Dün dostumuz Halil Beyle birlikteydik. Havadan sudan, ordan burdan konuşurken Halil Bey makam mevki ve paranın ne kadar da insanları değiştirdiğinden söz etti. “Dâvâ, mukaddes değerler bitiveriyor. Artık adam bambaşka bir adam olup çıkıvermiş. Tanıyamıyorsun” diyor.
Katılmamak mümkün değil. Bunun çok örneklerini görmüş Halil Bey. Kendi kendine karar vermiş: “Anladım ki işe kendimizden başlamamız lâzım. Ben Halil olarak ne yapabilirim? Kendi kendime şu kararı aldım” dedi. Sabah namazlarında cemaati terk etmeyecekti. Pazar günleri sabah namazını Eyüp Sultan’da kılacaktı. İşini en güzel şekilde yapmaya çalışacak, örnek bir hayat sergileyecekti. Önemli olan Allah ve Resûlü’nün hoşnutluğu değil miydi?
Bu noktada işe kendinden başlayan, “Nefsini ıslâh etmeyen, başkasını ıslâh edemez”1 diyen Üstadı hatırlamamak mümkün değildi. Nefisten daha büyük düşman var mı? İçimizde bulunduğu halde dış düşmanın yapamayacaklarını yaptırabilecek kadar müthiş bir düşman.
Bediüzzaman Hazretleri, “Mütekellim âciz kalbimdir. Muhatap âsî nefsimdir”2 diye söze başlar. Sözler’in başında şu notu düşer: “Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü, ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum.”3 Öncelikle muhatap nefistir, ona seslenir: “Yazdığım hakâik-ı îmaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi dâvet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’âniyeyi [Kur’ân ilâçlarını] arayıp buluyorlar”4 der ve ekler: “Kendi nefsime kazandığım hakàik-i îmaniyeyi [îman hakikatlerini] ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sâir insanların eline geçmek için o kapıyı açık bırakıyorum.”5
Bediüzzaman, sünûhat, tulûat ve ilhamat şeklinde kalbine gelen hakikatleri, nefsine hitaben söylüyor. Nefsi mutmainne makamına erdiği, onca büyük makamda bulunmasına rağmen kendi en küçük kusurlarını dahi büyük ve kendini nasihata muhtaç görüp öyle söylüyor. Nefs-i emmârenin gerçek mahiyetini göz önüne alıp öyle söylüyor.
Demek işe nefisten başlamak gerekiyor. Çünkü nefsine söz dinletemeyen insanın başkalarını ikna etmesi mümkün değildir. “Risâle-i Nur, en evvel tercümanının nefsini iknâa çalışır. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gâyet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-yi dalâlet karşısında tek başıyla gâlibâne mukabele eder.”6
Ne dersiniz, Risâle-i Nur’un sadece ülkemizde değil, dünyada kabul görmesinin en önemli sebeplerinden biri nefsi muhatap alması değil mi? Risâle-i Nur’dan ders alan bir insan okuduklarını önce nefsine okur, onu ıslâha çalışır.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 279.
2- Mesnevî-i Nûriye, s. 230.
3- Sözler, s. 12.
4- Mektûbat, s. 73; Şuâlar, s. 397, 427; Tarihçe-i Hayat, s. 262.
5- Şuâlar, s. 390.
6- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 152.
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|