"Gerçekten" haber verir 05 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

‘Yeni dünya düzeni’ kalıcı olacak mı?



Londra’da bir araya gelen ‘dünyanın en zengin 20 ülkesi’nin hükümet ya da devlet başkanları, uygulandığında ekonomik krizlere çare olabilecek ciddî kararlar almışlar. Buna göre ‘vergi cenneti’ olarak kabul edilen, ancak gerçekte haksız kazançların biriktirildiği ülkelere sert yaptırımlar uygulanacakmış.

G-20’nin patronları daha başka önemli kararlar da almışlar. Bu kararların bir kısmı, “G-20’den çok önemli kararlar çıktı. Bir dönem kapanıyor/ Yeni dünya düzeni” başlığıyla dünyaya ilân edildi. (Vatan, 3 Nisan 2009)

“Dizginsiz kapitalizmin sonu” olarak tanımlanan bu kararlar hem liderleri, hem de ‘borsa’ları memnun etmiş ki, kararların açıklanmasıyla birlikte dövizin fiyatı düşerken, borsalar da yükselişe geçti. İngiltere Başbakanının dillendirdiği kararlardan biri de ‘gelişmekte olan ülkelere daha fazla söz hakkı verilme’ noktasında tecelli etmiş.

Bir başka karara göre de, süregelen krizin tekrarlanmasını engellemek için, son dönemde, bilhassa Amerika’da halkın büyük öfkesini çeken ‘üst düzey yöneticilere ödenen yüksek tutarlı maaş’lara da sınırlama getirilecekmiş.

Her ne kadar “Yeni bir dünya düzeni kuruluyor” denilse de bu düzenin devam edebilmesi için alınan kararların ‘kâğıt üstünde’ kalmaması gerekir. Hatırlanacağı üzere, soğuk savaşın bitmesiyle -1990’lardan sonra- da “Yeni dünya düzeni” kurulduğu ilân edilmiş, “İki kutuplu dünya”dan güya “kutupsuz dünya”ya geçilmişti. Fakat bu temenni bir türlü gerçekleşemedi ve bir anlamda “2. dünya ekonomik krizi”ne yakalanmış olduk.

Aslında liderlerin aldığı kararların temelinde ‘adalet arayışı’ vardır. Düşünün, haksız kazançların ‘park’ ettiği hayali ülke ve hesaplara denetim getirilmesi bu gününe kadar ertelenebilecek bir uygulama mıydı? Ya da zor geçinebilenlerin çalıştığı büyük holdinglerin yöneticileri/ CEO’ları, neredeyse ‘çalışan bin işçi’den daha fazla maaş ya da ikramiye almalı mıydı? Dünya ülkeleri yıllar boyu süren bu yanlış uygulamalar karşısında hep sustu ve iş gelip neredeyse ülkelerin iflâs etmesine kadar dayandı.

Hak, hukuk ve adaletin olmadığı bir sistemin devam etmesi zaten mümkün değildi. Dünyanın içerisine sürüklendiği ekonomik kriz, bu temellerin sağlam olmamasından kaynaklandı. Faiz ve rant gelirleriyle haksız kazanç elde edenler, doğrudan ya da dolaylı olarak çalıştıkları firmaları bataklığa sürükledi.

Eğer yeni bir ekonomik sistem kurulmak isteniyorsa, bunun temeli; insan fıtratına uygun olmalı. Bu yapılamadığı sürece, her on yılda bir ‘yeni dünya düzeni kurduk’ diye toplantılar yapılmak durumunda kalınır.

Sosyal ve ekonomik krizlerin temelinde “Sen çalış ben yiyeyim” anlamını taşıyan “faiz” anlayışının olduğunu unutarak bir yere varmak mümkün değil. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılan, daha fazla kazanmak için dünyayı ateşe veren anlayıştan kurtulmadıkça yeni bir dünya düzeni kurulamaz.

Kalıcı düzen, ancak kalplerin ıslâhı ile mümkün olabilir. G-20 ülkeleri bunu kısmen gördü, tam olarak görmesini temenni edelim.

05.04.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Samimiyet…



Mahallî seçimlerin üzerinden bir hafta geçti. Geçtiğimiz hafta yaklaşık 48 milyon seçmen sandıklara giderek “vatandaşlık görevi” olan oylarını kullandı. Seçimlerin neticeleri hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Birçok bölgede seçimlerin neticeleri yapılan itirazlar nedeniyle netleşmedi. Seçimlerde yakılan, çöplüklerde bulunan oylar nedeniyle itirazlar neticelendirilmeyi bekliyor.

Seçimlerde birçok ilginç ve enteresan olayda yaşandı. Seçim sandığına muhtarlık için oy atacağı yerde, parasını atandan tutun da, şikâyet dilekçesini sandığa atanlara kadar bu semin ilginçleri olarak tarihe geçti. Seçimler sonrasında DSP hesaplaşma yaşanmaya başladı. DSP’de 5 milletvekilini tedbirli ihraç istemiyle merkez disiplin kuruluna verilirken olağanüstü kongre ile ilgili hazırlıklar sürüyor. Kurucu Genel Başkan Rahşan Ecevit ihraç edilmek istenilen milletvekillerinin yanında yer alıyor. Anlaşılan DSP’deki kavga sürecek.

Seçim kampanyalarında medyada neredeyse tek kelime edilmeyen, görmemezlikten gelinen, anketlerde yüzde 1’lerin altında gösterilen, hazine yardımı alamayan, bütün bu olumsuzluklara rağmen 1.5 milyondan fazla oy alarak yüzde 3.7’yi yakalayan Demokrat Parti’de de gelişmeler yaşanıyor. Seçimlerden dört ay önce mahallî seçimlerde 2007 yılındaki milletvekilliği seçiminde alınan oy oranından az oy alması durumunda genel başkanlık görevini bırakacağı “sözünü” veren Süleyman Soylu, partisinin yetkili organları ve seçmenleri tarafından “bırakmaması” istenmesine rağmen “partiye zarar vermemek için” istifa edeceğini açıkladı. Gelinen noktada DP Olağanüstü Kongresi 16 Mayıs’ta toplanma kararı aldı. DP’de önümüzdeki günlerde nasıl bir gelişme olacak, bekleyip göreceğiz.

* * *

Sözün burasında 2002 yılındaki seçimlerden önce “namus meselemiz, iktidara gelirsek çözeceğiz” diyerek 6.5 sene önce iktidara gelen fakat bu süre içinde meseleyi çözemeyen AKP’nin başörtüsü konusundaki “samimiyetini” gösteren bir olay yaşandı. Meseleyi gazeteci dostumuz Şamil Tayyar’ın memleketi olan Gaziantep’in Islahiye ilçesinde yaşanan olayları köşesine taşıması ile öğrendik. 2 Nisan tarihli gazetemizde de yayınlanan olay kısaca şöyle:

Anketlerde önde görünen AKP’li Başkan Mehmet Uludağ aday gösterilmeyince, eşi Malike Uludağ DP’den aday oldu ve AKP’ye ciddi bir fark attı. AKP, seçimden sonra da ilk kadın başkana “başörtüsü gerekçesiyle” itiraz etti. Bundan sonra yaşananları Tayyar’ın yazısından takip edelim:

“Bununla da bitmedi. AK Partililer, bu sefer Malike hanımın adaylığını düşürmek için ilçe seçim kuruluna koştular: ‘Bu kadın başörtülü, nasıl aday olur?’ Yetkilinin cevabı: ‘Önümdeki belgelerde başörtülü fotoğraf yok. Ben ona bakarım. Dışarıda nasıl giyindiğine karışamam.’ Bitmedi... AK Parti bu kez Malike hanımın kendi üyeleri olduğu gerekçesiyle adaylığının düşürülmesini istedi. Bu kez duvara çarptılar…” (Star, 31.3.2009)

Sonrasında AKP İslahiye Belediye Başkan adayı Osman Öztürk, olayın böyle cereyan etmediğini partilerini karalamak için böyle bir haber yapıldığını ve tekzip ettiklerini söyledi.

* * *

Velev ki öyle olsun…

YSK’nin seçimler öncesinde son anda “kamusal alan” ve sandık kurullarındaki görevlilerin de “hizmet veren” oldukları iddiasıyla, sandık görevlilerinin başörtüleriyle görev yapamayacaklarını açıklamasının ardından Başbakan Tayyip Erdoğan seçim meydanlarında çok sert tepki göstermiş ve “Artık yetki. Nedir bu sıkıntı? Demokrasi bu şekilde engellemekle tekâmül etmez” demişti. Belki bu olaydan Erdoğan’ın haberi olmamıştır. Öğrendikten sonra atacağı adımı, hadisenin böyle mi olduğu yoksa “partiyi karalamak amacıyla mı bu tür haberler yapıldığı” konusunda göstereceği tavrı merakla bekliyoruz. Yoksa başörtüsü mağdurları hükümetin başörtüsü yasağının kaldırılması konusundaki samimiyeti görmüş olacaklar…

Bu aşamada, “Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın (başörtüsü ile ilgili) muhalefet şerhine katılıyorum. Türkiye’de bazı şeylerin olgunlaşması gerekiyor. Bu gerilim olaylarından birisi…” diyen Erdoğan’a sormak lazım, Bazı şeyler(!) böyle mi olgunlaşacak?

Öte yandan şimdiden malum kişilerce “başörtüsü ile mi belediye başkanlığı yapacaksınız? Yoksa açacak mısınız? Peruk mu kullanacaksınız?” sorulmaya başlandığı göz önüne alınırsa Islahiye Belediye Başkanı Malike Uludağ’a baskılar artacağa da benziyor.

DYP Genel Başkanı Süleyman Soylu, başörtülü adaylarının seçilmesi durumunda başını açmak gibi bir durumla karşı karşıya kalmadan görevini yapacaklarını söylemişti. Demek ki, partisinin tam desteği belediye başkanının arkasında. O zaman şimdi hizmet zamanı. Milleten aldığı desteği, millete hizmet için gösterme zamanı… Meselenin takipçisi olacağız.

05.04.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İman-hayat-şeriat



Nurcuların siyasetle alâkası olmadığını, Kur’ân hizmetinin onları iktidar mücadelesine girmekten alıkoyduğunu hatırlatan yazılarımız üzerine Üstadın “iman-hayat-şeriat”la ilgili izahlarını soran ve özellikle hayat-şeriat aşamalarında siyasetin de yeri olması gerektiğini ifade ile, işin bu cihetinin açıklığa kavuşturulmasını isteyen okurlarımız oldu.

Aslında Risale-i Nur’daki açıklamalar, bu sualin cevabını da veriyor. Onlardan anladığımız kadarıyla konuyu toparlamaya çalışacak olursak:

Öncelikle şunu ifade edelim: İman-hayat-şeriat silsilesi, birbirini takiben yaşanacak ve biri bitip diğeri başlayacak farklı aşamaları değil, iç içe devam edecek bir bütünlüğü ifade ediyor.

Dolayısıyla, “İman devresi tamam, sıra hayat aşamasında ve ondan sonra şeriat dönemi gelecek” gibi bir mantık, bu bütünlükle bağdaşmaz.

Bu bakımdan, Nur Talebelerinin birinci ve en önemli iştigal alanı olan iman hizmeti, kıyamete kadar bu özelliğini hep koruyacak ve onun devri hiçbir zaman kapanmayacak. Ki, Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde bizlere imanın sürekli tazelenip yenilenmesi gereken bir intisap olduğu dersini vermiyor mu?

Ekseninde tek tek bireylerin yer aldığı bir süreçte imanın kuvvetlenmesi, toplumsal hayata, aileden başlayarak genişleyen daireler halinde, dindarlaşmanın yaygınlaşması olarak akseder.

Çünkü imandaki artış ve güçlenme, kişilere, hayatını bu imanın gereklerine göre tanzim ihtiyacını hissettirir. Allah’a daha kuvvetli bir imanla bağlanan insanda, Yaratıcının, elçileri ve kitaplarıyla tarif ettiği hayat nizamına göre yaşama iradesi de gelişir ve kuvvetlenir. Bu iradenin sonucu dindarlaşma olarak tezahür eder.

Bunun sonucu, ibadetlerini titizlikle yerine getiren; her işinde helâl-haram ölçülerini gözeten; haramdan uzak duran; faize bulaşmayan; zekât ve sadakasını veren; iktisat ve kanaat esaslarına göre yaşayıp israfa, lükse, gösterişe ve tüketim çılgınlığına iltifat etmeyen bir hayat tarzı...

Böyle bir dindarlık şuurunun topluma mal olması, süreç içinde siyasette de, bürokraside de yansımalarını gösterir. Birleşik kaplar kuralı burada da işler ve dindarlaşma süreci hayatın tüm alanları gibi devlet kademelerinde de hissedilir.

Ama bu fıtrî akışı yeterince hızlı bulmayıp, toplumu tepeden dindarlaştırmaya çalışan veya niyetinin öyle olmadığını defaatle deklare etse de en azından bazı kesimlerce öyle algılanan hareketler, tam tersine dindarlaşmaya zarar verir.

Dahası, dindar kimlikleri öne çıkararak ve dine daha çok hizmet iddiasıyla siyasete atılmak, sahiplerini “Siyaset ve iktidar yozlaştırır” kaidesine mâsadak olma riskiyle karşı karşıya bırakır.

Nitekim iman hizmetlerinin neticesi olarak toplumda giderek güçlenip yaygınlaşan dindarlaşma şuuru, halihazırda, bu riskin ihtiva ettiği dünyevîleşme hastalığının ağır tehdidi altında.

Buna karşı, yine herşeyin temelini oluşturan imana tahşidat yapılması, iman hizmetinin kesintisiz bir süreçte devam ettirilmesi gerekiyor.

Peki, “şeriat” merhalesi, kaçınılmaz bir şekilde, ister istemez siyaseti de içine almayacak mı?

Elbette alacak. Ama bu da sözünü ettiğimiz fıtrî akış ve süreç içinde gerçekleşecek; toplumlardaki dindarlaşma, devletleri de etkileyecek.

Ama burada çok önemli bir nokta, şeriattan ne anlaşılması gerektiği. Bilindiği gibi Risale-i Nur’da iki şeriat tarifi yapılır. Biri, Allah’ın kâinattaki işleyişi tanzim ettiği yaratılış kanunları; diğeri, insanın Yaratıcıyla ve yaratılmışlarla ilişkilerini düzenlemek için gönderilen din esasları.

İkisinin de kaynağı aynı olduğu için, birbirini açıklayan ve tamamlayan şeriatlar bunlar. Kâinat Kur’ân’ı, Kur’ân kâinatı tefsir ediyor. Ve kâinat kitabını okuyan fenler, Kur’ân’daki sırları da açıklıyor. Dolayısıyla, iman ve hayat aşamalarıyla bütünleşmiş bir halka olarak telâffuz edilen “şeriat” halkası, bu bütünlük içinde anlaşılmalı.

Devlet boyutunun bu bütündeki yeri yüzde 1.

05.04.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

İran, nükleer silâh mı üretiyor?



ABD, yıllardır İran’ın nükleer programını bahane göstererek, bu ülkeye karşı saldırganca bir tavrı benimsedi. Bütün dünyayı da İran’ın çok büyük bir nükleer tehdit oluşturduğuna ikna etmeye çalışıyor.

Halbuki Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansının Şubat 2009 raporuna göre; İran henüz uranyumu yaklaşık yüzde 3,5 oranında saflaştırmış. Bir nükleer silâhta kullanılabilmesi için bu saflaştırmanın yüzde 90’ı bulması gerekiyor.

Tabi bunu yapabilmesi için sürekli tesisleri gözetleyen UAEA uzmanlarını ülkeden kovması, uyduların görüntü almasını engellemesi ve zenginleştirmeyi yapacak yeni tesisler kurması gerekiyor.

Ayrıca bugün dünyada toplam 2 ton civarında zenginleştirilmiş uranyum bulunuyor. Peki İran’ın elindeki miktar ne kadar?

UAEA raporuna göre bu miktar yalnızca 1,010 kilogram.

Aslında nükleer enerji ve uranyum zenginleştirme konusunda biraz bilgi sahibi olan herkes ABD’nin İran’ın nükleer silâh yapmak üzere olduğu iddialarına istihza ile bakıyor.

Obama yönetimi şimdi İran’ın Aralık 2003’te imzaladığı UAEA Ek Protokolüyle getirilen daha katı uluslar arası izleme prosedürlerini uygulamaya zorluyor. Üç dört yıl sonra faaliyete girecek ağır su reaktörünü kullanmamasını sağlamaya çalışıyor.

ABD istihbarat servisleri İran’ın nükleer silâh için gerekli uranyum zenginleştirmesine birkaç yıl içinde ulaşacağı korkusunu yayıyor. Halbuki İran yönetimi yeni santrifüjlere zenginleştirmek üzere uranyum koymaya başlamadı. Böylece uluslar arası kamuoyuna iyiniyetini göstermeye çalışıyor.

İsrail ise uçaklarını gönderip bombalamaya hazır olduğunu ilân ediyor bu nükleer tesisleri.

Gizlenmek istenen başka bir husus var ortada.

İran’ın sahip olduğu zenginleştirilmiş uranyum çok kıymetli bir ticarî ürün. Nükleer reaktörlerin yakıtını oluşturuyor. Dünyada halen elektrik üreten 440 nükleer reaktör var. 69 reaktör de inşa aşamasında.

Peki yakıt olarak kullanılan bu oranda zenginleştirilmiş uranyumun en büyük üreticisi kim?

ABD.

Aslında ham uranyum üretiminde Kanada yüzde 28 ile ve Avustralya yüzde 23 ile ilk iki sırayı paylaşıyor. Ancak zenginleştirmede ilk sıra ABD’nin. Kanada’nın üretiminin yaklaşık yarısını bu ülke alıp zenginleştiriyor.

Amerika bu piyasada kendisine yeni rakip istemiyor. İran’a karşı gösterilen bu hassasiyetin sebebi burada yatıyor.

Obama yönetiminin İran ile ilişkileri yumuşatma çabası gösterdiği izlenimi vermeye çalıştığı, Türkiye’nin de bu konuda arabuluculuk yapacağı haberlerinin çıktığı şu günlerde, bu hususun gözden kaçırılmaması gerekir. Sözün kısası; kurt kuzuyu yemek istiyor. Bahanesi hazır. Ama kuzular bile gülüyor bu bahaneye.

05.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kur’ân’ın büyüleyici güzelliği



“De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’ân’ı dinleyerek şöyle dedikleri bana vahyolundu: ‘Biz doğru yola ileten harikulâde bir Kur’ân dinledik ve ona iman ettik. Biz Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız.’”

Cin Sûresinin bu bir ve ikinci âyetleri Nusaybin cinlerinin ilk defa Kur’ân’ı dinlediklerinde nasıl hayrete düştüklerini yanlarına gittiklerinde arkadaşlarına anlattıkları ifadeler. Birbirleri üzerine üşüşerek merakla dinledikleri; güzel ifadesi, ince ve derin mânâsıyla, özlü ve veciz hâliyle hiçbir insan sözüne benzemeyen bu harikulâde ve hayret verici bu İlâhî kelâm cinleri imana sevk etmeye yetmişti.

Fıtratı, vicdanı bozulmamış, az çok güzel sözden, ilimden nasibi olan her akıl sahibini hayrete sevk edecek özellikte şüphesiz Allah kelâmı. Cenâb-ı Hakkın “Eğer Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, onun Allah korkusundan baş eğerek parça parça olduğunu görürdün”1 buyurduğu bu yüce kelâm inanmadıkları halde Mekke müşriklerini bile az mı hayrete sevk etmişti? Bazan bir âyeti işittiklerinde inanmadıkları halde âyetin fesahat ve belâgatı karşısında secdeye kapananlar olurdu. Hz. Ebû Bekir’in öyle yanık sesle bir Kur’ân okuyuşu vardı ki, müşrikler halk etkilenir diye onun açıktan Kur’ân okumasına engel olmuşlar, o da evinde yüksek sesle okumaya devam etmişti.

Hele hele Allah Resûlünün (asm) öyle bir Kur’ân okuyuşu vardı ki müşrik ileri gelenleri bile inanmadıkları halde dinlemekten kendilerini alamazlardı. Bir gece Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerik birbirlerinden habersiz Peyamberimizin (a.s.m.) evinin bir köşesine sessizce çekilip tanyeri ağarıncaya kadar Kur’ân dinlemişlerdi. Ayrılırken birbiriyle karşılaşmışlar, “Bir daha böyle yapmayalım” diye sözleşmişler, halkın kendilerini görürlerse imana gireceklerinden endişelerini belirtmişlerdi. Bu hal tam üç gece peşpeşe gerçekleşmiş, aynı sözlerle bir daha gelmemek üzere sözleşmişlerdi.

Ahnef bin Şerik ertesi gün önce Ebû Süfyan’ın sonra da Ebû Cehil’in yanına uğramış, dinledikleri Kur’ân’la ilgili görüşlerini sormuştu. Ebû Cehil’in verdiği cevapta niçin Peygamberimize (a.s.m.) muhalefet ettiğinin sebebi açıkça görülüyordu. Ebû Cehil açıkça Peygamberimizin soyu olan Abd-i Menaf oğullarıyla kendi sülâlesi arasında ötedenberi her konuda bir yarış olduğunu, onlardan bir peygamber gelişi sebebiyle onlara yetişemeyeceklerini belirtiyor, “Biz, bunun dengini nereden bulabilir, onlara yetişebiliriz?” diye soruyor kanaatini de, “Vallahi, biz aslâ ona inanmaz, onu tasdik etmeyiz”2 cümleleriyle dile getiriyordu.

Ne yazık ki Ebû Cehil’in kör inadı, kıskançlık ve rekabet duygusu dünya ve ahiretin mutluluğunun temel taşı olan büyük bir hazineye kavuşmaktan onu engelliyordu.

Dipnotlar:

1- Haşir Sûresi: 21.

2- İbn-I İshak, Sire, I:337-338.

05.04.2009

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kastamonu Yılları Sergisinden notlar…



Bediüzzaman Hazretlerinin ahiret âlemlerine göçtüğü ay olan Mart birbirinden çok farklı, ama birbirini tamamlayıcı onlarca organizasyonla geçti. Seminerler, paneller, kongre çalışmaları, TV ve radyo programları…. Organizasyonunu Barla Platformunun gerçekleştirdiği ve bugün bitecek olan Kastamonu Yılları Sergisi de bunlardan bir tanesi.

Sergi Mimar Sinan’ın inşâ ettiği Rüstem Paşa Medresesinde gerçekleştirilmekte. Yani mekân olarak da muhteşem.

Hanımlı erkekli gruplara rehber eşliğinde yapılan anlatım, dinlenme alanları, serginin kitaplaştırılmış hâli, gezerken dinlediğiniz Kastamonu hayatı ile ilgili müzik ziyafeti, altlarında yer alan tanıtıcı notlarla hanımlı erkekli saff-ı evvel Nur Talebelerinin fotoğrafları ya da karakalem çizimleri, Eskişehir’deki lise mektebi talebelerinin toplu fotoğrafları, o dönemde tutuklanan Nurcularla ilgili yapılan yalan gazete haberleri, hapishanelerden ailelere yazılan mektuplar, teksir makineleri, küçücük kâğıtlara yazılan Nur bahisleri… Hayalen sizi o döneme bir anda götürüveren ve yapılan tazyikatlara karşı metin ve sebatkâr, dik duruşu bütün detaylarıyla görmek mümkün. Kastamonu Yılları Sergisi gerçekten çok başarılı bir çalışma. Barla yılları Sergisinden sonra, Kastamonu yılları sergisinin de açılması, sergiler silsilesinin devam edeceğinin de sevindirici işareti...

Üç Şehitler odası:

Serginin bölümlerinden biri. Risâle-i Nur’un önde gelen talebelerinden Binbaşı Asım Bey, Hafız Ali ve Hasan Feyzi’nin şehadetleri. Hafız Ali Ağabey Denizli Hapsinde vefat ettiğinde buna çok üzülen Bediüzzaman Hazretleri ilk fırsatta talebeleriyle birlikte onun mezarını ziyaret ediyor ve kendi el yazısıyla mezar taşına onun şehit olduğuna dair cümlecikler yazıyor. “O bir yıldızdır…” dediğinde gökyüzünde parıldayan bir yıldız da bu sözleri tasdik ediyor… Gazetemizin usta karikatüristi İbrahim Özdabak’ın çizdiği bu sahne de odada yer almakta.

Hafız Ali Ağabey’in, yazdığı Nur Risâlelerini duvar içinde saklamak için yaptırdığı teneke kutular da yine bu odada.

Binbaşı Asım Beyin tutuklanarak Isparta’ya götürüldüğünde sorgu sırasında Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “İstikamet şehidi” olarak vefat etmesi de belgelerle, gazete haberleriyle verilmekte. Binbaşı Asım Beyin, sorguda doğru cevap verse Üstadına zararı olacağına, yalan söylese haysiyetine yakışmayacağına inandığından “Ya Rabbi canımı al!” diye duâ etmesi ve o anda vefat etmesi onun istikameti hakkında çok ibretli bir delil.

Sergiyi gezerken o yıllarda süren ekonomik sıkıntıları, yazılan mektupların satır aralarında görmek mümkün. Asım Beyin yazdığı şiir onun bu konudaki fikrini de çok güzel özetlediğinden kargacık burgacık yazımla bir kâğıda not aldım:

Seni halk eylemeden rızkını halk eyledi Celil

Etme gam rızkın için, rızka Hak oldu kefil

Rızk için çekme elem ‘Nahnü kasemna’yı gözet

Kula minnet eyleme Hz. Allah’ı gözet

Lütfunla İlâhî bana ver bir feyz ü kanaat

Nâmerde değil, merde dahi eyleme muhtaç!

Hesna Şener (1903-1975):

Denizli Mahkemesinde diğer risâlelerle birlikte Tesettür Risâlesine de serbestiyet kararı veren hâkimler heyetinde yer alan Hesna Şener’in fotoğrafı ve tanıtıcı bilgileriyle sergide aldığı yer çok hoştu doğrusu. Açık, cumhuriyet hanımı görüntüsündeki bu değerli insanın Nur Kahramanları içinde bulunması çok farklı tefekkürlere yol açmakta. Bediüzzaman “mânevî evlâdım” dediği bu hakime hanıma mahkeme sonrasında Ali İhsan Tola ile selâm gönderir. Hesna Hanım bu selâmı ağlayarak alır… Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ Lâhikası’nda sitayişle bahsettiği bu hanım hakkındaki detaylı bilgiyi daha sonraki bir çalışmada paylaşalım sizlerle.

Nur hizmetinin anneleri:

Risâle-i Nur hizmetinde büyük emekleri bulunan ve Risâle-i Nur Külliyatında Lâhikalar’da adı sık sık geçen hanımlar da elleriyle yazdıkları risâlelerle, resimleriyle sergide yerlerini almakta.

Yazdıkları risâlelere artık lime lime olmuş sırma işlemeli ciltler yapmışlar. İğne oyalarıyla süslemişler. El yazısı kitaplarının sonunda Üstadın kontrolünden geçtikten sonra yazdığı duâlar yer almakta.

Ulviyeler, Zehralar, Saniyeler…

Nereden nereye…

Sergiyi gezerken gayriihtiyârî ağzınızdan dökülüveren sözcükler bunlar: “Nereden nereye….”

O dönemin, 1930’lu, 1940’lı yılların zor şartlarında elle çoğaltılan eserlerin toplamı 6000 sayfalık bir tiraja ulaşıp, halka mâl olmuş. Bediüzzaman Hazretleri, teksir makinesi geldiğinde “Bin kalemli Nurcu” ifadesiyle sevinmiş. Şimdiyse imkânlar son derece rahat. Risâle-i Nur’lar cep boyu, küçük boyu, büyük boyu ile sözlük, indeks, dipnot, kronolojik bilgi eşliğinde ellerimizin altında. CD’ler, kasetler, mp3’ler, internet siteleri onlarca çeşidiyle yanı başımızda.

Yeter ki, zaman ayırıp okuyabilelim….

Okuduklarımızı ihlâsla yaşantımıza aktarmaya gayret edelim…

05.04.2009

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Anne - baba hukuku ihmâle gelmez



Anne-baba haklarını bilmeyenimiz yok gibidir. Bu yüce hukuka riâyet etmemenin, anne-babaya gerekli hürmeti, merhameti, şefkati göstermemenin çok ağır bir mes’uliyeti olduğunu da hemen herkes biliyordur. Şu veya bu şekilde onları incitmenin, onların serîütteessür olan kalplerini kırmanın günah-ı kebâirden sayıldığını da hemen her ehl-i dinin bilmesi gerekir.

Bu meyanda en iyisi şu âyet-i kerimenin meâline kulak vermek: “Anne ve babadan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘öf’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim! Nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.’ Sizin içinizde olanı Rabbiniz hakkıyla bilir. Eğer siz sâlih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır.” (İsrâ Sûresi: 23-25)

Evet hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede açık olan bu âyet-i kerimedeki “Onlara sakın ‘öf’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle” ifadesi, evlâdın anne-babayı incitecek bütün söz ve davranışlardan uzak durmasını, onların arzularını yerine getirmede kusur etmemesini emrediyor.

Ayrıca bu noktada Efendimizin (asm), “Cennet annelerin ayakları altındadır” fermanını da hatırlamakta fayda var. Birer şefkat kahramanı olan annelerin evlât üzerindeki hakkının baba hakkının üç katı olduğunu da unutmamak lâzım. Bu yönüyle de bilhassa anneye karşı çok daha dikkatli ve titiz olmakta fayda var. Çabuk kırılmaya, incinmeye meyyal olan onların nazik kalplerini kırmamanın gayretinde olmak şart.

Bu konuda isterseniz bir de Bediüzzaman’a kulak verelim: “Evet dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil, hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar.” (21. Mektub)

Evet Üstad’ın dünyada en yüksek hakikat olarak tavsif ettiği valideyn ile evlât arasındaki bu kudsî münasebet, dünya üzerindeki bütün anne-baba ve evlâtlar için geçerli ve değişmez bir kuraldır. İstisnaları olmakla beraber, anne-babaların çoğu, evlâdı için hayatlarını fedâ etmekten çekinmezler. Öyle ise evlâdın buna karşı vazifesi tam ve kusursuz bir hürmettir.

Valideynin evlâdına karşı bu tarifi mümkün olmayan fedakârlığına karşı, evlâdın yapması gerekli olan vazifelerini de Bediüzzaman şöylece ifade ediyor: “Öyle ise insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâb etmemiş bir veled, o muhterem, sadık, fedakâr dostlara halisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmelidir.” (21. Mektub)

Üstad’ın buradaki “insâniyeti sukut etmemiş ve canavara inkilâb etmemiş her bir veled...” ifadesini iyi tahlil etmek gerekir. Âyet-i kerimelerin, hadis-i şeriflerin ve Bediüzzaman’ın ısrarla işaret ettiği evlât ile valideyn arasındaki münasebetlerin günümüzdeki hâl ve gidişâtı nasıldır acaba? Bilhassa gençlerimiz bu ciddî mes’elenin neresindeler? Bir kısmını zikretmeye çalıştığımız bu kudsî emir ve tavsiyeler doğrultusunda hareket ediyorlar mı? Sebeb-i vücutları olan ve seve seve hayatlarını kendilerine fedâ etmeye amade olan anne-babalarına karşı vazifelerini yerine getiriyorlar mı?

Bu suâllerin cevaplarının olumlu ve müsbet olmasını temennî etmekle beraber, görebildiğim kadarıyla bu konudaki durum hiç de iç açıcı değil. Valideynin hukukunu ciddiye alan, gerekli hassasiyeti gösteren gençlerimiz elbette var. Ama tesbit ve müşahadelerime dayanarak söylüyorum ki, gençlerimizin ekserisi, nasıl olsa haklarını helâl ederler sâikiyle, anne babalarının hak ve hukukları hususunda lâzım olan dikkat ve hassasiyeti göstermiyorlar maalesef.

05.04.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Haramdan kaçınmak ibadettir



Müttaki bir genç okuyucumuz: “Yolda, sokakta, televizyonda yüzlerce haramlar nazarımıza çarpıyor, karşımıza geliyor. Oysa harama bakmak hâfıza zaafiyeti ve unutkanlık veriyor. Bu da derslerimizi olumsuz etkiliyor. Bütün gücümüzle geleceğe hazırlandığımız bu yaşta ‘harama bakma günahı’, gelecekle ilgili çalışmalarımıza ve derslerimize olumsuz etki etmesi şeklinde bir şefkat tokadı olarak bize yansır mı?”

Peygamberlerin bile şerrinden Allah’a sığındığı dehşetli bir asırda yaşıyoruz. Günahlardan ve haramlardan yana alabildiğine mücrim, alabildiğine talihsiz, alabildiğine saldırgan, alabildiğine yüzsüz ve arsız bir asır. Eski zamanda günah işlemek isteyen, bizzat cüz’î iradesiyle meyleder, günaha doğru yönelir ve işlerdi. Bu zamanda ise yüzlerce günah yolda, sokakta ve hattâ evimizin içinde, tâ baş köşede, çoğu zaman–san’at, edebiyat, haber gibi-mâsûm bir kılıkla kalbimize ve îmânımıza hücum ediyor. Günahların her çeşidinin böylesine meşrû görüldüğü, teşvik edildiği, arsızlaştığı, yüzsüzleştiği, umûmîleştiği ve kılıf değiştirdiği bir zaman dilimini tarih belki de yaşamamıştır. Geçmiş Peygamberlerin (as) döneminde Allah’ın gayretine dokunan ve İlâhî gazapla neticelenen günah ve isyanların tamamını günümüzde bir arada görmek bizi titretiyor. Ama bu bir gerçek!

Âhir zamanda yaşıyoruz. Maalesef, haramlarla iç içe bulunuyoruz. Haramlara karşı siperde durmayı, kendimizi haramlardan korumayı, gerektiği yer ve zamanlarda gerektiği gibi Allah’a sığınmayı muhakkak öğrenmeli ve bunu başarmalıyız.

Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre; böyle bir zamanda günahlardan ve haramlardan sakınmak takvâdır. Allah’ın emri dâiresinde ve rızâsı çerçevesinde hareket etmek ise amel-i sâlihtir, yani salih ameldir. Günahların ve haramların yığınla hücum ettiği böyle dehşetli bir zamanda az bir amel-i sâlih ile çok sevap kazanmak mümkündür. Esâsen, takvâ içinde de bir nev'î amel-i sâlih vardır. “Çünkü bir haramın terki vaciptir; bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevâbı var.”1 Böyle binlerce günahın hücuma geçtiği zamanlarda, az bir amel ile, yalnızca sakınmakla, sadece haramdan uzak durmak kastı taşımak ve nazarı haramdan çevirmekle, yalnızca haramlara yüz vermemekle, yalnız Yûsuf Aleyhisselâm’ın ifâdesiyle “Günah işlemekten Allah’a sığınırım!” demekle ve günah işlemekten uzak durmak kudreti ve irâdesi taşımakla2 binlerce günah ve haramdan yüz çevirmek, Allah katında binlerce “vacip” işlemekle eş değer şekilde makbûle şâyân görülmektedir. Biz bu irâdeyi gösterirsek, Cenâb-ı Allah’ın yardımını yanımızda görmemiz de İnşallah zor olmaz. Nitekim, câzip olan günah Yûsuf Aleyhisselâm’a da hücum etmişti ve yalnızca Allah’a sığınarak, Allah’ın inâyetiyle günahtan yüz çevirmeyi başarmıştı.

Demek, sadece niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla sırf Allah rızâsı için harama bakmamak ve haramdan uzak durmak, menfî ibadet anlamında ehemmiyetli bir “Sâlih Amel” hüviyetindedir. Ve bu zamanda hücum eden yüzer günaha karşı “takvâ ile” ve sakınma niyetiyle hareket etmekle, yüzer amel-i salih işlenmiş olmaktadır. Bu büyük feyiz ve rahmet musluğundan mânevî olarak istifade etmek, doğrusu milyonlarca günahın câzibesini çizip geçmeye ve haram lezzeti terk etmeye değer!

Harama bakmanın, kalbinizde rahatsızlık meydana getirdiği anlaşılıyor. Bu bir hidâyet hâlidir. Yalnız burada bu sakınmanın gâyesini sırf “dünyevî geleceğe hazırlanmak” ve “dünyevî tokattan sakınmak” gibi bir amaca bağlamak doğru olmaz.

Çünkü haramdan kaçınmak bir nev'î ibâdettir. İbâdet ise yalnız Allah’ın emri olduğu için ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılır. İbâdetin meyvesi ve faydası da uhrevîdir, yani âhirete dönüktür.3

Öyleyse haramdan sakınmak da şüphesiz diğer ibâdetler gibi yalnız Allah rızâsı için olmalı ve gâyesi âhirete dönük olmalıdır. Demek, haramdan sakınmanın faydalarını da âhirette görmeyi ummalı ve Cenâb-ı Allah’tan bunu talep etmelidir. Dünyada gelebilecek bir tokadı önlemeyi “birinci gâye” edinmemelidir. Sınavlardan ve derslerden başarı kazanmak için ise, kavlî duâ ile birlikte muhakkak fiilî duâyı eksiksiz yapmaya çalışmalıdır.

Diğer yandan, harama bakmak ve sâir etkenlerle hâfıza kaybına uğramamak için Cenâb-ı Allah’a sığınmalı ve duâ etmelidir. Haramdan sakınmayı bu duânın bir parçası olarak görmek elbette mümkündür ve yeterlidir.

Cenâb-ı Hak kavlî duâlarımızı kabul buyursun; fiilî duâlarımızda bize muvaffâkiyet versin; kalbimize verdiği îman lezzetini arttırsın; bize hidâyetini lütfetsin; ve haramların şerrinden cümlemizi muhafaza kılsın; âmin!

Dipnotlar: 1- Kastamonu Lâhikası, s.110. 2- Yûsuf Sûresi, 12/23. 3- Lem’alar, s.136

05.04.2009

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

MEVLİD GÜNÜ RİSÂLE-İ NUR OKUMALARI



“Muhterem, sevgili, mübarek kardeşlerim Risâle-i Nur Talebelerine beyan ediyorum ki:

Risâle-i Nur bir ibrişimdir ki, kâinat ve kâinattaki mevcudatın tesbihatları onda dizilmiştir.

Risâle-i Nur ahize ve nakile ile mücehhez bir radyo-yu Kur’âniyedir ki, onun tel ve lambaları, ayna, tel ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârane ve icazdarane bast edilmiştir ki, yarın her ilim ve fen adamları ve her meşrep ve meslek sahipleri, ilim ve iktidarları miktarında âlem-i gayb ve âlem-i şehadetten ve ruhaniyat âleminden ve kâinattaki cereyan eden her hadisattan haberdar olabilir.

Risâle-i Nur mü'minlere; Kur’ân’dan hedaya-yı hidayet, kevneyn-i saadet, mazhar-ı şefaat ve feyz-i Rahmandır.

Risâle-i Nur, kâinata baharın feyzini veren bir ab-ı hayat ve ayn-ı rahmet ve mahz-ı hakikat ve bir gülzar-ı gülistandır.

Risâle-i Nur lütf-ü Yezdan, kemal-i iman, tefsir-i Kur’ân ve bereket-i ihsandır.

Risâle-i Nur, kâfire hazan, münkire tufan; dalâlete düşmandır.

Risâle-i Nur bir kenz-i mahfi ve bir sandukça-i cevher ve menba-ı envardır.”1

Risâle-i Nur’ların Kur’ân’ın

malı olduğunu daima gözler

önüne koyuyordu!

“Madem ben öyle biliyorum. Ve madem ben fâniyim, gideceğim. Elbette bâki olacak birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur’ân’ın yıldızlarıyla bağlanan risâleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı.

Hem madem örf-ü nâsta, bir eserdeki mezâyâ, o eserin masdarı ve menbaı zannettikleri müellifinin etvârında aranılıyor. Ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevâhir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için, risâleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın reşehât-ı meziyâtına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum.” 2

Kitabın birinci ve yedinci

kısımlarını okuduktan sonra.

Bizleri manen müdafaa edecek kusurlarımızı affettirecek bir hizmetin içinde olmanın önemi,

“Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen, cevabı bir parça izah edeceğim. Ve “Ne için izhar ediyorum ve ne için bu noktada bu kadar tahşidat yapıyorum ve ne için birkaç aydır bu mevzuda çok ileri gidiyorum, ekser mektuplar o keramete bakıyor?” diye sual edildi.

Elcevap: Risâle-i Nur’un, hizmet-i imaniyede bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüz binler tamiratçı lâzım gelirken, hem benimle lâakal yüzer kâtip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bakiyeye baktığı için, hayat-ı faniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana vacip iken-kendimi misal alarak derim ki-beni her şeyden ve temastan ve yardımcılardan menetmekle beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risâle-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaif, garip, kimsesiz, biça-reye binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde-maddî bir hastalık nev'înde-insanlarla temas ve ihtilâttan çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmekle kuvve-i manevîyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle ihtiyarım haricinde ve bütün o manilere karşı Risâle-i Nur Şakirdlerinin kuvve-i manevîyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlâhiyeyi beyan ederek Risâle-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak ve Risâle-i Nur, kendi kendine, tek başıyla başkalarına muhtaç olmayarak bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle, bu çeşit şeyler bana yazdırılmış. Yoksa, haşa, kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise, Risâle-i Nurun ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozmaktır. İnşaallah, Risâle-i Nur, kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.” 3

Bediüzzaman’ın hücumlara

karşı şeklen ve

hakikaten dik duruşu,

“Sonra, o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki, on yedi mil-yon bu kıyafete girdi.”

Ben de dedim: “On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben ka-bulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şeriye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense, azimet-i şeriye ve takva cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmi beş seneden beri hayat-ı içtimaîyeyi terk eden adama, `İnat ediyor, bize muhaliftir denilmez. Haydi inat dahi olsa, madem Mustafa Kemal o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilayetin hükümetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükümetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa, madem tasdikı-nızla yirmi senedir dünya ile alâkasını kesen ve manen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faidesiz, kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasîyeye girerek sizinle uğraşmaz. Bu halde, onun muhalefetinden tevehhüm etmek, divaneliktir. Divanelerle ciddî konuşmak dahi bir nev'î divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terk edi-yorum. Ne yaparsanız, minnet çekmem” dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu.” 4

Risâle-i Nurların omuzladığı

ve yaptığı büyük ve küllî vazife

“(Bugünlerde manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir kısa hülâsasını beyan edeyim.)

Biri dedi: “Risâle-i Nur’un iman ve Tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?”

Ona cevaben dediler: “Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarük ve teraküm edilen müfsid aletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı ammeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü'mininin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur’ân’ın icazıyla ve geniş yaralarını Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, bu zamanda Kur’ân-ı Mû'cizü’l Beyanın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risâle-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır” diye, uzun bir mükaleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim.

Bu hadise münasebetiyle, yine bu günlerde hatırıma gelen bir vakıayı beyan ediyorum:

Ben namaz tesbihatının ahirinde otuz üç defa kelime-i Tevhid zikrederken, birden kalbime geldi ki: Hadis-i şerifte, “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer.” “Risâletü’n-Nur’da o saat var; çalış, o saati bul!” ihtar edildi. Adeta ihtiyarsız bir surette Kur’ân’ın Ayetü’l-Kübrasının iki tefsiri olan iki Âyetü’l Kübra Risâlelerinden muhlis, tefekkürî bir tekellüm tam bir saat devam etti.

Baktım, size gönderdiğim Ayetü’l Kübra Risâlesinin birinci makamının hülâsasından müntehab güzel bir sırrını hülâsa ile Yirmi Dokuzuncu Lema-i Arabiyeden müstahreç nurlu, tatlı fıkralardan terekküb ediyor. Ben kemal-i lezzetle hergün tefekkür ile okumaya başladım. Birkaç gün sonra hatırıma geldi ki: Madem Risâle-i Nur bu zamanın bir mürşididir; talebelerine bir vird-i ekber olabilir diye kaleme aldım ve bütün risâlelerin hususî menbaları, madenleri olan binden ziyade ayat-ı Kur'âniyeyi kendi Kur’ânımda evvelce işaretler koyup bir Hizb-i Azam-i Kur’ânî yapmak niyet ettim; şimdi bu “Hizb-i Azam” ve bu “Vird-i Ekber” Risâle-i Nur mensuplarına, bazı eyyam-ı mübarekede okunması için, bir zaman size de göndermek hakkınız var.”5

İman hizmetinde mesaî

arkadaşlarına güveni tamdı

“Ben sizlere bütün kanaatimle itimad edip istirahat-i kalble kabre girmek ve Nurların selâmetini size bırakmak bekliyordum ve hiçbir şey sizi birbirinden ayırmayacak biliyordum. Şimdi dehşetli bir plânla, Nurun erkânlarını birbirinden soğutmak için resmen bir iş’ar var. Madem sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadakatiniz ve Nurlara şiddetli alâkanızın muktezası olarak feda edersiniz. Elbette gayet cüz’î ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiyatınızı feda etmeye mükellefsiniz. Yoksa, kat’iyen bizlere bu sırada büyük zararlar olacağı gibi, Nur dairesinden ayrılmak ihtimali var diye titriyorum. Üç günden beri hiç görmediğim bir sıkıntı beni tekrar sarsı-yordu. Şimdi kat’iyen bildim ki, göze bir saç düşmek gibi az bir nazlanmak, sizin gibilerin mâbeyninde hayat-ı Nuriyemize bir bomba olur. Hattâ size bunu da haber vereyim: Geçen fırtına ile bizi alâkadar göstermeye çok çalışılmış. Şimdi, mâbeyninizde az bir yabanîlik atmaya çabalıyorlar. Ben sizin hatırınız için herbirinizden on derece ziyade zahmet çektiğim halde, sizden hiç birinizin kusuruna bakmamaya karar verdim. Siz dahi, haklı ve haksız olsa benlik yapmamak, üstadımız olan şakirtlerin şahs-ı mânevîsi namına istiyorum. Eğer o acîp yerde beraber bulunmaktan gizli parmaklar karışıyorlar, biriniz Tahirî’nin koğuşuna gidiniz.” 6

Dipnot:

1. Emirdağ Lâhikası I, S. 85

2. Barla Lâhikası, S. 12

3. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, S. 12-13

4. Emirdağ Lâhikası, S. 13

5. Sikke-i Tasdik-i Gaybi 31

6. Şuâlar, S. 433

05.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis