|
|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Bir başka bahar |
|
Baharlar vardır...
Sevinçle neşeyle gelir.
Yeni günlerin ve yeni ümitlerin
müjdesini verirler.
Her şeye yeni bir başlangıç olan..
beyazlarına kavuşan bir gelin gibi,
yeni bir dünyanın
hazırlığıyla kuşanan
çiçeklenen... tomurcuklanan...
meyveye duran
Baharlar vardır...
Geleceğe, öteye kapı olan..
o kapının eşiği olan...
Gerçek bir âlemin
ebedî âlemin başlangıcı olan
her yeni doğuş
her yeni başlangıç
Gerçekten bir bahar değil midir?
dünyanın ölü mevsiminden,
yeniden dirilmesine kadar
geçen zaman gibi.
Bu müddet içerisinde tomurcuk ve filizler yeni umutlarla büyüyüp
gelişmeyecek midir?
Bir de bunun ötesi olan bahar vardır.
Geçiş, yeniden doğuş olan bir bahar.
Oraya, bahardaki gibi coşkun
ve neşeli doğabilmek için ise,
her dem taze, her dem zinde bir hayatın sahibi olmak gerekir.
Çünkü; ebedî mutluluğun asıl mekânı orasıdır ve gerçek baharı yaşayan o bahçelerde canlar Cânına kavuşulacaktır.
“Dün dünle beraber gitti cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lâzım”
diyen Mevlânâ Hazretleri de bizi böyle bir gençliğe ve tazeliğe dâvet ediyor...
Peki ya ölü doğuşlar! Ana rahminde ölen ve bu geniş âleme kavuşamayan
bebekler gibi..
Bu tür bir doğuş da mümkün değil mi?
Elbette mümkün ve üstelik kişinin elinde olan bir şey.
Fakat böyle bir doğuşta bahar, bahar olmaktan çıkar. Ümit ve neşe kaynağı olma vasfını kaybeder.
Çünkü öz ölmüş, sadece kabuk kalmıştır.
Artık, geniş bir âleme çıksa dahi, o âlemin nimetlerinden faydalanamayacak ve sadece kabuktan ibaret kaldığı için, yanmaya ve sürünmeye mahkûm kalacaktır.
Kısacası gerçek baharlara, devamlı bir gençliğe ulaşabilmek elimizdedir.
Ne mutlu bu kısa ömürde, o ebedî gençliği kazananlara..
...
ÇOCUKLUĞUM
Çocukluğum, çocukluğum...
Uzakta kalan bahçeler
O sabahlar, o geceler,
Gelmez günler çocukluğum.
Çocukluğum, çocukluğum...
Gözümde tüten memleket.
Artık bana sonsuz hasret,
Sonsuz keder çocukluğum.
Çocukluğum, çocukluğum...
Habersiz ölen kardeşim,
Mezarı bilinmez eşim,
Her bir şeyim çocukluğum.
Çocukluğum, çocukluğum...
Bir çekmede unutulmuş,
Senelerle rengi solmuş,
Bir tek resim çocukluğum...
(Ziya Osman Saba)
18.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Abdest, tesbih, teşehhüd ve kıraat |
|
Berk Bey: “1- Dişlerimizin içine giren yemek kırıntıları abdeste ve gusle mâni teşkil eder mi? 2- Namazdan sonra tesbih çekerken tesbihi veya elimizi yukarı kaldırmamız gerekir mi? Tesbihe üflemek doğru mudur? 3- Teşehhütte işâret parmağını kaldırmanın bir fazîleti var mıdır? Varsa parmağımızı ne zaman kaldırmamız gerekiyor? Bazı arkadaşlar parmak kaldırırken tehlikeli olabilecek bir durumdan bahsediyorlar. Açıklık getirir misiniz? 4- Öğle, ikindi ve yatsı namazlarına ait ilk sünneti kılarken yanlışlıkla kıraate Felak Sûresinden başlasak ve rükûa gitsek, bundan sonraki okumalarımızı nasıl yapmamız gerekir?”
1- Abdestte ağzı yıkamak sünnet; gusülde farzdır. Çürük dişlerimizin arasına kaçan yemek artıklarını mümkünse çıkarmak gerekir. Çıkaramadığımız takdirde eğer bu artık yumuşak ise, yani suyu geçirgen olduğundan emin isek, abdeste ve gusle mâni teşkil etmez. Ama eğer sert ise ve biz bunun sertliğinden dolayı altına su girmeyeceğinden emîn isek, bu sert cismi çıkarmamız guslün sıhhati açısından önemlidir. Çünkü gusülde suyu ağzın her tarafına vardırmak lâzımdır. Ama bütün uğraşılarımıza rağmen çıkaramamış isek, burada zarûret durumu meydana gelir ve çıkarana kadar veya mümkünse tedâvîye kadar muâf oluruz. Aynı şekilde boyacı ve derici gibi meslek erbabının tırnakları arasında kalan su geçirmeyen artıklar için de böyle fetvâ verilmiştir. Mümkünse artıklar kazınmalı ve yıkanmalıdır. Ama bütün kazımalara rağmen hâlâ tırnak altında sert bir tabaka kalmış ve çıkarılamamış ise, burada zarûret durumu doğacağından, bu durum da önceki gibi, guslün sıhhatine mâni olmaz. Çünkü İslâm’da zorluk yoktur.1
2- Namazdan sonra tesbîhât yapmak sünnet-i seniyyedir. Tesbîhât esnasında Âyete’l-Kürsî okumak da sünnet-i seniyyedir. Âyete’l-Kürsî okunduktan sonra tesbihe veya üzerimize doğru “üfleme” şeklinde çok yaygın bir gelenek var. Bu gelenek sünnet midir, bid’at mıdır? Allah Resûlü’nün (asm) muhtelif yerlerde duâ okuyarak “üflediği”ne rastlamak mümkün. Meselâ Hammad b. Seleme’nin rivâyetiyle; Resûlullah’ın (asm), içi su ile doldurulmuş bir tuluğun ağzını duâ edip “üfleyerek” bağladığını ve Ashab-ı Kirâm’a vererek; “Ağzını açmayınız; ancak abdest aldığınız vakit açınız” buyurduğunu; ve sahabenin de abdest almak üzere açtıklarında, tuluğun ağzına kadar halis süt, kaymak ve yağ ile dolu olduğunu gördüklerini Hazret-i Bedîüzzaman (ra) nakleder.2 Resûlullah’ın (asm) fiilleri içerisinde üfleme yaptığına dâir kayda rastladığımıza göre; tesbîhât esnasında yapılagelen ve ümmetçe genel kabul görmüş olan üflemeye muhalif olamayız. Ancak bunu çok büyütmek ve salt tespih aracına üflemek de her halde doğru olmaz; kendi üzerimize doğru üflenebilir. Çünkü tespih bir araçtan ibârettir. Asıl olan biziz; yani insandır; yani insanın kemâlâta ulaşmasıdır; yani insanın Rabb’ine teveccühüdür. Mânevî şifâya ve feyze muhtaç olan da biziz. Tesbîhât esnâsında elimizin ve kolumuzun normal bir seviyede olması yeterlidir, aşağıda da olabilir; tespihe hürmetsizlik yapılmış olmaz.
3- Teşehhütte Kelime-i Şehâdeti okuma esnasında; “lâ ilâhe illallah” kelimesi söylenirken; baş parmak ile orta parmağı halka edip diğer iki parmağı da bükerek; işâret parmağını, “lâ ilâhe” derken kaldırmak, “illallah” derken indirmek sünnettir. Böylece “lâ ilâhe” derken Allah’tan başka hiçbir ilâhın olmadığı; “illallah” derken de yalnız Allah’ın var olduğu ikrar ve tesbit edilmiş; ve bu şehâdet, şehâdet parmağımızla da te’yîd edilmiş olur. Bilmeyerek yanlış uygulandığında herhangi bir tehlike söz konusu olmaz. Ancak hatâ yapılmaması daha uygun olur. Hanefî ulemâsı halkın bunu yanlış uygulayabileceği ihtimali üzerinde durarak, uygulamada tereddüt edildiğinde bunun terk edilmesini daha evlâ görmüşlerdir.
Şâfiîlerde ise, işâret parmağı dışında bütün parmaklar yumulur; işâret parmağı “illallah” derken kaldırılır; sonra artık, birinci oturuşta ayağa kalkıncaya kadar; ikinci oturuşta ise selâm verinceye kadar bu parmak indirilmez.
4- Namazlarda zamm-ı sûre yukarıdan aşağıya bir tertip üzere okunur. İkinci rek’âtte, birinci rek’âtte okunan sûrenin ya hemen altından, ya da en az iki sûre atlayarak daha aşağıdan okunur; birinci rek’âtte okunan sûrenin yukarısından okunmaz ve birinci rek’âtten daha kısa okunur. Bu tertip her iki rek’âtte bir yapılır; üçüncü rek’âtte yeni bir tertibe başlanabilir. Meselâ, namazların birinci rek’âtinde Fâtihâ’dan sonra Felak Sûresi okunmuşsa, ikinci rek’âtinde Nâs Sûresi okunur. Üçüncü rek’âtte dilediğimiz yerden yeni bir tertibe başlayabiliriz. Birinci rek’âtte yanlışlıkla Kur’ân’ın son sûresi olan Nâs Sûresi okunduğunda ise, ikinci rek’âtte tekrar Nâs Sûresini okumak daha uygun olur. Çünkü tekrar etmek, bir üstten okumaktan daha iyidir. Tertipte sehven yapılan hatâlardan dolayı sehiv secdesi gerekmez; namaz sahîhtir.
Dipnotlar:
1- Fetâvâ-yı Hindiyye, 1/49.
2- Mektûbât, s. 149.
18.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsanların en mutlusu olma yolunda |
|
Hayattan maksat huzura, mutluluğa ermektir. Arzu ve emellerine ermek insanı geçici mutluluğa ulaştırsa da asıl olan ise sürekli mutluluğu elde edebilmektir.
İnsan imkânsızlıklar içerisinde, en zor şartlarda bile, eline geçiremediği sonsuz arzuları düşünme yerine eline geçen altın değerindeki nimetlerle sevinebilmesini, mutlu olabilmesini biliyorsa dünyanın en huzurlu, en mutlu insanlarından biridir.
Bu mümkün müdür? Böylesine mutlu bir hayata ulaşılabilir mi? Mümkünse vâki olmuş mudur?
İnsanlık tarihi en zor şartlarda, en kıt imkânlar, hatta imkânsızlıklar içerisinde mutluluğu en üst seviyede yakalamış bir döneme kavuşmuştur. O da Hz. Peygamberin (asm) başlarında bulunduğu Sahabe denilen seçkin topluluğun yaşadığı dönemdir. Onun içindir ki o döneme Asr-ı Saadet, yani mutluluk çağı denilmiştir.
Çünkü o dönem insanları her bakımdan insanı mutlu edebilecek bütün unsurları bünyelerinde taşımaktaydı. Bu da hayata bakış açılarından, inançlarından kaynaklanıyordu.
Onların önlerinde her bakımdan örnek olan Allah Resûlü (asm) gibi bir rehber vardı. Onun Sünnet-i Seniyye denilen emsâlsiz hayatı, sözleri, getirdiği prensipler aklî, kalbî, ruhî ve sosyal hastalıkları tedavî edebilecek ölçüleri, reçeteleri sunmaktaydı. Bediüzzaman Said Nursî’nin tesbitiyle onun Sünnet-i Seniyyesi “saadet-i dâreynin temel taşı, kemâlâtın mâdeni ve menbaı”1 ve kıbleyi gösteren pusula misâli karanlıkları aydınlatan bir pusula olmuştu.
1927’de Avrupa’da (Helsinki’de) toplanan birçok Batılı düşünür, ilim adamı ve hukukçunun katıldığı Genel Hukuk Kongresi’nde dünyanın içinde bulunduğu sıkıntılar; terör ve açlık belâsından kurtuluş çareleri araştırılmış ve şu ortak hükme varılmıştı: “Hz. Muhammed’in getirdiği dinin kanunları yüksek bir tarzda âlemin ıslâhına kâfidir.” Filozof Shebol şöyle diyordu: “İnsanlık içerisinden Hz. Muhammed (asm) gibi birinin çıkmasıyla bütün beşeriyet iftihar eder. Çünkü o zât ümmî olmasına rağmen on üç asır evvel öyle bir din getirmiştir ki, biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymet ve hakikatine yetişebilsek en mutlu insanlar oluruz.”
Evet, gerçek mutluluk ancak İslâmla mümkün.
Dipnot:
1- Lem’alar, s. 54.
18.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Hamidîlik ve hakperestlik |
|
Bir tarihî hadiseyi doğru anlayıp sıhhatli bir şekilde yorumlayabilmek için, evvelâ o hadise ile ilgili bilgilerin tamamına, hiç olmazsa ekserisine vâkıf olmak gerekiyor. Aksi halde hem yanılır, hem de yanıltırız ki, başkasını yanıltmanın vebâli bâzan çok ağır olur.
Mesuliyet hissi, dâvâ hassasiyeti, kişiyi daha dikkatli davranmaya sevk eder.
Bu tarz bir his ve hassasiyeti taşımayanlar ise, patavatsızca hareket ederler. Tuzları kurudur. Aklına eseni söylemekten, sathi bir nazarla derlediği bilgi kırıntılarını etrafa saçmaktan çekinmezler.
Bu gibi kimselerin faydadan çok zararı dokunur, etrafa. Tıpkı, güzelim mobilya takımlarını parçalayıp bunları kilo (çeki) ile satan oduncu misâli...
Oduncu, keresteci, mobilyacı farkı
Evet, tarih yorumcusu, bir mobilya ustası gibi nâzik ve hassas davranması gerekir. Mobilyacı, aynı zamanda bilgi ve birikim sahibidir. Tecrübeli ve sabırlıdır. Elindeki malzemeyi en iyi, en güzel, en san'atlı şekilde kullanarak, başkasının istifadesine sunmaya çalışır.
Sathî ve zahirî bir nazarla bakıldığında, oduncu, keresteci ve mobilyacı arasında benzer irtibat noktaları bulunabilir. Ancak, gerçekte bu meslek sahipleri arasında çok büyük farklar var.
Meselâ, bir ağaç gövdesi, oduncunun elinde on liralık bir kıymet kazanırken, aynı ağaç kerestecinin elinde yüz lira, mobilyacının elinde ise bin lira kıymet kazanır.
Hatta, mobilyacılığın da çok farklı dereceleri vardır ki, eserin kıymetini emek ve ustalık maharetinden anlayanlar bilir.
Hamidîlik sıtması
Son zamanlarda Sultan Abdülhamid merkezli fikir serd edenlerin sayısında bir artış gözlemleniyor. Bunların bir kısmı, konuya özellikle Bediüzzaman Said Nursî'yi de dahil etme çabası içinde görünüyor.
Hemen ifade edelim ki, bunca fikir sahipleri arasında "mobilyacı hassasiyeti" ile hareket edene maalesef rastlayamadık. Çoğu, meseleye ya oduncu, ya da keresteci mantığıyla bakıyor.
Sultan II. Abdülhamid'e düpedüz düşman nazarıyla bakanları bir tarafa bırakalım. Ona dostça yaklaşanlara bakalım.
Bilirsiniz ki, dostun da akıllısı, erdemlisi, hakperest olanı makbuldür. Akılsız, dengesiz, tarafgir tabiatlı dostlar, en az düşman kadar zarar verir.
Bunlar, Sultan Abdülhamid'i övelim derken, aslında zımnen yeriyorlar. Sultan'a bağlı veya tabi olmayanları yerelim derken de, aslında hak ve hakikati yerenlerin durumuna düşüyorlar.
Buna gerçek anlamda "Sultan Abdülhamid dostluğu" denemez; olsa olsa buna "Hamidîlik sıtması" denir. İşte, bu "Hamidîlik sıtması" nüksedenlere bakıp görüyoruz ki, bunların çoğunda Sultan Abdülhamid'e karşı Bediüzzaman Hazretlerinde bir hata, bir yanlış arama saplantısı var.
Ellerinde ciddiye alınabilecek hiçbir delil olmadığı halde, meselâ diyorlar ki: "Said Nursî, başlangıçta Sultan Abdülhamid'e karşıydı. Onun Mutlakıyet idaresini istibdat şeklinde görüyordu. Sonradan nedamet etti, yaptığı hatadan pişmanlık duydu, bir bakıma Abdülhamid'den özür dilemiş oldu."
Bu saçma fikirde inat edenlerin ileri sürdükleri yegâne gerekçe, muhterem Mustafa Sungur'un hatırasından naklettikleri Üstad Bediüzzaman'ın güyâ şu sözüdür: "Keçeli Said, sen şefkatli bir padişaha müstebit diye itiraz etmiştin. Onun cezası olarak şu dehşetli istibdadın cezasını çek bakalım."
Evvelâ: Böyle bir söz, Nur Külliyatına dair hiçbir eserde geçmiyor.
İkincisi: Nakledilen söz doğru kabul edilse dahi, Said Nursî'nin, Sultan Abdülhamid'in şahsından ziyade takip ettiği siyaset şekline itiraz ettiği ve onun devr–i siyasetini "zayıf istibtad" şeklinde tarif ve tavsif ettiğini, bundan da asla nedamet etmediği su götürmez bir gerçektir. (Bkz: İki Mekteb–i Musibetin Şehâdetnânesi, üstelik Mukaddime'nin ilk cümlesi.)
Üçüncüsü: Said Nursî'nin daha sonraki "şiddetli istibdat"tan söz etmiş olması, Sultan Abdülhamid'in "zayıf istibdat" siyaseti ortadan kaldırmaz ve onu bu cihetiyle mâsum göstermez. Tıpkı, Cumhuriyet devrindeki "mutlak istibdad"ın, İttihat–Terakki hükümetinin "şiddetli istibdad"ını ortadan kaldıramadığı gibi...
Dördüncüsü: Said Nursî'nin eski ve yeni eserlerinin tamamı meydandadır. Bunların hiçbirinde Sultan Abdülhamid'in şahsına yönelik hakaretamiz bir sözü yoktur. Dolayısıyla, kalkıp özür dilemeyi gerektirecek bir sebep de yoktur. Ancak, bu eserlerin tamamında gördüğümüz Sultan Abdülhamid devri siyasetini tenkit eden sözler, aynen olduğu gibi duruyor. Bu hususta en ufak bir tereddüdü bulunanlar, 1958'lerde bizzat Üstad Bediüzzaman'ın konrolünden geçtikten sonra basılan Tarihçe–i Hayat isimli eserin ilgili bölümlerine bakabilirler.
Bir sonraki yazıda, Said Nursî'nin İstanbul'a geliş mâcerasına değinmeye çalışalım.
Tarihin yorumu 18 Nisan 1960
Tahkikat Komisyonu
Demokrat Parti Meclis grubunun teklifi üzerine bir "Tahkikat Komisyonu"nun kurulmasına karar verildi.
Bu komisyon, anamuhalefetteki CHP ile bazı basın–yayın organları tarafından, iktidarı hedef alan kışkırtma ve ayaklanmaya teşvik hareketlerini araştırmak maksadıyla teşkil edildi.
CHP lideri İsmet Paşa, bu girişime şiddetli tepki gösterdi. Bunun demokratik rejimi baskı altına almak olduğunu iddia etti.
Ancak, 40 gün kadar sonra (27 Mayıs) açıkça anlaşıldı ki, Demokratların iktidarını silâh zoruyla devirmek için, gerek CHP ve gerekse bazı basın–yayın organlarının merkezlerinde ciddî faaliyetler sergilenmiş.
Bazılarının hâlâ söyleyip durduğu "Tahkikat Komisyonu, darbeye gerekçe oldu" şeklindeki iddianın doğruluk payı yoktur. Zira, 27 Mayıs Darbesinin, kırk gün değil, çok daha önceden düşünüldüğü ve planlandığı ortaya çıktı.
18.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
IIS'e Almanların ilgisi |
|
Bazen, Müslüman olan Alman gençlerin, aileleriyle arasında problem çıkabiliyor. Hem gençlere, hem de çocuklarının Müslüman olmasını kabul etmeyenlere, IIS (İslâmî Bilgi ve Yardım Hizmetleri) tarafından aydınlatıcı bilgiler veriliyor. Gençlere, anne-babalarına nasıl davranmaları gerektiği hususunda telkinlerde bulunuluyor.
Meselâ, bir Alman genci Müslüman olmuş ve ailesi onu reddetmişken; 15 yaşında Müslüman olmuş bir başka Alman gence, ailesi hiçbir problem çıkarmamış, hatta her hususta ona yardımcı olmuş ve oluyor.
Müslüman olmayanların aklında iki şey var: Müslüman ya Türk’tür (çünkü İslâmiyet Almanya’ya Türklerle girdi) veya teröristtir. (Eskiler, Müslümanlarla terörist ayırımını yapabiliyor.) Ve şu soruları soruyorlar: “Kadınlar niye başörtüsü takıyor, neden hür değiller? Kadınlar İslâmiyette çok baskıya maruz kalıyor…”
IIS gönüllüleri, her fırsatta terörizmin İslâmiyetle bir ilgisinin olmadığını anlatıyor, meselâ “Endonezya’da 200 milyon Müslüman var ve bu ülkede İslâmiyet hâkim. Ama, her din mensubu, çok rahatlıkla dinini yaşıyor. Baskıların İslâmiyetle bir ilgisi yoktur” gibi örnekler veriyorlar.
Öte yandan Usame bin Laden büyük bir tehlike. İslâmiyeti zorba bir din olarak lanse ediyor. Kimi çevrelerin, İslâmiyete ve Müslümanlara olan teveccühü kırmak için Usame bin Laden ve benzerlerini palazlandırdığına inanılıyor.
Muhammed Frank Rassmann
nasıl Müslüman oldu?
Muhammed Frank Rassmann, niçin ve nasıl Müslüman olduğunu şöyle anlattı:
“Was Leder Vom İslâm Wissen Muss (Her İnsanın İslâmiyet Hakkında Bilmek Mecburiyetinde Olduğu Temel Bilgiler) isimli kitabı Protestanların kilisesinde gördüm.
“Konu dikkatimi çekti. Aldım, okudum. İslâmiyet hakkında kafamda bulunan bilgilerin yanlış olduğunu gördüm. Hıristiyanlığın da eksik ve yanlış olduğunu anladım.
“Sonra Kur’ân satın aldım. Peygamberimizin (asm) hayatını anlatan bir kitap aldım. Ardından ibadetlerle ilgili kitaplar aldım. Sonra IIS (İslamische Informations / İslâm Araştırma Bilgilendirme) Bürosu’na geçtim ve çok sür'atli bir araştırma içine girdim.
“Daha önce ateist idim. Dört hafta sonra da Müslüman oldum elhamdülillah.
“Çünkü, kilise’de aradığımı bulamamıştım. İslâmiyet her yönüyle tatmin edicidir.
“Hem de çok alkol alıyordum. 'Alkolü bırakmak zor' deniyordu.
“Ama, ben Kur’ân’ı okudum ve bir Müslümanın içki içmemesi gerektiğini gördüm. Ve hemen bıraktım. Hiç de zorlanmadım.
“Allah’a, Peygamberine (asm) ve Kur’ân’a inanıyorsanız, emirlerini yerine getirmelisiniz.
“Diğer ibadetlerimi de ifa etmeye çalışıyorum.”
18.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Tefekkür bir terapidir |
|
Âlem, okunaklı bir kitap gibi
San'at eserindeki san'at ruhu ne kadar derinse, ne kadar incelik varsa ve ne kadar mahir bir elden çıkmışsa, o nispette müştak seyircileri etkiliyor. Ruhu san'ata duyarlı insanlar için âlem, her mevsimiyle, her zaman dilimiyle özel bir durum yansıtıyor. Âlem, bir ‘kitab-ı kebir -i kâinat’ olarak, okunaklı satırlar, sayfalar içeriyor. İbret nazarıyla, ‘güzel’ denen masnuat, birer İlâhî san'at abidesidir.
Göz, kulak ve sair organlar aracılığıyla insan dünyasına misafir olan hissedişler, görüntüler insanda bir takım müsbet çağrışımlara vesile olmaktadır. Organların fıtrî rızıklarını temin etmek ve amacı doğrultusunda kullanmak, tam bir terapidir. Pozitif iç konuşmalar, müsbet hissedişler, insan âleminde olumlu görüntüler oluşturmaktadır. Onun için büyük âlem kitabının okunaklı mevsimi baharı ve diğer mevsimlerini tefekkür etmek, tam bir huzur halidir. İnsanın âlemle manen konuşması, bir rahatlama vesilesidir.
Rabbani san'atları incelemek,
insanı mutlu ediyor
Duyu organlarımızın dikkatini çeken san'at eserleri, san'at-ı Rabbanidirler. Bütün mahlûkatta nazar-ı dikkatimizi çeken bütün san'atlı mahlûklar, Yaratıcının isimlerinin belirgin hale geldiği eserlerdir. Yani canlı mahlûkata ve özellikle de insana yüklenmiş olan âlî programlar, yine Yaratıcının âlemdeki Rabbanî san'at eserlerini okumak ve anlam okuması yapabilmek üzerine programlanmıştır. İnsan bu faaliyetiyle tefekkür etmiş olmaktadır ve bu haliyle de o organlar fıtratlarına uygun işler yapıyor oldukları için bir rahatlık ve huzur içerisindedirler.
Aynaya baktığımızda beğendiğimiz, âlemi temaşa ettiğimizde haz duyduğumuz tamamen, Cenâb-ı Hakkın isimlerinin tezahürlerinden başkası değildir. Onun için insanın o güzellikleri sahiplenme hakkı yoktur. İnsanın kendi varlığı ve âlemde var olan bütün mahlûkat, birer emanet tablolardır. Âlemde hikmetli, san'atlı ne kadar masnu varsa, hepsi O’nun isimlerine birer ayinedir. Bu gözle bakıldığında güzel olan her şeye bakmak sevaptır.
İnsana teçhiz edilmiş olan organlar, yaratılış maksatları doğrultusunda kullanıldığında, yani her şeyi yaratıcı bağlantılı düşündüğünde, mutluluğa çalışmış olmaktadırlar. Bir anlamda da o organlar için ibadet hali içerisinde olmaktadır.
Bahar, insanda yeni sayfalar açıyor
Âlemdeki bütün san'atlı varlıklar, bir yönüyle insanda bir takım kapılar açmaya dönük programlanmıştır. Bu amaca hizmet etmeyen bütün kabuller, nefsî tercihlerin öncelenerek atıldığı adımlardır. Şükre, ibadete, zikre, tefekküre vesile olmayan bütün varlık tasarrufları, gaflet hali içermektedir.
Çiçeğin, böceğin, güneşin
neyini konuşalım diyenler var
Gençlerle, birer ders ciddîyeti içerisinde, bahar tefekkür gezintileri yapıyoruz. Haydin düşüncelerinizi paylaşın diyorum. Gençler çok ciddî şekilde çağrışım fakirliği içerisinde bulunuyor. Meselâ sarı çiçeğe, sadece bir sarı çiçek bitkisi olarak bakıyorlar. Kelebek çoğunun gözünde, sadece bir böcek çeşidi olarak yer alıyor. Böyle olunca da, hayatın unsurları pek de fazla bir anlam taşımamaya başlıyor. Bu gözle güneşin de, ayın da, rüzgârın da, yağmurun da, mor çiçeğin de, uğur böceğinin de, kıpkırmızı gelinciğin de, bembeyaz papatyanın da bir anlamı kalmıyor. Bazıları birer gök cismi, bazıları birer bitki çeşidi, bazıları da böcekler… Yani ne var bunda konuşulacak? Kabilinden yorumlar yapıyorlar. Tabiî ben de şaşkınları oynuyorum. Bahar mevsiminde, bütün tabiat kendi lisanlarıyla varlıklarını haykırıyorken, yazacak bir şey bulamıyorum demek, yaşamıyorum demek gibi bir şey. Böyle insanlar bir müddet sonra, baharı, sonbaharı anlamsız bulmaya başlayacağı gibi; daha biraz daha ilerleyince anneyi, babayı, kardeşi; vatanı, milleti, devleti; en sonunda da insanları, kendisini, yaşamayı anlamsız bulmaya başlayacaktır. Ve anlamın bittiği yerde de, geriye bir şey kalmayacaktır. Onun için ne yapıp etmeli, insanlara yeni baştan bir okuryazarlık öğretmeli. Ama bu kelime okuryazarlığı değil, anlam okuryazarlığı olmalıdır.
Bir göl kenarında, yakamozlar
içerisinde, gün batımı düşünceleri
Gençler, varlık üzerinde kompozisyon peşindeyken, aynı anlam avcılığı titizliği bizim için de geçerliydi. Bir akşamüstü, göl kenarında, gün batımında bankta oturan birisini nedense insanlar, ‘acaba ne oldu?’ diye değerlendiriyorlar. Yani kişinin kendisine zaman ayırması, dinlenmesi, tefekkür etmesi, hatta bir şeyler karalaması hoş bir algı oluşturmuyor. Ama doğru olan bu algı değil. Ben de aldığım notları sizinle paylaşmak istiyorum.
“Gün batımlarını hep merak etmişimdir. Batınca nereye gidiyor güneş? Bizden ayrılınca kimlere misafir oluyordur, bizi gittiği yerlere nasıl anlatıyordur? diye.
Zaten giderken çok şeyler götürüyor bizden. O gidince bir yanımız hep eksiliyor. Kopuyoruz biraz daha hayattan. Heveslerimiz biraz daha azalıyor. Anlaşılan iki adım daha geriliyoruz aşağıya.
Güneşi bekliyorum, ama ödüm kopuyor
Bu satırları, saat 18.00 sularında, göl kenarında, yakamozlar arasında karalıyorum. Bankta otururken göldeki kuğular, belki bir işe yarar diye yanıma doğru çekiyorlar paletleri.. Tabiî bende umduklarını bulamayacaklarını anlayınca, çaktırmadan uzaklaşıyorlar.
Kendi kendime, işe yaramamak böyle bir şey olsa gerek diyorum. Hiç uğranılmayan bir liman gibi, ha varlığı ha yokluğu. Oysa onlar göl için birer vazgeçilmez, birer güzellik kaynağı idiler. Peki insan niçindi? diye soruyorum kendi kendime. Tabiî ben yine de güneşin gittiği yeri düşünüyorum. Onunla birlikte gönderdiğim düşüncelerim geri dönmediler. Onlar da battı gitti. Yine de ertesi gün gelecek düşüncesiyle, hep güneşi bekliyorum. Geceyi bir otobüs durağı gibi değerlendirip, sabaha kadar bu durakta güneşi bekliyorum.
Bir gün beklemediğim bir taraftan doğar diye ödüm kopuyor. Ama sanki güneş, böyle bir sürprize hazırlıyor kendini. Ne yapalım, bekleyip göreceğiz.
Özellikle bu günlerde, sergi salonu müştak seyirciler bekliyor.
18.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Keşke ‘adalet’de birinci olsaydık! |
|
Bildik bileli işsizlik, Türkiye’nin problemlerinden biri. Fakat açıklanan son rakamlar, işsizliğin hafife alınmaması gerektiğini gösteriyor. Bu rakamlar, ülkemizin işsizlik konusunda Avrupa birincisi ve dünya ikincisi olduğunu gösteriyor. Oysa biz; hak, hukuk, adalet ve insan hakları konusunda birinciliklere hasrettik!
Açıklanan rakamlara göre 2009 Ocak ayı döneminde işsizlik, geçen yılın aynı dönemine göre 3.9 puan artarak yüzde 15.5’e ulaştı. Türkiye bu oranla bütün zamanların en kötü işsizlik rakamına ulaşmış oldu. Bu önemli gösterge, yaşanan ekonomik krizin bir neticesi. Türkiye’yi ‘idare edenler’ her ne kadar ‘bu kriz bizi çok etkilemeyecek, bankalarımız çok sağlam’ dese de rakamlar ortada. Bankalar sağlam, ama tezgâhlar durmuş vaziyette...
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre ülkemizdeki toplam işsiz sayısı 3 milyon 650 bin kişiye ulaşmış. Bu rakamın 527 binini ise son dönemde işten ayrılanlar oluşturuyor. İşsizlikteki artış sadece nüfustaki artışla izah edilme kolaycılığını çoktan aşmış durumda. Sözkonusu olan yarım milyonu aşkın kişinin, var olan işinden ayrılması, işsiz kalmasıdır. Düne kadar zaten işsiz olan, belki bir şekilde sıkıntıya katlanmaya devam edebilir. Ama iyi kötü eline bir maaş geçen ve onunla kıt kanaat geçinmeye çalışan bir ‘işçi’nin işsiz kalması neticesinde düştüğü bunalımı tahmin etmek lâzım. İşsizlerin durumunu ancak işsiz kalmış olanlar bilir. Yoksa “bir eli yağda, bir eli balda,” masa başı’nda işsizliğe çare aradığını söyleyenlerin; işsiz kalanların durumunu anlamaları kolay değildir.
Türkiye rekor işsizlik oranıyla Avrupa lideri olurken, (Türkiye’yi İspanya takip ediyor) dünyada da Güney Afrika’nın ardından ikinci sıraya yükseldiğimiz açıklandı. Bu netice, Türkiye’yi idare edenlerin ‘havanda su dövmeyi’ bir yana bırakarak daha ciddî, daha netice alıcı çalışmalar yapması gerektiğini ortaya koyuyor. Burada mesele, ‘kriz var, kriz yok’ meselesi değil. İsterse kriz olmasın. Bu durum, var olan işsizlerin dertlerine çare oluyor mu? Bu sebeple, kriz tartışmasını bir yana bırakıp işsizliğe kalıcı çareler bulmak durumundayız.
Bir noktaya daha dikkat çekmek lâzım: Tarım sektörü (işsiz kalma noktasında) bu krizden daha az etkilenen sektör olduğu açıklandı. O halde unuttuğumuz ve el birliğiyle yok etmeye çalıştığımız ‘tarım’la yeniden barışmak, işsizliğe karşı bir çare olabilir mi? “Tarımla uğraşarak zengin olamayız” propagandası etkili oldu ve neticede bu noktalara geldik. Ülkemiz, tarımla barışarak belki de yeni bir sıçrama yapabilir. İdarecilerimiz İnşallah bunu da düşünür...
İşsizlik sadece ‘Avrupa birincisi olduk’ diye bizi korkutmamalı. Asıl tehlike, işsiz kalan insanların sürükleneceği manevî bunalımdır. Özür dilerim, ama ‘Aç ayı oynamaz’ şeklinde bir atasözümüz var. İşsizlik aynı zamanda sosyal hayatın düzenini sarsan en önemli sebeptir. İşsiz kalan genç ne yapacak? Sabahtan akşama kadar TV başında oturup evdekilerle ‘kavga’ mı edecek? Ya da ömrünü mahalle kahvehanesinde mi çürütecek?
İşsizlik rakamları hepimizi biraz daha düşünmeye sevk etmeli. İşsiz kalanlara; en kısa zamanda iş bulmaları için fiilî ve kavli duâlarımızı da eksik etmeyelim...
18.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ermenistan muamması ve “izzetli musâlâha” |
|
Ankara’nın Ermenistan politikaları muamması devam ediyor. Azerbaycan Parlamento heyeti Ankara’da görüşmelerde bulunuyor; lâkin siyasî iktidardan “bir şey olmaz” temenni ve tesellilerinin dışında net bir politika gözlenmiyor.
Dışişleri suskunluk içinde. Lâkin önceki gün Erivan’a giden Dışişleri Bakanı Babacan’ın Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, Dışişleri Bakanı Nalbandyan ve Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov ile dörtlü toplantı sonrası diplomatik kaynakların “ayrıntılı bir şeyin konuşulmadığı” bilgisini vermekle yetinmeleri, belirsizliğin göstergesi.
Ermenistan Dışişleri Bakanı’nın, “Türk-Ermeni sınırının açılmasına dair bir anlaşmanın imzalanacağı”na ilişkin bir soruya, “Süreçte ilerleme kaydettik; bu noktaya yakında gelebiliriz” demesi Türkiye ve Azerbaycan kamuoyunda kaygılara yol açıyor.
Nalbandyan’ın bununla kalmayıp, “Cumhurbaşkanı Gül’ün Yukarı Karabağ konusunda öneride bulunduğu”nun hatırlatılması üzerine, bu konuda çalışmaları Minsk grubuna havale edip görüşme gündeminin gerisine itmesi ise endişeleri daha da arttırıyor. Kısacası, Ankara’nın Obama’nın “Ermenistan sınır kapısının açılması” telkiniyle başlayan Ankara-Erivan hattındaki bilinmezliğini sürdürüyor…
ERİVAN İDDİALARINDAN
VAZGEÇMİYOR
Cumhurbaşkanı Gül ve Dışişleri Bakanı Babacan’ın Azerî milletvekillerine açık “taahhüdleri” olacak mı, bilmeyiz. Ancak bunca haber kirliliği ortasında Erdoğan’ın medyaya, “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın ne söylediğine bakmıyorsunuz, sağdan soldan gelen haberlere bakıyorsunuz. Azerbaycan-Ermenistan arasında mutabakat sağlanmadığı sürece Dağlık Karabağ konusunda Türkiye-Ermenistan olarak nihaî bir sözleşmeyi imzalamayız” sözü, hâlâ önemini koruyor.
Ne var ki Başbakan’ın “Karabağ sorununun çözümüne bağlı” dediği yapılan “alt ve üst çalışmalar”dan da kamuoyunun mâlumatı yok… Sarkisyan, Ermenistan’ın 15 yıldır işgalini sürdürdüğü ve bir milyon Azerî kaçkının (göçmenin) yurtlarından, evlerinden edilerek çadırlarda perişan edildiği Dağlık Karabağ’daki insanlık dramından tek kelime söz etmiyor.
Yine Ermenistan’ın işgal ederek BM ve AGİT Minsk Grubu’nun kararlarına aykırı olarak Azerbaycan’ın bir parçası olan Nahcıvan’la arasını kesen Laçin Koridorunun açılmasından bahsetmiyor. Erivan’ın Ermeni diasporasının “soykırım isnadı”na resmen sahip çıkması ve başta Amerikan Kongresi ile Avrupa ülkeleri parlamentolarında yürüttüğü “iftira kampanyası”ndan vazgeçeceğini belirtmiyor.
Ermenistan’ın, “Büyük Ermenistan” ütopyasıyla Doğu Anadolu bölgesinin büyük bir bölümünü kapsayan Türkiye toprakları üzerindeki iddiasının anayasasından ayıklanıp Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanıyacağı taahhüdünü ağzına almıyor. Dönüp dolaşıp söylediği bir tek “sınırın açılması.”
Belli ki Erivan bunların hiçbirinden caymış değil. Obama’nın Türkiye’de olduğu sırada Nalbandyan’ın, “Karabağ konusunun ikili görüşmelerin tamamen dışında kalacağı” güvencesini Ankara’dan aldıktan sonra İstanbul’daki Medeniyetler İttifakı toplantısına gelmesi ve “Ermenistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler Ermeni soykırımının gerçekliğine şüphe düşürmez” cümlesi, Erivan’ın sözkonusu hususlarda hiçbir düzeltmeye niyetli olmadığını açığa çıkarıyor…
“İZZET-İ MİLLİYEYİ MUHÂFAZA
EDEREK, MUSALÂHA”
Neticede Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “bazı Ermenilerin düşmanlık, hile ve hıyanetleri”, Osmanlının verâsetini taşıyan Türkiye’yi Ermenilerle bin yıl süren iyi komşuluk, dostluk ve barıştan geri bıraktırmamalı. Osmanlının eski “sâdık tebâsı”nı, ecnebilerin maşası diasporanın husûmet aşılayan tuzaklarına karşı dikkatli olmalı. Ancak bunun için Erivan’ın da mesnedsiz “iddia” ve “işgal”den vazgeçmesi gerekiyor.
Bediüzzaman’ın ifâdesiyle “Âdem zamanından beri yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş” unsurlardan olan Ermenilere elbette dostluk eli uzatılmalı. Zira “Şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır). Fakat mütezellilâne (zillet ve eziklik içinde) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musalâha (barış) elini uzatmaktır.” Yapılacak olan budur. (Münâzarât, 67,68))
Türkiye ile Ermenistan’ın dostluğu ve ilişkileri, her iki ülkenin menfaatine. Bölgenin barış ve istikrarı, şüphesiz karşılıklı saygıya ve toprak bütünlüğünü tanımaktan geçmekte… “İzzetli musalâha” için, öncelikle muamma politikalar netleşmeli. Başta Ermenistan’ın başta Karabağ işgali ve “tehcir”i “soykırım” diye çarpıttığı “soykırım iftirası”ndan caydırılmalı.
Aksi halde, “izzetli musalâha” olmaz ve gerçek bir barış ve dostluk sağlanamaz…
18.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
“Biz ağlarken bankalar gülüyor!” |
|
Ekonominin gidişatının hiç iyi olmadığını artık hükümet de “söylemek” zorunda kaldı. Görüldüğü gibi küresel ekonomik kriz Türkiye’den teğet geçmiyor. Belki panik havası oluşturmamak için başta hafife alındı, ancak ekonomideki kötü gidiş inkâr edilemez boyutlara geldi.
Hükümetin ekonomiden sorumlu üç bakanı; Nazım Ekren, Kemal Unakıtan ve Mehmet Şimşek ortak açıklamalarında ekonominin durumunu gözler önüne serdiler. Ekonomide küçüleceğiz. İşsizlik oranları düşmeyecek. Bütçe bu yıl 48 milyar TL açık verecek. Cari açık 11 milyar dolar olacak.
Türkiye’nin en önemli sorunlarının başında ekonominin olduğu ortaya çıktı. Hükümetin küresel malî krizin etkilerini hafifletmek için açıkladığı ve toplam 40 milyar lirayı aşan beş ayrı destek paketinin, işsizliğin ateşini düşürmeye yetmediği görülüyor. Yeni paketlerin açıklanacağı bildirilirken, önceki paketlerin bir netice vermediği de ortaya çıktı. İşverenler artık işçinin yüzüne bakma cesaretini bulamadığı için, kapılara astıkları listelerle işçisini işten atmaya başladı. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’in açıkladığı Ocak ayı verilerine göre, Türkiye’de, işsizlik oranı yüzde 15,5’e yükseldi. Türkiye’deki işsiz sayısı, 3 milyon 650 bin kişi oldu. Genç nüfus arasındaki işsizlik oranı geçen yılın aynı dönemine göre 6.7 puanlık artışla yüzde 28, tarım dışı işsizlik oranı ise 5.3 puanlık artışla yüzde 19 olması tehlike çanlarının habercisi. Tabiî bunlar resmî rakamlar, gerçek rakamın ise 6 milyonu geçtiği söyleniyor. Şubat, Mart sonuçları açıklandığında ise bu sayının çok daha artacağı şimdiden görülebiliyor. Aslında üretim, ihracat ve çalışma kapasitelerinin düştüğü bir durumda işsizliğin bu boyutlara ulaşmasını tahmin etmek zor değildi. Yine TÜİK’in yaptığı “Yaşam Memnuniyeti Araştırması”na göre “çok kolay geçiniyorum” diyenlerin oranı sadece yüzde 1.2 olurken, “zor” ya da “çok zor geçiniyorum” diyenlerin oranı yüzde 57.1 buluyor.
***
Tek başına bu rakamlara bakıldığında bile ekonomik krizin artık iyice derinleştiğini söylemek yanlış olmaz. Hem işçi, hem memur, hem işveren kesimleri acil tedbir alınması için hükümete bastırıyor. Hak-İş Başkanı Salim Uslu, işsizlik rakamlarının kaygı verici boyutlarda olduğunu söylerken, alınan tedbirlerin işsizliğin ateşini neden düşürmediğinin iyi değerlendirilmesi gerektiğini ifade ediyor. TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, küçük esnaf ve sanatkârların ayakta kalma savaşı verdiğini söylerken, kepenk kapatmanın önüne geçilmesini istiyor.
İşsizlik bu kadar artarken, iş adamları vergi rekortmenleri yarışa giriyor, bankalar 13.3 milyar TL “süper kâr” edebiliyor. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun bu duruma itirazı hayli manidar. “Bize insafsızca yükleniyorlar” diyerek bankacılıktan yakınıyor.
Bu arada kredi kartlarında sıkıntı da hat safhada. Geri ödenemeyen borçlar yüzünden hacizler her geçen gün artıyor. Bankaların uyguladığı faizler dolayısıyla insanlar borcundan kat kat daha fazla para ödemek durumunda kalıyor.
***
1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” adıyla tatil edilmesini öngören kanun tasarısı, önceki gün TBMM İçişleri Komisyonunda kabul edildi. Önümüzdeki haftada genel kuruldan geçmesi bekleniyor. Ancak bu veriler dikkate alındığında bu sene 1 Mayıs “İşsizlik bayramı” olarak kutlanacağa benziyor. Demek ki, Türkiye faiz belâsından kurtulmadıkça krizin daha da derinleşeceği ortada.
Aslında ekonomideki kötü gidişin sebebini TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun şu cümlesinde anlamak mümkün: “Biz ağlarken bankalar gülüyor!”
Fazla söze gerek var mı?
18.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Umut YAVUZ |
Mescid El Aksa’yı Yahudileştirme planları |
|
Son günlerde İsrail polisinin Mescid El Aksa etrafında güvenlik tedbirlerini arttırdığı ve buraya ibadet etmek amacıyla gelen Müslümanların bir çoğunu içeriye almadığı görülüyor. Özellikle Perşembe günü ve dün Mescid El Aksa’ya namaz kılmak için gelen Müslüman erkeklerin büyük çoğunluğu kapıdan geri çevrildi. İçeriye sadece İsrail devletinin verdiği kimliğe sahip olan ve 50 yaş üstünde erkekler alındı. Geri kalan insanların ise Mescid El Aksa’da ibadet etmelerine izin verilmedi.
Tabiî ki İsrail güvenlik güçlerinin Müslümanları Mescid El Aksa’da namaz kılmak gibi en tabiî bir haktan alıkoyması olağanüstü tepkilere yol açtı. Kudüs’ün eski şehrinde toplanan yüzlerce Müslüman bu engellemeyi protesto etti. Orada Knesset’e yer alan Birleşik Arap Partisi milletvekili Ahmed Tibi bir konuşma gerçekleştirmiş ve bu konuşmada “El Aksa bizim kanımızda ve onu asla terk etmeyeceğiz” derken asıl oraya sokulmaması gereken “Yahudi sağcı radikallerdir” dedi. İslâmî hareketin başkan yardımcısı Zahi Necdet de, “Mescid El Aksa’yı kundaklamak isteyen aşırı sağcı radikal Yahudi gruplarının asıl kontrol altına alınması gerektiğini” belirtti.
Bilindiği üzere Mescid El Aksa’nın bulunduğu Kudüs’ün doğu kesimi, 1967 savaşında İsrail’in eline geçmiş ve 1969’da Mescid El Aksa Yahudilerce yakılmıştır. Bu yangında, Mescid El Aksa’nın büyük bir bölümü ile tarihî minber de harap olmuştur. Diğer taraftan İsrail Devleti, 1968 yılından bu yana Mescid El Aksa’nın çevresinde ve altında, arkeolojik araştırmalar bahanesiyle kazılar yaptırmaktadır. Yahudilerin inancına göre Mescid El Aksa; onlarca kutsal sayılan Süleyman Mabedi’nin bulunduğu yere yapılmıştır. Yahudilerin en büyük emeli ise, Mescid El Aksa’yı yıkıp yerine Süleyman Mabedini yeniden inşa etmektir.
İşte bu sebeple radikal Yahudi gruplar El Aksa mescidini yıkmak ve yerine Süleyman Mabedi’ni inşa etmek için fırsat kollamaktadır. İşte bu radikal gruplar insanları buraya toplamak ve El Aksa’yı “Yahudileştirmek” niyetindedir.
Nitekim 8 Nisan’da başlayan ve sekiz gün süren Yahudilerin Hamursuz Bayramı’nın başlangıcında Kudüs’te Yahudilerce duvarlara yapıştırılan afişlerde bütün Yahudileri “El Aksa’ya toplanmak ve dünyanın en kutsal mekânı olan yeri Yahudileştirmek” için çağrıda bulunuldu.
Müslümanlar da haklı olarak bu tehlikeye karşı bir araya gelerek Mescid El Aksa’yı korumak istemektedir.
Geçtiğimiz yıllarda Kudüs’e yapmış olduğumuz ziyaretlerde de 45 yaşın altındaki Filistinli erkek Müslümanların Mescid El Aksa’ya namaz kılmak için dahi olsa bile sokulmadıklarına şahit olmuştuk. Filistinli olup da 10-15 yıldır Mescid El Aksa’ya giremeyen, namaz kılamayan hatta İsrailce inşa edilen ve Kudüs’ü çevreleyen “Utanç Duvarı”nın arkasında kalan bölgelerde bulunduğu için Mescid El Aksa’yı göremeyen Müslümanların acıklı hikâyelerini birinci ağızlardan dinlemiştik. Şimdi bu yaş sınırını 50’ye çıkarttıklarını ve iyiden iyiye Mescid El Aksa ile Filistinli Müslümanlar arasındaki bağları koparmak istediklerini haber alıyoruz.
Kudüs ve Mescid El Aksa meselesi “İsrail-Filistin” meselesinde en önemli problem olarak önümüzde durmaya devam edecektir. İsrail’in yönetimini devralan aşırı sağcı hükümetin bu konuda taviz vermeyeceği ve anlattığımız gibi ortamı daha da germek isteyeceği düşünülebilir. Ancak Filistinli Müslümanların söyledikleri gibi “El Aksa Müslümanların kanındadır ve onu asla terk etmemek gerekir”...
18.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
“Fransa, Türkiye’nin AB üyeliğine neden karşı? |
|
Fransa, sürekli olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkıyor. En son Obama’nın ABD ve Avrupa’nın Müslümanlara, adaletsizlik, hoşgörü ve şiddetle mücadelede dost, komşu ve paydaş olarak bakması gerektiği, bu tavrını gösterme yolunun da Türkiye’nin, AB üyeliğini kabul etmesi olacağını söylemesiyle, bu karşı çıkış açıkça görüldü.
Fransa devlet başkanı Sarkozy ise Türkiye’nin AB üyeliğine ancak AB üyelerinin karar verebileceğini ve kendisinin “bu girişe daima karşı olduğunu” çok sert bir dille ifade etti. “Üye devletlerin büyük çoğunluğunun da Fransa ile aynı görüşte olduğunu söyleyebilirim… Türkiye çok büyük bir ülke, Avrupa ve Amerika’nın müttefiki. Ayrıcalıklı bir ortak olarak kalacak. Görüşüm değişmedi ve değişmeyecek”.
Bu karşı çıkışa gerekçe olarak Türkiye’deki insan hakları ve demokrasi problemleri, reformların yavaşlığı ile Kıbrıs sorunu gösteriliyor. Sarkozy, Almanya’nın üyelik yerine “ayrıcalıklı ortaklık” teklifine, “Akdeniz Birliği” kurulması gibi alternatif bir teklifle katılıyor. Buna göre Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında kurulacak bu ekonomik birlik de Türkiye de çoğu AB ülkesiyle birlikte yer alacak.
Ancak Fransa’nın asıl karşı çıkış sebepleri bunlar değil. İlk olarak; Türkiye’nin AB’ye girmesi halinde Avrupa’nın büyük bir Türk göçmeni akımıyla karşı karşıya kalacağı korkusu egemen. Bu korkunun temelsiz olmadığı bir gerçek. Özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliğine girmesinden sonra bu ülkelerden gelen işgücü akımı, AB ülkelerinde ciddî istihdam sorunlarına yol açtı. Bu akımdan Fransa da nasibini aldı.
İkinci sebep; Türkiye’nin nüfus büyüklüğü sebebiyle AB içinde Fransa’ya eşit bir oy gücüne sahip olacak hâle gelmesi. Bu da AB içinde Fransa ve Almanya arasında var olan, kısmen de İngiltere’nin taraf olduğu güç kavgasına yeni bir cephenin eklenmesi anlamına gelecek.
Üçüncü sebep ise; Türkiye’nin ekonomik göstergelerinin, AB kaynaklarının çok fazla tüketilmesine sebep olacağı. Özellikle çeşitli sebeplerle şartları uygun olmadığı hâlde birliğe alınan Doğu Avrupa ülkeleri, AB kaynakları üzerinde zaten büyük bir baskı kaynağı oluşturuyor. Tarım işçiliği, istihdam, altyapı eksikliği gibi konularda gerekli olacak AB kaynak desteği, diğer AB ülkelerine çok pahalıya mal olacak.
Dördüncü olarak; Avrupa Birliği’nin coğrafî olarak bu kadar yayılmasının birliğin siyasal ve ekonomik alanlarda daha fazla birleşmesini engelleyeceği kanaati hakim.
Ancak bütün bunların yanı sıra; pek dillendirilmeyen, söylendiğinde ise “kültürellik” kılıfı uydurulan bir sebep daha var: Türkiye’nin Müslüman oluşu.
Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri adaylığına Türkiye’nin, karikatür krizi sebebiyle karşı çıkması üzerine Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, “bu konunun üzerimizde oluşturduğu baskı karşısında şok oldum” diyor ve ekliyor “Türkiye’nin gelişimi daha çok dindarlaşma yönünde, bu da beni endişelendiriyor”. Bu gerekçeyle, yakın zamana kadar Türkiye’nin adaylığına karşı çıkmayan Kouchner de muhalefetini ilân etti.
Tabiî Fransa’nın Cezayir kökenli Müslüman nüfusundan kaynaklanan problemleri de, Türkiye’ye bakışını önemli ölçüde etkiliyor. Bu bakışta Fransız kamuouyunun yüzde 81’inin Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkması da etkili.
Bu sayılan gerekçelerin ortadan kalkması pek mümkün görünmüyor. Bu sebeple Fransa, Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmaya devam edecek. Bu konuda yalnız olmadığı, asıl karşı çıkanın Almanya olduğu da unutulmamalı. Almanya’nın karşı çıkma sebeplerini ve öngörülen 15-20 senelik süreç sonunda ortada katılmak isteyeceğimiz bir AB kalıp kalmayacağını ayrıca değerlendireceğiz.
18.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Ergenekon ve KKTC |
|
Ergenekon operasyonu Türkiye’de yapılan 29 Mart yerel ve KKTC’de yapılacak olan 19 Nisan genel seçimlerini de önemli ölçüde etkileyen veya etkilemesi öngörülen önemli bir faktör olarak değerlendiriliyor.
En başta, giderek derinleşen kriz, ardından aday belirlemedeki hatalar ve her kesimle kavgalı bir görüntü verilmesi gibi sebeplerle sekiz puan gerileyen AKP’nin daha fazla oy kaybetmesini önleyen kayda değer etkenlerden birinin Ergenekon operasyonu olduğu kanaati hayli yaygın.
Bilindiği gibi, Eruygur ve Tolon gibi isimleri de kapsayan ikinci iddianame, 29 Mart seçimine birkaç gün kala açıklandı. Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının hayatına mal olan esrarengiz helikopter kazası bu gelişmeyi gölgelediyse de, Ergenekon operasyonunun baştan beri gözlenen gelişme seyri, “Başka hiçbir sebep olmasa Ergenekon’la mücadelesi AKP’yi desteklemek için yeter” diye düşünen hatırı sayılır bir kesimin oluşmasına yol açtı.
Esas itibarıyla “devlet içi bir hesaplaşma” olan Ergenekon’da olup bitenlerde hükümetin dahlinin bulunup bulunmadığı belli değilken; bir ölçüde dahli var idiyse bile, sürecin çerçevesiyle bundan sonraki seyrinin askerle AKP arasında varılan uzlaşmaya göre yürüdüğü iddia ediliyor.
Bu iddianın dayanağı olarak, evleri aranan Sabih Kanadoğlu’nun ifadesinin bile alınmaması; açıklanmayan üst düzey şok bir isme yapılacak baskının son anda müdahale edilerek engellenmesi; özellikle son dalgada gözaltına alınan sansasyonel isimlerin çoğunun serbest bırakılması ve Eruygur’la Tolon’un durumları gösteriliyor.
Öte yandan, özellikle CHP oylarındaki kısmî artışı Ergenekoncuların çabasına bağlayan bir görüş de var. Mâlûm, operasyon dalgaları birbiri peşi sıra geldikçe, ilk ve en sert tepkiler CHP cenahından sâdır olmuş; hattâ Erdoğan’ın bu dâvâ bağlamında kendisini “millet adına savcı” konumuna yerleştiren beyanı üzerine Baykal da avukatlık pozisyonuna talip olduğunu ilân etmişti.
Ki, 29 Mart’ta Ergenekon sanıklarının oy kullandığı sandıklardan ağırlıklı olarak CHP’nin çıkmış olması da önemli bir gösterge sayılabilir.
Benzer bir tartışma KKTC’de de yaşanıyor.
Yarınki seçimler öncesi yayınlanan son anketlerde Derviş Eroğlu’nun UBP’sinin öne çıkmasını yine Ergenekoncuların çabalarıyla açıklayanlar var. İlginç olan, bu iddiayı seslendirenler arasında, “Ergenekonculuk”la suçlanan eski Cumhurbaşkanı Denktaş’ın oğlunun da bulunması.
KKTC Başbakanı Soyer’in, yine tam seçim öncesi, Rauf Denktaş’la Eroğlu’nu Ergenekonculukla suçlayıp, yeni eline geçtiğini söylediği buna ilişkin belgeleri, gereğinin yapılması için Başsavcılığa intikal ettirdiğini açıklaması da enteresan.
Ergenekon’a da temel oluşturan ulusalcı yapılanmanın en çok kullandığı konulardan birinin Kıbrıs meselesi olduğu; hattâ Özden Örnek’in günlüklerinde bahsi geçen darbe girişimlerinden birinde gerekçenin Kıbrıs olarak gösterildiği biliniyor. Kıbrıs dâvâsının sembol ismi Denktaş’ın, özellikle Mümtaz Soysal’ın danışman olarak yanına verilmesinden sonra izlediği çizginin, adım adım, kendisini böyle bir ulusalcı yapıyla özdeşleşmiş gibi gösteren bir niteliğe büründüğü de.
İşin bir başka ilginç boyutu, hayli zaman önce Denktaş’la, o dönem Başbakan olan Eroğlu arasında patlak veren ihtilâfta Ergenekoncuların Eroğlu’nu destekledikleri ve bilâhare Denktaş’ı da istedikleri çizgiye çekmeyi başardıkları iddiası.
KKTC’nin, 1974’teki harekâtlardan sonra esaslı bir “ganimet paylaşımı”na sahne olması, akabinde yaşanan süreçte yeni rant alanlarının üretilmesi, önde gelen Ergenekon sanıklarından bir sendika başkanının adadaki milyon dolarlık yatırımları, vaktiyle cömertçe dağıtılıp Talat iktidarınca iptal edilen KKTC vatandaşlıkları gibi hususlar da, Ergenekon’un Kıbrıs ayağının diğer bazı yansımaları olarak dikkatlere sunuluyor.
Görünen, bu hamur daha çok su götürecek.
Dileyelim, kurunun yanında yaş da yanmasın.
18.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|