Faruk ÇAKIR |
|
Yasak yok, insanlık var! |
Avrupa’da bir ilk yaşandı ve aslen Emirdağlı olan Mahinur Özdemir, ‘başörtülü milletvekili’ olarak Belçika parlamentosuna girdi, alkışlar arasında yemin ederek görevine başladı. Tabii ki bu ‘haber’ ister istemez Türkiye’yi ve Türkiye’deki yasakçıları da hatıra getirdi. Aslında bu ‘ilk’ Türkiye’de yaşanabilirdi, ama demek ki nasip değilmiş. Başörtülü olarak milletvekili seçilen iki isimden biri olan Nesrin Ünal—ne yazık ki—başını açarak yemin etmiş ve ‘görev’ini o şekilde sürdürmüştü. ‘Başını aç’ teklifini haklı olarak reddeden Merve Kavakçı’ya ise yemin ettirilmemiş, üstelik TBMM’deki ‘erkek’ vekillerce ‘dışarı, dışarı’ diye tempo tutulmuş, Bülent Ecevit de “Bu kadına haddini bildirin!” demişti. Akabinde de Kavakçı’nın vekilliği düşürülmüş, bununla da kalınmamış, vatandaşlıktan da çıkarılmıştı! Belçika Parlamentosuna seçilen Mahinur Özdemir’in yemin etmesine karşı çıkanlar da vardı, ama onlar ‘gerçek’lerin karşısında susmak zorunda kaldı. Merve Kavakçı’ya yemin ettirmeyenler acaba şimdi ne düşünür? Tabiî ki ellerinden gelse Mahinur Özdemir’e de yemin ettirmezlerdi. Çünkü onlarda iz’an ve insaf yok. Türkiye ve dünya gerçeklerinden de habersizler. ‘Bir kısım medya’ Belçika’da başörtüsüyle yemin ederek göreve başlayan Mahinur Özdemir haberini verirken, “Belçika kanunlarına göre milletvekillerinin kılık kıyafetine karışılmıyor” meâlinde ‘bilgi’ler vermişler. Bre insafsızlar, Türkiye’de de başörtüsü takmayı yasaklayan bir kanun yok ki! Niçin sıra Türkiye’deki uygulamalara gelince gerçekleri görmek istemiyorsunuz? Türkiye’de ya da başka bir ülkede başörtülü vekil olup olmaması belki çok önemli değil. Burada önemli olan, ‘başörtüsü ile seçilen’ bir vekilin, seçildikten sonra da başörtüsüne sahip çıkma onurunu göstermesidir! Bu bakımdan Mahinur Özdemir ayrı bir tebriği ve teşekkürü hak ediyor. Bakınız, Belçika gibi ‘muâsır medeniyet seviyesi’ne ulaştığı kabul edilen bir ülkede başörtülü vekil problem olmuyor. Başörtülü vekil yemin edip göreve başlayınca kıyamet de kopmadı, ekonomi de dibe vurmadı! Aynı şey Türkiye için de geçerlidir. Büyük bir ihtimalle bir gün Türkiye’deki bu anlamlı ya da anlamsız yasak sona erecek ve başörtülüler—arzu ederlerse—üniversitelere de, TBMM’ye de girecektir. Buna engel olmak, suları tersine akıtmaktan daha zor ve imkânsız bir hâldir. Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları ilk fırsatta Mahinur Özdemir’i Türkiye’ye dâvet etmeli ve başörtüsü yasağının anlamsızlığını bir de onun dilinden bizdeki yasakçılara anlattırmalı. Türkiye bu konuda ‘ilk’ olamadı, hiç değilse ‘ikinci’ olsun. Belçika’da yasak değil, ‘insanlık’ olduğu görüldü. Mevlâm neticelerini de hayr eylesin... 25.06.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Kırgız Meclisi'nin kapatamadığı manas üssü kaç para |
Uçağımız Bişkek’teki Manas Havaalanına inip pistte ilerlerken bir anda kendimi işgal edilmiş bir ülkede hissettim. Havaalanının her yanı Amerikan Hava Kuvvetleri uçaklarıyla doluydu. Onlarca uçak tan ağarırken daha da heybetli görünüyordu. Şaşırmıştım. Eski bir Sovyet bloğu ülkesi Kırgızistan’da Amerikan uçaklarını görmek tuhaf gelmişti. Sonra bu uçakların aynı havaalanını kullanan Amerika’nın Manas Havaüssünün uçakları olduğunu öğrendim. 2001 yılı Aralık ayında Amerika’nın Afganistan’daki operasyonlarını desteklemek için kurulmuştu. Sonrasında NATO uçakları da ISAF’a destek amacıyla bu üssü kullanmaya başladı. O tarihten itibaren ayda ortalama 15 bin asker ve 500 ton kargo bu üs üzerinden Afganistan’a götürüldü ya da getirildi. Rusya ve Çin 2005 yılından itibaren bu üssün kapatılması için bastırmaya başladı. Manas eski Sovyetler birliği ülkelerinde Amerika ile Rusya arasındaki nüfuz savaşının odak noktası haline geldi. Bu yılın şubat ayında Kırgızistan Cumhurbaşkanı Bakiyev, Amerika ile yeni kira miktarı konusunda anlaşamadıkları için üssü kapatacaklarını açıkladı. 19 Şubat’ta da parlamento kapatma kararı aldı. Altı ay içinde üs boşaltılacaktı. İşin ilginç tarafı Kırgızistan parlamentosunun bu kararı Rusya’nın Kırgızistan’a 2 milyar dolar mali yardım yapacağını açıklamasından hemen sonra gelmişti. Ancak geçen Salı günü hükümet, üssün kapatılmayacağını, kullanımının sınırlanacağını açıkladı. Varılan anlaşmaya göre Amerika bu üssü Afganistan’daki NATO güçlerine tedarik sağlamak için kullanabilecekti. Kira da yükseltilmişti. Bazı haberlere göre Kırgızistan yalnızca askerî olmayan lojistik malzemelerinin nakli için bu üssün kullanılmasına izin verecekti. Üste ne kadar Amerikan askerinin kalmasına izin verileceği ise belli değil. Manas üssünün mecliste neredeyse oybirliğiyle kapatılma kararı alınmasına rağmen, açık kalmasına izin verilmesi, bu bölgedeki ülkelere ilişkin birkaç gerçeği ortaya koyması bakımından önemli. Birincisi; bu bölgedeki ülkelerde demokrasi, parlamento, seçimler gibi kavramlar batı ülkelerindeki anlamları taşımıyor. Çoğu zaman içi boş kavramlardan ibarettir. Lider ve çevresi ülkeyi yönetir. İkincisi; Amerika’nın Hazar petrolü ve enerji yollarına duyduğu ilgi, Türkî cumhuriyetlerinde etkinliğini artırma çabalarını yoğunlaştırmasına sebep olmaktadır. Rusya ise hemen hemen hepsinde eski Sovyetler Birliği döneminde iyi birer komünist olarak yetiştirilen liderlerin yönetimde olmasını, bu bölgedeki nüfuzunu kaybetmemek için kullanma çabası içinde. Üçüncüsü; NATO, ISAF, Uluslararası Görev Gücü gibi kavramlar, Asya’da aslında ABD’nin kendi operasyonlarını kamufle etmek için kullandığı yapılara dönüşmektedir. Bir çok ortak değerimiz bulunan Kırgızistan’ın ekonomik sıkıntıları, eski dönemden kalma yönetim zafiyetleri, halkın üzerinde komünizm döneminden kalma dinî ve kültürel yozlaşmanın izlerinin henüz tamamen silinememiş olması, bu ülkeyi kendi kararlarını alabilecek güçlü bir konuma gelmekten alıkoymaktadır. Ülkemizin atayurdunun bir parçası olan Kırgızistan’la daha fazla işbirliğine gitmesi, TİKA aracılığıyla bu ülkede yürütülen çalışmaların artırılmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. 25.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Yedi düvelde yediden yetmişe “yedinci söz” dersleri |
Medya marifetiyle, Avusturya’ya, bize kadar ulaşan habere göre, Eskişehir’de bir lisede bir İngilizce öğretmeni, kaynağı Said Nursî’ye dayanan bir suali öğrencilerine sormuş. Bir medya grubu buna çok önem vermiş, tâ meclise kadar taşıtmış. Bu suâlin kaynağı olan Yedinci Söz, neden söz edermiş? Bu söz, Said Nursî’ye ait hangi kitaptaymış? Bu kitap nasıl bir kitapmış, hangi tarihte nasıl tamamlanmış? Türkiye’de ve dünyada bu kitaba duyulan ilgi ne ölçüdeymiş? Orijinali Türkçe olan bu kitap başka kaç dile çevrilmiş? Bu kitabın, kutsal kitabımız Kur’ân’la irtibatı neymiş? İngilizce öğretmeni bu dersi ingilizce mi işlemiş, suâlini de ingilizce mi sormuş? Öğrencilerinin İngilizce başarısı hangi düzeydeymiş? Bir İngilizce öğretmenini böyle iman ve ibadet meselesine sevkeden saik neymiş? Bütün bu sorular havada kalmış, haberi yapan medya grubu sadece bir soruya, sorunun kaynağına, Said Nursî’ye kafayı takmış. Halbuki onunla uğraşılamıyacağını, ona kafa tutulamıyacağını zaman gösterdi. Onunla uğraşanların akibetleri vahim oldu. Bu büyük maneviyat adamını hiç bir güç yolundan çeviremedi. “Allah” dedi, “Kur’ân” dedi, “Peygamber” dedi, meydan okudu. Hiç kimseden yardım istemeden, talebelerini ve sevenlerini işe karıştırmadan, tek başına meydan okudu. Sürgünler, hapisler, zehirlemeler ve idam sehpaları onu yıldıramadı. Sürgünde iken, onun ata binip biraz gezinti yapması bile mesele oldu, ondan korkanları ürküttü, alarm verildi, ordu teyakkuza geçirildi, uçaklar üzerinde uçmaya başladı.. Onun naşından bile korktular. Kabrinden çıkarıp meçhule götürdüler. Halbuki ondan korkmak anlamsız, onunla uğraşmak beyhudeydi.. Nura, ışığa kim zarar verebilirdi. Dünyanın bütün topları, silâhları, atomları birden güneşe savrulsa, güneşe zarar verir miydi? Onun korkulacak insan değil, kulak verilecek insan olduğu hâla anlaşılmadı mı ? O, Allah’ın nuruyla, Kur’ân’ın nuruyla baktı, kâinat kitabını okudu, yazdı. “Yazdıklarımda üstâdım Kur’ân, kitabım kâinat, muhatap nefsimdir” dedi. Yazdıkları da ışık saçıyor, ilim saçıyor. O, insanlık için çalıştı, millet için çalıştı. “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir” dedi. O, bizi düşündü, bizim için dua etti, bizim için ağladı. 1935’de Eskişehir hapishanesinin penceresinden, karşısındaki lisenin avlusunda oynayan kızların elli sene sonraki akibetlerinin manevi bir sinema ile ona gösterilmesi, onu ağlattı. Kendisi, “hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler, geldiler” dediğine göre, demek ki hıçkırarak sesli ağladı. Onun ağlamaları, onun duaları Denizli hapishanesinde kitaba dönüştü. Bu kitap, akibetlerine ağladığı liseli kızların da, belki ömürlerinin bir safhasında ellerine geçti, belki onlardan da kurtulanlar oldu. Kur’ân’dan onun kalbine gelen ve onun sürgün ve hapis yıllarının mahsûlü olan bu kitaplar, artık bütün dünyada okunuyorsa, tezlere, araştırmalara konu oluyorsa, dünyanın bazı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutuluyorsa, yediden yetmişe her kesimden insanlar bu hakikatların etrafında pervane oluyorsa, şimdi Eskişehir’in bir lisesinde bir öğretmen, öğrencilerine bu meyanda bir ders vermişse, yadırganacak hiç bir yanı olmamalıdır. xxx Şimdi burada olmuş bitmiş bir meseleyi kaşımak niyetinde değilim. Ne malum lise, ne bizce meçhul öğretmen meslektaşım, ne sızdıran zihniyet, ne azdıran medya cinsi ve ne de meclise taşıyan partili hakkında yorum yapacak da değilim. Yedinci Söz’ün temsilinde ve hakikatında, yukarda kısmen nazara verdiğim fertler, zihniyetler ve hadiseler yerli yerini alıyor zaten.. Bir kere insan olarak her birimiz, talimterbiye ve imtihan yeri olan bu dünyada, Yedinci Söz’deki temsilde nazara verilen o “çaresiz asker” durumundayız. Yani: Önümüzde ölüm, arkamızda ecel, sağ ve solumuzdan bizi kuşatan acizliğimiz ve fakirliğimiz. Bununla beraber ruhlar aleminden tâ ebediyete uzanan bir yolculuk. Bu hakikatın idrakinde olan her insan, “Ben kimim, nereden gelip nereye gidiyorum, bu dünyada işim ne?” sorularını kendine sorup cevabını bulmadan duramaz. Hiç bir şey yokmuş gibi, yan gelip yatamaz. Bu soruların gerçek cevaplarını bulup, gerçek huzuru yakaladıktan sonra, başkalarının da aynı huzura kavuşmasını ister. Mutluluğu ve zevki; Allah’ı tanımamada, ahireti ve akibeti düşünmemede arayanlara acıyarak, onların da gerçeği görmelerine çalışır. Deve kuşu gibi başını kuma sokup, avcıyı görmemekle avcıdan kurtulacaklarını zannedenlere yardımcı olur. Onları gerçek huzura davet ederken, haliyle onların sahte huzurlarını da kaçırmış olur. Halbuki o, Yedinci Söz’ün temsilindeki “Hızır gibi hayırhah”tır. Bu da yediden yetmişe herkese nasip olabilir. İlla da ilahiyatçı, hoca, din adamı olması da gerekmez. Çocuk olur, genç olur, ihtiyar olur. Kadın olur, erkek olur. Ve işte Eskişehir’deki bir İngilizce öğretmeni olur. Ama işin içinde, Allah korusun, Yedinci Söz temsilindeki yaralı askerin sol tarafından peydahlanan şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı bir adam olmak da vardır. Bu da toplumun her kesiminden olabilir. Fert olur, grup olur, kurum olur. Veya medya grubundan bir site olur, sol taraftan şöyle seslenir: “Hey arkadaş! Gel, gel. Beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim. (...) Hazır keyfimizi bozmayalım. (...) Alkış zamanıdır. (..) Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lazım.” Bir başka Risale sitesi, veya bir yazar ya da böyle bir gazete de, soldaki o siteye sağ taraftan şöyle seslenir: “Eğer ölümü öldürüp, kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa sus!” 25.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Regâibin feyz ve nurundan faydalanmak |
Bir tüccar çok kazançlı bir pazar, fuar, alışveriş merkezi varsa ondan faydalanmak için can atar. Müşteriler kaliteli ve ucuz malların satıldığı bir mağaza biliyorlarsa ona akın ederler. Çiftçiler bolluk ve bereket vesilesi olan Nisan yağmurlarını dört gözle beklerler. Bir konak yeri, bir misafirhane olan bu fani âleme bâkî âleme yatırım yapmaya gelen insanlar için de böyle kârlı anlar vardır. Dünden itibaren girdiğimiz üç aylar ve bu üç aylarda ihsan edilen Regâib, Mirac, Berat ve Kadir Gecesi gibi mübarek geceler böyle fırsat anları; büyük bağış, ikram ve ihsanların dağıtıldığı gecelerdir. Diğer zamanlara göre kat kat sevapları vardır. İşte bu mübarek gecelerin ilki ise, Perşembeyi Cumaya bağlayan gece olan Regâib Gecesidir. Bu gece farklı bir gecedir. Adından da anlaşılacağı gibi beğenilen, çokça rağbet edilen bir gecedir Regâib Gecesi. Mânevî tırmanışın, yükselişe geçişin ilk basamağıdır. Allah’ın bağış, lütuf ve ihsanlarını bol bol dağıttığı bir gecedir. Her sene kutlayageldiğimiz bu geceye Cenâb-ı Hakk’ın herkesten çok değer verişi ise bizlere çok şeyler hatırlatır. Bu gece Resûl-i Ekrem’in (asm) dünyaya teşriflerinin ilk halkasını teşkil eder. Onun doğuşunu canlı cansız bütün yaratıklar alkışladıkları gibi, bu geceyi de zerreden kürelere kadar herşey büyük coşku, heyecan ve sevinçle karşılarlar. Gayb âleminde bizce meçhul vuku bulan bir kısım sır ve şifrelere vakıf olan Kâinatın Efendisi (asm) bu gecede daha farklı bir kulluk içerisine girerdi. Bizi ahirette kurtaracak bir eserimiz olmadığı takdirde dünyada bıraktığımız eserlerin kıymeti olmayacağına göre bu gece ilk yapacağımız iş ahirete ait ne gibi yatırımlar yaptığımıza bakmak, bunun muhasebesini yapmaktır. O takdirde çok eksik ve hatalarımızın bulunduğunu görecek, bu geceden itibaren bahşedilecek saatlere gereken kıymeti verme konusunda hassasiyet göstereceğiz. Öyle ya, neye sahip olursak olalım, ister bütün dünyanın sultanı olalım, orada geçer akçemiz yoksa hiçbir işe yaramaz. Bu gece yapılan ibadetlerin sevabının kat kat; hayır, duâ ve zikirlerin büyük sevabı olduğunu düşündüğümüzde gayrete gelmemek mümkün olmaz. Çünkü okunan her Kur’ân harfinin diğer zamanlarda sevabı on iken, Receb ayında yüzleri geçer, bu gecede ise daha da artar. Kaza ve nafile namazlarının sevabı da diğer gecelere göre daha çoktur. Gündüzünü oruçla, hayır hasenâtla geçirdiğimiz kandili samimi bir tevbe ve istiğfarla, kusurlardan pişmanlıkla, aynı hatalara dönmeme azim ve gayreti içine girmekle; namaz kılmak, Kur’ân okumak, zikir ve fikirle meygul olmakla değerlendirebiliriz. Rabbimizin verdiği sonsuz nimetlere karşı şükretme; Onun hoşnut olacağı hâl ve atmosfer, dinine hizmet etme aşk ve şevkiyle yanıp kavrulma geleceğimizi ihyâ etme adına en güzel adımlar olacaktır. Kur’ân ve kâinat âyetlerini tefekkür etmek, îmanî bahislerde yoğunlaşmak, Kur’ân’ı anlama noktasında gayret göstermek insanın sadece ruh dünyasını aydınlatmakla kalmaz, amel defterini de sevaplarla doldurur. Maksat sevap kazanmak değil mi? 25.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Anahtar kelime: Aksülamel |
Terörü Doğuran Irkçılığın Panzehiri (3)
–Dünden devam–
Dün, "Birinci misâl"de sözü ettiğimiz o ilginç hatıranın sahibi olan Celadet Ali Bedirhan'ın kendi kaleminden bir ifadesini de aktaralım. M. Kemal'e hitaben yazdığı mektupta aynen şunları söylüyor, Celadet Bey: "Hatırımda kaldığına göre 10 Temmuz'un (1908'deki Meşrûtiyet'in ilânının Rumi gününü kast ediyor.) ikinci sene–i devriyesi (23 Temmuz 1909) henüz idrak olunmamıştı. Bir gün Şehzadebaşı'da bir tiyatro binasında (Ferah Tiyatrosu) mühim bir konferans verileceğini edebiyat öğretmenimizden öğrenmiş ve bu gibi şeylere meraklı birkaç arkadaşımla konferans mahalline gitmiştim. Sahneye iki adam çıktı. Biri Yusuf Akçura Bey idi. Arkadaşını bize takdim etti. Bu zatın ismi İsmail Gasperenski idi. Gasperenski Efendi, İstanbul ahalisince anlaşılması müşkil bir Türkçe ile uzun bir konferans verdi. Mütemadiyen Türk'ten ve gayr–i Türk'ten bahsediyordu. Konferans bittiği zaman, benim ve arkadaşlarımın anlayabildiği şundan ibaretti: Herkes Türk'tür, Türkiye'de Türk'ten başka millî unsur yoktur ve olmamalıdır. Bilmem nasıl bir tesadüftür ki, o gün aramızda hiçbir Türk talebe yoktu. Benden başka, diğer arkadaşlarımın biri Kürt, biri Çerkez, biri Arnavut, biri Gürcü ve biri de Rum idi. Ertesi gün, mektepte aynı arkadaşlar bir araya geldiğimiz zaman Gasperenski Efendi'nîn konferansı mevzubahis oldu. Meşrûtiyet devri ile birdenbire inkişaf eden müsavat–ı hukuk ve türlü şahsî, unsurî ve mezhebî hürriyet fikirleriyle sür'atle temasa gelen genç dimağımız, Gasperenski Efendinîn nazariyatını kabul edemiyordu. Bu nazariyat, bize pek aykırı gelmiş, mânevîyatımızı adeta isyan ettirmişti. O tarihte mektepte bir gazete hazırlayıp neşrediyorduk. Gazetenin riyâset–i tahririyesi (başyazarlığı) benim üzerimde idi. Gasperenski Efendi'nîn konferansının bende yapmış olduğu aksülamel ile olacak, mezkûr gazetede Kürtlüğün tarihinden, ırkından, vatanından ve hususiyetlerinden bahseyledim. Bu ve emsalî konferanslar ve neşriyat ile Osmanlı hududu dahilinde yaşayan gayr–i Türk milletlerin aleyhine olmak üzere, yeni bir Türk milliyetinin esasatı kurulmak isteniyordu. Bu şoven milliyetçiliğin, daha doğru bir tabirle başka milletlerin kanıyla vücuda getirilmek istenilen yeni milliyetin edebiyatını yapmak üzere bir bir Türk Ocakları, Türk Yurtları tesis olundu. Mecmualar ve kitaplar neşredildi. Gençlere bu yurt ve ocaklarda hususi bir terbiye veriliyordu. Rehberlerin itikadınca, bu ocakların eşiğinde ilk temsil ameliyesi (asimile çalışması) yapılıyordu; fakat, ileride göreceğiz ki, bu ocaklar size Türkçü yetiştirdiği kadar, bize de Kürtçü yetiştiriyordu." (1) Esasında bu son cümle, Meşrûtiyet'in ilk yıllarında başlayan ve Cumhuriyet döneminde de yaygınlaştırılarak sürdürülen Türkçülük faaliyetinin, tam bir aksülamel neticesi olarak Kürtçülük hareketini tetikleyip tahrik ettiğini, gayet veciz bir şekilde özetlemektedir.
İkinci misal: Burada, Meşrûtiyetin ilanından on yıl sonra, yani 1918'de Bediüzzaman Said Nursî ile Kürt kökenli bir talebesi arasında yaşanmış bir hadiseyi aktarmak istiyoruz. Bediüzzaman, son Isparta hayatında, 1955'lerde "Reisicumhura ve Başvekile" diye yazdığı mektubunun bir yerinde şu hatırasını anlatıyor: "Ben Van'da iken (1914–15), hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: 'Türkler İslâmiyet'e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?' Dedi: 'Ben Müslüman bir Türk'ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam îmâna hizmet ediyorlar.' Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksü'l–amel ile, o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: 'Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd'ü, sâlih bir Türk'e tercih ediyorum.' Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki: Türkler, bu millet–i İslâmiye'nin kahraman bir ordusudur." (2) Burada aktarılan şu hakikatli ifadeler, bu vatanda neyin sorun ve neyin o sorunun aksülamel bir sonucu olduğunu açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Yaptığımız araştırmaya göre, Bediüzzaman'ın bu talebesi, aynı zamanda İşarâtül–İ'caz isimli eserinin de bir kâtibi olan Müküs'lü Hamza Efendidir. Hamza Efendi, 1917'de İstanbul'a gelmiş, üniversitede tahsil görmüştür. İstanbul'daki bazı Türkçü hocaların (Yusuf Akçura, Akçura'nın samimi dostu ve akrabası İsmail Gansperenski, Ziya Gökalp, Kürt Ziya'nın samimi arkadaşı damızlıkçı ateist Dr. Abdullah Cevdet, Ahmet Ferit, M. Emin Yurdakul...) ırkçılık yapmalarından tahrik olmuş, Kürtçülüğe meyletmiş ve hatta işgalci İngilizlerin himayesinde kurulan (1918) Kürt Teali Cemiyeti'nin de üyesi olmuştur. ........................................ (1) Age, s. 22 (2) Nursi, Said, "Emirdağ LahikasıII" Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 196)
Üstad Bediüzzaman'ın bir hafta uğraşarak "aksülamel"le sarsılan hamiyet duygusunu yeniden tamir ettiğini söylediği eski talebesi Müküslü Hamza Efendi (solda), Abdülmecid Nursî ile birlikte görünüyor. (1916) 25.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Cinler |
Uzayın (semâvâtın) sakinlerinden birisi olan cinlerin varlığı ispat edilebilir mi, yoksa nakledildiği gibi, inanılması gereken meselelerden midir? Gayb/metafizik/mânâ âleminin şuur ve idrak sahibi sakinleri olan cinler, zaman zaman ehliyetsiz kişilerce ulu orta gündeme sürülür. Bir taraftan zihinler bulandırılırken, bir taraftan endişe, korku ve sıkıntı saçılır. İtiraf edelim ki, hepimizin gayb/metafizik âleminin esrârı/gizemine karşı son derece zaafımız da var. Dolayısıyla cinlerin yapıları, özellikleri, onlarla muhabere, cin çağırma/çalıştırma, cin çarpması meseleleri ve cinlerle evlenme iddiaları merakımızı tahrik ediyor. Kokuşmuş, çok ekşimiş, bozuk yemek mideyi bozduğu gibi, yanlış, batıl bilgi/inanç da itikadımızı bozar. Gayb/metafizik hakkında da çok sağlıklı bilgilere sahip değiliz. Işınsal varlıkları aklı almayan, kabul etmeyen, idrak yoğunluğu düşük veya aklı gözüne inmiş bazı zihinler, hiçbir ilmî, aklî delile dayanmaksızın, “Yok, görmüyorum, inanmıyorum!” diyerek inkâra yeltenir. Sanki “Yok, görmüyorum, inanmıyorum!” demek bir marifet, bir izah, bir delil ve ispat imiş gibi... Oysa aynı zevât, var gücüyle “UFO, uzaylı, uçan daireler” hikâye, masal ve iddiâlarına kuvvetli bir aşkla inanır ve bağlanır! Aslında meleklere iman ve cinleri kabul etmek, fıtrî bir zorunluluk, belki bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç UFO ve uzaylılarla doldurulmak istenmektedir! Zira doğruyu bulamayan, bâtıla sapar. Hâlbuki cinlerin varlığını gösteren birçok aklî, ilmî ve naklî delil vardır. Meleklerin varlıklarına dair olan tüm belgeler, ruhaniyât cinsinden olduklarından cin ve şaytanları da ispat eder. Burada bilmemiz gereken husus şudur: Cinler de irade sahibi ve imtihana tabi tutulmuş, ruhânî varlıklardır. İnanan ve inanmayan kısımları vardır. Şeytanlar ise, tamamen olumsuz duygulardan, siyah enerjiden yaratılmış varlıklardır. Semâvî dinlerin hepsi, ruhanileri, yani melek, cin ve şeytanları kabul etmektedir. Demek ki, “cin” denen varlıkların yaratıldığı, ilmen, aklen/mantıken, vicdanen ve dinen kabul edilmesi gereken bir keyfiyettir. İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli habis ruhların bulunduğunu gözümüzle görüyoruz. Dolayısıyla cinniden cesetsiz habis ruhların dahi bulunduğu, o kesinliktedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerir/kötü insanların aynı olacaklardı. Hem eğer bu insan sûretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaklardı. Hatta bu şiddetli münasebete binâendir ki, bir batıl mezhep hükmetmiş ki, ‘İnsan sûretindeki gayet şerir ervâh-ı habîse, öldükten sonra şeytan olur’...”1 Tekrar vurgulamakta yarar görüyoruz ki, bu zarûretlerden ötürüdür ki, cinlere inanmayanlar, onların yerini tutacak, “uzaylı, UFO” gibi hayâlî yaratıklara inanma ihtiyacını hissetmektedirler. *** Güzel Türkçemizin kudretli şairlerinden Yahya Kemal Beyatlı, Kadıköy vapuruna binmiş. Elinde bir kitap var. Meşhur akıl hastalıkları doktoru Mazhar Osman, elindeki kitaba işaret ederek sorar: “Üstad, o kitap ne?” “Şiir, Orhan Veli’nin...” “Yaaa, çok güzel! Ben kendilerini tanıyamadım da...” “Tanırsınız canım! Size şiirlerinden okuyayım...” Başına toplananların meraklı bakışları arasında kitabın bir yerinden açar ve okumaya başlar: “Yarısı balık, yarısı insan İn miyim, cin miyim? Ben neyim?” Mazhar Osman daha fazla dayanamaz. Gülümseyerek: “Bana gelsin, ne olduğunu söyleyeyim!”
Dipnot: 1- Lem’alar, s. 85. 25.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bu gece Regâib gecesi |
Bu gece, yalnız Allah’a, yalnız Allah’ın rızasına, yalnız Allah’ın mağfiretine, yalnız Allah’ın muhabbetine, yalnız Allah’ın sevgisine, yalnız Allah’ın cemaline, yalnız Allah’ın ibadetine rağbet edeceğimiz müstesna bir gece. Bu gece Regâib Gecesi. Bu gece bütün istekler Allah’a arz edilir. Bütün duâlar Allah’a ulaştırılır. Bütün talepler Allah’a sunulur. Bütün rağbet edilenler Allah’a eriştirilir. Bir fakir kul, Padişahın kapısına varıyor, el açıyor, dertlerini ve ihtiyaçlarını sıralıyor, dileklerini arz ediyor. Ve, eğer saygıda kusur etmemişse ve eğer isteklerini samimi olarak dile getirmişse, isteklerinin tamamına kavuşuyor, dertlerinin tamamına derman buluyor, ihtiyaçlarının tamamını gördürüyor. Padişahın kapısından boş dönmüyor; huzur bulmuş, ağlayan yüzü gülmüş ve dertlerine derman bulmuş olarak dönüyor. Soruyorlar: Bu gece Rabbimizden ne isteyelim diye. Ne istemeyelim ki? Bizim Rabb’imiz O! Biz O’nun kuluyuz. Bizi terbiye eden, bizi besleyip büyüten, hayatta ne istemişsek veren, tüm ihtiyaçlarımızı karşılayan ve kefil olan Kâinatın Padişahı O! Bizim Hâlık’ımız O! Biz O’nun mahlûkuyuz. Bizi yaratan, bize sahip olduğumuz her güzelliği, her iyiliği, her hayrı veren, bizi defalarca sevindiren, yüzümüzü defalarca güldüren, rûhumuzu defalarca mesut eden Dünya ve Âhiret Sultânı O! Bizim Rezzak’ımız O! Bizi rızıklandıran, her derdimize derman yetiştiren, her ihtiyacımızı gören, her yoksulluğumuzu gideren, şükürsüzlüğümüze rağmen bizi terk etmeyen, bizi açlıkla ve susuzlukla yüz yüze bırakmayan Cihan Sultanı O! Bizim Mâlik’imiz O! Biz O’nun memlûküyüz. Bize verdiği envâ-i çeşit mülkünde çalışan mülküyüz. Fakat hem bize emanet verdiği mülklerde, hem bizim içimizde, dışımızda, rûhumuzda, cismimizde, aklımızda, kalbimizde, nefsimizde, duygularımızda, hem de tüm varlıklar âleminde tasarruf eden Mâlikü’l-Mülk, yani tüm mülklerin gerçek Sahibi O. Bizim Azîz’imiz O! Biz zillet içinde iken, aşağıların aşağısında iken, sefil perişan iken, üstümüzde, başımızda gözümüzden asla kaçmayan izzet cilveleri, onur pırıltıları, haysiyet ışıltıları, yaşamak neşemiz ve yüzümüzden eksilmeyen sevincimiz Kendisine ait olan ve Kendi vergisi bulunan Kâinât Hâkimi O. Ganiyy-i Mutlak O! Mutlak Zengin, Sınırsız Zengin, Tüm Zenginliklerin Kaynağı, Sahibi, Malikî O! Biz ise fakiriz, yoksuluz, hadsiz ihtiyaç sahibiyiz, sınırsız muhtacız, hadsiz dertliyiz, Onun vereceği her şeye muhtacız ve her ihtiyacımızı da yalnız ve yalnız O’ndan görebileceğiz. Çünkü her ne istersek, O’nun dükkânında var. Her neye muhtaçsak, O’nun kapısında var. Her ne muradımız varsa, O’nun yolunda var! Her ne arzumuz varsa, O’nun dergâhında var! Her ne eksiğimiz varsa, O’nun rızasında var! Her ne emelimiz varsa, O’nun makamında var! O’nun kapısında, dergâhında, dükkânında, makamında bizim için yok yok! İşte böyle birisinden isteyeceğiz bu gece! Hayy-ı Bâkî’dir O! Sonsuz Hayat Sahibi, her şeye, her canlıya, her varlığa hayat veren O! Biz ise O’nun var kılmasıyla varlık buluyoruz, O’nun hayat vermesiyle hayat buluyoruz, O’nun takdiri ile ölüyoruz, O’nun tensibi ile diriliyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde sadece O’nun hükmü geçiyor, yalnız O’nun sözü geçiyor, yalnız O’nun emri dinleniyor! Bâkî’dir O! Sonsuza dek kalıcıdır, her şeyin mîrâsı kendisinindir, ölümsüzdür, zevâlsizdir, varlığı sınırsızdır! Biz ise fenâ ve zevâl tokadına her an mâruzuz, ayrılık ve yokluk derdi ile her an dertliyiz, yıkılış ve bitiş ıztırabı ile her an ıztıraplıyız, ölmek ve solmak kederiyle her an kederliyiz! Sonsuza dek yaşamak için yalnız O’nun onayına muhtacız! Ölümden ebediyen kurtulmak için yalnız O’nun kudretine muhtâcız! Yok oluş sillesinden sıyrılmak için yalnız O’nun gücüne ve irâdesine muhtacız! Sevdiklerimizden ayrılık kederinden kurtulmak ve tüm sevdiklerimize ebedî bağ ve bahçelerde ebediyen kavuşmak için yalnız ve yalnız ve yalnız O’nun oluruna muhtacız! Ve nihâyet cevap veren O, atiyye veren O, hediye veren O, isteklerimize olumlu cevap veren O, her aradığımızda bizimle muhatap olan O, başımız her sıkıntıya girdiğinde bizi gören O, içimiz her dara düştüğünde bize tesellî veren O, her murâdımızı dinleyip bizi muradımıza erdiren O, her âhımızı işitip elimizden tutan O, her vâhımızı işitip imdâdımıza koşan O, boynumuzu büktürmeyen O, başımızı eğdirmeyen O! O’ndan ne istemeyelim ki? Bizde yok, O’nda var! Bizde gam ve dert, O’nda derman var! Bizde istek ve arzu, O’nda ferman var! Bizde hadsiz dilek ve emel, O’nda cevap var! Bizde sonsuz ihtiyaç, O’nda sonsuz merhamet var! Bizde sıkıntı ve problem, O’nda sınırsız çözüm var! Bizde günah ve isyan, O’nda hadsiz af ve mağfiret var! Bu gece Regâib Gecesi. Yani sonsuz istekler gecesi. Sınırsız dilekler gecesi. Hesapsız ihtiyaçları arz gecesi. O da bizden bunu bekliyor zaten! “İstek ve dilekleriniz olmazsa ne ehemmiyetiniz var?”1 diyor. “Ben size çok yakınım! Her isteyenin istediğini veririm!”2 diyor. “İsteyin, vereyim!”3 diyor. O halde bu gece elimizden geldiği Kur’ân okuyalım, O’na secde edelim ve Hazinesi sonsuz Rabb’imizden ne ihtiyacımız varsa isteyelim. Regâib Gecenizi tebrik ederim.
Dipnotlar: 1- Furkân Sûresi: 77, 2- Bakara Sûresi: 186, 3- Mü’min Sûresi: 60 25.06.2009 E-Posta: [email protected] |