Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Yüzde 99'u geçip; yüzde 1'e odaklanmak |
Bediüzzaman’ın yaklaşık bundan bir asır önce, “Şeriat yüzde doksandokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir; yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir” (Divan-ı Harb-i Örfi s: 28) tesbiti bir bütün olarak bütün ehl-i dine önemli mesajlar içeriyor. O günün insanlarına karşı söylenmiş Bediüzzaman’ın bu önemli tesbiti bugünde geçerliliğini koruduğundan, bu zamanın din ehlinin de bu büyük insanın nazarlarımıza sunduğu bu tesbitteki derin mânâları anlamaya çalışıp, o yönde bir dini yaşantıyı esas almaları elzem olsa gerek. Görüldüğü gibi, şeriat deyince çoğu insanın anladığı biçimde, siyaset veya bir çeşit devlet idaresi değil; ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilet gibi kavramlar akla gelmeli. Çünkü şeriatın yüzde doksanını bunlar teşkil ediyor. Yüzde biri siyasete bakıyor... Kaldı ki bu yüzde birlik nispetinde de bu günün günü birlik siyasetiyle hiç- bir alâkası yoktur. Hatta şeriat şemsiyesi altındaki bu yüzde birlik kısmını da “ulûl-emirlerimiz” (idarecilerimiz) düşünsün diyor Bediüzzaman. Demek ki Bediüzzaman’ın şeriatı bu doğru ve bize göre isabetli olan tarifine göre her ehl-i dinin şeriatın o yüzde doksanına tekabül eden ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete odaklanması ve bu yöndeki bir yaşantıyı elde etmenin gayretinde olması gerekiyor. Doğrudan her din ehlini alâkadar eden böyle bir yaklaşımın, bir mücahadenin içinde olmak her mü’minin önemli ve öncelikli bir vazifesi olsa gerek. Günümüzde ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete bakan mükellefiyetleri bihakkın yerine getirebilmenin zorlukları, bu vecibeleri ifa etmenin güçlükleri elbette meydanda. Helâl ile haramların karıştırıldığı, her türlü fitne ve günahların kol gezdiği, manevî değerlerin bombardıman altında olduğu günümüzde her mü’minin şeriatın o yüzde doksanına tekabül eden sorumluluklarını yerine getirmesi elbette kolay değil. Bu noktada tahkiki bir imana, güçlü ve sarsılmaz bir inanç ve itikada ihtiyaç var. Bediüzzaman’ın şeriata getirdiği bu doğru ta-rifi ve buna paralel olarak bütün insanlara vermek istediği mesajı ne ehl-i dinin çoğu ne de dine mesafeli durmayı meslek edinen insanlar anlayabildi bu güne kadar... Her iki kesim de şeriatın o yüzde doksanını içeren kısmını görmezlikten gelerek, yüzde birine tekabül eden, yani tamamen idarecileri ilgilendiren siyaseti esas aldılar. Bütün çabalarıyla ve gayretleriyle oraya odaklandılar. Dinde hissesi olmayan malûm kesim, yıllarca samimî ehl-i dini dahi “şeriatı istiyorlar” bahanesiyle taciz ettiler, sorguya çektiler, mahkemelerde süründürdüler. “Dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” bir kısım din ehli de şeriatın ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete bakan ve her mü’minin yerine getirmekle mükellef bulunduğu vecibeleri görmezlikten gelerek, yalnız ve yalnız o yüzde birlik siyasete odaklandılar, var güçleriyle o yöndeki bir çabanın içine girdiler. Böyle bir siyasî faaliyetin içinde bulunan insanlar, yaptıklarının en büyük cihad olduğuna inanarak yıllarca faal bir şekilde particilik yaparak, gönül verdikleri partinin iktidara gelmesi için ellerinden geleni yaptılar. Böyle bir faaliyetin içinde bulunmayı bir nev'î cihad, bir çeşit ibadet saydılar ve bu noktada kendilerine destek vermeyen kişi ve cemaatleri de çekinmeden “küfür” ile itham ettiler. Yüce Allah’ın; “Ben cinleri ve insanları, Beni tanıyıp, bana ibadet etsinler diye yarattım” mesajındaki derin anlamı görmezlikten gelen bu malûm çevrelerin dinimizin temel esasları sayılan ahlâk, ibadet, fazilet, ahiret bağlamındaki vazifelerini es geçip, bütün himmetleriyle dinin yüzde birlik kısmını oluşturan siyasete yönelmelerinin sonucunu ve bedelini hem kendileri, hem de bütün din ehli insanlar öde-meye devam ediyor. Vaktiyle cihad niyetiyle, din adına siyaset yaparak iktidara talip olanların, şimdi gerek Allah’a karşı kulluk vecibelerini yerine getirmekteki zaaflarını, gerek insanlara karşı hiç de hoş olmayan hal ve davranışlarını ibretle seyrediyoruz. 10.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Anne bir güne sığmaz |
Bir gün bir adam, Resûlullah Efendimiz’e (asm) şöyle sordu: “Ey Allah’ın Resulü! İnsanlar içinde iyi davranmama en çok lâyık olan kimdir?” Resul-i Ekrem Efendimiz (asm): “Annendir!” buyurdu. Adam: “Sonra kimdir?” dedi. Resûlullah Efendimiz (asm): “Annendir!” buyurdu. Adam: “Sonra kimdir ya Resûlallah?” dedi. Peygamber Efendimiz (asm): “Annendir!” buyurdu. Adam yeniden: “Sonra kimdir?” dedi. Allah Resulü (asm) “Sonra babandır!” buyurdu.1 Anneler fedakârdırlar. Hayatın en olmadık sürprizlerinde, en beklenmedik tecellilerinde, en zor anlarında anneler evlatlarına en yakın dostturlar. En sıcak arkadaştırlar. En doğru yoldaştırlar. En içten derttaştırlar. Uğrunda varını yoğunu seferber ettikleri, saçlarını süpürge yaptıkları ve peşlerinden koştukları tek varlık evlâtlarıdır. Öyleyse evlât, bir tek teşekkürü annesinden sakınmamalıdır. Allah’ın merhamet için, “Seni devam ettirene rahmetimi devam ettiririm! Seninle alâkasını kesenden rahmetimi keserim!”2 Sözünü hiçbir evlat unutmamalıdır. Anneler faziletlidirler, ihlâslıdırlar, samimîdirler. Allah için severler, Allah için şefkat ederler, Allah için merhamet ederler, Allah için acırlar, Allah için tahammül ederler, Allah için sabrederler, Allah için razı olurlar, Allah için duâ ederler, Allah için evlâtlarının hep yarınlarını düşünürler ve evlâtları peşinde Allah için uykuları kaçar! Öyleyse evlât, zahiren, annesinden nasıl bir davranış görürse görsün, -hoşuna gitse de, gitmese de- annesine karşı sırf Allah için iyi davranmalıdır, nezaketi ve nezaheti asla elden bırakmamalıdır. Anneler karşılıksız severler. İyi günde ve kötü günde, mutlulukta ve hüzünde, sevinçte ve üzüntüde, kıvançta ve acıda, evlât saygı göstersin veya göstermesin, evlât sevsin veya sevmesin, anneler adetâ evlâtları için vardırlar. Karşılıksız sevgilerini yalnız evlâtlarına hasrederler. Evlâtların tek gizlice gözyaşı dökenidirler. Öyleyse evlât, annesinin bir dediğini iki etmemeli, annesine “Öf!…” dememeli, “Öf!…” dedirtmemeli, annesine saygıda ve sevgide kusur etmemelidir. Kur’ân’ın şu tavsiyesini kalbine altın yazı ile yazmalıdır: “Anne ve babaya iyilikte bulunun! Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf!..’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle! Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve ‘Ey Rabbim! Nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur!”3 Anneler şefkat meleğidirler. İster bebeklik dönemlerinde, ister büyük çağlarında, evlâtlarını hiçbir zaman tehlikede ve kederde bırakmazlar, her zaman daldan budaktan esirgerler, her zaman onları koruma, onlara şefkat etme ve onları himaye etme sevkiyle ve şevkiyle yaşarlar. Bu sevk ve şevk onlara yalnız evlâtları için Cenâb-ı Allah tarafından ikram edilmiştir. Öyleyse evlât, annesini acımalı, korumalı, halini sormalı, derdine deva olmalı, hastalığına şifa bulmalı, annesi ağlarsa ağlamalı, gülerse gülmelidir, onun gönlünü hoş tutmalı, onu üzmemeli, onu razı etmelidir. Anneler müsamahakârdırlar, hoş görülüdürler, geniş kalplidirler. Evlâtlarının bir gülüşünde, bir tebessümünde, bir teşekküründe onların her türlü hatalarını, kabalıklarını, nezaketsiz davranışlarını, saygısızlıklarını affederler, görmezler, görmezden gelirler, onları bağışlarlar. Onlara haklarını helâl ederler. Öyleyse evlât, annesini Allah’ın emaneti bilmeli; onu incitmemeli, onu ağlatmamalı, ona karşı hürmette kusur etmemelidir. Resûlullah Efendimizin (asm) şu sitem okuna hedef olmaktan sakınmalıdır: “Anne ve babasından birine veyahut her ikisine ihtiyarlık vaktinde yetişip de Cennete giremeyen kimsenin burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtülsün!”4 Anneler çilekeştirler. Anneler evlâtları için ne kadar acıya ve çileye katlanırlar. Ne kadar ıztırap çekerler. Ne kadar dert biçerler de; evlâtlarının bir tek gülümseyen bakışına bütün acılarını yutarlar, bütün sıkıntılarını içlerine atarlar, bütün çilelerini sinelerine çekerler, bütün ıztıraplarını unuturlar. Öyleyse evlât, bir tek gülümsemeyi, bir tek minnettarlığı, bir tek teşekkürü annesinden esirgememelidir! Kur’ân’ın, “Biz insana, anne ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zaaftan zaafa düşerek taşıdı! Sütten kesilmesi de iki yıl sürdü. ‘Bana, annene ve babana şükret. Dönüşün ancak Banadır.’ dedik.”5 âyeti evlâtların kulaklarında küpe olmalıdır! Annelerin dilinde, duâsında dünyanın huzuru, bereketi, âhiretin mutluluğu gizlidir. Peygamber Efendimiz (asm); “Her şey ile Allah Teâlâ arasında perde vardır. Yalnız, Kelime-i Şehâdet ile anne babanın evlâdına yaptığı duâda perde yoktur!”6 buyurmuştur. Annelerin ayakları altında âhiret saadeti gizlidir. Peygamber Efendimiz (asm); “Cennet annelerin ayakları altındadır”7 buyurmuştur. Annelerin göz bebeklerinde biricik kalplerinin mutlulukları ve sevinçleri gizlidir. Onların mutluluklarını okumak ve sevinçlerini görmek isteyen, gözünü onların göz bebeklerinden ayırmamalıdır! Anneler, dünyada iyilik yapmayı hak eden en değerli varlıklardır. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifade buyurduğu gibi; “Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define! Onlara hizmet et! Rızalarını tahsil eyle! Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin! Eğer rahmet-i Rahman istersen, O Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et!”8 Anneler şüphesiz bir güne sığmaz. Her gün annelerindir. Çünkü bizi annelerimize bağlayan Kur’ân bir güne, bir yıla sığmaz, zamana ve mekâna sığmaz. Kur’ân ebedîdir.
Dipnotlar:
1. Riyâzu’s-Sâlihîn, 316; 2. Riyâzu’s-Sâlihîn, 315; 3. İsrâ Sûresi: 23, 24; 4. Riyâzu’s-Sâlihîn, 317; 5. Lokman Sûresi: 14; 6. Câmiü’s-Sağîr,4/1336; 7. Câmiü’s-Sağîr,3/1934; 8. Mektûbât, s. 252. 10.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Hz. Ömer’in İslâmla tanışma heyecanı |
İslâmla şereflenen Hz. Ömer bu sevincini bütün kâinata duyurmak istiyordu. Öncelikle muarızlara duyurmalıydı. “Herkesten önce İslâmın baş düşmanı Ebû Cehil’e anlatmalıyım” diye düşündü. Ertesi günü evine gitti, kapısını çaldı. Ebû Cehil kapıya çıkar çıkmaz, “Hoş geldin, safa geldin kız kardeşimin oğlu! Hayrola bir durum mu var?” diye sordu. “Ben bundan böyle Allah’a ve Resûlü Hz. Muhammed’e ve onun Allah’tan getirdiklerine iman ettim, doğruluğunu tasdik ettim ve bunu sana haber vermeye geldim.” Vurulmuşa dönmüştü Ebû Cehil. Ne yapacağını bilemedi. Şaşkınlıkla, “Allah senin de, getirdiğin haberin de belâsını versin” diyerek kapıyı yüzüne çarparcasına kapattı. Hz. Ömer’in sevinci doruk noktadaydı. Bunu mutlaka herkes duymalıydı. Mekke’de en çok söz getirip götüren, yayan kimdi? Onu bulup iman ettiğini onun vasıtasıyla herkese duyuracaktı. Bu işte başarılı Cemil bin Mü’mer’i buldu. “Ey Cemil!” dedi, “Benim Müslüman olduğumu duydun mu?” Şoke olmuştu Cemil. Yerinden hızla fırlayıp Hz. Ömer’in elbisesinin eteğinden tuttu ve çekerek onu Kâbe’nin kapısı önüne götürdü. Toplanmışlardı müşrikler orada. Cemil âvâzı çıktığı kadar, “Ey Kureyş topluluğu! Haberiniz olsun ki Hattab’ın oğlu Ömer dinini terk etmiştir” diye bağırdı. Hz. Ömer hemen müdahale etti. “Hayır, yalan söyledi. Ben Müslüman oldum” dedi. “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, Hz. Muhammed’in de (asm) Allah’ın kulu ve Resûlü (a.s.m.) olduğuna şehadet getirdim.” Hz. Ömer İslâma girdikten sonra Ebû Zer (r.a.) gibi yerinde duramamış, Kâbe’de Müslümanlığını ilân etmiş, din ve vicdan hürriyetinin olmadığı o dönemde müşrikler hemen üzerine çullanmışlar, gece sabaha kadar kapışmışlardı. Sonunda Hz. Ömer yorulmuş, yere oturmuş ve müşriklere şöyle demişti: “Bana istediğinizi yapın! Allah’a yemin ederim ki biz üç yüz kişi olsaydık, ya biz mahvolur meydanı size bırakırdık, ya da siz mahvolur meydanı bize bırakırdınız.” Tam o esnada Kureyş’in ileri gelenlerinden As bin Vâil gelmiş, “Nedir bu hâliniz?” diye sorunca, “Ömer dinini terk etti” demişlerdi. O da, “Adamcağız bir iş seçmişse, siz ondan ne arıyorsunuz? Sizi ne ilgilendirir. Adiy bin Ka’b Oğullarının adamlarını size kolayca teslim edeceklerini mi sanırsınız? Açılın, dağılın adamın başından!” deyince müşrikler hemen dağılmışlardı.1 İşte Hz. Ömer’in en mutlu anlarından biri buydu.
Dipnot:
1. İbni Hişam, Sire: 1:366-375. 10.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Kur’ân-ı Kerim’den aile modelleri |
Peygamber Efendimize (asm) gönderdiğimiz her salâvat hediyesinde yer alan ‘Al ve Ashab’ terkibinin belki de binlerce hikmetlerinden bir tanesi aile kurumunun önemine dikkatimizi çekmektir. Gerçekten de aile kurumunun şahısların ve toplumların hayatındaki yeri tartışılmaz derecede önemlidir. Kelâm-ı ezeli olan Kur’ân da, aile kurumu hakkında nikâh akdi, ebedî hayat arkadaşlığı ve aile bireylerinin dünya imtihanında birbirleri için zorlu bir sınav sorusu olduğu hakikati aile kavramı ile ilgili âyetlerde sık sık vurgulanır. Bediüzzaman Hazretleri aile kurumu hakkındaki bu Kur’ânî hakikatleri veciz bir şekilde şöyle formülleştirmiştir: "Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder, refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp ‘ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim’ diye takvaya girer.‘’
İmran ailesi Al-i İmran Sûresi, hadis-i şerifte Cennetin dört önemli hanımından biri olan Hz. Meryem’in mensup olduğu ailenin ismini taşır. Bir Sûreye isim olacak kadar önemli olan İmran ailesi, Kur’ân’ın örnek aile modellerindendir.
Hz. Lut (as) ve Hz. Nuh’un (as) aileleri Bu iki peygamber de eşleriyle imtihan edilmişlerdir. Peygamberlerinin emrine itaat etmeyen kavimlerle birlikte bu kadınlar da helâk olmuşlardır. Tahrim Sûresindeki ilgili âyetler bu açıdan önemlidir. Hz. Lut’un kızlarının annelerinin rağmına babalarının risâletini kabul etmeleri, Hz. Nuh’un ise eşinin ve oğlunun tufanda kavimleriyle birlikte helâkı ilginçtir. Bunlar ilâhî kitabımızda kıyamete kadar gelecek mü'minlerin nazarına ibretle sunulur.
Ebu Leheb ve ailesi Peygamberimizin amcası olan Ebu Leheb, Tebbet Sûresinde eşi Ümmü Cemil ile birlikte cehennemdeki halleriyle tablolaştırılır. Kaynaklardan öğrendiğimize göre peygamberlik gelmeden önce Resullah’ın kızları olan Hz. Rukiye ve Hz. Ümmü Gülsüm’e iki oğulları Utbe ve Uteybe için talip olan bu aile, peygamberlik geldiğinde derhal evlilik girişimini bozmuşlar, sıkıntı vermek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Hatta bir defasında Utbe, Peygamberimizin yakasına yapışarak eziyet ettiğinde, “Allah’ın bir iti onu yiyecek” diyen Peygamberimizin verdiği bu haber kısa zaman sonra aynen çıkmış, Utbe bir arslan tarafından parçalanarak ölmüştür. Bediüzzaman Hazretleri ‘Mektubat’ isimli eserinin 19. Mektubu olan ‘Mu'cizat-ı Ahmediye Risâlesi’nde bu hadiseden bahseder. İlginç olan nokta, bu ailenin bir ferdi imanla şereflenmiş ve Medine’ye hicreti göze almıştır. Dürre binti Ebu Leheb adıyla tanınan bu hanım sahabe, Ebu Leheb’in kızıdır! Evet Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi: "İnsan nur-u imanla âlâ-yı illiyyine çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i safiline düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer.’’ (Sözler, 23. Söz) Ebu Leheb’in ailesi iman ve küfür imtihanında, insanın aile ortamında ne hallere girebileceğinin ibretli bir örneği olarak İslâm tarihindeki yerini alır. Ebedî hayat arkadaşlığı temeli üzerine bina ettiğimiz aile hayatımızın dünyadaki cennetimiz, sığınağımız olması temennisiyle… 10.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Aşkın için ne öl, ne öldür, Allahaşkına! |
Mahkeme reisi katile sorar: “Niçin öldürdün?” Katil cevap verir: “Aşık olduğum için!” Bu ne aşktır ki, canı, cananı yok ediyor! Gerçek aşık sevgilisine kıyabilir mi? Yoksa sevgi ve aşkı karşılık bulamayınca nefret ve öfkeye mi dönüşüyor? *** Aşk nedir? Bir şeyi ya lezzet, ya menfaat, ya güzelliğinden veya mükemmelliğinden dolayı severiz. Duygu yoğunluğuna göre bir şeye meylederiz. İşte bu meyil sevgidir. Ve basamak basamak yükselir, şiddet peyda eder, tutku halini alırsa aşk olur. Aşk, “şiddetli bir sevgi”1 muhabbetin karesi ve sevginin kaynama derecesidir. Şöyle de tarif edilmiştir: Meylin iki katı ihtiyaç; ihtiyacın iki katı aşktır. Aşkın iki katı ise incizap; cezbeye (çekim alanına) kapılmaktır.2 Eğer çekim, Hakk’a yönlendirilirse, İlâhî aşk olur. Aşk, “hakikî ve mecazî” olmak üzere iki kısımdır. Mecazî aşk: Allah sevgisine ulaşma yolunda, O’nun yarattığı geçici suretlerden birini sevmektir. Buna dünyaya karşı gösterilen şiddetli arzu da denebilir. Eğer sevgimize istikamet vermez, dengelemez, yerinde kullanmazsak o zaman sevgimiz maddeye, nefse, kadına/erkeğe, para-pula, şan-şöhrete yönelecektir. Oysa dünyaya ve nefis hesabına içindekilere âşık olup bağlanmak anlamsız, 3 hatta zararlı. Mecazî âşıkların yüzde doksan dokuzunun sevgilisinden şikâyet eder.4 Çünkü, hakikî aşktan sapılmıştır. Mecazî aşk ve maşuklar/âşık olunanlar fanidir, eksiktir, geçicidir; ebedî aşk için yaratılan kalbi tatmin edemezler. Mecazî aşkı, ancak hakikî aşka dönüştürerek kurtulabiliriz. 5 Hakikî aşk: Gerçek aşktır, İlâhi aşktır, Allah aşkıdır. Sevilen her şeyi, Allah hesabına sevmektir. Habib, Vedûd ve Rahim (şefkat, yardım ve sevgiyi ihtiva eder) tecellilerinde/yansımalarında ilerlemektir. *** Sevgi, aşk bir sermayedir. Onu istediğimiz yöne veya kişiye yönlendirebiliriz. Bu bakmak ve görmek gibi bir şeydir. Görmek elimizde değil, ama, bakmak elimizde. Yani istediğimiz şeye bakma iradesine sahip olduğumuz gibi, sevgimizi de istediklerimize yönlendirmede serbest bırakılmışız. İlme, araştırmaya, okumaya, san’ata, çalışmaya, insanlık, hatta varlık adına ve faydasına olacak her şeye, hatta sevgilimize olan aşkı; aşıkları Yaratan’a yönlendirerek gerçek aşka çevirip -hastalık olmaktan çıkarabilir- sonsuzlaştırabiliriz.6 Gençler, “Aşıkız, hemen evlenmeliyiz!” anaforuna yuvarlanmadan, “Kimi, nasıl, ne kadar, kimin hesabına sevmeliyiz?” sorularının cevaplarını verebilecek şekilde eğitilmeliyiz… Aşk duygusu bize; kulluk yoluyla, mahbûbiyete (sevgi makamına) kadar gitmek;7 Mutlak seven ve sevilen Allah’a ulaşmak için verilmiştir.
Dipnotlar:
1- Mektubat, s. 37; 2- Sünûhât, s. 35. 3- Sözler, s. 187; 4- A.g.e., s. 332; 5- Mektubat, s. 16.; 6- Lem’alar, s. 253; 7- Mektubat, s. 442; 10.05.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Theodore Herzl - Yusuf Ziya el-Hâlidî yazışması |
Araplar Kudüs’ün fethinden beridir gayri müslimlerle son dererece uyum içinde bulunmuşlardır. Özellikle de Musevilerle. Arap kültürünü benimseyip, kendileri gibi Arapça konuşan Sefardim Yahudileriyle beraber, yüzyıllardır aynı topraklar üzerinde İslâm dininin gerektirdiği hoşgörü sayesinde, barış içinde yaşamışlardır. Karşılıklı ziyaretlerde bulunup, birbirlerinin bayramlarını kutlamışlar ve ticarî ilişkiler kurmuşlardır. Filistin Osmanlı idaresine geçtikten sonra da aynı durum devam etmiştir. Sayıları birkaç bini bulan ve genellikle de el-Halil, Tabariyye, Safed ve Kudüs civarında ikamet eden Yahudiler, Osmanlı millet sistemi dahilinde huzur içinde hayatlarını sürdürüyorlardı. Kimse onlara karışmıyor ve Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi toplumunun yaşamasından da kimse rahatsız olmuyordu. Ancak, zamanla bu durum değişmeye başladı ne yazık ki. 1881-1897 tarihleri arasında Rusya ve Polonya’dan Filistin’e göçen Aşkenazi Yahudilerinin el-Celil ve çevresiyle sahil bölgelerinde toplam 139.230 dönüm arazi satın almaları ve içinde 3867 Avrupalı Yahudinin yaşadığı 17 adet yerleşim bölgesi kurmaları, bu hicretin altında masum sebepler yatmadığını gösterdiğinden, Araplar göçmen Yahudilerden kuşkulanmaya başlamışlardı. Sosyalist fikirlerle dopdolu olan kavgacı karakterli göçmen Yahudiler, Osmanlı Devletinin mülkü olan (mirî arazi) otlaklara sahip çıkıyorlar, Arapların kullanmasına izin vermiyorlardı. Bu yüzden, Filistinli fellahlarla tecavüzcü göçmenler arasında sık sık çatışmalar meydana geliyordu. Ancak göçmenlere karşı organizeli bir karşı koyma olmamıştı. Sebep ise, Fellahların 1881 yılında çıkarılan ve Yahudilerin ancak Osmanlı uyruğuna geçmeleri şartıyla Filistin’e göçmelerine izin veren kanuna güvenmeleriydi.1 Osmanlı Devletinin Filistin’i gözden çıkarmayacağını çok iyi bilen Filistinliler, yine de tedbiri elden bırakmamışlardı. Olabilecek kötü ihtimalleri dikkate alarak 24.6.1891 tarihinde Sadrazama göndermiş oldukları bir telgrafta; Sultan Abdülhamid’den Filistin’de Yahudi göçmenlere arazi satışı yasağının getirilmesini talep etmişlerdi. Ayrıca, Osmanlı Meclisindeki temsilcileri olan Şükrü Aselî, Ruhi el-Hâlidî ve Said el-Hüseynî’den de meseleyi Meclise sunmalarını talep etmişlerdi. 2 Sosyalist Siyonistlerden rahatsız olanlar sadece Araplar değildi. Yahudilerin toplu halde Filistin’e göç etmemeleri gerektiğine ve daha da önemlisi, Mesih gelmeden önce siyasî bir varlık sahibi olmamalarına inanan Ortodoks Yahudiler de göçten rahatsızdılar. Ve bu rahatsızlıklarını Osmanlı makamlarına bildirmişlerdi. 3 Yahudi göçünden dolayı duyduğu rahatsızlığı dile getiren bir başka Filistinli de Filistin eşrafından Kudüs Şer’î Mahkemesi Reisi Kadı Muhammed Ali el-Hâlidî’nin Yunan asıllı eşinden olan oğlu Yusuf Ziya el-Hâlidî idi. Yusuf Ziya, Thedore Herzl’e bir mektup yazarak Filistin’e yapılacak olan toplu Yahudi göçünün neticesinin Yahudiler açısından da vahim sonuçlar doğuracağını, bu yüzden; göç fikrinden vazgeçilmesi gerektiğini bildirmişti. Filistinli tarihçi Prof. Âdil Menna’nın Filistin tarihi açısısından önemli bir vesika olarak gördüğü mektubun muhtevasına geçmeden, Yusuf Ziya el-Hâlidî hakkında biraz mâlûmat verelim. Yüksek öğrenimini İstanbul Robert Koleji ve Malta Protestan Üniversitesinde yapmış olan Yusuf Ziya el-Hâlidî, Viyana Üniversitesi Şarkiyât Kürsüsünde bir müddet (1875) Arapça ve Türkçe dersler verdi. Politik Siyonizmin doğuş yeri olan Viyana’da bulunması sebebiyle, Siyonist faaliyetleri yakından izleme fırsatını buldu. Öte yandan, Viyana devlet erkânıyla ve Yahudi hayırseveri olarak tanınan Baron Rothschild ile görüşme imkânı elde ederek, bu görüşmelerde Osmanlı Devletinin Kudüs’e yaptığı hizmetleri anlattı. Tanzimatın kuvvetli savunucularından olduğu bilinen el-Hâlidî, 1877 yılında yapılan Meb’usan seçimleri neticesi Kudüs Mutasarrıflığını temsilen Meclise girdi. Mecliste yaptığı ateşli konuşmalarda, zaman zaman Sultan Abdülhamid idaresini şiddetli bir dille eleştirse de, ailesinden miras olarak aldığı Osmanlı Devletine bağlılık fikrinden asla vazgeçmedi. Yafa ve Merciuyun (Lübnan) Kaymakamlıkları, Poti Konsolosluğu, Doğu Anadolu’da valilik görevlerinin kendisine verilmesi bu sadakatinin neticesi olsa gerek. Arapça, Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Fransızca ve Almanca yı çok iyi konuşan Yusuf Ziya el-Hâlidî, bir müddet de Bab-ı Âli’ye bağlı olan ‘Tercüme 0dası’nda görev yaptı. Doğu Anadolu’da görev yaptığı esnada öğrendiği Kürtçeyle ‘el-Hediyye el-Hamidiyye fil Lügati’l Kürdiyye’ adlı Osmanlıca-Kürtçe Sözlüğü 1893 yılında İstanbul’da yayınladı. Aralıklarla 10 yıl kadar Kudüs Belediye Başkanlığı da yapmış olan Yusuf Ziya el-Hâlidî’nin şahsiyeti hakkında verdiğimiz bu kısa bilgilerden sonra, gelelim Herzl’e yazmış olduğu mektubun muhtevasına: Alman İmparatoru ve Herzl’in İstanbul’da bulundukları sıralarda, Yusuf Ziya el-Hâlidî de İstanbul’da ikamet ediyordu. Bu yüzden, Asitane’deki gelişmeleri yakından takip edebiliyordu. Birkaç dil bilmesi ve bir müddet de Viyana’da ikamet etmiş olması, kendisine Siyonist hareketin esaslarını ana kaynaklarından öğrenme fırsatı vermişti. Dolayısıyla, Herzl’in planlarının hem Yahudiler, hem de Hıristiyan ve Müslümanlar için büyük tehlike içerdiğini uzun zaman önce keşfetmişti. Ayrıca, Kudüslü olduğu için Siyonistlerin binbir türlü hileyle Filistin’e sızıp burada koloniler kurduklarını ve gittikçe bu kolonilerin sayısının arttığını kendi gözleriyle görmüştü. Bir Osmanlı aydını olarak Yusuf Ziya el-Halidî, ne pahasına olursa olsun Filistin’in Siyonistlere kaptırılmaması gerektiğini düşünüyordu. Osmanlı Devletinin Siyonizm hakkındaki resmî görüşüyle de mutabık olan bu fikirlerini Herzl’e bildirmeye karar verdi. Ve, 1899 yılı Mart ayının başlarında Fransızca olarak yazdığı mektubu Herzl’in yakın arkadaşlarından biri olan Fransa Yahudi Cemiyeti Başkanı Zadok Kahn aracılığıyla Herzl’e gönderdi. Mektubuna Yahudi milletini överek başlayan el-Hâlidî, Siyonizmin fikir olarak âdil ve tabiî bir hareket olduğunu ve Yahudilerin geçmişte olduğu gibi bugün de Filistin’e dönme haklarının bulunduğu ifade etti. (Halidî’nin bu fikirlerinde Protestan kolejlerinde okumasının tesiri açıkça görülüyor.) Bu sözlerinin hemen peşine, milletlerin geleceklerinin tarihî haklara göre değil, ortada bulunan realiteye göre bina edilmesinin vazgeçilmez bir kâide olduğunu vurguladı. Halihazırda; Filistin’de Müslüman ve Hıristiyanlardan oluşan bir Filistin halkı mevcuttur. Dolayısıyla, hem coğrafî bakımdan, hem de sosyal bakımdan Filistin, Siyonizmin gerçekleştirmeyi hedeflediği proje için müsait değildir. Filistin’i istilâ etmeye kalkışmak, önce Yahudilere zarar verecektir. Siyonist projeyi gerçekleştirmeye kalkışmanın neticesi olarak gerek Filistin’de, gerekse İmparatorluğun diğer bölgelerinde yaşayan Yahudilere karşı düşmanlık başgösterecektir. 300 milyon Müslüman ve 390 milyon Hrıstiyanın mukaddes saydıkları toprakların ancak şiddetli bir harbin sonunda Siyonistlere kaptırılabileceğini ifade eden Hâlidî, böyle bir harbe Yahudilere karşı sempati duyan İngiliz ve Amerikalıların dahi girmeyeceğini (!) işaret etti.* Son olarak Herzl’den Siyonist fikirlerinden vazgeçmesini ve ‘Allah hakkı için, barış hakkı için’ Filistin’i kendi haline bırakmasını önerdi.
Herzl Yusuf Ziya’nın mektubuna cevap veriyor Yusuf Ziya el-Hâlidî’nin mektubunu teslim aldığı zaman Viyana’da bulunan Herzl, 19 Mart 1899’da mektuba karşılık verdi. Yahudi milletine karşı beslemiş olduğu dostluk duygularından dolayı Hâlidî’ye teşekkür ederek mektubuna başlayan Herzl, İspanya’dan göçe zorlanan Musevilere kapılarını açan Sultan Selim’den beridir, Yahudilerin Türklerin en iyi dostu olduklarını belirtti. Sonra da, Siyonist projeye açıklık getirdi. Herzl’e göre, Siyonist proje Osmanlı’ya asla zarar vermeyecektir. Bilâkis, ağır borç yükü bulunan Osmanlı Devleti bu projeden faydalanacaktır. Osmanlı yurduna göç eden Yahudiler, beraberlerinde mâlî imkânları ve zanaatları getireceklerdir. Bu da devletin kalkınmasına sebep olacaktır. Yahudilerin savaşa kudreti olmadıkları konusunda Halidî ile hemfikir olduğunu belirten Herzl’e göre, Yahudiler zaten barış ve sükûnet içinde yaşamak istediklerinden (!!) onlardan korkmaya gerek yoktur. Yahudi olmayan Filistin halkına gelince, kimse onları yerinden etmeyecektir. Göçün neticesi olarak arazi fiyatları on kat artacağı için Filistin halkı Yahudi göçünden şahsî menfaat sağlayacaktır. (Arazi satışından ancak vatan hainleri menfaat sahibi olmuşlardır.) Yusuf Ziya el-Hâlidî’nin “Allah aşkına Filistin’i kendi haline bırakın!” sözlerine cevap olarak da; Sultana sunulan teklifler reddedildiği takdirde, Yahudilerin kendilerine başka yer seçecekleri hususunda şüphesinin olmamasını söyler. 4
Dipnot: 1- Âdil Menna, “Tarihu Filistin fi Avâhiri’l Ahdi’l Osmanî,” s.: 230-231, Müssesetü’l Dirasât el Filistiniyye, Beyrut 2- Teysîr Cübâra, “Tarihu Filistin,” s. 67-68, Dâr el-Şurûk, Amman: 1998 3- Benjamin Beit- Hallahmi, “Original Sins: Reflections on the History of Zionizm and İsrael,” s. 139, Olive Branch Press, 1993 4- Âdil Menna, “Tarihu Filistin fi Avâhiri’l Ahdi’l Osmani,” s. 200-201, 234, 235. *Yusuf Ziya el-Hâlidî, maalesef büyük güçler olarak adlandırdığı İngiltere ve Amerika’nın Siyonistler için harbe girmeyeceği görüşünde yanılmıştır. Osmanlı İmparatorluğunu parçalayan büyük güçler; mektubun yazıldığı tarihten tam 18 sene sonra 2 Kasım 1917’de ‘Belfour Deklarasyonu’nu ilân etmek suretiyle Filistin’i Siyonistlere vatan olarak vermişlerdir. 10.05.2009 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Osman ZENGİN |
|
60 kuruşa gazete, 6 kuruşa ev alınır mı? |
Alınır, hem de bal gibi alınır. Hele bir de yaşadığınız memleket; gelişme ve ilerlemesi on senede bir ihtilâllerle kesilen Türkiye ise elbette alınır. Geçtiğimiz günlerde gazetemizin fiyatı on kuruş arttırılıp 60 kuruşa çıktı ya, işte ondan dolayı bunlar birden aklıma geldi. Paranın önündeki altı sıfır atılmasaydı gazetenin fiyatına bugün “altı yüz bin lira” diyecektik. Halbuki biz, paranın genleriyle oynanmadığı zamanlardan -yani kuruşun gerçek kuruş olduğu zamanlardan- geliyoruz. Biz gazeteyle tanıştığımızda 25 kuruşla gazete alınıyordu. Yani bugünkü bir gazete fiyatına o gün -sıkı durun gençler- tam iki milyon dört yüz bin gazete alınırdı. Şimdi bu kadar tirajı olan hiçbir gazete yok. Memleketin; başta ihtilâlcilerin hıyanetleri ve beceriksiz hükümetlerce (Ecevit hükümetleri gibi) ne hale getirildiğini gördünüz mü? Bundan kırk sene önce de babam, Ankara’nın en iyi semtlerinden birinde bir apartman dairesi almıştı. On bin lira peşin, ayda bin lira taksitle. Şimdi o para altı kuruş oldu maalesef! Hani, sanki ‘Ashab-ı Kehf’i anlatıyormuşuz gibi geliyor. Halbuki yarım asır bile olmamış daha. Gazetemizin fiyatına yapılan son zamdan dolayı memleketin şöyle kısaca bir geçmişine baktık, ama bizim esas mevzumuz gazetemizdi. Aslında gazetelerin çoğu zam yapmıştı, biz direniyorduk. Sayfa sayımızın azalması da o yüzdendi, ama nereye kadar? Bizim kadirşinas okuyucularımızdan bizi daha iyi bilen var mıdır? Çünkü, bu onların gazetesiydi. Çeşitli tarihlerde gazetemiz için çok yazılar yazmıştık. Bundan onüç sene kadar önce yine böyle bir zam sonrasında ”30 bin liraya da gazete mi olur?” başlığıyla bir yazı yazmıştık. Biraz sitem ettiğimiz o yazıdan bir kısmını da buraya aktarayım: ”(...) Tabiî, bütün bu geçmiş günlerde kalan tatlı hatıraları anlatmaktaki maksadımız, fahr değil, başından bugüne kadar en zor şartlarda bile gazetemize sahip çıkılması icab ettiğini belirtmek içindir. Zaten, dâvâ adamı olmak da bunları gerektirmez mi? O zamanlar meşhur bir hatıra anlatılıyordu ve bize de çok tesir etmişti. Zannederim rahmetli Eşref Edip’in bir hatırasıydı bu. Şöyle anlatıyordu: ‘Mahallemizdeki alış veriş yaptığımız bakkalımız bir Ermeni’ydi. Her akşam alış veriş için uğradığımda bir şey dikkatimi çekiyordu, bakıyordum rafta hiç açılmamış, postadan geldiği gibi gazeteler duruyordu. Bir akşam merak edip sordum. ’Bunlar ne?‘ ‘Bunlar Ermenice gazeteler’ ‘Niye hiç açılıp okunmamış?‘ ‘Ben okuma yazma bilmem ki!’ Eşref Edip şaşırmıştır. ‘Okuma yazma bilmiyorsun da, bunları niye alıyorsun?‘ Cevap enteresandır: ‘Beyim, bu gazeteler bizim dâvâmızın sesi. Ben okuma bilmesem de, onları alıp bir köşeye koyuyor ve dâvâma hizmet ediyorum!’ “Rahmetli Eşref Edip, buna çok şaşırmış ve hatıra olarak da anlatmıştı. Gördüğünüz gibi, Elhamdülillah ki, bir Ermeni’den fazla dâvâmıza sadıkız ve gazetemizi bugüne kadar hiç terk etmedik. (Gayretli ve sıdkında berdevam olan kardeşlerimiz namına söylüyorum) Bu gibi düşünen aziz kardeşlerimizin nazarında madde mühim değilken, bu yakında Yeni Asya 30 bin lira olunca bazıları hesap yapıyormuş.” Yahu, 30 bin liraya da gazete mi olur? Ayda bir milyon, senede 12 milyon eder.” Ben de, bu düşüncede olanlara şöyle söylüyorum: Ayda bir milyon, senede 12 milyon, on senede 120 milyon, 100 senede 1.2 milyar eder. Eğer, sen o kadar yaşayacaksan, gel gerçekten bu işten vazgeç, gazete alma kardeşim! Nefsimizin hoşuna giden şeylerde, durumu en müsait olmayanımız da para bulurken, dâvâsının sesini duyuran neşir organını alma hususunda, bir Ermeni’den geri kalırsan daha ne diyeyim?“ Bugün de, yine altına imza atabileceğimiz o günkü yazılarımızdan birinden bazı kısımları dikkatinize sunduğumuz bu yazımızla, gazetemize her halükârda sahip olunacağını ve ‘on kuruş zam’mın problem edilmeyeceğini biliyorum. 10.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Çocukların elinde silâh mı olsaydı? |
Geçtiğimiz günlerde Mardin’in Mazıdağı ilçesi, Bilge Köyünde meydana gelen ‘cehalet katliâmı’yla ilgili değişik değerlendirme ve yorumlar yapılmaya devam ediyor. ‘Her kafadan bir ses’ çıkmasının yanında, ‘her gazetede de farklı haberler’ yayınlanıyor. Yaşanan katliâmın gerçek sebeplerinin ortaya çıkması her halde epey zaman alacak gibi görünüyor. Hadiseye ‘magazin’ gözlüğüyle bakanlar sayfa sayfa haber üretiyorlar. ‘Berdel’den girip, ‘yasak ilişki’lerden çıkıyor; kendilerince cinayetin sebep ve sonuçlarını, buldukları ‘çare’leri sunuyorlar. Elbette bu katliâmın onlarca sebebi vardır. Ve bu sebeplerden biri de ‘berdel’ ya da benzeri uygulamalar olabilir. Ama bunu tesbit etmenin yolu her halde hadiseye ‘magazin’ gözlüğüyle bakmak değildir. Konu her yönüyle incelenip araştırılmalı ve gerçek sebepler ortaya konulmalıdır. Cinayete sahne olan köyden aktarılan ‘not’lar, medyanın Türkiye gerçeklerine ne kadar yabancı olduğunu bir defa daha gösterdi. Sıkılmasalar, köyde görev yapan cami imamını suçlu ilân edecekler! Bakınız, köyden aktarılan ‘not’ta neler söylenmiş: “Köydeki yaşamın içinde okul neredeyse yok. Eğitimi simgeleyen unsurlar köy hayatının hayli uzağında. Şöyle bir bakalım! Köy öğretmeni (...) çağrıldığı halde nişana gitmemiş. İmam ne yapmış peki? 24 yaşındaki imam (...), nişan evine gitmemekle kalmamış, yemek sonrasında oracıkta yatsı namazı kıldırmaya durmuş. (...) Köyde insanlar, imamdan övgüyle söz ediyor. Genç imamın iki yılda akıcı biçimde Kürtçe öğrendiğini, çocuklara hediyeler aldığını anlatıyorlar. Onu anlatırken kullandıkları bir cümle önemli: ‘Maaşını çocuklara harcardı. Yeter ki çocuklar Kur’ân öğrensin derdi.’ Cinayet sonrasında, sıra sıra mezar başında oturan çocukların ellerinde Kur’ân vardı. Hem de Arapça. Bu kareler gösteriyor ki, imam amacına ulaşmış! Epeyce çocuğa Kur’ân öğretmeyi başarmıştı.” (Faruk Bildirici, Hürriyet, 8 Mayıs 2009) Bu yorum ve değerlendirme karşısında ‘hes’ mi demek lâzım, yoksa ‘pes’ mi! Ne zamandan beri vazifesini yapmak, insanları suçlamak için malzeme olarak kullanılmaya başlandı? ‘İmam-hatib’in görevi çocuklara ve büyüklere Kur’ân öğretmek, namaz kıldırmak değil mi? Köydeki imam bunu yapmayacak da, çocuklara oyun, eğlence, ‘dans’ mı öğretecekti? Eğer anlatıldığı gibi ise, okul öğretmeninin dâvet edildiği halde düğün evine gitmemesi kimin kabahati? (Ki, öğretmenin hanımı dâvet edildiklerini ama beyinin ‘uykuya daldığını’ ve bu sebeple düğün evine gidemediğini daha önce açıklamıştı.) Kur’ân öğrenmek ve öğretmek ne zamandan beri suç ilân edildi? Hadiseye bu kadar ters cepheden bakanların, yaşananları anlaması, kavraması ve çareler sunması mümkün müdür? Bakınız, böyle düşünenler, yeri ve zamanı geldiğinde inançlı insanları “Bunlar cami ile okulu ayrı değerlendiriyorlar” diye itham ederler. Oysa bunu kendileri yapıyor! İmam hatibin işini yapması ve çocuklara Kur’ân öğretmesi, köylü ile iyi ilişkilere girmesi, onların dertleriyle dertlenmesi ‘suç’ oluyor. Bu anlayışı, bu yaklaşımı kabullenmek mümkün mü? Ne yani, çocukların elinde Kur’ân yerine ‘silâh’ mı olsaydı? 10.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Bir öyle, bir böyle |
Mahallî seçimler öncesinde öyle bir ağız dalaşına girmişlerdi ki... Millete örnek olmaları gerekirken, yazmakta imtina edeceğimiz sözlerle birbirlerine yüklenmişlerdi. Bu sözler “incitici, küçültücü ve hakaret içerdiği” içinde mahkemelere taşınmıştı. Bunun için “yorum” yapmayalım. Seçim bitti, partilerde hesaplaşmalar devam ediyor. Seçimler sırasında bu sözleri sarfedenler şimdi ‘kuzu sarması’ gibi görüntü veriyor. Seçimlerden önce gündeme getirdiğimiz bu iki liderin kendi aralarındaki kavgaları “iki kutuplu bir siyaset oluşturma heveslerinden kaynalanıyor”u akıllara getirdi. Bunun son örneğini TOBB’un genel kurulunda yaşadık. Sanki seçimlerde kavga eden, 23 Nisan törenlerinde birbirlerinin elini dahi sıkmayan onlar değilmiş gibi, samimî görüntü verdiler. Gazetelerde görseniz, “fotomontaj” diyeceğiniz bu görüntüyle ilgili çok yorumlar yapıldı. Diz dize vermişler, sıcak sıcak sohbet… Bu görüntünün üzerinden daha üç gün geçmeden Meclis’te partilerinin grup toplantılarında yine birbirlerini ağır şekilde suçladılar. Bir öyle bir böyle. Milletin kafası iyice karıştı. Yoksa, kavga ederken de, samimî görüntüleri verirken de milleti mi kandırıyorlar? * * * EN ZOR NÖBET Seçimlerin ardından hükümette köklü değişiklik yapıldı. Bazı bakanlar koltuklarından olurken, bazılarının yerleri değişti. Gidenler “Bu nöbet değişimi” deseler de burukluk olduğu muhakkak. Tabi kolay değil... Bazı bakanlıklarda değişik yorumlara sebep olan “devir-teslim törenleri” yapılmasa da, bazılarında renkli törenler oldu. Ama en ilginç devir teslim töreni de Millî Eğitim’de yaşandı. Nimet Çubukçu’ya görevini teslim etmeden önce uzun bir konuşma yapan Hüseyin Çelik’in şu cümlesi çok manidardı: “Millî Eğitim Bakanlığı otomatik pilota bağlanmıştır. Bu saatten sonra, atama şekli belli, yapılanlar belli, atama kriterleri belli, okulların işleyişi belli, teknolojik altyapı, fizikî altyapı, nerede ne yapılacak, nerede ne eksik, bunlar belli...” Buradan şunu mu anlamak lâzım: “Biz sistemi kurduk, gelen kim olursa olsun bu sistemi devam ettirmek zorunda…” Çelik’in şu cümlesi de ilginçti: “Askerlik yapanlar bilirler, 3-5 nöbeti en zor olan nöbettir. Millî Eğitim Bakanlığı da kolay bir bakanlık değil. Ama birileri zor da olsa bu görevi üstlenmek zorunda…” Sayın Çubukçu bayan olduğu için askerlik yapmadı. Görevi boyunca 3-5 nöbetinin ne kadar zor olduğunu görmüş olacak… * * * SAKAL Yeni bakanlar heyecanla görevlerine başladılar. Bazı bakanlar göreve gelir gelmez yoğun bir program trafiği ile karşılaştı. Paneller, kongreler, sempozyumlar… Böyle olunca da gazetecilerle sık sık bir araya gelmek zorunda kaldılar. Yeni Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın sakalı da gazetecilerin ilk günden dikkati çekmişti. Fırsatını bulup “Sakalınızı kesecek misiniz?” diye soran gazetecileri tebessümle karşılayan Yıldız, “Ben baktım enerji sektöründe problemlerin arasında böyle bir başlık yok” diye esprili bir cevap vermiş. Bakan olduğu sürece bu sorular kendisine gelecektir, ama burada şunu söylemek lâzım: Sakalı kesmezse bakanlık yapamayacak mı? Gazeteci arkadaşlara bir kopya vereyim. Kabinede bir bakanın da kamuoyunda “kirli sakal” denilen bir sakalı var! Aman atlamayın, hemen peşine düşün… * * * NOKTA Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz günlerde bir markete gidip alış veriş yapmış. Tıraş köpüğü, ayakkabı parlatıcı gibi malzemeler alan Erdoğan, kasaya nakit 19 lira ödemiş. Bu alış verişini niye yaptığını açıklarken de, “piyasayı kontrol” olarak izah etmiş. Başbakan marketteki fiyatları görünce “krizin teğet geçip geçmediğini” gördü mü acaba? 10.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Gondos Müfrezesi |
I. Dünya Savaşında birçok Alman ve Avusturyalı, Osmanlı askeri ile birlikte savaşmıştı. Bu askerler sadece komutan değil, bazen bir alay büyüklüğünde askerî birliklerden oluşuyordu. Bu yazımızda Filistin cephesinde görev alan yedek yüzbaşı rütbesindeki Alman Jorj Gondos ve emrindeki askerlerden bahsetmek istiyorum. 1. Kanal harekâtı öncesinde Osmanlı-Mısır sınırı bugünkü İsrail-Mısır sınırı idi. Osmanlı karargâhı Çanakkale’deki müttefik baskısını azaltmak için İngilizleri Mısır’dan vurmak istiyordu. Burada büyük bir başarı elde edilemese bile en azından Çanakkale’deki askerlerimizin üzerindeki baskı hafifleyecek idi. Nitekim aynen öyle oldu. 1. ve 2. Kanal Harekâtı sayesinde İngilizler kuvvetlerinin büyük bir bölümünü Süveyş Kanalının korunması uğruna Mısır’a kaydırdılar. 1. Kanal harekâtı esnasında Yüzbaşı Gondos’a İngiliz birliklerine sabotaj yapma görevi verildi. Gondos’un emrinde Yüzbaşı Eşref Kuşçu ve gönüllülerden oluşmuş 60 asker bulunuyordu. 19 Ocak 1915 tarihinde İngilizlerin elinde bulunan ve 280 askerle birlikte bir kruvazör ile savunulan Tur kasabasına saldırıya geçildi. Baskın başarılı olmuş, kendilerinden 13 kat fazla sayıda olmasına rağmen İngilizler geriye çekilmek zorunda kalmışlardı. İngilizler gemi ile ikibin kişilik bir yardım göndermişlerdi. Yardım alan İngilizler, karşı saldırıya geçtiler lâkin büyük kayıplar vererek tekrar geri çekilmek zorunda kaldılar. Gondos Müfrezesi Tur Manastırına (Ayakaterin) gitmiş manastırdan erzak temin etmişti. Daha sonra Tur kasabasına giren müfreze, bütün İngilizleri buradan çıkarmış Süveyş Kanalının kuzeyine kadar sürmüştü. 30 Ocak’tan 2 Şubat tarihine kadar bölgede devamlı baskın ve sabotaj yapan müfreze, Kanal’da Karantina adı verilen yerdeki kuyuları, tulumbaları ve elektrik motorlarını tahrip etmişti. 6 Şubat’ta bir maden ocağına girilerek birçok malzeme ele geçirildi. Daha sonra Süveyş Kanalının batısına geçen müfreze, Cemsa adı verilen bölgedeki 3 petrol kuyusunu ve 3 petrol tankerini tahrip etmişti. Çeşitli çatışmalarda 6 askerini şehit veren müfreze, aldığı savaş ganimetleri ile Kalatünnahil’e geri döndü. Müfrezenin komutanı Gondos, Harp Okulu öğrencilerinden Hanefi, Avusturyalı doktor Simon ve Şeyh Hasan Kuveyri’nin ödüllendirilmesi için Harp Karargâhına yazı yazmıştı. Gondos müfrezesinin hikâyesini çok kısa olarak bu kadar anlattıktan sonra şimdi de günümüze kadar ulaşan etkilerinden bahsetmek istiyorum. Filmlere konu olabilecek bu başarı hikâyesi ciddî sonuçlar doğurmuştu. İngilizler devamlı şekilde bu cepheye asker yığmış Filistin savaşlarının çıkmasına yol açmışlardı. Müfrezenin başarısı savaşın kaderini oldukça ciddî bir şekilde etkilemişti. Zira paniğe kapılan İngilizler, ‘Mısır elden gidiyor’ diyerek Çanakkale’den çekilmek gerektiğine inanmışlardır. Panik öylesine büyük olmuştur ki, İngilizler Mısır’da 400 bin kişilik bir ordu hazırlamışlar ve bu ordu ile “bizim Arap çöllerinde ne işimiz var” demeden Filistin’e saldırmışlardı. General Allenby komutasındaki İngilizler önce Kudüs’e daha sonra bozgun halinde geri çekilen Osmanlı Ordularına büyük kayıplar verdirerek Halep’e kadar geldiler. Hemen akabinde Mondros Mütarekesi imzalandı. O gün bugündür Kudüs ve Kutsal topraklardan uzaklaştırıldık. İngilizler bölgeye Yahudi göçmenleri getirerek Filistin’in bir kan gölüne dönüşmesine sebep oldular. Yüzyıllarca barış ve sükûnet içinde yaşayan Filistinliler, Osmanlı bölgeden ayrılınca bir türlü huzuru bulamadı. Aksine her geçen gün daha da artan bir baskı ve şiddet ile topraklarını terke zorlandılar. İnşallah geçen bu 100 yıllık süreden sonra bölgeye yeniden huzur ve sükûnet geri gelir. 10.05.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Kalıcı dostluğun on altın kuralı |
Bu Pazar kalıcı dostluk kurmanın evrensel prensipleri üzerine derlemeleri paylaşalım istiyorum. Maddiyatın öne çıktığı, bireyselliğin bencillikle özdeşleştiği, dostluk ilişkilerinin sığlaştığı bu devirde, sağlam dostluklar kurabilme üzerine tavsiyelerin önemli olduğuna inanarak sizlere dostlukları kalıcı hale getirmenin on prensibini ileteceğim. 1- Kendiniz olun. Olduğun gibi görünmekle başlayın işe. Dostum dediğiniz kişi sizi meziyetlerinizle olduğu kadar kusurlarınızla da kabullenmişse dostluğunuz kalıcı olur. En zor şeydir aslında kendin olmak. Ama olmayı başarabildiğiniz ölçüde dostluğunuzu kalıcı kılarsınız. 2- Dedikodudan uzak durun. Bu zaten hep yapmamız gereken bir davranış biçimi. Ama çoğumuzun pek de uzak kalamadığı bir alışkanlık. Dostunuzla ilgili olarak hiç kimseyle dedikodu yapmayın ve yapanlara da karşı çıkın. Yalnızca iyi yönlerini anlatın başkalarına. Unutmayın her söylediğiniz şekil değiştirilerek iletilecektir dostunuza. 3- Dostunuzu savunun. Hangi şartlar altında olursa olsun, isterse dostunuz dünyanın en büyük günah veya suçunu işlemiş olsun, onu başkaları karşısında savunun. Mutlaka haklı bir sebebi olduğuna inanın ve inandırın. Çünkü dostunuzun size en çok ihtiyacı olduğu zaman budur. Böyle bir felâketi atlatabilen dostluklar kalıcı olur. 4- Dostunuza hep iyilik edin. Güçlüklerde yardım etmek, iyi zamanlarda hediyeleşmek, dertlerini paylaşmak her zaman dostlukları güçlendirir. “Bir koyun paçası dahi olsa hediyeleşiniz” Hadis-i Şerifini unutmayın. Bazı kimseler yardıma ihtiyacı olduklarını dillendirmezler. Siz gözünüzü ayırmayın dostunuzdan ki, sıkıntısını görebilesiniz. Kötü zamanlarda yapılan iyilik, iyi zamanlar için güven biriktirmektir. 5-Dostunuzun başarı ve meziyetlerini övün. Dostunuzun meziyetlerini ve iyi işlerini övmekten kaçınmayın. Dostunuzu takdir ettiğinizi ona gösterin. Çoğu zaman eleştirir ama iyi şeyleri övmeyiz. Halbuki insanın en temel arzularından birisi takdir edilmektir. 6- Dostunuza vakit ayırın. Emeksiz dostluk olmaz. Dostunuza vakit ayırın. Belli zamanlarda mutlaka bir araya gelin. Gözden ırak olanın gönülden de ırak olacağını unutmayın. Hiç değilse modern iletişim imkânlarını kullanarak sürekli haberleşin. 7- Önemli günlerini unutmayın. Doğum günü, mezuniyet, çocuklarıyla ilgili önemli günler, sizin dostluğunuzu pekiştirme zamanlarınız olsun. 8- Dostunuza yol gösterin. Unutmayın ki yalnızca övmekten geçmez dostluğu güçlendirme yolu. Ahirette de devam edecek dostluk için, dostunuzun yanlışını yapıcı bir dille düzeltmeye çalışın. Sakın eleştiri tarzında olmasın bu yol gösterme. Onu kırmayacak dili bulun. Doğruyu doğru tarzda söylemek gerek. 9- Hep affedici olun. Affedin dostunuzu. Kusurlarını gece gibi örtün. Affedilemeyecek gibi görünen kusurlarını affetmek için zaman tanıyın kendinize. Hemen tepki gösterip çekip gitmeyin. Bu en kolay yoldur. 10- Dostluğunuzu ailelere yayın. Dostluğunuz iki tarafın ailelerine de yayılsın. Eşler ve çocukları tanıştırın. Her zaman olmasa da çoğu zaman onlar da dost olabilir. Bu halde dostluğunuz sizden sonra da sürer. Ahirette de sürecek dostluk dileğiyle. 10.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Nasihat istersen... |
Pazar yazılarında zaman zaman yazdığımız gibi, Üstadın ifade ettiği “Kırktan sonra kabir tarafına nüzul başlar” gerçeğini, hem akışın iyice hızlandığını hissederek, hem de yakın çevresindeki vefatların sıklaştığını görerek hakkalyakîn yaşayan ortayaş kuşağı, bu süreci, ahiret hazırlıklarını yoğunlaştırma dersi çıkarması gereken bir merhale olarak görmeli. Gerçi genç-ihtiyar fark etmeyen ölüm gerçeğinin yaşla ilgisi yok. Mardin vahşetinde, daha annesinin karnında cenin halindeyken ve dünyaya gözlerini açamadan Cennete uçan masum bebeler, bunun en yeni ve düşündürücü örneği. Ama bu tür olağanüstü ve “vakitsiz” ölümler dışında, mutad ortalamalara göre 60’la 80 yıl arasında değişen ömür süreleri esas alındığında, kırkı devirenler için, hızlanan bir iniş başlıyor. Birtakım özel beslenme rejimleri, spor aktiviteleri ve “sağlıklı yaşam” formülleriyle, bu iniş belki biraz geciktirilebilir, ama durdurulamaz. Çünkü bize bu hayatı bahşeden Yaratıcımız, “Her canlı ölümü tadacaktır” fermanıyla nihayetini de takdir etmiş. “Dünya fâni, ölüm âni.” Doğduğumuz andan itibaren adım adım bu âkıbete doğru ilerliyor olduğumuzun şuurunda olarak hayatımızı tanzim etmemiz gerekiyor. 23 Mart’ta verdiğimiz “İlâhî ikaz: kriz” ekimizin 9. sayfasında, Mektubat’tan alınan ve konu gereği “Mal istersen kanaat yeter” sözünün başlığa çıkarıldığı levhadaki derslerden biri de şu: “Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan (dünya sevgisinden) kurtulur ve ahiretine ciddî çalışır.” (23. Mektup) Yegâne kurtuluş çaresi olan ihlâsı kazanıp muhafaza etmenin en tesirli yolunun rabıta-ı mevt, yani ölümü hep hatırda tutmak olduğunu da unutmayalım ve bu dersi sürekli tazeleyelim. Tabiî, “ahirete hazırlık” derken, 10. Lem’a’daki Şefkat Tokatları bahsinde altı çizilen ince nüansı gözden kaçırmayıp, şahsî olarak ahiretini düşünme gerekçesiyle hizmeti ihmal sonucuna yol açabilecek yönelişlerden de uzak duralım. *** Annemizin vefatı bize bunları hatırlatırken, onunla ilgili olarak 5 Mayıs Salı günü bu köşede yayınlanan yazımızdan “Şefkat kahramanı annelerimize daha fazla sarılmalı, onlardan daha çok istifade etmeliyiz” gibi güzel dersler çıkarıldığını bildiren okur mesajlarıyla duygulandık. “Yazıda sanki benim rahmetli annem tarif edilmiş” diyen bir okuyucumuzun bu ifadesiyle, bir diğerinin “Böyle hanımlar ne kadar azaldı” şeklindeki yorumu bizi derin derin düşündürdü. İstanbul, Ankara, İzmir, Kütahya, Bursa, Eskişehir, Uşak, Kastamonu, Sivas, Trabzon, İzmit, Konya, Adapazarı, Mersin, Tire, Malatya, Nevşehir, Batman, Kayseri, Tokat, Adana, Antalya, Şanlıurfa, İznik, Kırklareli, Gaziantep, Isparta, Zonguldak, Çorum, Mardin, Diyarbakır, Konya-Ereğli, Balıkesir, Osmaniye, Şarköy, Tavşanlı, Simav, Samsun, Bolu, Torbalı, Kdz. Ereğli, ABD, Avustralya, Almanya, Avusturya, Hollanda, Belçika, Mısır... çıkışlı telefon, mail ve gazete ilânı mesajlarıyla iletilen “Allah makamını Cennet eylesin; Peygamberimize (a.s.m.), Hz. Aişe’ye (r.a.) ve Üstada komşu eylesin; Cennetinde buluştursun” ortak duâsına “âmin” dedik. Vefat haberinin duyulduğu andan itibaren birçok yerde hemen organize ediliveren hatimler ve duâları, Risale-i Nur-Yeni Asya camiasına mensubiyetin ne kadar paha biçilmez bir nimet ve mazhariyet olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu vesileyle, acımızı paylaşan tüm Yeni Asya mensuplarına, yazarlarına, okuyucularına; taziyelerini bildiren 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e; Adıyaman Milletvekili, avukatımız, dostumuz Hüsrev Kutlu’ya; eski milletvekillerimiz Recep Özel’le Nurettin Tokdemir’e; YENİSİAD’a; Yeni Eğitimciler Derneği İstanbul Şubesine; Ümitvar Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Derneğine, BEM-BİR-SEN Genel Başkanı Mürsel Turbay’a ve bürokrat dostlara teşekkür ediyoruz. 10.05.2009 E-Posta: [email protected] |