Nejat EREN |
|
Bediüzzamanla bütünleşen şehir ve mevlid |
Bu haftaki yazımıza bir düzeltme ile başlayalım. Pazartesi günü gazetemizde çıkan Van Mevlidi ile ilgili haberimiz şu ifadelerle başlamıştı: “1967 Çoravanis Köyünde başlayan ‘Van Mevlidi’ yürüyüşü uzun süren bir inkıtadan sonra (2008) geçen yıl Ağustos’unda başlamıştı bu yılda kaldığı yerden farklı bir aşk ve şevkle devam ediyor Elhamdülillah.” Bu ifadelerin yanlış anlaşılabileceğini değerli bir yazar dostumuz telefonla anında ikaz etti. Şöyle diyordu: “Yazının başındaki ifadelerden, Van Mevlidi sanki 1967’de bir defa yapılmış. Ondan sonra da bir daha yapılmamış geçen yıl ve bu yıl yapılmış.” Biz her ne kadar yazının detayında 1980 İhtilâliyle Van ve Isparta Mevlidlerinin inkıtaya uğradığını söylesek de, bu dostumuz bir düzeltme ve tavzih gerektiğini ifade etti. Biz de haklı bularak bu düzeltmeyi yapıyor ve eksik anlaşılma olduysa siz dostlarımızdan özür diliyoruz. Bizi ikaz eden değerli dostumuza da teşekkür ediyoruz. Evet, esas konumuza gelirsek: Bu yılki Van Mevlidi şahsî kanaatime göre geçen yıla nazaran daha çok mecrasına oturdu, maksat hâsıl oldu. Maksat neydi? Doğuyla, batıyı, batıyla doğuyu kaynaştırmak, kucaklaştırmaktı. Camiamızın birlik ve beraberliğini pekiştirmek ve bu birlik ve beraberliğin millet–devlet kaynaşması şekline dönüşmesine katkıda bulunmak. Bu münasebetle her ikisine de hizmet olduğu aşikârdır. Milletimizin ve halkımızın muhtaç olduğu kaynaşma, kardeşlik, manevî ve kültürel bağlılığımızı her şeye rağmen devam ettirerek dosta da düşmana da bunu gösterip ispat ettik. Elhamdülillâh. Geçen yılki mevlidde ister istemez bazı konularda eksiklikler olmuştu. Çünkü aradan çok uzun bir sürenin geçmesi, tam olarak hazırlık yapamama, bazı kafalardaki soru işaretleri gibi konulardan dolayı; katılım, yerli yeterli olmamıştı. Fakat bu yıl geçen yılın tecrübesiyle gerek Van Temsilciliğimiz, gerekse de buradaki cemaat ve Yeni Asya’nın merkezindeki yetkililer daha organizeli ve plânlı hazırlanmışlardı. Van Yeni Asya Temsilcisi muhterem arkadaşımız Şahabeddin Öztürkçü başta olmak üzere, bu ilde bulunan, camiadaki herkes büyük bir aşk ve şevkle meseleye sahip çıkıp, her türlü fedakârlığı yaptıklarını ve icra ettiklerini bizzat gördük. Hepsine teşekkürlerimizi bildiriyoruz. Aşırı derecedeki şiddetli sıcağa, ekonomik krize, hastalık ve yaşlılığa rağmen; Anadolu’nun istisnasız her köşesinden, bu mevlide iştirak eden bütün dostlarımızı da gerçekten tebrik ediyoruz. Yılların hasreti giderildi. Yakın, uzak demeden bu serhat şehrine gelen her gönül dostu Üstad Bediüzzaman’la bütünleşen ve onun hayatında çok büyük öneme haiz tarihî ve mübarek yerleri ziyaret etti. Her gelen kafile Van Kalesi, Horhor Medresesi, Çoravanis Köyü, Erek Dağı, Tahir Paşa Konağı gibi mekânlara uğradı. Eskiden görenler hatıraları canlandırıyor, ilk gelenler de o dehşetli zamanların çetin şartlarını, hayalen de olsa bir nebze yaşamaya çalışıyorlardı. Yönetim Kurulumuz da daha önce aldığı bir karar gereği olarak aylık mutat toplantısını burada yaptı. Bu bölgenin bütün il ve ilçe temsilcileriyle hizmetimize taalluk eden bütün meseleleri ortaya konulan her türlü fikir görüşülüp, müzakere edildi. Yayınevi yetkililerinin de katıldığı bu bölgede bulunan yirmi üç il ve ilgili ilçelerin temsilcileriyle “Ramazan Kampanyası” ile ilgili yapılan toplantıda alınan kararlar bu bölgemiz başta olmak üzere camiamıza ve insanlığa hayırlı neticeler getirir İnşallah. Ortaya konan fikir ve düşünceler; gereği yapılmak üzere her iki toplantı sırasında da kayıt altına alındı. Netice olarak; bu ülkede çok önemli bir misyon ve hizmeti omuzlamış “Yeni Asya Nur Camiası” kendine yaraşır ve yakışır bir şekilde bu yıl da Van’da güzel bir hizmete ve faaliyete hep birlikte imza attı. Elhamdülillâh. Daha nice ihlâs ve samimiyet dolu hizmetler ediyoruz.
Not: Çok değerli ve yakın dostum hizmet eri Mehmet Kılıçoğlu’nun vefatını teessürle öğrendim; kendisine Allah’tan rahmet, eşi, çocukları, akraba ve dostlarına baş sağlığı ve sabırlar diliyor taziyetlerimi sunuyorum. Yine çok samimî dostum ve dâvâ arkadaşım muhterem insan Mehmet Güntay’ın değerli babası H. İbrahim Güntay’ın Hakkın rahmetine kavuştuğunu teessürle öğrendim. Merhuma Allah’tan rahmet, çocukları, akraba ve dostlarına baş sağlığı ve sabırlar diliyor taziyetlerimi sunuyorum. (N. E.) 31.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hayatın ebedî câzibesi |
Tûbâ Hanım: “Hakikat Çekirdeklerinden 106. maddeyi açıklar mısınız?”
Risâle-i Nûr’un ekser yerinde hayatla vahdet birlikte ele alınır. Hattâ vahdetin, yani Kâinât Hâlık’ının birliğinin en açık delillerinden birisi olarak hep hayat nazara verilir. Üstad Bedîüzzaman, hayatı bazen kâinâtla, bazen risâletle, bazen Kur’ân vahyi ile ve bazen de tevhidle öylesine iç içe işler ki, bu kavramlar neredeyse kardeş olurlar, veya biri diğerini ispatlar, ya da her birisi kâinâtın bir büyük ruhu olarak Cenâb-ı Hakk’ın vahdâniyetine imzâ atarlar. Bahsettiğiniz maddede yer küremizin hayvana benzediği, çünkü her yanından hayat fışkırdığı ve hayat emâreleri gösterdiği; yumurta kadar küçülmesi halinde bir nev'î hayvan olacağı; ya da bir mikrop, yer küremiz kadar büyüdüğü takdirde aynen yer küremize benzeyeceği beyan edilir. Ve ardından, hayattan rûha intikal edilir. Yer kürenin hayatı varsa, rûhu da vardır. Çünkü yer küre boş değildir! Yer kürenin ve hattâ kâinâtın her bir küresinin öylesine akıllı, isâbetli ve istikametli hareketleri ve davranışları vardır ki, hayat, ruh ve şuur bu küreler için de, koca âlem için de, dev kâinât için de öyle uzak ve ulaşılmaz şeyler değildir! Öyleyse, İlâhî emre titiz bir performans ile mazhar ve muhatap olan âlem, bir büyük insandan farksız olmalıdır! Nitekim âlem insan kadar küçülse, yıldızları insanın vücut zerreleri ve cevherleri hükmüne geçecek; kendisi de şuur sahibi bir canlı hüviyetini kazanacaktır! Allah’ın böyle hayat ve ruh cevheri taşıyan çok mahlûkâtı vardır.1 Saîd Nursî Hazretleri bu hususu bir âyetin zımnında Sünûhat’ta da ele alır. Cenâb-ı Hak: “Âhiret yurdu var ya! İşte asıl hayat o!”2 buyurarak, hakîkî hayatın âhiret hayatı olduğunu; hattâ âhiretin hayatın tâ kendisi bulunduğunu; başka bir ifâdeyle, âhiret hayatının hiçbir zerresinin “ölü” olmadığını bildirmektedir. Bedîüzzaman, bu âyetin dehşetli bir sırrı açtığını; yani bu âyette, bu çokluklar âleminin başlangıcının vahdet olduğu gibi, nihâyetinin de vahdete gittiğinin “hayat”la ifâde edildiğini kaydeder. Öyle ki, kâinâta serpilmiş hayat katreleri ve pırıltıları, bir umûmî hayatı göstermektedir. Zîrâ hayat, hayat-ı ezelî olan Cenâb-ı Hakk’ın hayatının dâimî tecellîsinden başka bir şey değildir.3 Hayat öyle bir ezelî tecellîdir ki, bütün âlem hayatın etrafında âdetâ bir dâire teşkil etmiş ve hayatı merkezine almıştır. Yani her şey hayatın etrafında mekik dokumaktadır. Bütün mevcûdât hayata bakmakta, hayata hizmet etmekte ve hayat için lâzım olacak şeyleri yetiştirmektedir. Demek kâinâtın Hâlık’ı, kâinâttan “hayat” istemektedir.4 Zerrelerin baş döndürücü hareketlerle hayvan, insan ve bitki hayatına bir misâfirhâne, bir kışla ve bir mektep gibi girerek hayatla nurlanmalarının; husûsî bir tâlim ve terbiye içinde letâfet kazanmalarının hikmeti budur; yani ebedî hayata mazhar olmaktır. Vazife başındaki zerreler, âlem-i bekâya ve bütün cüzleriyle hayattâr olan âhiret yurduna birer zerre olmak için liyâkat kazanmakla meşguldürler.5 Hayatın, bu kâinâttan süzülmüş bir hulâsa olduğunu; şuurun ve hissin, hayattan süzülmüş bir “öz” bulunduğunu; aklın, şuur ve histen süzülmüş bir hulâsa olduğunu; ruhun da hayatın hâlis ve sâfî bir cevheri bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman; Hazret-i Muhammed ‘in (asm) maddî ve mânevî hayatının, kâinâtın hayat ve ruhundan süzülmüş bir özün özü olduğunu; ve risâletinin ise kâinâtın his, şuur ve aklından süzülmüş en sâfî bir hulâsası bulunduğunu; binâenaleyh, Hazret-i Muhammed’in (asm) maddî ve mânevî hayatının kâinâtın hayatının hayatı olduğunu; risâletinin, kâinâtın şuurunun şuuru ve nûru bulunduğunu; Kur’ân Vahyinin ise kâinât hayatının rûhu ve kâinât şuurunun aklı bulunduğunu kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, Peygamber Efendimiz’in (asm) risâleti ve Kur’ân, kâinâtın umûmî hayatı ile o kadar ilgilidir ki, risâlet nûru gitse, kâinât divâne olacak, vefât edecek; Kur’ân gitse, yer küre kafasını ve aklını kaybedecek, şuursuz kalmış olan başını bir gezegene çarpacak ve bir kıyâmeti koparacaktır.6 Bundandır ki, İslâmiyet vazgeçilmez vahdet ve hayat dînidir.
DİPNOTLAR:
1. Mektûbât, s. 463. 2. Ankebût Sûresi, 29/64. 3. Sünûhât, s. 15 (yeni baskı: s. 84); 4. Mektûbât, s. 349. 5. Sözler, s. 510. 6. Lem’alar, s. 31.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Saygılı bir eş mutluluk saçar |
Aile ve sosyal hayatın huzurunu temin eden en önemli bağlardan birisi de hiç şüphe yok ki hürmet, saygıdır. Asâyişin temini, idarenin devamının temel taşı, aile ve toplumu meydana getiren fertlerin biribirine saygılarıyla mümkün. Saygı sadece büyüklere yapılan bir tevazu gösterisi değildir. Saygı, herkesin hakkına, hukukuna riayet etmektir. Eşlerin biribirinin haklarına, düşüncelerine, meşrû istek ve arzularına saygılı oldukları gibi; çocukların, akrabaların, komşuların, diğer insanların, hayvanların, hatta eşyanın hakkına da saygı duymalılar. Eşyaya saygı, onu yerli yerinde ve ölçüsünde kullanmaktır. Saygı, aile hayatında da, toplum hayatında da vazgeçilmez bir prensiptir. Eğer, aileyi oluşturan fertler ve toplumu teşkil eden aileler biribirine saygı göstermez, yekdiğerinin haklarına riâyet etmezlerse, anarşi, kaos hâkim olur. Büyük-küçük, anne-baba, dost-akraba, konu-komşu denen kavramlar, mânâsız birer kelime yığınından ibaret kalır. Sosyal hayatın güveni; âsâyiş ve idâre, hürmet, merhamet, helâl-haramı bilme ve itaat prensipleriyle sağlanır. Kur’ân’da ve Hadis-i Şeriflerde, anne-baba, karı-koca, çoluk-çocuk, kardeş, akraba, komşu, dost, idâreci ve idâre edilenlerin biribirine karşı davranış biçimleri, hakları teferruatlı olarak sıralanmıştır. Asâyişin, düzenin esası olan hürmet ve güvenin, pratik hayata geçirilebilmesi için, bu duyguları gelişmiş bir eş seçimiyle mümkün. Zira, toplumun bütün katmanlarını oluşturanlar annelerin eğitim ve terbiyesinden geçer… *** Peygamberlerin büyüklerinden Hz. Musâ (as) “Ey Allah’ım! Cennette bana kim komşu olacak?” diye sordu. Ona, “Filan kasabadaki kasap” diye haber verildi. Hz. Musa (as) yola çıktı. Kasabı buldu. Selâm verip içeri girdi. Kasap, onu tebessümle karşıladı: “Buyurunuz! Bir emriniz mi var efendim?” diye sordu. Hz. Musâ: “Bir sakıncası yoksa bugün misafiriniz olmak istiyorum” diye cevap verdi. Kasap büyük bir sevinçle, “Ne sakıncası olabilir! Evimin kapıları misafirlere karşı ardına kadar açıktır. Hoş geldiniz, safâ getirdiniz. Buyurun, sizi evime götüreyim” diyerek işini gücünü bırakıp Hz. Musâ’yı evine götürdü. Ev iyice eskimiş, sıvaları dökülmüştü. Fakat her taraf iyice temizlenmişti. İçeri geçtiler. Kasap, “Kusura bakmayın! Bu işleri mutlaka benim görmem lâzım” diyerek yemek hazırlıklarına başladı. Yemeği pişirdi, sofrayı kurdu. Hz. Musâ’yı dâvet etti. Sonra tencerenin içinden bir parça et aldı. Başka bir tabakta ince ince doğramaya ve büyük parçaları mümkün olduğu kadar küçültmeye çalıştı. “Siz yemeğe başlayın. Beni beklemeniz gerekmez. Çünkü çok önemli bir işim var şimdi” dedi. Duvarda asılı bulunan büyük bir zembili (sepeti) indirip, içindeki çok yaşlı, beli bükülmüş, saçları ağarmış, hasta ve cılız bir kadını yedirip-içirdi. Olanları seyreden Hz. Musa (as) kadının bir şeyler mırıldandığını, kasabın da “Âmin” diye karşılık verdiğini fark edip durdu. Kasap misafirin yemeğe başlamadığını görünce, “Niçin beklediniz? Haydi buyurun lütfen, yeyin” dedi. Hz. Musâ (as): “Bana o zembilin sırrını açıklamazsanız, yemiyeceğim!..” “Zembildeki annemdir. Uzun zamandan beri böyle. Hasta, güçsüz ve zayıf. Ama o benim sevgili, biricik annem. Ona belki kötü davranır, kalbini kırar diye de evlenmedim. Bütün işlerini ben görür, günde üç öğün yemeğini kendi ellerimle yediririm” dedi. “Peki, yemekten sonra neler söyledi de ‘Âmin’ dedin?” “Anacığım yufka yürekli ve iyi kalpli bir insandır. Her seferinde bana, ‘Yavrum! Allah seni Cennette, Hz. Musâ ile komşu etsin’ diye duâ eder. Anne yüreği işte. Elbette çocuğunun iyiliğini ister. Yoksa benim gibi âciz bir insan, Hz. Musâ gibi bir Peygamberle nasıl komşu olabilir!” dedi. Hz. Musâ (as) iyi kalpli ve alçakgönüllü adamın boynuna sarıldı: “Sevgili kardeşim! Ben Musâ’yım. Buraya seni tanımak için gelmiştim. Allah, annenin duâsını kabul etti. Cennette ikimiz komşu olacağız” dedi… 31.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
O ünvan şahsa verilmez |
Soru: Bediüzzaman Hazretlerinin Mehdi olduğunu iddia edenler var. Bunların delilleri var mı? Çünkü Bediüzzaman mahkemede olsun, eserlerinde olsun “Ben Mehdi değilim” diyor.
Cevap: Evet, doğrudur. Soranlara “Ben Mehdi değilim” diyor. Üstad Bediüzzaman'ın, bu tarz suallere karşı, hakikat–i hal her ne şekilde olursa olsun, başka türlü bir cevap vermeyeceğini, dahası veremeyeceğini, acaba şu yukarıdaki "hikmet–i ipham"ın izahatından da anlamak mümkün değil mi? Yani, kendisinin Mehdi–yi Azam olduğunu kat'i sûrette bilse dahi, şayet o nâm ile meydana çıkıp "Ben Mehdi'yim" diye dâvâ etse, acaba aynı konuda yazdıklarıyla tamamen ters düşmez miydi? Ama, aynı Bediüzzaman'ın, kendi şahsıyla doğrudan ilgili şekilde değil; fakat, Risâle–i Nur'un gördüğü vazife cihetiyle (ki, Büyük Mehdî'nin üç vazifesinden birinci ve en büyük vazifesini kastediyor) şu sözlerini de okumaktayız: "...Hakikat–i hal böyle olduğu halde, (Mehdi'nin) en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risâle–i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risâle–i Nur'un şahs–ı mânevîsini haklı olarak bir nev'î Mehdî telâkki ediyorlar." (Emirdağ Lâhikası–I) Görüldüğü gibi, burada da "ipham/müphem" sırrına uygun izahat var; ama, bir dayatmadan asla söz edilemez. Yani, Risâle–i Nur'un (hatta tercümanının) Mehdiyetini kabulde, akla kapı açılıyor; lâkin, kişinin ihtiyar ve iradesi tamamiyle serbest bırakılıyor. Şu, ya da bu yönde şartlandırma yapılmıyor; tercih hakkına inhisar, ipotek konulmuyor. Dolayısıyla, inanan, kanaat getiren kişi, mesul duruma düşmüş olmaz.
Soru: Mehdî meselesinin Risâle–i Nur dairesi içinde fazlaca konuşulmasının, tartışılmasının mahzurları var mı?
Cevap: Mahzurları elbette ki var. Bunlara, aynen iktibas suretiyle şöylece değinmek mümkün: "O gelecek zatın (Mehdi'nin) ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor; yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm–ı mü'minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. ...Ehl–i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar." (S. T. Gaybî eserinin baş kısmından) Bazılarının, zihin bulandırma alışkanlıkları sebebiyle üç şahsa taksim ettikleri "Mehdi'nin üç büyük vazifesi"nin, gerçekte tek zâta ait olduğu, paragrafın ilk cümlesinde apaçık derecede anlaşılıyor. (Üç büyük vazife: İmanı, şeairi ve şeriatı ihya. Bu üç vazifeyi birden yapamayan, âhirzamanın Büyük Mehdi ünvanını alamaz. Bkz.: Emirdağ Lâhikası–I'in sondan 13. mektubu.) İkinci bir misâl olarak, yukarıdaki iktibaslı paragrafta ifadesini bulan hassas ölçülerle birebir örtüşen, mânâsını da aynen teyid ve tasdik eden "gayr–i münteşir" bir mektuptan aktaralım: "Kardeşimiz Ahmed Feyzi'nin Mehdî hâdisesini Risâle–i Nur dairesi içinde çokça medâr–ı bahsetmesi, ehl–i dünyanın evhamını tahrike sebep olabilir. Çünkü Mehdi mânâsında, bir siyaset dahi bulunuyor diye eskiden beri fikirlerde yerleşmiş. Risâle–i Nur bu mes’eleyi halletmiştir. Âhirzamandaki büyük Mehdi’den evvel çok mehdiler gelmiş geçmiş diye, Risâle–i Nur isbat etmiş. Rivayetlerin muhtelif olması bu noktadan ileri geliyor. Bu zaman şahıs zamanı olmadığından, o ehemmiyetli ünvanlar şahıslara verilmez." Evet, ihlâs, Risâle–i Nur'daki temel prensip ve hiçbir şeye âlet edilemeyen en büyük kuvvet kaynağıdır. Ayrıca, dindarlarla zıtlaşmamak, sürtüşmemek gibi, ehl–i dünyayı evhama, kuşkuya sevk etmemek de, Risâle–i Nur hizmetinin vazgeçilmez prensiplerindendir. Aleniyete dökülecek bir Mehdiyet dâvâsı veya ilânâtı, bütün bu prensipleri çiğnettirir, altüst ettirir. Böyle bir şeyi de, aklı başında hiçbir Nur Talebesi yapmaz. Kendisi inanabilir, kanaat getirebilir; fakat, başkasını inandırmaya çalışmaz. Buna me'zun değildir.
Soru: Mehdi, Deccal geldikleri vakit herkes onları tanıyacak mı?
Cevap: Hayır. Mümkün değil. Bunlar öyle kolayca bilinse, zaten zaman âhirzaman olmaz, fitne–fesat meydan alamaz olurdu. Ahirzaman şahısları, ancak nur–i iman ve nur–i mârifet ile bilinir, tanınır. Hatta nur–i imanın da "dikkatiyle..." Bu hususla alâkalı olarak, yine 24. Söz'ün Üçüncü Dalından yapacağımız bir iktibasla son verelim. Şöyle ki: Mehdî ve Deccal gibi âhirzaman şahısları hakkındaki hadisleri tefsir edenler, "O eşhasın şahs–ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr–ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas–ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. "Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyleyse, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur–u imanın dikkatiyle o eşhas–ı âhirzaman tanınabilir."
—SON — 31.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Edep dairesi |
Eskiden tekkelerin, konakların ve köy odalarının kapısında “Edep Yâ Hû” yazan levhalar bulunurmuş. İnsanlar böyle mekânlara girerken bu sözle karşılanır, ikaz edilir, girdikleri mekânda edepli olmaya dâvet edilirlermiş. Edep kapısından geçen insan girdiği mekânda bulunanlara edeplice selâm verir, yaşına ve konumuna uygun olarak lâyık olduğu yere otururmuş. Söze ve sohbete katılırken de, edeb dairesinde hareket eder, haddini bilir, hakkından tecavüz etmezmiş. Ulu kişilerin dergâhına edeple giren, lütufla çıkarmış. Edeb, kaynağını dinden alan terbiye, güzel ahlâk, seviyeli ve saygılı davranış olarak tanımlanabilir. “Âdap”, edebin çoğulu olup, her türlü güzel ahlâk ve davranışı içine alan bir ifadedir. Dilimize “âdab-ı muaşeret” olarak yerleşen deyim ise, insanlar arasındaki ilişkilerin edep dairesinde olmasını ifade eder. “Âdab-ı muaşeret” hayatımınızın her alanında uymamız gereken kurallar bütünüdür. Kimliğimizin, inanç ve kültürümüzün kodlarını taşıyan davranış biçimleridir. Âdab-ı muaşeret yerine “görgü kuralları” şeklinde bir ifade ikame edilmeye çalışılsa da, “görgü” kelimesi “edeb”i karşılamaz. Görgü, gelenek ve görenekten gelen, yerleşmiş toplumsal kurallardır. Kaynağını o toplumun hayat biçiminden alır. Edep ise, kaynağını Vahiyden, Hadis-i Şerif’ten ve sünnet-i seniyyeden alır. O bakımdan, âdab-ı muaşeret dururken görgü kuralları ile hayatımıza şekil vermek, güneş dururken mum ışığından istifade etmeye çalışmak gibidir. Edep dairesi, hayatın her alanını kuşatmıştır. Bir Müslümanın konuşmasından gülmesine, yemesinden içmesine, yürüyüşünden oturmasına, şefkatinden hiddetine kadar her davranışı edep dairesinde olmalıdır. Birisiyle karşılaştığında selâm vermek, verilen selâmı en güzel şekilde almak, yemeğe besmele ile başlayıp şükürle bitirmek, büyüklere hürmetle, küçüklere şefkatle muamele etmek, edebin birer numunesidir. Yerde gördüğü bir ekmek kırıntısını alıp, saygı ile öptükten sonra bir duvar üzerine veya ağaç dalına koymak, yeşili korumak, çevreye saygı duymak, yağmura “rahmet” diye hitap etmek gibi güzel ahlâk örnekleri de, inancımızdan kaynaklanan edep dairesindeki davranışlardandır. Edebin ana kaynağı vahiy olduğuna göre, en güzel edep timsali de vahye mazhar olan Peygamberlerdir. Nebîler Nebîsi olan Hazret-i Muhammed (asm) ise, edebin zirve noktasındadır. Cenâb-ı Hak, Habib-i Edîbini “şüphesiz sen en güzel ahlâk üzerindesin” (Kalem Sûresi, 4) diyerek iltifatına mazhar etmiştir. Sevgili Peygamberimiz de, (asm) “Rabbim bana edebi en güzel şekilde ihsan etmiş, edeplendirmiş” (Feyzül Kadir, 1:224) diyerek, doğrudan Cenâb-ı Hak tarafından terbiye edildiğini ifade etmişir. Hz. Ayşe Validemize soruyorlar: Peygamber Efendimizin ahlâkı nasıldı? Ayşe Validemiz cevap veriyor: “Siz hiç Kur’ân okumaz mısınız? Onun ahlâkı yaşayan Kur’ân’dı”. Bediüzzaman Hazretleri, gazetecilerin ve yazarların edebe uygun olmayan yazılarına karşı, yazarları şöyle ikaz eder: “Edipler edepli olmalı, edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalıdır”. İslâm edebi deyince de, ilk akla gelen Sevgili Peygamberimiz (asm) olduğu için, onun edebinin örnek alınmasını ister. “Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın” (Lem’alar, 181) diyerek, edep dairesinin Sünnet-i Seniyye dairesi olduğunu gösterir. Edep, hayatın mayasıdır. Bir insanın hayatı edeple mayalanmışsa, o hayat cennet hayatını netice verir. Hem bu dünyada, hem ebedî âlemde, o insanı selâmete çıkarır. İnsanın edebi, ebedî saadeti netice verir. Edebi bozuk olanın ise, mayası bozulmuştur. O hayat çürümüş, kokuşmuştur. Bozulmuş mayadan sağlam bir hayat ortaya çıkmaz. Kültürümüzde edebin çok önemli bir yeri vardır. Edep üzerine söylenmiş pek çok atasözleri, vecizeler ve deyimler olduğu gibi, yazılı edebiyatımızda da edebe ilişkin şiir ve hikâyeler mevcuttur. Özellikle tekke edebiyatı edep üzerine inşaa edilmiştir. “Edep Ya Hu” levhası bu yüzden tarikatların serlevhası olarak kabul edilmiştir. Edebe dair bir kaç güzel sözle yazımıza son verelim: “İnsana en güzel yakışan elbise, edep libasıdır.” (Atasözü) “Ehl-i irfan arasında aradım kıldım talep” “Her hüner makbul imiş, illa edeb, illa edeb” (Ziya Paşa) “Sünnet-i Seniyye’yi terk eden, edebi terk eder, hasâretli bir edepsizliğe düşer.” (Bediüzzaman Lem’alar, 181) 31.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Marmara’da deprem, Karadeniz’de sel |
“Araba devrildikten sonra akıl öğreten çok olur” misali; başta Giresun olmak üzere Ordu, Rize ve Artvin’de meydana gelen ‘sel’ler sonrasında da ‘çare’ sunanlar çok oldu. Elbette Karadeniz’de yaşanan sellerle ilgili olarak yapılan değerlendirmelerin hepsinde bir hakikat payı var. “Değerlendirmelerin tamamı doğru” ya da “Tamamı yanlış” demek mümkün değil. Ama ortada bir vak’a var: Bu problem bugün ortaya çıkmadı. Dünden devralınan bu probleme karşı niçin yerinde ve zamanında ‘tedbir’ler alınmıyor? Meselâ, Bayındırlık ve İskân Bakanı Mustafa Demir, ‘’Yapılaşmayla ilgili imar planlarında, bu kadar yüksek yağış alma neticesinde ortaya çıkabilecek olan sellere karşı gerekli planlama yapılmamış’’ demiş. Doğru, fakat bu soruyu vatandaş olarak bizim sormamız gerekmez mi? Bakan Demir, ‘’Bu iş böyle sürmez, böyle devam etmez. Yasalarımızda aslında bu konuda boşluk yok. Bu biraz da belediyelerin imar planlarını yaparken, yerleşim yerleri oluştururken, dikkat etmesi gereken noktalar. Onlara yeteri kadar dikkat etmek lâzım’’ şeklinde konuşmuş. Bayındırlık ve İskân Bakanı Demir, ‘asıl yara’ya da şu şekilde işaret etmiş: ‘’Deprem konusunda da aynı şeyi yaşıyoruz. Yakın geçmişte, daha 10-15 yıl önce, 20 yıl önce mimar, mühendis odalarından tasdik edilmiş olan projelerimizin de depremde yıkılmış olduğunu görüyoruz. O günler daha hassas davranılsaydı, depreme karşı dayanıklı olan statik projeler onaylanmış, uygulanmaya konmuş olsaydı büyük çapta o deprem afetlerinde bina, yapı ve can kaybına uğramazdık.’’ (AA, 29 Temmuz 2009) 1999’daki “Marmara Depremi” kısmen de olsa zihinlerin uyanmasına vesile oldu. Artık vatandaş “Ucuz olsun da çürük olsun” anlayışıyla yapılan evlere talip olmuyor. Mümkün olduğu kadar ‘sağlam’ bina yapılıyor ve satın alanlar da buna dikkat ediyor. Karadeniz’deki sellere karşı gerekli tedbirlerin alınması için de daha büyük felâketler mi bekleniyor? Bu arada, Karadeniz Sahil Yolu da töhmet altında. Yağmur sularının denize ulaşmasına engel olduğu ve bu sebeple afetlere kapı araladığı söyleniyor. Sahil Yolu, yolcular için çok güzel. Fakat ilk günlerden itibaren çevreye zarar verdiği noktasında itirazlar yükseldi. Türkiye’yi idare edenler de bu itirazlara alışık olunduğu gibi kulaklarını tıkadı. Karadeniz Sahil Yolu’nun muhtemelen bu felâketlerde birinci derecede suçu olmayabilir. Ama daha çevreci bir proje ile Karadeniz’e ulaşmak mümkün olabilirdi. Bayındırlık ve İskân Bakanı Mustafa Demir’in dile getirdiği çok önemli bir konu daha var: Dere yataklarında mutlaka iyileştirme ve istinad duvarları yapılmalı. Üstelik bu iyileştirmenin maliyeti, sel olduktan sonra yapılacak işin maliyetinin yedide biri nisbetindeymiş. Yani önceden tedbir almakla kâr içinde kâr var. O halde bu yoldaki adımlar niçin acil olarak atılmaz? Derelerin ıslâhı ile büyük zararların engellendiğine çok canlı bir misal; Çayeli Kaptanpaşa yolu üzerinde yapılan ıslâh çalışmalarıdır. Bu yol üzerindeki dere yatağında, ıslâh yapılan bölümlerde artık hiçbir taşkın yaşanmıyor. Fakat ıslâh çalışması yapılmayan bölümlerde her selden sonra aynı manzaralar yaşanıyor. Hem maddî hem de manevî kayıplar söz konusu. Karadeniz Bölgesi için önemli olan başka bir konu da, yeni açılan köy ve yayla yolları meselesidir. Zaman zaman ifade etmeye çalışıyoruz: Bu bölgede yapılan köy ve yayla yolları, büyük ölçüde ‘keyfi’ rotaları takip ediyor. Arzu edenlere bunların yerlerini dahi göstermemiz mümkündür. Şu kadarını söyleyelim ki, yakın zaman önce Çayeli ilçesi, Ormancık Köyü’nde yapılan bir yol genişlemesi sonrası yolun bir noktası, neredeyse bataklığa dönüşmüş durumda. Plansız yapılan çalışma yolu daha iyi hale getirmek yerine, yolun her yağmurda çamur deryasına dönmesine sebep olmuştur. Bu çalışmalar yapılırken daha iyi planlar yapılsa kim ne kaybeder? TEMA Vakfı Rize İl Temsilcisi Nevzat Özer de doğru teşhisi seslendirmiş: ‘’Yeşil örtünün tahribi, açılan arazi yolları, yanlış imar planları, dere yataklarının ıslâh edilmemesi gibi nedenlerle sık sık sel ve heyelanların yaşanması kaçınılmazdır.’’ Sellere kalıcı tedbir için Karadeniz’i Marmara ya da İstanbul’a mı taşımak lâzım? 31.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Geleceğimiz mağdur edilmesin! |
İlk ve orta dereceli okullar tatilde. Ramazan bayramından sonra açılacak. Bu arada öğrenciler hem SBS ve hem de ÖSS sonuçlarına göre tercih telaşına düştüler. 10 yıldır uygulanan katsayı adaletsizliği kalktı ama bu sene meslek lisesini bitiren öğrenciler yine katsayı mağduru olacaklar. İstanbul Barosu da YÖK’ün katsayı adaletsizliğini kaldırmasını Danıştay’a götürdü. Hem de Yargıtay eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun “akıl” vermesinin ardından… Bir eğitim sendikası da bu akla uyup yıllardır binlerce insanın mağdur eden katsayı zulmünü kaldırılmasının iptal edilmesi için mahkemeye başvuracak. İstanbul Barosu’nun yapmış olduğu başvurudaki görüşlerine kendilerinin de inandığını tahmin edemiyoruz. Bakın neler diyorlar: “YÖK’ün bu uygulaması doğrudan imam hatip lisesi mezunlarının istedikleri fakülteye girmesini sağlamaya yöneliktir. Bu yönüyle kararın Türkiye gerçeklerini ve gereksinimini düşünerek alındığını söylemek inandırıcı olamaz. Türkiye’nin ihtiyacı çağdaş ve modern bir meslek eğitiminden geçmiş gençlerimizdir. Bu nedenle YÖK kararı tamamen siyasi amaçlarla alınmış olup hukuka aykırıdır…” Bir de şöyle diyorlar: “YÖK bu uygulaması ile meslek lisesi mezunlarının haklarını koruyor görüntüsü altında, aslında imam hatip lisesi mezunlarının katsayı puanı uygulanmaksızın genel (düz) lise mezunları gibi üniversitelere girmelerinin yolunu açmış bulunmaktadır.” Bu nasıl bir mantık? Bundan sonra gözler Danıştay’da olacak… Ümit ediyoruz ki, 10 yıldır mağduriyet son bulur ve önümüzdeki yıllarda anayasa da yer alan eğitim de fırsat eşitliği gerçekleşmiş olur. * * * Yazımızda, öğrenciler tatilde iken vakitlerini nasıl ve nerelerde geçirdiğine dair bir araştırmaya yer vermek istiyorum. Öğrencileri tatilde bekleyen tehlikeler mevcut. Bu tehlikelerin başında internet geliyor. Doğru kullanıldığında son derece faydalı olan bu teknoloji yanlış kullanılmaya da açık. Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın yaptığı “İnternet Kafeler, Gençlik ve Sosyal Sapma Raporu” da teknolojinin yanlış kullanılması durumunda ne gibi zararları olduğunu gösteriyor. Araştırmaya göre, öğrenciler internet kafelerde ya da evdeki bilgisayarlarından ya zararlı sitelere giriyor ya da “chat” denilen haberleşme yöntemini kullanarak, “yalan söyleme” alışkanlığına düşüyorlar. Bakın sendika internet kafeleri nasıl tarif ediyor: “Kahvehane kültürünün bir devamı. Ailesi ile duygusal bağları zayıf, okul başarısı düşük çocuklar ve gençlerin tercih yeri olan internet kafeler, buralardan gerçek amacı doğrultusunda yararlanmak isteyen öğrencileri olumsuz etkilemektedir. Çocukların zararlı madde alışkanlıklarına yakalanmalarına neden olmaktadır. Öğrencilerde okul olarak oluşturmaya çalıştığımız güven, açıklık, samimiyet, şeffaflık gibi olumlu özellikler sanal dünyanın etkisiyle güvensizlik, kapalılık ve yalan gibi olumsuz davranışlara dönüşmektedir.” Türkiye’de internet kullanımın yüzde 67’sinin bu kafelerden yapıldığını dikkate alırsak çocukların ne kadar büyük bir tehlike altında olduğunu görebiliriz. Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ramazan Özcankaya’ın çocuğun gelişimine olumsuz etki yaptığını belirttiği bilgisayar ve internet oyunlarının gelecekte de gerçekle bağlantısı olmayan, her şeyi sanal sanan, zorlamaya gelmeyen, insanlarla ilişki kuramayan, sosyal ilişkileri zayıf, işsiz gençler yetişmesine sebep olduğunu açıklaması da bu araştırmaya destekliyor. Bu yüzden de ailelerin çocuklarını internet ortamından mümkün olduğunca uzak tutması büyük önem arz ediyor. Çocuklarımızı okuyamaya teşvik etmek şart.
NOT: Yıllık iznimin bir bölümünü kullanacağımdan yazılarıma bir süre ara veriyorum. Bu süre içinde internetten de elimizi ayağımızı çekerek, kendi tavsiyemize de uyup, kitap okumaya çalışalım… İzninizle… 31.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Nükleer gerginlik”le İran’ı tahrik |
İran’da seçimler bahanesiyle patlak veren olayların arka plânında ilginç iddialar var. İran’da “siyasal sistemi”in tıkanıklığı ve problemleri ayrı bir tartışma. Ancak İsrail’in yüzlerce nükleer başlıklı füzeye, bombaya ve silâha sahip olmasına ses çıkarmayan, hatta bunu “savunma hakkı” gören ABD ve İngiltere’nin başını çektiği “ikinci Avrupa”nın, İran’ın nükleer enerji çalışmalarını kabul etmemesi, “yeni dünya düzeni”nin düzensizlikle muallel çifte standardını su yüzüne çıkarıyor. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun raporlarında İran’ın nükleer çalışmalarının barışçıl olduğu tesciline rağmen, İsrail “nükleer gerginlik” üzerinden tahriki tırmandırıyor. İngiliz Sunday Times gazetesine göre İsrail’in İran’a saldırı için Suudî Arabistan’ın hava sahasını kullanma izni aldığı belirtilirken, Ermeni diasporasının Türkiye’ye yönelik iftiraları istimal eden Amerikan Başkan Yardımcısı Joe Biden, İsrail’e arka çıkıyor. ABC televizyonunda, İsrail’in İran’ı vurması halinde önüne çıkmayacaklarını yüksünmeden söylüyor. Yine Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un, İran’a karşı ABD’nin “savunma şemsiyesi”ni Ortadoğu’ya genişletmesi, bu amacı taşıyor.
İRAN’I İSTİKRARSIZLAŞTIRMA PLÂNI Ve bu süreçte İran’daki seçim bahanesiyle olup bitenler oldukça dikkat çekici. Belli ki ABD ve “işgal koalisyonu”, sırf küresel hegemonya ve çıkarlarıyla uyuşmadığı için İran’ı zaafa uğratma ve kaosa sürükleme peşinde. En son Amerikan Savunma Bakanı Robert Gates’le görüşen ve askerî üstünlüklerini korumalarına verdiği malî ve teknolojik desteğe teşekkür eden İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın “nükleer program”a atıfla ABD’nin bu desteğini kullanarak ABD’ye her türlü saldırı ve operasyonlar dâhil tüm opsiyonların açık olduğunu bildirmesi, şirretliğin ikrarı oluyor. Bütün bunlara ilâveten MOSSAD Başkanı Meir Dagan’ın, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun onayıyla İran’a karşı başta Suudî krallığı olmak üzere “ılımlı Sünnî Arap yönetimleri” ile “çalışma ilişkileri”ni nazara vermesi, “derin plânı” doğruluyor. Anlaşılan o ki ABD ve İsrail, “Sünnî eksen”i İran’a karşı kışkırtarak İslâm âleminde ve özellikle Ortadoğu ve Önasya’da Sünnî-Şiî kutuplaşmasını ve çatışmasını alevlendirme emelinde. İranlı yetkililer açık açık ABD ve İngiltere’nin olaylarda parmağı olduğunu ve kışkırttığını belirttiler. Bundandır ki Washington, Tahran düşmanlığında kendi cephesinde yer almasını telkin ediyor. Mısır’da İran’ın barışçıl nükleer enerjiye anlayışla bakacağı mesajını veren Amerikan Başkanı Obama’nın, Rusya ziyaretinde “Rusya’nın patronu” Başbakan Putin’le havyarlı kahvaltı sofrasında ve Moskova Ekonomi Akademisi’nde, “İran’ı ‘bitirirsek’ füze kalkanı projemiz kalkar” ifşaatı, bunun bir diğer göstergesi. (Hürriyet, 8.7.2009) Obama’nın ilk mesajlarına ve pompalanan imajının aksine, tıpkı Bush yönetimi gibi yeni Amerikan yönetimi de ne garip ki ısrarla “İran’ın savaş amaçlı nükleer programı izlediğini” iddia ediyor. Okyanuslar ötesinde gelip İran adavetinde Rusya’ya işbirliğini öneriyor. Bütün bunlar, Paul Craig Roberts’in “Şeytanlaştırılmış bir İran’la savaşa hazır mısınız?” yazısında açıkça okunuyor. (Çeviren: M. Alplaslan Balcı, dunyabulteni.net)
ABD’NİN “DİZÜSTÜ ÇÖKERTME PROJESİ” Özetle ABD’nin İran’ı istikrarsızlaştırma plânı uyguladığını, gerçekleşen bombalama ve intihar eylemlerine malî destek sağladığını belirten Roberts, “Amerika’nın muhalif ülkeleri dizüstü çökertme projesi”nden bahsediyor. Amerikan medyasının bu plânı resmeden haberlere “palavra” muamelesi yaptığını kaydeden Roberts’e göre, Amerikan ve “Amerikancı basın yayın organları”nın bu tek yanlı tutumu, Amerikan yönetiminin fıtratındaki mâneviyatsızlığın delili. Roberts bunu, “hegemonya tutkusunun tükettiği Amerika’nın baskın çıkma hırsıyla mâneviyattan ve adaletten yoksun dünyayı tehdit eden bu senaryo” olarak yorumluyor. Neticede Pakistan eski Genelkurmay Başkanı Miraz Aslam Beig’in, 15 Haziran’da Peştu radyosunda, İran seçimlerinde Amerikan dahli olduğuna dair kesin istihbarat belgeleriyle, “CIA’nın seçimin ardından renkli ama boş bir devrimi desteklemek için İran’da 400 milyon dolar harcadığı” açıklaması, her şeyi bütün açıklıyla deşifre ediyor. Şimdilik yangın yayılmadan söndürüldü. Lâkin Gürcistan, Ukrayna ve diğer eski Sovyet cumhuriyetlerindeki renkli devrimlere para ve “ifsad projesi”desteği örneği, işin içindeki “iş”i ortaya çıkarıyor. Yine bu süreçte Barzani-Talabani’nin işgal işbirliğini yeterli görmeyen ABD’nin Kuzey Irak seçimlerinde uluslararası dolar spekülatörü George Soros desteğiyle “Goran (Değişim) hareketi”ni ateşlemesi dikkat çekici. İran’da da “turuncu bir devrim”in fitne, kargaşa, kavga ve kaos kıvılcımlarını tutuşturmak için “küresel gizli el”in seçim bahanesiyle üzerine benzin dökmeye çalışıldığı, olup bitenlerin nezdinde belgeleriyle ispatlanıyor… 31.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Reformsuz olmuyor |
Son iki ayda Türkiye evvelâ “AKP ve Gülen’i bitirme planı” adıyla ortaya atılan “belge”yi, ardından Ergenekon hakim ve savcılarıyla ilgili olarak HSYK’da başından beri var olan ve yaz dönemi atama kararnameleri vesile yapılarak tırmandırılan krizi tartıştı. Gelinen noktadaki durum şöyle özetlenebilir: Söz konusu belgede imzası bulunduğu belirtilen Albay Çiçek sivil mahkeme tarafından 18 saatliğine tutuklandı ise de, netice olarak serbest. Dahası, Çiçek tam da HSYK’daki kilitlenmenin iyice kızıştığı bir noktada Ergenekon savcıları hakkında kurula suç duyurusunda bulundu. Sanırız, Adalet Bakanlığının “Halen inceleniyor” dediği 10 dilekçeden biri Albay Çiçek’e ait. Belge ise çoktan unutulup gündemden düştü. Gelinen bu nokta, Genelkurmay Başkanının söz konusu “belge” için yaptığı “kâğıt parçası” yorumu ve 2. Başkanın Çiçek’le ilgili olarak “Arkasındayız” beyanı ile birlikte değerlendirildiğinde, daha da düşündürücü bir hal alıyor. Bu hengâmede alel acele hazırlanıp Meclisten geçirilen ve Çankaya onayı ile yürürlüğe giren “askere sivil yargı” yasasına gelince: O da CHP tarafından götürüldüğü Anayasa Mahkemesinde, geçen haftaki kararla “esastan” görüşülecek. Bu kararı aldığı toplantıda, mayın kanunundaki bazı fıkralar hakkında verdiği “yürürlüğü durdurma” kararlarıyla, kanunun tamamını “uygulanamaz” hale getiren yüksek mahkeme, bakalım, “askere sivil yargı” kanunu için ne diyecek? İddia edildiği gibi anayasaya aykırı bulup iptal ederse hükümet ne yapacak? Anayasanın o maddesini de değiştirmeye mi çalışacak, yoksa evvelce diğer konularda yaptığı gibi işi “olur”una bırakıp, hiçbir şey olmamış gibi devam mı edecek? Gelelim, HSYK’da patlak veren krize.
Yargı ve sivilleşme reformu şart Kurulun yargı mensubu üyeleri adına yapılan ve Adalet Bakanlığına ağır eleştiriler yöneltilen açıklamada, Ergenekon dâvâsına bakan mahkeme başkanı ve üyeleriyle ilgili bir talepleri olmadığı belirtilirken, savcılara yönelik şikâyet ve suç duyurularının “hasıraltı” edildiği öne sürüldü. Bunun üzerine Bakanlık, şimdiye kadar yapılan 38 suç duyurusu ve şikâyetten 28’inin incelenip “yersiz” bulunduğunu, diğer 10 dosyanın ise halen incelenmekte olduğunu açıkladı. Dediğimiz gibi, Çiçek’inki de bunların içinde olmalı. Bu 10 dosyanın birinden dahi savcılar hakkında soruşturma ve takip gibi bir karar çıktığı takdirde, Ergenekon sürecini engellemek, sulandırmak, saptırmak isteyenler aylardır ısrarlı bir şekilde peşinden koştukları fırsatı yakalayabilirler. Savcılar hakkındaki şikâyet ve suç duyurularının, Bakanlık dışında ayrı bir teftiş heyetince incelenmesi talebinin de gündeme getirilmesi, hem Bakanlığa duyulan güvensizliğin, hem de istenen sonucu alma noktasındaki ısrarın işareti. Keza Ergenekon savcıları şimdilik yerlerinde bırakılırken, başlarına ikinci bir başsavcı vekili daha tayin edilerek, üzerlerindeki kontrol ve baskının daha da güçlendirilmesi de ayrı bir işaret. Bütün bunların yanında HSYK ile Bakanlığın karşılıklı olarak birbirlerini suçladıkları açıklamalar, o cenahtaki sıkıntıların aşılamadığını, aksine daha da artarak devam ettiğini gösteriyor. Benzer bir durum, YÖK’ün, mağdurlar cephesinde yeni ümitler uyandıran “katsayı uygulamasını kaldırma” kararı için de söz konusu. Yıllardır beklenen ve haklı olarak sevinçle karşılanan bir karardı bu, ama ne yazık ki Danıştay üzerinden yargı engeline takılma riskiyle karşı karşıya. Nitekim Sabih Kanadoğlu ve Tansel Çölaşan gibi isimlerin verdiği işaretlerin ardından, İstanbul Barosu iptal için Danıştay’a başvurdu bile. Sonuç: Özetlediğimiz gündem maddeleri ve geldikleri nokta, Türkiye’nin AB kritlerleri çerçevesinde kapsamlı bir yargı ve sivilleşme reformuna duyduğu şiddetli ihtiyacı çok daha net bir şekilde gözler önüne serdi. Sorunların palyatif, geçici, sıradan formüllerle çözülemeyeceğini de... 31.07.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Nijerya’da neler oluyor? |
Nijerya’da haftasonundan bu yana süren çatışmalarda yüzlerce insan hayatını kaybetti. Boko Haram (Kitap Haramdır) isimli şiddet yanlısı, Batının eğitim ve kültürüne tamamen karşı bir grubun, Hıristiyanların iki camiyi yaktıkları iddiasıyla başlattıkları, liderlerinden bazılarının tutuklanmasıyla polis karakollarına yönelen saldırılarda iki taraftan yüzlerce insan öldü ve yaralandı. Peki bu olayları başlatan örgüt nerden çıkmıştı? Nijerya, Batı Afrika’da 140 milyonluk nüfusunun yüzde altmışı Müslüman olan bir ülke. 1960 yılında İngiliz sömürgeliğinden kurtulup bağımsızlığını ilan etti. Petrolün temel gelir kaynağını oluşturduğu ülke –petrol rezervleri bakımından dünya altıncısı-, tüm eski İngiliz sömürgelerinde olduğu gibi istikrarına bir türlü kavuşamadı. İngilizlerin giderken ektikleri nifak tohumları kabile liderleri arasındaki ihtilafların kışkırtılması, bunlara zaman içinde din, milliyetçilik vs. gibi kılıflar giydirilmesi yüzünden bu topraklarda huzur yeşeremedi. 1967-1970 dönemindeki iç savaşta bir milyondan fazla Nijeryalı hayatını kaybetmişti. Bu konuda en güzel sözü Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jurno Kenyatta söylemiş: “Beyaz adam geldiğinde onun elinde İncil’i, bizimse topraklarımız vardı. birlikte kiliseler inşa ettik. Sonra beyaz adam gözümüzü kapatıp, Tanrıya beraber dua etmemizi istedi. Gözümüzü açtığımızda elimizde İncil vardı, topraklarımız ise artık beyaz adamındı”. İşte Nijerya’nın yaşadığı da bu dramın ta kendisi. Zenginliğini önce İngilizler sonra da onların yerine bıraktığı diktatörler ve çevreleri almış. Onlara ise yoksulluk kalmış. Her türlü kargaşanın anası olan yoksulluk atmosferinde ülkede din ve mezhep çatışmaları son yıllarda ağırlık kazandı. Ülkedeki 36 vilayetten 12’sinde şeriat ilan edildi. Sık sık diğer dinî grupların tepkileri ve çatışmalara neden olan bu durum, 2002 yılında Muhammed Yusuf tarafından Boko Haram örgütünün kurulmasına kadar uzandı. Şiddet yanlısı olup, Nijer sınırı yakınlarında etkin olan grup, tüm ülkede şeriat ilan edilmesini, 1800’lü yıllardan itibaren Batılı misyonerlerin başlattığı ve halen bu grupların kontrolünde süren eğitimin durdurulmasını istiyor ve Batılı herşeyi reddediyor. Dil olarak da Arapça’dan başka dil konuşmak istemiyorlar. Bu grubu kimler silahlandırdı, kim eğitti, kim destekliyor? Bu soruların cevabı karanlıkta. Özellikle polis karakolları ve araçlarına saldırılar yaparken, son olaylarda saldırılar Hıristiyanlara da yöneldi. Çatışmaların başlangıcında polisin gruba yönelik başlattığı soruşturma ve iki camiin Hıristiyanlarca yakıldığı iddiaları vardı. Ülkedeki diğer İslâmî gruplar örgütün politikalarına karşı çıkıyor. Ancak hiç kimsenin olayları sona erdirmeye gücü yetmiyor. Şimdi liderleriyle beraber 250 militanı Nijerya güvenlik güçlerinin kuşattığı söyleniyor. Binlerce insan yollarda bölgeden kaçıyor. Görünen o ki, Nijerya’yı oldukça zor günler bekliyor. Zira ellerindeki petrol, Batılı güçlerin ağzının suyunu akıtacak kadar çok. Bu durumda istikrarlı ve güçlü bir Nijerya’yı istemeyecek çok taraf var. Bu hırsın bedelini ise her zaman olduğu gibi yine masumlar ödüyor. Temennimiz bu kanın bir an önce durması. İslam adına hareket ettiğini söyleyenlerin önce İslamın barışa ve insan hayatına verdiği önemi öğrenmesi gerek. 31.07.2009 E-Posta: [email protected] |