|
|
Hakan YALMAN |
Küresel Asr-ı Saadetin basamağı, küresel kriz |
|
Bediüzzaman Haftası faaliyetleri çerçevesinde geçtiğimiz Cumartesi akşamı Konya’da ‘Küresel Kriz ve Bediüzzaman Said Nursî’nin İktisadi Görüşleri’ konulu bir programa katıldık. Mevlânâ’nın manevî tasarrufunun ruhlarda oluşturduğu berraklığı Bediüzzaman’ın asra hitap eden ulvî hakikatlerini idrak vesilesi yapmış Konya halkı farklı bir manevî dinamiklik ve feyiz halindeydi. Halil Uslu ve İbrahim Kaygusuz gibi renklerin yer aldığı Konya toplantısı bölge insanının samimî teveccühüne mazhar oldu. Bu tevhid mânâsının iki parlak isminin Mevlânâ Celâleddin Rumî ve Bediüzzaman Hazretlerinin buluşma mânâsı, eşyanın arka planı ya da mânâ âlemi açısından da çok anlamlı bir tablo idi. Bu tabloya mazhariyette Mevlânâ ve Bediüzzaman’daki kucaklayıcılık ve farklılıkları tevhidin sevgi potasında eritme potansiyeli ruh dünyalarına sinmiş olan başta yönetim kurulu üyesi Said Çamkerten ve bütün Konya Yeni Asya camiasının samimî duâsı etkili olmalıydı. Bu toplantıların Anadolu ruhunun ve manevî uyanışın canlanmasında çok önemli bir yeri olduğuna inanıyorum. Memleketimizin ve gelecek dönemde dünyanın maneviyatında bu ruh İnşaallah belirleyici olacaktır. Atılan bu Nur tohumları istikbalde büyüyüp gelişerek Cennet misal bir baharın çiçeklerine dönüşecektir.
Toplantı öncesinde Kon Tv’de yine “Bediüzzaman ve küresel kriz” muhtevalı bir programa katıldık. Yaşar Beyin çok başarılı sunumu ile orada da insan ve kaybettiği değerlere dair çok önemli hakikatler dile getirildi. Ayrıca bir Anadolu beldesinde Türkiye ve dünyaya çok güçlü mesajlar ulaştıran böyle etkili bir televizyon ve radyo kanallarının varlığı Türklük ve Müslümanlığı en uygun kıvamında mezcetmiş Anadolu ruhunun gelecek dönemde ne derece etkili olacağına dair güçlü bir işaret olmalıydı.
Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla Müslümanları ön plana çıkarmakta ve onların nefis mücadelesinin merkezinde yer alan hazlara yönelik ruhunu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Manen zayıf ruh hali ise buna çok yatkın ve bu yönden aldatılmaya fazlası ile müsaittir. “Cazibedar bir fitne” terimi bu mânâyı karşılıyor olmalıdır. Bediüzzaman bu probleme vurucu darbeyi Hazret-i Muhammed’den (a.s.m.) aldığı dersle ölümü hatırlatmakla vurmaktadır.
Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmaresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik bütünü kuşatmayan sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Şu dönem İslâm âleminin ve Müslümanlık kimliğini benimsemiş olanların ihtiyaç duyduğu en önemli şey sağlam ve sarsılmaz bir kişiliktir. Taassup olmaksızın salâbet ve kişilikli esneklik bu anlamda anahtar terimler olabilir. Kişiliği zedelenmiş ve çok hafif esintilerle yıkılan kimlikler Bedr’in Aslanları ruhundan çok uzak kalacaklardır. Halbuki şu gün Rabbimiz’in ihsan ettiği hürriyet bu ruh ile edilmiş güçlü duâların neticesidir.
Hayat ne şekilde geçerse geçsin sonunda karşılaşılacak vazgeçilmez hakikat ölümdür. O noktadan sonra yaranmaya çalıştığınız ve güzel gözükmeye çalıştığınız hiç kimse yanınızda ve yardımcınız olmayacaktır. Ruhunda o Cemal Sahibi Zat’ın sıcaklığını hissetmemiş bir ruh bu anlamda kısmen mazur olabilir. Ancak o kuşatıcı muhabbetin sıcaklığını hissetmiş bir ruhun bu anlamda kaçabileceği hiçbir yer yoktur. İslâm Tarık bin Ziyat ruhlu olmayı gerekli kılar.
Şu an ön plana çıkarılması gereken değer insan ve onun hayata bakışı olmalıdır. Kriz ekonomi ve finans alanlarından çok daha derinlerde ve insanlığın ruh dünyasındadır. Bu anlamda zaman öze dönüş ve maddenin katılığından karmaşasından mânânın letafetine ve berraklığına dönüş zamanıdır. Dolayısı ile Bediüzzaman Haftası Konya faaliyetleri ayrı bir anlam ve önem ifade etmektedir. İnsanlığı Rableri ile buluşturan nübüvvet hakikatinin iki önemli varisi Bediüzzaman ve Mevlânâ’yı buluşturan bu bölge insanlarının kuşatıcı ruhu dünyaya ulaştırılan en güçlü birlik ve barış mesajı olmuştur. Bu samimî ve gönlün derinliklerinden çıkan mesaj muhakkak insanlığın vicdanında makes bulacak ve Küresel Saadet asrının önemli bir duâsı ve basamağı olacaktır.
06.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Boşanma da üç talak ve hikmetleri |
|
Şinasi Bey: “Kadın boşanınca nerede bekler? Üç talak nedir? Boşamada üç talakın hikmetleri nelerdir?”
Evlilik birliği, Hz. Âdem’den (as) beri bütün hak dinlerce korunan, kurulması teşvik edilen ve bizzat düzenlenen bir birliktir. Esas olan bu birliği yaşatmak, günü birlik olumsuz sebeplerden dolayı yıkmaya yeltenmemektir. Zîra aile Müslüman’ın içinde huzur bulduğu, dinlendiği ve sükûnete erdiği bir nev'î Cenneti hükmündedir.1 Evlilik birliğinin yıkılmasından dolayı Allah’ın buğz etmesi bundandır. Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Helâl davranışlar içinde Allah’ın en çok buğz ettiği şey, boşamadır.”2
Boşanmaya ve evlilik birliğinin yıkılmasına Allah râzı olmuyor. Üstelik haksız yere olan ve zulüm de içeren boşanmalar, Allah’ın buğz ettiği, mahşerde gündeme gelecek ve hesabı sorulacak olan olumsuz amellerdendir. Kur’ân, boşanmalardan sonra barışmaya ve geri dönüşe imkân tanımak için boşanma hukukunu bizzat düzenlemiştir. Üç talakı bunun için gündeme getirmiştir. Üç talak, üç boşama hakkı demektir. Bu, bozulan aile dengesini yeniden düzeltmeye ve kurmaya dönük Allah tarafından verilmiş bir genişliktir, bir toleranstır, bir barış zemini oluşturma çabasıdır, bir evlilik birliğini koruma gayretidir.
Şüphesiz eşler arasında yer, yer sürtüşmeler; zaman, zaman tartışmalar; bazen dozu şiddete varan gürültüler kopabilir. Bunu, bir bakıma hayatın bir cilvesi olarak da görmek mümkün. Aynı yastığa baş koyan bir çiftin, hayatın zor cilveleri karşısında, ciddî gördükleri problemleri ciddî tavırlarla tartışmaları normal sayılmalıdır. Bu tartışmalar sırasında eşi öfkelenir, aklı başından gider, kendini kaybeder ve ne söylediğini bilemeyecek bir şekilde öfkeli iken ağzından “sen boşsun!” sözü çıkarsa, bu söze itibar edilmez. Eşler boşanacaklarsa, öfkesiz olarak boşanmaları esastır. Öfkesiz olarak boşanmaları durumunda da, kadın iddet beklerken yeniden birbirlerine dönmeleri ve evliliklerini sürdürmeleri helâl kılınmıştır. Cenâb-ı Hak; “Kocaları barışmak isterlerse, onları geri almaya daha fazla hak sahibidirler.”3 Buyuruyor. Hazret-i Ömer’in (ra) oğlu, karısı ile boşandığında, Allah Resûlü (asm) Hazret-i Ömer’e:
“Oğluna emret; karısına geri dönsün!” buyurmuştur. Beyler dikkat etmeliler, boşama lâfzını kullanmamalılar! Kadınlar dikkat etmeliler, “boşama” lâfızlı tartışmalar olduğunda kesinlikle evlerini terk etmemeliler! Terk etmeleri câiz değildir4. Câiz olmayışı, eşlerin akl-ı selimle düşünmelerini ve barışmalarını temin amacına yöneliktir. Eğer böyle bir istenmeyen lâfızdan sonra erkek veya kadın evi terk ederse, iddet süresi olan üç aya kadar muhakkak barışmanın yolları aranmalıdır. Bu süre zarfında eşlerin dost ve akrabaları da, dedikoduyu bir tarafa bırakarak bunları barıştırmaya davranmalıdır. Üç ay içerisinde barışma ve bir araya gelme gerçekleşmezse, işte o zaman eşler fiilî olarak üç boşanma haklarının birincisini kullanmış olurlar ve bu ilk boşanma haklarını kullandıklarında fiilen ayrılmış olurlar. Bu bakımdan boşanan kadına varsa anne ve babası veya akrabaları yardımcı olmalılar, ona kucak açmalılar ve onu kocasıyla barıştırmaya gayret etmeliler.
Çünkü her şey bitmiş değildir. Tekrar birbirleriyle evlenmek istediklerinde, yeni bir nikâhla evlenmelerini, Bakara Sûresinin 232. Âyet-i celilesi mümkün kılıyor. Ayrılık süresinin kısa veya uzun oluşu, eşlerin bu ikinci nikâh haklarına zarar vermez.
Eşler ikinci nikâhla birleştikten sonra, günün birinde geçinemeyip yeniden boşanırlarsa; barıştıkları ve arzu ettikleri takdirde, Bakara Sûresinin 229. Âyet-i celîlesi hükmü gereğince üçüncü bir nikâh daha yapma hakları vardır.
Ama bu üçüncü nikâhtan sonra artık üçüncü defa boşanırlarsa, aynı sûrenin 230. Âyet-i celilesi hükmü gereğince bir daha birbirleriyle nikâh yapamazlar. Aralarında “beynûnet-i kübrâ” denilen “büyük ayrılık” meydana gelir ve artık bir daha birleşmemek üzere ayrılırlar. Bu süreçten sonra, yani birbirleriyle başlarından üç nikâh ve üç boşanma gerçekleştikten sonra artık kadın kendi yoluna; erkek kendi yoluna gider. Bundan sonra birbirleriyle yeniden evlenebilmeleri için, aynı âyet-i celile5, kadının başından başka bir kocayla gerçek bir evlilik geçmesi gerektiğini beyan etmiştir. Bu demektir ki: Arş-ı A’lâ Sahibi eşler arasında üç nikâha izin vermiş, bundan sonrasına şartlı izin vermiştir. Başlarından, birbirleriyle üç defa nikâh geçen bir çift artık dikkat etmeli değiller mi? Hâlâ boşanıp duracaklarsa, tekrar birleşmelerine Allah’ın izin vermeyişi üzerine, biraz da kendilerini sorgulamalı değiller mi? Çünkü evlilik ve boşanma sistemi böylesine yıpratılmamalı. Ve hakikaten aralarında derin problemler varsa, artık evlenmemeleri daha uygun olmaz mı?
Netice olarak, üç defa boşanmadan sonra kadın başka birisiyle “yuva kurmak üzere” evlenir. Bu evlilikten de ayrılırsa, ancak bundan sonra eski kocası ile tekrar birleşmeleri mümkün olur. Aksi takdirde mümkün olmaz.
Lügatçe:
1. Bedîüzzaman, Lem’alar, S. 203.
2. İbn-i Mâce, Talak, 1.
3. Bakara Sûresi, Âyet: 228.
4. Talâk Sûresi: 1.
5. Bakara Sûresi: 230.
06.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Başarılı olabilmek için ne yapmak gerekir? |
|
Gökyüzünde kuşlar gibi uçmak isteyen insan ya Hezarfen Ahmet Çelebi gibi kanat takacak veya uçak yapıp uçacak. Dağın tepesine çıkıp “Ben de uçmak istiyorum” deyip kendini aşağı bırakan adam ancak ahirete uçar.
Fıtrat veya tekvinî kanunlar dediğimiz Allah’ın tabiata koyduğu âdetullah veya sünnetullah diye anılan çekim, basınç, suyun kaldırma gücü gibi kanunları dikkate almadan yeryüzünde mû’cize ve kerametler dışında hiçbir teknolojik gelişme gerçekleştirilemez, başarı elde edilemez. Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin, “Tevfik isterseniz, kavânîn-i âdetullaha tevfîk-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız”1 tesbitinin ne kadar yerinde olduğunu görüyoruz. Yine onun sosyal hayatta bir çığır açan insanın, kâinattaki fıtrat kanunlarına uygun hareket etmezse, hayırlı işler ve terakkide başarıya ulaşamayacağı ve yaptıklarının bütün bütün şer hesabına geçeceği tesbitinin de.2
Bugün inananların maddî alanda başarısızlıklarının temelinde bu noktaya riayet etmeme yatar. Gayr-ı müslimler dün bizim titizlikle dikkate alıp uygulayageldiğimiz bu fıtrî ve tekvinî kanunlara uydukları için başarı üstüne başarı kazanıyorlar. Allah âdildir. Kim çalışırsa ona verir, müslim, gayr-ı müslim ayırt etmez.
Başarılı olabilmenin diğer önemli bir şartı da halis niyettir. Âdetleri, hareketleri ibadete çeviren şaşırtıcı bir iksir, ölü halleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren, kötülükleri iyiliklere, iyilikleri kötülüklere dönüştüren bir ruhtur niyet.3
İşte başarıya ulaşmak için bu halis niyet mutlaka olmalı ve başarı Allah’tan istenmelidir. Bu noktada, “Muvaffakiyet niyet-i halisenin refikidir. (Kim Allah için hareket ederse, Allah da onunla beraberdir.) 4 hakikati de büyük bir önem arz eder. Şerli işlerde muvaffak olanların bile bu noktayı dikkate aldıklarını, halis bir niyetle işlerine sarıldıklarını, o halis niyete binâen Allah’ın onları muvaffak ettiğini unutmamak gerekir.
Şerde başarı kazandıran halis bir niyet, hayırda niçin başarıya ulaştırmasın?
Dipnotlar:
1- Hutbe-i Şâmiye, s. 75; Divan-ı Harb-i Örfî, s. 17; Tarihçe-i Hayat, s. 56; Muhakemât, s. 136; İşârâtü’l-İ’caz, s. 124.
2- Lem’alar, s. 164.
3- Mesnevî-i Nûriye, s. 61.
4- Âsâr-ı Bedîiyye, s. 366.
06.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
İbrahim KAYGUSUZ |
Kur'ân medeniyeti |
|
Türkiye ve İspanya’nın eşbaşkanlığını yaptığı Medeniyetler İttifakı Formu’nun İstanbul’da yapılması yerinde ve anlamlı bir tercih.
Formun sebebi, çatışmaların bertaraf edilmesi ve diyalog kapısının aralanmasıdır.
Eşbaşkanlardan Türkiye ve İspanya bugün iki ayrı kültür, inanç ve medeniyet havzalarını temsil ediyor.
Biri Doğu (Asya/İslâm) medeniyetinin, diğeri ise Avrupa (Hıristiyan) medeniyetinin sembol ülkeleri.
Gariptir, İspanya, zamanında Kur’ân medeniyetine beşiklik etmiş bir muhit.
İspanya toprakları, Tarık bin Ziyad’ın gemilerini yaktığı ve 750 yıl İslâm’a beşiklik etmiş bir belde. Yani İslâm’ın kültür ve irfanı, İspanya’yı yüzyıllarca kucakladı.
İspanya, aynı zamanda bir intikal bölgesi. Yani Doğu medeniyeti ve biliminin Batı’ya geçişinin tampon bölgesi. Kur’ân medeniyeti, Endülüs ve Sicilya yolu ile 12. yüzyıldan itibaren sistemli bir şekilde Avrupa’ya geçmişti.
Kurtuba Granada, Sevilla, Toledo v.b. birçok şehir ve kasaba, Müslümanların İspanya’da kurduğu yüksek medeniyetin izlerini taşır.
Dolayısıyla, eğer gizli başka niyetler devrede değilse, bu iki ülkenin Forum’a eşbaşkanlık yapması çok anlamlıdır.
Alman filozof Alfred Weber, ilim ve düşünce alanlarında Doğu’nun Batı üzerinde iki defa etkide bulunduğunu itiraf eder: Biri Doğu hikmetinin Mısır üzerinden Yunan’a geçmesi, diğeri Müslümanların 9. yüzyıldan itibaren Sicilya ve İspanya üzerinden Avrupa’ya sağladıkları bilgi intikali.
800 tarihinde Kayravan’da Aglebi hanedanınca kurulan Beytü’l Hikme bu ikinci bilgi intikalinin önemli merkezidir.
Dolayısıyla Avrupa’nın hem maddî bilgi birikimi, hem de manevî anlamda karanlık çağdan çıkışı bu İslâmî intikalle başlar..
Avrupa’daki Rönesans, aydınlanma, reform v.b. bütün süreçler bu intikalden sonraki tarihlere tekabül eder.
Fakat bugün iki medeniyet arasında maalesef bertaraf edilmesi gereken keskin hatlar ve çatışmalar var.
Yakın zamanda ölen Huntington’ın ortaya attığı Medeniyetler Çatışması tezi, 11 Eylül olayı, karikatür krizi, Irak / Afganistan v.b. birçok olay bu çatışmayı tetikleyen ana etkenler.
Rene Guenon’un dediği gibi, modern dünyanın bugün en anlamlı özelliği Doğu ve Batı arasındaki bu uçurumdur. Halbuki, böyle mi olması gerekirdi? Hayır!
Guenon’un sınıflaması ile İslâm uygarlığı (Yakındoğu), Uzakdoğu (Çin) ve Hint (Ortadoğu) uygarlıkları ile Batı uygarlığı arasında bir “orta yol” olabilir. (Guenon,1979 ; 35-37)
Teknoloji ve para gücünün esir aldığı Batılı aklı bunu görmelidir.
Said Nursî’nin vurguladığı gibi, Avrupa milletlerinin seciyelerine fazlasıyla işleyen mütehakkim bir duruş var. Hele yönetim mekanizmasını üstlenen aktörler tamamen bu hastalıkla melûl.
Gelişmeler karşısında elbette ki her medeniyet kendi varlık bilincini (ben idraki) koruma refleksini gösterecektir. Fakat, bu başka medeniyetleri vurma, kırma ve yok etme şeklinde tezahür etmemelidir.
Kur’ân medeniyeti, medeniyetler tarihinin harabeleri arasında sağlam bir kale gibi arz-ı endam ediyor… Hiç kimse bunu yok sayamaz. Önemli bir incelik nazarlardan uzak tutmamalı; teoriler ayrı, pratikler ayrıdır. Said Nursî itikad dairesi ile muamelat dairesinin karıştırılmaması gerektiğini söyler.
Biliyoruz ki, hangi medeniyetten olursa olsun, bütün insanlar yeryüzü küresinde yaşamak zorundadır. Öyle ise birbirimizi kabullenmek ve yekdiğerimize saygılı olmak zorundayız.
Sonra küreselleşme çağında yaşıyoruz. Bu olgu, çağın hâkim paradigmasıdır. Mekân algısı sıfırlandı. Bu durum küresel ideolojilerin sıfır merkezde durmalarını zorunlu kılar. Eğer bir medeniyet ideolojik bir gömleğe bürünerek kendi varlığını “ötekiler”e dayatırsa veya varlığını “ötekiler”in yokluğu üzerine ikame ederse, çatışmaya dâvetiye çıkarır.
Karşılaşan iki medeniyet, cebrî bir müdahale yoksa, zaten güçlü olanın galibiyeti ile sonuçlanır. Bu sosyo-kültürel bir kanundur ve tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur. Tarih felsefecisi İbn-i Haldun, “Mukaddime”sinde, “bedevî- hazarî” toplumları karşılaştırırken, somut verilerle bu hükmü doğrular.
Kur’ân medeniyeti, 1500 yıllık maziye sahip, güçlü bir medeniyet. Sağlam ayaklar üzerinde duruyor ve donanımlıdır. Bu medeniyet semavî ve nebevî referanslarından ötürü güçlüdür, fıtrîdir. Dolayısıyla kırılgan ve kaygan zeminlere sahip başka medeniyetlerle karşılaşmaktan korkmaz!
06.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Küresel tahribat... |
|
Ahirzaman atlasını okuyabilenler, başkalarının o güne kadar dillendirmediklerini haber verirler. Çok acayip ve garaipten bahsederler. Onları dinleyenler, genellikle iki üç gruba ayrılırlar. Bir kısmı dikkatle dinler, mantıklı bulur ve kabul eder. Diğer bir kısmı ise anlayamaz. Genellikle alt yapısı bu tür meseleleri anlamaya yeterli değildir. Bazen dudak büker, bazen de omuz silker. Üzücü bir kısmı vardır ki; ahirzaman atlasıyla nelerin açığa çıkacağını, neyin deşifre edileceğini ve hangi hedefe gidileceğini hiç görmez ve kabul etmez, tam karşısında yer alır. Atlası inkâr eden, ahirzamanda vukua gelen hadiseleri yorumlayarak kareleri yan yana toplayanları bazen iftira atmakla, bazen yalancılıkla ve ekseriyetle de “komplo teorisyenliği”yle itham eder. Bu son güruhun karşı çalışmalarıyla “şer güçler” tahrip için zaman kazanırlar. Zira onların çalışmalarıyla efkâr-ı amme zaman kaybedecek, tedbir alması gereken mekanizmalar gecikecek ve bazen de “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” olacaktır. Dünyada ve çevremizde meydana gelen hadiselere global ve lokal düzeyde dikkat ettiğimizde, bu mânâyı mutlaka yakalayabiliriz.
Globalleşmeye medeniyetin güzelliklerinin yol açtığını elbette biliyoruz . Muhabere, muvasala ve mülâkaalarda meydana gelen inkılâplar, Üstadın ifadesiyle dünyamızı bir köye çevirdi. İnsanlığın hayrına olan bu gelişmeyi, cemaatleşerek kuvvet kazanan ve teknolojiyi kısmen rehin alan “ahirzaman dinsizliği,” maalesef dünyanın zararına çevirdi. Ortaya çıkan manzara ise, globalleşmeyi müdafaa etmemiz gerekirken, tahribatların da “globalleşmesiyle” bizi bu hareketle karşı karşıya getirdi. Yani, cemaat gücüyle ele geçirilen kapitalle komünikasyon ve medyaya hükmeden “küresel tahribatçılar” zamanla STK’larla yavaş yavaş cemiyetin hücrelerine sızmaya başladılar. İnsanlığın bu dehşetli hastalığını, ancak ve ancak “iman nuruyla” keşfeden Müslümanlar dünyaya haber verebilirdi. Ama 12 Eylül gibi küresel bir cinayetle Müslümanların basiretini dünya malı, korku, şöhret, ırkçılık ve makam ile kapattılar. Başta Türkiye olmak üzere, âlem-i İslâmın basiret gözü perdelenince, can düşmanı olan “ahirzaman dinsizliğini” göremedi. Onun sınırları aşarak harîm-i İslâma girişini teşhis edemedi. 12 Eylül’ü takip eden süreçte, insanların birçoğu Talut’un askerlerine yasakladığı nehirden içtiler. Bu zehirli su ile hem gözlerinin ferlerini, hem dizlerinin dermanını ve hem de ayağa kalkacak bellerindeki kuvveti kaybettiler. Yaklaşık otuz senedir, âlem-i İslâm o dehşetli cinayetin neticelerini deriyor. Milletler arasında sınırlı hareket edebilen dinsizlik, böylece “globalleşti” ve bugün insanlık “global krizin” zehirli acılarıyla inliyor, sancılarıyla depreşiyor.
Global tahribatın hedefi fıtratın tamamını bozmaktır. Fıtrat derken neyi düşünebiliyorsanız: İnsanlar, bitkiler, kuşlar, ağaçlar ve diğer hayvanlar… Hiçbir şey ayakta ve sağlam kalmamak şartıyla bozmak, onun nihaî hedefidir. İman gözü kapanan insanlık, çoğunlukla “ilim, teknoloji, san'at, modernite ve yeni keşifler” adı altında yapılan bu tahribatı önceden hissedemiyor. Neticeleriyle uyandığında ise, Bağdat çoktan harap olmuştur.
Artık melûl melûl, pazarlarda genlerine müdahale edilmemiş ve kimyasal ilâçlarla zehire dönüştürülmemiş sebze arıyoruz, değil mi? İki yüz çeşide varan üzüm ağaçlarının neden kuruduğunu, armudun neslinin niçin tükendiğini, en güzel cevizi yetiştirmiş coğrafyanın California’dan cevizi hangi sebeple ithal ettiğini ve kurumaya karşı Amerikan üzüm çubuklarının kimlerce getirildiğini, kim bizim için araştıracak?
Ülkemizde “ahirzaman dinsizlerinin” paralarıyla çalışan yüzlerce kadın dernek ve enstitüsünün varlığını duymayanlar, rehavet hastalığına yakalanmış olabilirler. Ya bizzat üniversiteler aracılığıyla sosyal yapımızın genlerinin zındıkaca laboratuvarlardaki analizlerini… Yine bine ulaşan kurumu… Ya insanımızın ruh, karakter, ahlâk ve moral değerlerini değiştirmeye çalışan ecnebi parmaklı on binlerce kuruluşu biliyor musunuz? Bütün bunlara karşı Türkiye’de ne devletin, ne dinî cemaatlerin, ne üniversitenin ve ne de Türkiye’yi sevenlerin “fıtratı koruma ve kollama” mânâsına yönelik ortaya koydukları bir projeleri var mıdır?
Ahirzaman dinsizliği, kolayca tahrip edebilmek için her şeyi kontrolünde tutmak istiyor: Sebzelerin, tahılların ve birçok bitkinin tohumlarını, ağaçların fide ve tohumlarını, kuş griplerini kullanarak kuşları ve kümes hayvanlarını, NLP, kişisel gelişim ve psiko desteklerle insanın iç âlemini, paralarını, mega iş merkezleriyle esnaf ve orta sınıf ticaretini, köpek balığı fonlarıyla global sermayesini, deniz ve ormanlarını, enerji kaynaklarını ve bütün madenlerini belli merkezlerde toplamak istiyor. Tâ ki tahribi de, kontrolü de kolay olsun. Belki de kıyamete hazırlık yapıyorlar. Gemi fareleri ambarın su alacağını bile bile kemirirlermiş. Fakat biz insanlar, kendilerini uyanık zanneden insanlar, Kur’ân’ı dinler görünürken, kalp, ruh ve dünyasını para ve şöhretin doldurduğu insanlar… Biz de farelere uyacak mıyız?
06.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Medeniyetler ittifakı mı, medeniyetler çatışması mı? |
|
Samuel P.Huntington (18.4.1927-24.12.2008), 1993’te Amerikan Foreign Affairs dergisinde yayınlanan “Medeniyetler Çatışması” adlı meşhur makalesinde; “kültürel bir varlık” olarak tanımladığı medeniyetlerin yedi veya sekiz grupta toplandığını öne sürüyor. Bunlar: Anglo-Sakson kökenli Batı Medeniyeti, Hint, Konfüçyüs, Japon, İslâm, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetleridir.
Huntington’a göre, küreselleşme sürecinde dünyada yeni bir düzen kurulmaktadır.
Ve kurulmakta olan bu yeni düzende; uluslar arası ihtilâf veya ittifakı belirleyici tek unsur medeniyetler olacaktır. Yani ideolojik veya ekonomik çatışmalar dönemi son bulacak; yerini medeniyetler arasında bulunan kültürel çatışmaya bırakacaktır.
“Neden böyle olacak?” sorusuna cevap veren Huntington, medeniyetler arasında meydana gelecek olan kültürel çatışmayı hazırlayan sebepleri de açıklıyor. Öne sürdüğü bu sebepleri kısaca şu şekilde özetleyebiliriz:
Birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve din olarak farklı olan medeniyetler; Yaratıcı-insan, devlet-millet, ebeveyn-çocuklar, insan hak ve sorumlulukları konusunda derin fikir ayrılıklarına sahiptirler. Yüzyılların ürünü olan bu farklılıklar, yeraltında bulunan fay hatları gibidirler. Dolayısıyla, milletler arasındaki siyasî ve ideolojik farklılıklardan daha derindir ve kısa zamanda kaybolmayacaktır.
Gittikçe küçülen dünyada, insanlar arasındaki etkileşim hızla artmaktadır.
Bu etkileşim neticesinde, medeniyetler kendi özelliklerinin yanı sıra diğer medeniyetlerle aralarında bulunan farklılıkları da keşfetmektedir.
Sınıf ve ideolojilerdeki anahtar soru “Sen hangi taraftasın?” idi. Medeniyetler arasındaki çatışmada ise bu soru “Sen nesin?”şeklinde olacaktır.
Dünya çapında görülen sosyo-ekonomik değişme ulus devletleri zayıflatmaktadır. Buna bağlı olarak, dünya sekülarizasyondan (laikleşme) uzaklaşmakta ve din olgusu millî sınırları aşan bir kimlik olarak doğmaktadır.
Ekonomide bölgesel ticaret önemini arttırmaktadır. Buna bağlı olarak, bölgesel ekonomik bloklar teşkil edilecektir. Bu da, ortak bir kültürün içinden çıktığında başarılı olabilecektir. Avrupa Birliğinin, Avrupa kültürü ve Batı Hıristiyanlığına, Kuzey Amerika Serbest Ticaret bölgesinin Amerika, Kanada ve Meksika kültürlerine dayandığı gibi...
“Dünya, soğuk savaş sonrasında Birinci, İkinci ve Üçüncü dünyalara bölünmüştü. Bu bölünmeler artık geçersiz kalıyor. Şimdiki halde ülkeleri, siyasî ve ekonomik sistemleri veya ekonomik gelişme düzeylerini anlatan terimlerle değil, kültür ve medeniyetlerle gruplandırmak çok daha anlamlı olacaktır”1 diyen Huntington’a göre, ideolojik temel üzerine ittifak kurma imkânı azaldıkça, insanlar; kimliklerini etnik ve dinî terimlerle tanımlamaya, farklı din ve kültüre sahip insanlarla kendileri arasında “biz” ve “onlar” diye bir sınıflandırma yapmaya başlayacaklardır...
Medeniyetler arasındaki farkların ciddî ve önemli olduğunu vurgulayan Huntington, “Medeniyet bilinci artıyor; medeniyetler arası mücadele, hâkim mücadele tarzı olarak ideolojik ve diğer mücadele biçimlerinin yerine geçecek; tarihî olarak Batı medeniyeti içinde oynanıp bitmiş bir oyun olan uluslar arası ilişkiler artan bir biçimde Batılılaşmaktan çıkacak ve Batılı olmayan medeniyetlerin basit objeleri değil, aktörleri olduğu bir oyun haline gelecek; uluslar arası sahada başarılı siyaset, güvenlik ve ekonomi kurumları medeniyetler arası olmaktan çok, muhtemelen medeniyetler içinde gelişecek; farklı medeniyetlere mensup gruplar arasındaki mücadeleler, aynı medeniyete mensup gruplar arasındaki mücadelelerden daha sık, daha kuvvetli ve daha şiddetli olacak; farklı medeniyetlere mensup gruplar arasındaki şiddetli çatışmalar global savaşlara yol açabilecek en muhtemel ve en tehlikeli tahrik kaynağıdır” diyor ve dünya siyaset ekseninin “Batı ile geri kalanlar” arasındaki ilişkiler olacağını öne sürüyor.2
Yayınlandığı tarihten bu yana 16 yıl geçmesine rağmen, Huntington’un “Medeniyetler çatışması” adlı makalesinde sergilemiş olduğu tezler, sosyologların ve siyaset bilimcilerin ilgisini çekmeye devam ediyor. Huntington’un düşüncelerine katılanlar olduğu gibi, mantıksız bulup çürütmeye çalışanlar da var tabiî.
İspanya ve Türkiye, “Medeniyetler çatışması” tezine karşılık “Medeniyetler ittifakı” adlı ortak bir proje başlatmışlardır. 2005 yılında başlatılan bu projenin maksadı, ülkeler arasında bulunan siyasî tartışmaların tırmanmasına engel olmak, yenilerini tetikleyebilecek olan kültürel farklılıkları inceleyip, karşılıklı güven ve saygı inşa etmek ve bu çerçevede eğitim, gençlik, medya ve göç projelerine destek olmaktır.
BM tarafından da desteklenen bu projenin başına Portekiz eski Cumhurbaşkanı Jorge Sampaio getirilmiştir. Proje kapsamında, geçen yıl 15-16 Ocak tarihlerinde İspanya’nın Madrid şehrinde “Alliance of Civilization” (Medeniyetler İttifakı) adlı bir konferans yapılmıştır. Bu konferansın ikincisi, 6-7 Nisan tarihlerinde İstanbul Çırağan Sarayında yapılacak. BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, İspanya Başbakanı J. L Rodriguez Zapatero’nun yanı sıra siyaset, iş dünyası, sivil toplum kuruluşu, gençlik örgütleri ve medya alanlarından çok sayıda liderin katılacağı konferansta, çok kültürlü dünyada birlikte yaşama yolları, dinler ve kültürler arası diyologlar görüşülecek.
Medeniyetler İttifakı Konferansının, insanlığı hem maddî, hem de manevî buhranlara sürüklemiş olan ahlâkî çöküntüye çare bulmaya yönelik önemli bir adım olduğuna inanıyoruz. Zira farklı kültürlerdeki insanlar ne kadar çok bir araya gelirlerse, o kadar çok ortak payda bulma oranları çoğalacaktır. Böylece, Huntington’un iddia ettiği “medeniyetler çatışması”nın önüne geçilecektir.
İnsanları birbirleriyle tanışıp kaynaşmaya dâvet eden Cenâb-ı Hak,
“Ey insanlar, gerçekten Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır” (Hucurat Sûresi, 13) diye buyuruyor.
Âyete göre, mutlak hüküm sahibi olan Yaratıcımız, insanoğlunu Huntington’un ayırdığı gibi “Batılılar ve Batılı olmayanlar” diye medeniyetlere ayırmamıştır. Rabbimize göre, bir erkek ve bir dişiden yaratılan insan, her işini Allah adına yaptığı sürece dünya ve ahirette yükselir ve “medenî" olur. Aksi takdirde; hem dünyada, hem de ahirette alçalmaya müstehak olup “denî” olur.
Dipnotlar:
1. Samuel P.Huntington “ Medeniyetler Çatışması” makalesi, sh:4 (1 Numara Hearst Yayıncılık) 2. age. sh: 22.
06.04.2009
E-Posta:
[email protected]@hotmail.com
|
|
H. İbrahim CAN |
WELCOME TO THE “ONE MINUTE COUNTRY” |
|
Sayın Obama geçen Cumartesi örneğini gördüğünüz gibi, biz “one minute” dediğimizde, her şey durur. “One minute” deriz, Davos’ta İsrail kahrolur, İslâm dünyası sevinir. “One minute” deriz, Rasmussen NATO genel sekreteri olamadığı için soğuk terler döker. Siz devreye girip taahhütler vermek zorunda kalırsınız. “One minute” deriz tezkere meclisten geçmez, askerleriniz Anadolu’yu Irak’a giriş kapısı yapamaz. Adaletimiz “one minute” der, vatandaşa rağmen vatanı kurtaran aslan rolüne soyunanlar hapsi boylar.
Arada bir de halkımız iktidara “one minute” der, bütün hesaplar ve dengeler değişir.
Danışmanlarınız sizi ülkemizin bu özelliği hakkında mutlaka bilgilendirmiştir. Ama bir de biz uyaralım. Bu ziyaretinizden çok şey bekliyoruz. Öncelikle yıllardır bu ülkenin belini büken terör belâsına çözüm önermenizi ve kontrolünüzdeki Irak yönetimine de bu konuda talimat vermenizi bekliyoruz. İslâm dünyasına “Hüseyin” olduğunuzu buradan ilân etmenizi, İslâm ve Hıristiyan medeniyetlerinin çatışarak değil, işbirliği yaparak insanlığa huzur ve refah getirebileceğinizi anladığınızı göstermenizi bekliyoruz. Bizim hem Müslüman, hem Ortadoğulu, hem Asyalı, hem Avrupalı hem de Osmanlı’nın mirasçısı olduğumuzu anlamanızı bekliyoruz. Bölgede tarihten gelen misyonumuzu, sorumluluğumuzu ve gücümüzü görmenizi bekliyoruz.
Ancak şunları bizden istememenizi de bekliyoruz:
Afganistan’a daha çok asker gönderin ve askerlerinin Taliban’a karşı aktif olarak savaşsın demeyin. Bizi Müslüman ülkenin Müslümanlarına karşı savaştırmaya çalışmayın. Savaştan harap olmuş Afganistan’ın imarı, huzura ve refaha muhtaç insanlara sağlık, yardım, eğitim götürülmesine daha fazla katkı verelim. Hatta gerekiyorsa askerlerini eğitelim. Ama bizi onlara karşı savaştırmayın.
Kırgızistan’da kapatılan üssünüzün yerine Trabzon’da üs istemeyin. Biz artık Rusya’ya karşı uç karakolunuz olmak istemiyoruz. Kafkaslar ve halen Rusya’nın gizli boyunduruğu altında yaşayan Müslüman Türk milletlerine vefa ve dostluk borcumuz var. Biz akıncı gücü değil, barış ve huzur köprüsü olmak istiyoruz Kafkaslara. Bunun önünü kesecek üssü bizden istemeyin.
Ermenistan, işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmeden, tarihin tarafsız yargısına bırakılması gereken soykırım iddialarından vazgeçmeden, kitaplarındaki Türk düşmanlığını yok etmeden, Azerbaycan ile barış yolunda adımlar atmadan Ermenistan ile acil bir dostluk kurmamızı beklemeyin.
Kuzey Irak Yönetimi PKK konusunda üzerine düşeni yapmadan, Irak Cumhurbaşkanı bir hafta önce söylediklerini bir hafta sonra inkâr etmekten vazgeçmeden, bizim Kuzey Irak Yönetimine her yönden kucak açmamızı beklemeyin. Eli kanlı teröristleri de yargı önüne çıkarmadan affetmemizi beklemeyin. Önce hamisi olduğunuz bu bölge yönetimine talimat verin. Samimiyetlerini göstersinler. Sonra biz daha önce yaptığımız gibi bölge insanına yine kucak açarız. Onlar bizim kardeşlerimiz, tarihten gelen derin bağlarımız var. Araya giren karakedileri siz kovalarsanız biz gereken büyüklüğü göstermeye hazırız. İşte sayın Obama! Büyük önem verdiğimiz bu ziyaretinizde sizden beklediklerimiz ve beklemediklerimizin bir kısmı bunlar. Tam ziyaretinize tevafuk eden Medeniyetler İttifakı Forumuna da katılıp, insanlığın özlediği barış mesajlarını veriniz.
Bu uyarılarımızla birlikte hoşgeldiniz diyoruz: “welcome to Turkey”.
06.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Obama’nın çantasında neler var? |
|
Seçim hayhuyundan Türkiye’nin birçok iç ve dış gündemi yeterince tartışılmıyor. Başta merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopteri “kazası” hakkında hergün bir yenisi eklenen şâibeler olmak üzere, ülkenin birçok meselesi gürültüye getiriliyor.
Ne küresel ekonomik krize karşı Londra’daki G-20 toplantısı, ne Peygamberimize hakarete yeltenen menhus karikatürü “basın özgürlüğü” olarak gören “Danimarkalı Kovboy” ve Bush’un yakın dostu Danimarka Başbakanı Rasmussen’in Almanya’nın Baden-Baden şehrindeki NATO zirvesinde “ittifak”ın genel sekreterliğine seçilmesi için “güvence” verip Ankara’yı “ikna” eden Amerikan Başkanı Barack Obama’nın Türkiye’den talepleri…
Hiçbiri doğru dürüst ele alınmıyor. Yeni Amerikan Başkanı’nın gelişi, önceden kargo uçaklarıyla gönderdiği sekiz tır dolusu özel eşyaları, ikiyüzü özel ve yakın koruma olmak üzere içinde kendisiyle aynı kan grubunu taşıyan personelin, doktorların ve aşçıların bulunduğu sayıları 500’ü bulan Beyaz Saray görevlilerinin günler öncesinde Ankara ve İstanbul’a yerleşmesi benzeri magazine boğduruluyor…
Aslında Obama’nın Türkiye - Amerikan ilişkilerini düzelteceği beklentileri had safhada. Ancak, buna mukabil, çantasında hangi projelerle geldiği de merak ve endişe konusu…
AKP HÜKÛMETİ, “ABD’NİN
TERCİHİ”NE TEŞNE…
Belli ki bu hususta da Ankara emr-i vakilerle karşı karşıya. Seçim sürecinde fazla telâffuz edilmeyip kamuoyunun nazarından kaçırılsa da Irak’ı işgal edip iki milyona yakın insanı katleden 140 bin Amerikan askerinin, ağır silâhlarının, tank ve toplarının, askerî araçların Türkiye üzerinden nakli ABD’nin istekleri başında geliyor.
Aslında altı buçuk yıldır AKP hükûmeti “stratejik müttefik” diye tanımladığı ABD’nin hiçbir isteğini geri çevirmedi. 1 Mart 2003’te Irak’ı işgale giden 65 bin Amerikan askerinin Türkiye toprakları üzerinden geçişini öngören “hükûmet tezkeresi”nin TBMM’den reddedilmesi üzerine bu kez Meclis’i by pass ederek ABD’ye destek sağladı.
Yine Amerikan yönetimi istemediği halde Meclis’ten Mehmetçiğin Irak’a gönderilmesi kararını çıkardı; fakat başta ABD olmak üzere Barzani ve Talabani’nin kabul etmemesi üzerine bu teşebbüs akim kaldı.
Ardından Bakanlar Kurulu kararıyla İncirlik Üssü’nün de içinde bulunduğu Türkiye’nin hava ve deniz limanlarını conilerin her türlü silâh ve savaş malzemesinin nakil ve dağıtımına açtı; bizzat Millî Savunma Bakanı Gönül’ün ikrarıyla bir tek İncirlik Üssünden –üç sene önceki rakamlarla- Müslüman komşu Irak üzerine 2995 sorti yapıldı.
Gelinen noktada her ne kadar Irak’taki güçlerini Kuveyt ve Ürdün üzerinden tahliyeyi test etse de, ABD’nin daha az masraflı olmasından sonuçta Türkiye’yi “tercih” edeceği ve hükûmetin bu “tercih”e teşne olduğu görülmekte…
Doğrusu her ne kadar Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un geçtiğimiz ay Ankara’ya altı saatlik uğrayışında “Daha çekilmenin başındayız; nasıl çekileceğimizi Türkiye ile istişâre ettik” deyip “çekilme plânı”nı bildirmezse de yapılan açıklamalar, hükûmetin peşinen kabulünü gösteriyor.
Dışişleri Bakanı Babacan’ın, “Bunu memnuniyetle karşılıyoruz” sözü ve Washington’dan henüz resmî bir istek gelmemesine rağmen Başbakan Erdoğan’ın haftalar öncesinden “bunu değerlendireceklerini” söylemesi, bunun ifâdesi…
ANKARA, “İSTEKLER”İN NE KADARINI
KABUL EDECEK?
Ne var ki ABD’nin AKP iktidarından talepleri bununla bitmiyor. Dahası, bu talep diğerleri yanında en hafifi kalıyor…
Zira Washington’un terör örgütünün “silâh bırakması”na karşılık Türkiye’nin Kuzey Irak’ın “federatif sistem” ve “bölgesel yönetim” maskesiyle “otonomi” perdesinde Irak’tan koparılmasıyla ülkenin bölünüp parçalanmasını kabulü bekleniyor. “Kerkük’ün değiştirilen statüsü”nü onaylaması isteniyor.
Keza NATO şemsiyesi altında Afganistan’a ilâve muharip askerî birlik gönderilmesi, Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri ve işbirliğini derinleştirmesi, “Obama’nın çantasındaki başlıklar”dan olduğu belirtiliyor. Ayrıca H. Clinton’un teklifini getirdiği; Gürcistan - Rusya krizinde bir düzine büyük tonajlı dev savaş gemilerini Montrö Sözleşmesine aykırı olarak Boğazlardan geçirip Karadeniz’e yollayan ABD’nin, bölgeyi bütünüyle kontrol amacıyla Sinop’tan başlanarak yeni askerî üsler kurulmasının da “Obama’nın ajandası”nda olduğu iddia ediliyor…
Anlaşılan o ki ABD, sözü edilen “stratejik ortaklığı” ve “dostluğu” pek pahalıya satıyor. Egemenliği ve çıkarları hesabına neo-conların hazırladığı ve Bush’un dayattığı “Amerika’nın Türkiye’den istekleri”ni Obama aracılığıyla “değişik bir üslûp”la yine Ankara’nın önüne koyuyor.
Bakalım Ankara bu “istekler”in ne kadarını hangi “bedeller”le kabul edecek?
06.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Recep TAŞCI |
Paketler |
|
1, 2, 3, 4, 5... Sayı saymayı öğretmiyoruz. Bunlar, 2008’in ikinci yarısından itibaren bugüne kadar açılan paketlerin numarası. Geçen hafta 5. ekonomik paket de uygulamaya sokuldu. Her paket heyecan vericidir. İçinden ne çıkacak diye meraklanırsınız. 5. paketin son olmadığını, daha çok paketin bizi beklediğini bilerek, şu basit gerçeği hatırlatalım. Liderliğin en önemli vasıflarından biri; uzağı görmek ve ona göre tedbir alabilmektir. Krizin vereceği tahribat, erken fark edilseydi, ateş bacayı sarmadan en az hasarla atlatılabilirdi. Tıpkı yangın misali. Hükümet ise, tam tersi bir yol izledi ve krizi küçümsedi. Krizin ilk hissedildiği 2007 yılının sonunda tehlikeyi fark edenlerin “Tedbir alın, paket hazırlayın” uyarıları, “Paket açıldı, farkında değiller” diye alaya alındı. Şimdi her tarafı alevler sarmışken, bölük pörçük paketlerle yangın söndürülmeye çalışılıyor. İki hatanın altını çizelim. Birincisi krizin boyutlarının algılanmasında geç kalınmış, zaman kaybedilmiş olması; ikincisi ise, paketlerin bir bütünlük halinde bir defada ve aynı anda yürürlüğe konulmamış olmasıdır.
Krizi doğuran temel sebep iç ve dış talebin daralmasıdır. Talep niye daraldı? Çünkü, insanlar mal ve hizmet satın almaktan kaçıyor, likit kalmayı tercih ediyor. Bunun sebepleri ise işini kaybetme korkusu ve fiyatların daha da düşeceği beklentisidir. İşten atılma endişesi de, fiyatların düşeceği beklentisi de biraz da psikolojiktir. Krizin aşılması için bu psikolojik atmosferin dağılması ve beklentilerin kırılması gerekir. Bunun için parça parça değil şok tedbirlere ihtiyaç vardı. 5. paketi bu çerçevede değerlendirirsek, krize etkisinin sınırlı olacağını söyleyebiliriz. Pakette özetle şunlar yer alıyor. Üç ay süreyle bağımsız bölüm şeklindeki işyeri, mobilya, bilgisayar, büro ve sanayi iş makineleri satışından alınan yüzde 18 Katma Değer Vergisi, yüzde 8’e indirildi. Gayrimenkul alım satımında alıcı ve satıcının herbirinden binde 15 oranında alınan tapu harcı, binde 5’e düşürüldü.
Vergi ve harçların düşürülmesi ile bilgisayar satışlarının artması, mobilya stoklarının eritilmesi, gayrimenkul piyasasının hareketlenmesi umut ediliyor. Otomotiv sektöründe bunu gözlemledik, başarılı oldu. Sırada turizm ve tekstilciler kendileri için de paket hazırlanmasını bekliyor. Özü itibariyle paket denen şey devletin bir kısım vergi gelirlerinden vazgeçmesi, diğer taraftan harcamalarını arttırmasıdır. Tabi her açılan paketin bütçeye bir maliyeti var. Bugüne kadar açılan beş paketin maliyeti 36,4 milyar TL’dir. Bu, bütçeye yeni bir yüktür. Esasında artık bir bütçeden bahsetmek yanlış olur. Zira 2009 yılı bütçesi 2 ayda çökmüş vaziyettedir. 2009 yılında tahmini açık 10,3 milyar lira öngörülmüştü. İlk iki ayda yani Ocak ve Şubat’ta bu rakama ulaşıldı. Geçen yılın iki ayında 496 milyon fazla veren Merkezi Yönetim Bütçesi bu yılın aynı döneminde 10 milyar 359 milyon açık verdi. Vergi gelirleri azalmış, harcamalar artmış. Uygulamaya konulan paketler bütçe açığını daha da büyütecektir. En iyimser tahminler 50 milyarı aşar diyor. Yani öngörülenin 5 katı. Öte yandan Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı verilere göre, Aralık 2009 itibariyle işsiz sayısı 3 milyon 274 bin kişiye çıktığı anlaşılmıştır. Hatırlanacağı üzere en son açıklanan işsiz sayısı 3 milyondu. Demek ki 274 bin kişi daha işsizler ordusuna katılmış. Terazinin bir kefesinde tahminleri alt üst eden bütçe açığı, diğer kefesinde çığ gibi büyüyen işsizler ordusu. Çare tabiî ki bütçe açığı verme pahasına işsizliği azaltıcı tedbirlere devam etmek. Peki bütçe açığı nasıl karşılanacak? Kimse sihirbaz olmadığına göre, para basmayı saymazsak ki ayrı bir yazı konusudur, kısa vadede tek çözüm borçlanmaktan geçiyor. Temenni edelim kamunun finansman ihtiyacı faizleri yükseltmesin. Hep vurguladığımız gibi faiz en acımasız ve en adaletsiz sömürü aracıdır. Orta ve uzun vadede bu illetten kurtulmak için yapısal reformlar gerçekleştirilmelidir. Öncelikle kayıtdışılığa son verecek ve herkesi malî gücüne göre vergilendirecek bir düzen kurulmalıdır.
06.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Duâ’lı reçete |
|
Dini ve inancı dışlayarak yaşanan hadiseleri açıklamaya çalışmak, ne yazık ki günümüzde ‘moda’ olmuş durumda. Herhangi bir sıkıntı ve problem karşısında, temelini din ve inançtan alan bir çözüm ve çare sunulduğunda, kimileri bu tavrı garip karşılar. En hafif itiraz, “İlim ve fennin hükmettiği bu çağda bu anlayış olur mu?” şeklinde seslendirilir.
Bu anlayışı seslendirenlerin temel yanılgısı, ‘ilim ve fen’ ile ‘İslâm dini ve inancı’nın çatıştığı ön kabulüdür. Oysa İslâm inancı hiçbir şekilde ilim ve fenle çatışmaz, kavga etmez. Aksine İslâm inancı, ilim ve fenne ya da bu mesleklerle meşgul olanlara sadece yol gösterir, gerçekleri görmesi gerektiğini hatırlatır.
İnançlı insanlar her imkân ve fırsatta ‘duâ’ eder. Çünkü insan, “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” (Furkân Sûresi, 25/77) hitabına muhatap olmuştur. Yaratıcıya duâ etmek, inançlarımız çerçevesinde tavsiye edilen bir haldir.
Duânın maddî ve manevî sıkıntılara ‘çare’ olduğu artık ‘ilmen ve tıbben’ de kabul ediliyor. Son araştırmalar “duâ edenin ömrünün uzun olduğunu” ortaya koymuş. Şimdi bu tesbiti bir ‘müftü’ yapmış olsa pek çok ‘aydın’dan itiraz gelebilirdi. Ama aynı tesbit ünlü Amerikan dergisi “Time” da yer alınca ‘kartel medyası’nda da ‘manşet üstü haber’ olabiliyor.
Benzerlerine son yıllarda çokça rastladığımız haber şöyle: “Time Dergisi, 6 bin araştırmaya dayanarak duâ ve ibadetin ömrü uzattığı sonucuna vardı. (...) Dinin son dönemde insan hayatında öneminin yeniden artmaya başlamasıyla birlikte 2000 yılından bu yana bu konuda tam 6 bin yeni araştırma yayınlandı. Bu araştırmaları değerlendiren Time dergisi de bilim dünyasının yavaş yavaş duânın gücü konusunda ikna olmaya başladığını yazdı. Pittsburg Üniversitesi Tıp Merkezi tarafından yapılan araştırmaya göre düzenli olarak ibadethaneleri ziyaret edenlerde ömrün 2-3 yıl uzadığı tesbit edildi. Aynı etkinin düzenli duâ ve ibadet edenlerde de görüldüğü belirtildi. Uzmanlar, ‘Uzun hayat ile dinî bir gruba katılmanın birbiriyle ilişkili olduğunu’ açıkladı.
“Bilim adamları duâ edilen kişinin sağlığının bu durumdan nasıl etkilendiğini de inceledi. Buna göre duâ edilen kişi, eğer bir başkasının kendisi için duâ ettiğini bilirse tedavisi hızlanıyor. Ancak birilerinin kendisi için duâ ettiğinden habersiz olan kişilerde bu etki görülmüyor.” (Vatan, 14 Şubat 2009)
Bunca yıldır İslâm âlimlerinin insanlığı duâya teşvik etmesine anlam veremeyen, ‘duâ’ etmeyi ‘çağ dışı’ bulanlar her halde bundan sonra daha insaflı olurlar. Duâ etmeyi, Kur’ân okumayı ‘üfürükçülük’ olarak görüp, milletin inançlarıyla alay edenler de bu haberlerden ders ve ibret almalıdır.
Araştırmalardan ortaya çıkan ve hemen herkesin bildiği bir hadise daha var: “Uzun yaşam(ak) ile dinî bir gruba katılmanın birbiriyle ilişkili olduğu” gerçeği... Bu tesbitin ‘Türkçe’si şöyle olmalıdır: “Namazını (cemaatle) kıl, duâ et, haftalık ‘dersler’ini aksatma.”
Muhtemelen önümüzdeki yıllarda bu tavsiyeler ‘uzman doktor’ların reçetelerinde yer alacak. Başka türlü insanlığın huzura ve sükûna kavuşması mümkün değil.
Şükrolsun ki, bu günleri de gördük...
06.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Kutlu Doğum hediyesi |
|
Geleneksel 21 Şubat ve 23 Mart eklerimize ilâveten, geçen yıl Kutlu Doğum vesilesiyle de özel bir ek vermeye başladığımızı biliyorsunuz.
20 Nisan 2008 günü verdiğimiz ekte, Peygamberimizle (a.s.m.) ilgili olarak Risale-i Nur’da yer alan orijinal izahlar derlenerek sunulmuş ve bu çalışma takdirle karşılanmıştı.
Bu yıl Kutlu Doğum hediyelerimizin ikincisini hazırlıyoruz. Muhtevası hakkında kısaca şu bilgiyi verebiliriz:
Bildiğiniz gibi, 23 Mart ekimizin konusu “İlâhî ikaz: Kriz” başlığıyla ifade edilmişti. 21 Nisan’da vereceğimiz Kutlu Doğum ilâvemizin konusu da Peygamberimizin (a.s.m.) Sünnetinde iktisat. Konu çerçevesinde Sünnet-i Seniyyenin bu hususa ilişkin bahisleri, hadisler ve canlı örneklerle anlatılacak. Bu çalışmanın, 23 Mart ekimizi tamamlayıp ayrı bir istifadeye vesile olacağını düşünüyoruz.
***
21 Nisan Salı günü vereceğimiz ilâvemiz için ek taleplerinizi en geç 17 Nisan Perşembe akşamına kadar Abone Servisimize bildirmenizi rica ediyoruz.
***
Bu vesileyle, yeri gelmişken, 23 Mart ilâvemizle ilgili olarak geçen haftaki köşemizde yer darlığı yüzünden çok kısa bir ifadeyle temas edip geçtiğimiz hususu biraz açalım:
O yazıda, 23 Mart ekimizin ses getirdiğinden bahsetmiştik. 26 Mart tarihli gazetemizin “Medya-politik’ sayfasında bunları aktardık. Ama kaçırmış olabilecek okurlarımıza da buradan özet bir bilgi sunmakta fayda var.
Söz konusu ekimiz, 25 Mart günü Cumhuriyet gazetesinde “Ekonomik kriz İlâhî ikaz” başlıklı genişçe bir habere konu oldu. Haberde, Yeni Asya tarafından basılan ve üniversitelerin önünde dağıtılan “dergi”de Risale-i Nur’dan alıntılar yapıldığı; Nur cemaatinin önde gelen isimlerinden ve Said Nursî’nin öğrencilerinden olan Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin ve Mehmet Fırıncı ile yapılan söyleşilere yer verildiği; söyleşi ve alıntılarda ekonomik krizden kurtulmanın çaresinin İktisat Risâlesi’nde olduğunun savunulduğu belirtildi.
Aynı gün Radikal’de çıkan “Bedüzzaman’ın kurtuluş reçetesi” başlıklı yazısında Türker Alkan da, 23 Mart tarihli gazetemizin “Çıkış yolu Risale-i Nur’da” manşetini konu edinmiş; “Finans krizini doğuran medeniyet buhranı, Bediüzzaman’ın iman hizmetiyle aşılır” mesajımızla birlikte Mustafa Sungur’un “Çare İktisat Risâlesi’nde,” Abdullah Yeğin’in “İktisat Risâlesi’ni çok iyi okuyup tatbik etmemiz lâzım” ve Mehmet Fırıncı’nın “Vatikan da İslâmın koyduğu sistemden başka bir çare olmadığı için, bizzarure bunu ifade etme ihtiyacı duydu” beyanlarını geniş şekilde aktarmış; ancak aralarda kendince alaycı yorumlar yapmıştı.
Alkan’ın yazısını iktibasen yayınlayıp, bu istihzaî değerlendirmelerine cevabımızı da hemen yanına maddeler halinde koyduk ve ayrıca yazarın kendisine de ilettik. Ama sonrasında ondan mukabil bir cevap çıkmadı.
Daha evvelce de aynı yazar deprem için yapılan “İlâhî ikaz” yorumunu eleştirirken Yeni Asya’ya yine sataşmış ve verdiğimiz cevap üzerine geri atmak zorunda kalmıştı...
***
12 Eylül öncesinde, diğer müsbet neticeleri yanında insanlarımız arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirmesi cihetiyle de önemli hizmetlere vesile olarak yıllarca devam eden, ama ihtilâl sonrasında yapılamayan Van’daki Bediüzzaman mevlidleri, geçen yıl 3 Ağustos’ta tekrar başlatılmış ve yine çok güzel bir kaynaşmaya vesile olmuştu.
Şanlıurfa’da yıllardır aralıksız devam eden mevlidlere ilâveten Van’ın tekrar başlaması sevinçle karşılanır ve “Darısı Isparta ve Kocatepe mevlidlerine” denilirken, Bursa sürpriz yaparak, dün tarihî Ulucami’de Bediüzzaman mevlidi okuttu. Tebrik ediyor, devamını diliyoruz.
Aynı dileğimiz yakınlarda iki sene yapılıp arkası gelmeyen Ağrı mevlidleri için de geçerli.
06.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|