haldir.

Ciddiyet, himmet sahibi dâvâ insanlarının sahip olması gereken bir tavırdır. Bediüzzaman, “Ahlâk-ı aliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ciddiyet ve sıdktır” demiştir.

Özellikle imanî konularda ciddiyet fevkalâde önemlidir. İnsan kendini, dünyaya gönderiliş amacını, emanet-i kübrayı, emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil münker vazifesini, bu dünya kadar geniş bir ebedî memleketi kazanma ve kaybetme dâvâsının başına açıldığını, ihsan-ı İlâhî tarafından omuzlarına konan hazineyi, verilen nimetleri ve nimetler içindeki iltifatat-ı Rahmaniyeyi, ölüm hakikatini, kabrin öbür tarafı için taahhüt edilmemiş olan endişe-i istikbal hissini nerede kullandığını, insanların rızasını tahsilin çok müşkül ve hatta mümkün olmadığını, verilen emanetlerle hakkıyla emanet şuuruyla ilgilenip ilgilenmediğini, aldığı nefesin şükrünü yapıp yapmadığını, verilen onca mükemmel cihazatları ne uğrunda kullanıp kullanmadığı gibi insan olma ile alâkalı hatta esma-i Hüsna kadar sorularla zihni meşgul olsa, hayatında acaba laubalilik denen ciddiyetsizlik veya gaflet halleri görülebilir mi?

Hasılı, abd olduğu bilinci, ister istemez insanı ciddiyete çekecektir. Çünkü kul olma bilinci, sürekli bir sorumluluk demektir. Her an Rabbi olan Allah’ın huzurunda olduğu, O’ndan hiçbir şeyin gizlenemediği, O, kalplerden geçen her şeyi bilir hakikatine ulaştıracak ve insan gerek iç âlemi ve gerekse dış âleminde olması gereken ciddiyetle abdiyyetini yaşayacaktır. Dolayısıyla insan, her haline nazar eden Allah’ı düşünüp, yaptığı, hatta düşündüğü ve kalbinden geçen her şeyi, şuurlu ve titizlik içerisinde yapacaktır. Bu da insanı kâmil mânâda ciddî insan olmaya sevk edecektir. Hayatın anlamını, ne yapması ve ne yapmaması gerektiğini ve bu dünyadaki hakikî vazifesini bilen insan, elbette ciddî bir hale bürünecektir. İşte onun, olması gereken bu hali, davranışlarında, sosyal ilişkilerinde de bazı ahlâkî prensipleri otomatik olarak doğuracaktır.

Meselâ, sıdk ve doğruluk, ciddî olan bir insanın ahlâkıdır. Çünkü bir Müslüman, her işinde ve her davranışında doğru olmalıdır. Doğru İslâmiyet ve İslâmiyete lâyık doğruluk denen hal, ciddiyet kavramıyla doğrudan alâkalıdır., Meselâ, ciddî insanların bir başka özelliği de, onların marifetleri, ilme, öğrenmeye olan ilgileridir. Çünkü ilim sayesinde Cenâb-ı Hak tanınır ve kulluk ona göre tanzim edilir. Onun marziyatı bilindiği ölçüde hayat düzene konur.

“İlim onu tart eder, cehil onu dâvet eder” (Sözler) düsturu musîbetlerde ve vesvesede kullanılan bir düsturdur. Bu düsturu ciddiyet kavramı içinde kullanmak mümkündür. Hakikî ilim seviyesi arttıkça, insanın sığınması da, ciddiyeti de ve buna bağlı diğer âlî ahlâkı da artacaktır.

Ciddiyetin edeple de alâkası vardır. Cenâb-ı Hak ile Kur’ân, peygamber, sahabeler ile alâkalı meseleler edepsizliği kaldırmayacak kadar ciddî meselelerdir. Bu konular, ileri, geri konuşulmayacak, şüphe ve vehimlerden arındırılacak bir hali gerektirir. Saygıyı netice veren ciddiyet hali, hiç şüphesiz mahlûkata karşı da olması gereken bir haldir. Çünkü insan yaratılanı Yaratandan ötürü sever, bu sevginin içine bütün mahlûkat girebilir. Bu sevgi ve ciddiyet, mahlûkatın hukukuna saygı olarak tezahür eder, iktisat ve hürmet olarak açığa çıkar. Ciddiyet, hizmet gayesi ve hedefinde olan insanların en önemli vasıflarından birisi olmalıdır. Çünkü mesuliyetlerinin ağırlığı, omuzlarında hissettikleri sorumluluk onları ağır başlı olmaya itecektir. Mantık kaidesine göre, eğer hizmetlerle uğraşan insan ciddiyetsiz ise, o zaman sorumluluk ve mesuliyet bilincine ulaşmamış demektir. Dâvâ insanları, yersiz konuşmalardan, gülüşmelerden, ölçüsüz şakalardan uzak olmalıdır. Çünkü ciddiyetsiz her tavır, o insanları örnek alanların kuvve-i maneviyesinin kırılmasına sebep olur. Dolayısıyla onlarda hakim olan neşe hali, peygamberî ölçüler içerisindedir. Bulunduğu dâvânın kıymetini idrak edememekten doğan ciddiyetsizlik halleri olan insanın, diğer hususlarda da ciddî olması beklenemez.

Hayatın kendisi ciddî bir meseledir. Küçücük bir ihmali dahi kaldıramayacak kadar hassastır. Maddî hayat böyle iken, manevî hayat da öyledir. Kalp ve aklımıza giren her şey, şeriat ve sünnet süzgecinden geçirilmezse, ruhumuzda ve kalbimizde yaralar açar. Bu da manevî hayatın ölümünü netice verecek bir sonuç ortaya çıkaracaktır. Manevî hayatlarını koruma noktasında ciddiyetsiz olan insanlar, maddî hayatlarını da hastalandırmaktadırlar. Her türlü sefahat ve günah aslında ciddiye alınmayan hayatların içine düştüğü çukurlardır.

Farkındalığı kaybetmek, insanı anlamsızlığa; o da ümitsizliğe, o ise ciddiyetsizliğe sürükleyecektir. Bu halde olan bir insanın ise, yapamayacağı kötülük, zulüm ve günah kalmaz.

Hasılı ciddiyet, farkında olmakla başlayan bir haldir. İnsan ve insanla alâkalı bütün meseleler, ciddîyetsizliği kaldırmayacak kadar ciddîdir. Ciddîyet, dışımızdakilerle münasebetlerimizi bir çizgiye oturtmamızı, vasatı yaşamamızı netice verecektir. Çünkü dışarıda bizim iyi niyetimizi, hoşgörümüzü, değerlerimizi hiçe saymaya çalışan yılışık tipler olacaktır. Ama bizim koyduğumuz ciddî tavırlara karşı, onlar da hadlerini bilecek, güzel duygu ve davranışlarımızı suistimal edemeyeceklerdir.

İslâmî davranış tarzının bu derece dejenere olmasının altında, ciddî olması gereken insanların ciddiyetsiz tavırları ve ölçüsüz davranışları bulunmaktadır.

Bu, böyle insanların kendisinin ciddîyetsiz tavırları ya da ciddîyetsiz ortamlara tavır koyamamanın bir sonucudur. Çünkü doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu davranışlarımıza taşımadığımızda, büyük veballerin altına girilmiş olunacaktır.

İnsanların hal ve hareketlerindeki, oturuş ve kalkışlarındaki ciddiyet, iman ve ilim derinliğine bağlıdır. Ciddiyetin seviyesi, her insana, o insanın iman ve marifet ufkuna, ayrıca ciddî olması gereken yere ve konuma göre değişiklik arz eder.

Ciddîyet buz gibi olmak değildir elbette. Yerinde sergilenen davranış anlamlıdır. Aksi halde ciddîyetin nerede, nasıl ve kime karşı kullanılacağı ayarlanmazsa, kibre ve tehevvüre dönüşebilir. Özellikle de, sorumluluğumuz altındaki kimselerle olan münasebetlerin bu ölçüler içerisinde olması gerekmektedir.

Netice itibariyle, “Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve ahlâkı daima yaşattıran ciddiyet ve sıdktır.” (İşârâtü’l-İ’caz)

02.08.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.