|
|
Şaban DÖĞEN |
İşe kendinden başlamak |
|
Dün dostumuz Halil Beyle birlikteydik. Havadan sudan, ordan burdan konuşurken Halil Bey makam mevki ve paranın ne kadar da insanları değiştirdiğinden söz etti. “Dâvâ, mukaddes değerler bitiveriyor. Artık adam bambaşka bir adam olup çıkıvermiş. Tanıyamıyorsun” diyor.
Katılmamak mümkün değil. Bunun çok örneklerini görmüş Halil Bey. Kendi kendine karar vermiş: “Anladım ki işe kendimizden başlamamız lâzım. Ben Halil olarak ne yapabilirim? Kendi kendime şu kararı aldım” dedi. Sabah namazlarında cemaati terk etmeyecekti. Pazar günleri sabah namazını Eyüp Sultan’da kılacaktı. İşini en güzel şekilde yapmaya çalışacak, örnek bir hayat sergileyecekti. Önemli olan Allah ve Resûlü’nün hoşnutluğu değil miydi?
Bu noktada işe kendinden başlayan, “Nefsini ıslâh etmeyen, başkasını ıslâh edemez”1 diyen Üstadı hatırlamamak mümkün değildi. Nefisten daha büyük düşman var mı? İçimizde bulunduğu halde dış düşmanın yapamayacaklarını yaptırabilecek kadar müthiş bir düşman.
Bediüzzaman Hazretleri, “Mütekellim âciz kalbimdir. Muhatap âsî nefsimdir”2 diye söze başlar. Sözler’in başında şu notu düşer: “Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü, ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum.”3 Öncelikle muhatap nefistir, ona seslenir: “Yazdığım hakâik-ı îmaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi dâvet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’âniyeyi [Kur’ân ilâçlarını] arayıp buluyorlar”4 der ve ekler: “Kendi nefsime kazandığım hakàik-i îmaniyeyi [îman hakikatlerini] ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sâir insanların eline geçmek için o kapıyı açık bırakıyorum.”5
Bediüzzaman, sünûhat, tulûat ve ilhamat şeklinde kalbine gelen hakikatleri, nefsine hitaben söylüyor. Nefsi mutmainne makamına erdiği, onca büyük makamda bulunmasına rağmen kendi en küçük kusurlarını dahi büyük ve kendini nasihata muhtaç görüp öyle söylüyor. Nefs-i emmârenin gerçek mahiyetini göz önüne alıp öyle söylüyor.
Demek işe nefisten başlamak gerekiyor. Çünkü nefsine söz dinletemeyen insanın başkalarını ikna etmesi mümkün değildir. “Risâle-i Nur, en evvel tercümanının nefsini iknâa çalışır. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gâyet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-yi dalâlet karşısında tek başıyla gâlibâne mukabele eder.”6
Ne dersiniz, Risâle-i Nur’un sadece ülkemizde değil, dünyada kabul görmesinin en önemli sebeplerinden biri nefsi muhatap alması değil mi? Risâle-i Nur’dan ders alan bir insan okuduklarını önce nefsine okur, onu ıslâha çalışır.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 279.
2- Mesnevî-i Nûriye, s. 230.
3- Sözler, s. 12.
4- Mektûbat, s. 73; Şuâlar, s. 397, 427; Tarihçe-i Hayat, s. 262.
5- Şuâlar, s. 390.
6- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 152.
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Açık yara adam öldürmez |
|
Meclis'te yaşanan şiddetli ve hararetli tartışma ve sataşmaların "birinci tur" karşılaşması sona erdi.
Başörtüsü odaklı ikinci tur görüşme Cumartesi (9 Şubat) günü yapılacak.
Bir kaç haftadır konuşulanlara, yaşananlara ve bütün bu olup bitenlere bakarak, itidalini muhafaza edenlerin yanı sıra, hiddete gelen ve tehevvüre kapılanların olduğuna da şahit olmaktayız.
Oysa, kızmaya, öfkelenmeye, hiddete kapılmaya hiç, ama hiç gerek yok.
Zira, bu tarz agresif davranışlar sergileyerek, hiçbir mesele hal yoluna konulamaz.
Haklı bir dâvânın sahipleri, söz ve davranışlarının haklılığına, doğruluğuna da dikkat etmeli.
Aksi halde, karşı tarafın eline koz verir, malzeme verir.
Zaten o insafsızlar da bunu arıyor, bunu bekliyor. Tâ ki, tepe tepe kullansın; onunla taraftar kazansın.
Evet, cidden haksız olan, aynı zamanda insafsız olur. Sadece saldırmayı, muhalifini karalamayı bilir. Kendi meşrû sermayesi olmadığı için, başkasının sermayesi üzerinden hayatiyetini devam ettirir.
Böylelerine kızmaktan çok acımak gerekir. Zavallıdırlar. Haktan mahrum ve müflistirler.
Müflis olanlara kızmanın, öfkelenmenin bir faydası var mı?
Şunu da unutmalı: Esasta hak ve adâlete dayanmayan bu müflisler, mağlubiyet hissine kapıldıkları zaman, hiddete, şiddete, kuvvete müracaat edebilirler.
Kezâ, bunlar her fırsatta bağırır–çağırır; miting yapar, nutuk atar, nümayiş–yürüyüş yaparlar.
Bırakın bağırsınlar, bırakın yürüsünler. Kurtlarını döksünler. Takip edecekleri en az hasarlı yol budur.
Böyle yapmalarının bir faydası da şudur: Şurada burada seslendirdikleri fikir ve ideallerinin aslında "kaç paralık" olduğunu dünya âleme göstermiş oluyorlar.
Susturursanız şayet, hem dayandıkları çürük temeller görünmez olur, hem de başka sağlam temellere karşı da hasmane bir tutum içine girerler.
İyisi mi, bırakalım herkes kendine uyan, kendine yakışanı yapsın. Yapsın ki, kimin ne mal olduğu daha rahat anlaşılsın.
Unutmayalım, "Açık yara adam öldürmez." Yara veya hastalık içte kalırsa, bu daha tehlikeli olur.
O halde, herkes içtekini rahatça dışa vursun; tâ ki, hem tehlikeli sosyal patlamalar engellenmiş olsun, hem de öldürücü hastalıkların önüne geçilebilsin.
GÜNÜN TARİHİ 8/9 Şubat 1958
Elli yıllık darbeci Baas belâsı
Irak'ta darbeci iktidara karşı yeni bir darbe daha yapıldı.
Sosyalist Baasçılar, darbeci General Kasım'ı kanlı bir darbe ile devirerek, iktidarı ele geçirdi.
Ne var ki, saltanat sürmek onlara da nasip ve müyesser olmadı.
* * *
Irak'ta elli yıldır süregelen kanlı işgal ve ihtilâl belâsının başlangıcı, esasında Şubat 1955'te kurulan Bağdat Paktına kadar gidip dayanıyor.
Türkiye, İran, Irak ve Pakistan'ın müşterekliğiyle kurulan ve Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "İttihad–ı İslâmın bir nevi çekirdeği"ni teşkil eden Bağdat Paktı, belli ki hariçteki zalimler ile dahildeki münafıkları tedirgi etmişti.
Bu sebeple, o birliğe imza atan devlet ve hükümet başkanlarına karşı gizli bir plan yürütüldü. Sırasıyla darbelere maruz bırakıldı. Hatta, iştirakçi ülkelerin dışişleri bakanları dahil hemen bütün liderleri katledildi.
Bütün bunlar, elbetteki birbirinden bağımsız ve tesadüfi işler değildi.
İç ve dış odaklar, özellikle Irak'ı tahrip ede ede elbirliğiyle bugünkü hazin duruma getirdiler.
Kısa bir tarihçe
Irak ordusu, 14 Temmuz 1958’de, 22 yaşındaki Kral II. Faysal’ın da öldürüldüğü kanlı bir darbe ile idareye el koydu. Kraliyet sona erdirilip cumhuriyet ilân edildi. Darbeci Abdülkerim Kasım tam bir dikta rejimi kurdu.
Buna karşı harekete geçen Arap Baas Partisi 8/9 Şubat’ta darbe yaparak Kasım ve yanlılarını idam ettirdi.
Aynı yıl içinde bu partiyi iktidardan uzaklaştıran Mareşal Arif, General Tahir Yahya başkanlığında yeni bir hükümet kurdu. 17 Temmuz 1968’de askerî bir darbe gerçekleştiren Devrim Komuta Konseyi, Ahmed Hasan El–Bekr’i Cumhurbaşkanlığına atadı.
Mareşal Bekr, 16 Temmuz 1979’da partiden ve devletle ilgili bütün görevlerinden istifa etti. Yerine Saddam Hüseyin devlet başkanı oldu.
Haricî cereyanların piyonu ve oyuncağı haline gelen Saddam'ın eceli, yine onların eliyle gerçekleşti.
Irak’ı 24 yıl boyunca yöneten Saddam, 14 Aralık 2003'te Tikrit’te yakalandı. Uzun bir muhakeme safhasından sonra 12 Şubat 2007'de idam edildi.
Hariçten gelen ve tâ harem–i ismetine kadar sokulan kirli ve kanlı eller, bakalım kardeş ve komşu ülke Irak'tan ne zaman çekilecek.
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hz. Peygamber’in (asm) adalet içindeki celâli - 1 |
|
Köln’den Hüseyin Yıldırım: “Mektûbât sayfa 142’de, çocuklar ile alâkalı bir mucizeyi beyan eden yerde (altıncı çocuk bölümü), Peygamber Efendimiz (asm) çocuk için ‘Allah’ım onun gücünü al’ meâlinde bir duâ etmiş ve ondan sonra çocuk daha yürüyememiş. Bu durum Peygamber Efendimizin (asm) Rahmet Peygamberi olması cihetiyle nasıl izah edilebilir. Vech-i tevfiki nedir?”
Peygamber Efendimiz (asm) rahmet peygamberidir. Fakat onda adalet ölçüleri içinde elbette hiddet, gazap ve celâl hâli de vardır. Çünkü o da Allah’ın kuludur. Çünkü o da insandır.
Allah, insanda ekser isimlerini tecellî ettirmiştir. İnsan bu isimlerin gereğiyle yaşar. Yani insanın hiddetinde, gazabında, öfkesinde, asabiyetinde herhangi bir yanlışlık yoktur. Bunlar yaratılışın gerekleridir. Fakat insan hiddetini, gazabını, öfkesini, asabiyetini adaletle, hikmetle, merhametle, acımakla, sağduyu ile sınırlandırmak zorundadır. Aksi takdirde zulmetmiş olur, haksızlık yapmış olur, adaletten uzaklaşmış olur, insafsızlık etmiş olur, gaddarlık etmiş olur. İşte sorumluluk buradadır.
Nitekim Allah, Erhamü’r-Râhimîn’dir. Merhametlilerin en merhametlisidir. Rahmeti gazabını geçmiştir. Ama Allah, sınırları Adlü’l-Hakem isimlerinin gereği olan adaletle ve hikmetle çizilmiş olarak hiddet, gazap ve celâl sahibidir. Yani Allah hiddet eder, gazaplanır, celâl ve izzetini tecellî ettirir. Fakat Allah zulmetmez, haksızlık etmez, adaletsizlik etmez, hâşâ gaddarlık etmez.
Yeryüzü bahçesinde hâkim olan rahmâniyet, rahîmiyet, hakimiyet ve âdiliyet hakikatlerinin, Cenâb-ı Hakk’ın hem isim, hem fiil, hem sıfât ve hem de şe’nlerine işâret ettiğini kaydeden Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bütün yavruların mu’cizâne iâşeleri için başları üstünde annelerinin sînelerine asılmış tatlı, sâfî, Âb-ı Kevser gibi iki tulumbacık sütü temâşâ eden insanın, Rahîmiyet-i Rabbâniyenin her meselede hoş ve doyulmaz güzelliğini gözden kaçırmayacağını beyan eder.1
Bedîüzzaman’a göre musibetler, şerler ve hoşlanmadığımız tecellîler, Rubûbiyet saltanatının âdetullah da denilen küllî iradelerinin mümessilleri olan umumî ve küllî kânunların tek tük cüz’î neticelerinden ibarettir. Küllî fayda ve hikmetleri netice veren o kanunların geniş faydaları yanında, bazen şerli, acılı ve cüz’î neticeleri de olabilmektedir. Ancak o acı ve elem veren neticelere karşı, musibete düşen ve acı içine giren fertlerin feryatlarına ve belâlara giriftar olan şahısların yardım dileklerine hususî Rahmet ve ihsanıyla yine Cenâb-ı Hak yetişmektedir.2 Cenâb-ı Hak umumî kanunların baskısı ve tazyiki altında acı çeken ve inleyen fertler için Rahmânü’r-Rahîm isimleri ile hususî olarak imdat etmekte ve dertlilere yardım etmektedir.3 Kâinatı ihata eden Rahman ve Rahîm isimleri her ruha bütün ihtiyaçlarını ihsan etmekte ve mahlûkatı hadsiz düşmanlarından emin kılmaktadır. Bu isimlere yetişmek için en mühim vesile ise fakr ile şükür, acz ile şefkattir. İbadet ve kulluk, bu mânâları ihtiva etmektedir.4 Fiilî olan gayrî sıfatlara da işâret eden5 Rahîm ismi, Gaffar mânâsında olduğundan, günahkârlar için de bir sığınak hükmündedir.6
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 72; 2- Şuâlar, s. 34
3- Sözler, s. 597; 4- Mektûbât, s. 34; 5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 21; 6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 25
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Deve güreşleri ve Kumluca |
|
Kâinatta İlâhî kudret tarafından yaratılan her şeyde, bildiğimiz ve çoğunlukla bilemediğimiz hikmetler, muhteşem incelikler ve sırlar vardır. Hangisini ilim cihetiyle eline alsan, seni tek Yaratıcıya götürmektedir. Fakat gel gör ki, ne kendimizi okuyabiliyoruz, ne de yaratılanları. Geçtiğimiz hafta iki mini konferans için beni Türkiye’nin müstesna ilçelerinden Kumluca’ya dâvet ettiler. Çalışkan Belediye başkanı Hüsameddin Çetinkaya, beni kendilerinin organize ettikleri geleneksel deve güreşlerine arkadaşlarımızla birlikte götürdü. Deve güreşlerini seyrederken duygulandım ve bu makaleyi yazmama vesile oldu.
Kur’ân-ı Hakîm’e baktım. “Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı?” (Gaşiye Sûresi, 17-21). İlim dünyası inceliyor. Bu hikmetli hayvan için birkaç satır: Develer çöllerde hiç susuzluk çekmeden çok uzun süre kalabilirler. Bunun sebebi bilinenin aksine devenin hörgücünde su depolaması değil, hörgücünde biriktirdiği yağlardır. Bu yağlar kuraklık zamanında parçalanır ve bu sayede hidrojen açığa çıkar. Hidrojen, hayvanın soluma sonucu aldığı oksijenle birleşir ve bu sayede devenin yaşayabilmesi için gerekli su vücut içinde oluşur. Bir hörgüçlü deve, normalde günde 30-50 kilo besin alabilirken, zor şartlarda günde sadece 2 kg kuru otla bir ay boyunca yaşayabilmektedir. Devenin ağız ve dudak yapısı, ayakkabı köselesini delecek kadar sivri dikenleri bile rahatlıkla yiyebileceği şekildedir. Dört yüzlü midesi ve sindirim sistemi ise önüne çıkan her şeyi öğütebilecek kadar güçlüdür.
İşte böyle mübarek bir hayvanın diğer maharetlerini görmek için asırlar boyu süren “deve yarışları ve deve güreşleri” vardır. Asr-ı Saadet’e kadar ve daha ötesine gidilebilir. Türkiye’mizde deve güreşi genellikle “Selçuk, İzmir, Manisa, İncirliova, Aydın, Muğla, Denizli, Balıkesir, Çanakkale, Burdur, Isparta, Antalya ve Kumluca” bölgelerinde düzenlenen güreşlerdir. Deve güreşleri Ayak, Orta, Başaltı ve Baş olmak üzere dört boyda yapılır ve galibiyetler, kaçırtarak, bağırtarak ve yıkarak elde edilir. Develer tıpkı diğer güreşlerde olduğu gibi “pehlivan” olarak adlandırılır ve “cazgır” tarafından anons edilirler. Birbirlerini ısırmamak için ağızları bağlanan develer, “çengel”, “sarma” gibi güreş oyunlarını deneyerek rakibini bağırtma, kaçırma, yıkma yolunu deniyorlar. Deve güreşleri genellikle kış aylarında yapılır. Çoğunlukla 7 Aralık-15 Mart tarihleri arasındadır. Zekâya dayandığı ileri sürülen güreşlerde, develerin 11 çeşit oyunu bulunuyor. Güreşe sadece 7 yaşına gelmiş erkek develer katılıyor. Rüştünü ispatladığı 7 yaşına kadar “Daylak” adıyla anılan deve, bu yüzden ancak 7 yaşında erkek sayılıyor.
Makalemiz güzelleşsin diye Asr-ı Saadet’e gidiyoruz: “Sahabeler, müttefikan haber veriyorlar ki: Bir deve bir bağda kızmış, vahşî olmuş, yanına kimseyi sokmuyor, hücum ediyordu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm girdi; deve geldi, ikrâmen secde etti, yanında ıhtı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yular taktı. Deve, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi: ‘Beni çok meşakkatli şeylerde çalıştırdılar; şimdi de beni kesmek istiyorlar. Onun için kızdım.’ Deve sahibine söyledi: ‘Böyle midir?’ ‘Evet’ dediler. Hem Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, Adbâ ismindeki devesi, vefat-ı Nebevîden sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü. Hem o deve, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mühim bir kıssayı konuştuğunu, Ebu İshak-ı İsferânî gibi bazı mühim imamlar haber vermişler. Hem nakl-i sahihle, Câbir ibni Abdullah’ın bir seferde devesi çok yorulmuştu, daha yürüyemiyordu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o deveye ufak bir dürtmekle dürttü. O deve, o iltifat-ı Ahmedîden o kadar bir çeviklik, bir sevinçlik peydâ etti ki, daha sür’atinden dizgini zaptedilmiyor, yolda yetişilmiyordu; Hazret-i Câbir haber veriyor.” (Mektûbât, 19. Mektub, 15. İşaret, B. S. Nursî)
Yeşiliyle mavisiyle deve güreşi ve emsâli faaliyetlerle dış dünyaya açılan bir penceremiz olan Kumluca ilçemizin belediye başkanı Sn. H. Çetinkaya’ya, yardımcılarına ve bize yakın ilgi gösteren bütün can dostlarına binler teşekkür. Şimdi düşünüyorum bazılarına deve denince kızıyorlar. Acaba deveyi hangi cihetle geçiyoruz ve geçmeliyiz?
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Müthiş bir derdime, müşfik bir ilâç |
|
Şu geniş ve aydınlık dünyadan göçüp, dar ve karanlık bir çukura girmek, orada yılanlara çıyanlara yem olmak duygusu yüreğimi ürpertiyor. Evimi barkımı, annemi, babamı, çoluk çocuğumu ve bütün sevdiklerimi bırakıp gitmek, bir daha görüşmemek üzere onlardan ayrılmak, kalbimi sızlatıyor. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşamak için ne kadar çok emek harcamış, ne zorluklara katlanmıştım. İçinde oturduğum evin temellerinde alnımın terleri vardı. Evime aldığım her eşya, hayatımı kolaylaştırıp rahatımı artırdığı için büyük bir değer taşıyordu. Konforlu koltukları, yumuşak yatakları, parlak avizeleri terk edip, dar ve karanlık bir çukura girmek, orada çürüyüp gitmek düşüncesi, insanı dehşete düşürüyor doğrusu.
Evet, insan ölüme bu gözle bakarsa, hayattan zevk alması mümkün değildir. Bir idam mahkûmunun infaz gününü beklediği gibi, her an ölümün kapıyı çalmasını korku içinde bekler durur. Bir ümit ışığı olsa, ölümden kurtulmak için az bir ihtimal dahi bulunsa, insan bunun için neler vermezdi ki? Lokman Hekim efsanesinde geçen “ölümsüzlük iksiri” gerçek olsaydı, herkes onu elde etmek için varını yoğunu harcamak isterdi. Çünkü hayattan daha değerli bir şey yoktur.
Bu kadar değerli olan hayatın elimizden ebediyen kaybolup gitmesini hiçbirimiz istemeyiz. İnsanın en büyük korkusu, yok olup gitmek korkusudur. En büyük arzusu da, ebedî yaşama arzusudur. Öyleyse, bunun bir yolu yok mudur? “Vermeyi istemese, istemeyi vermezdi”. Her insan ebedî bir hayat istediğine göre, demek ki bize bu fâni hayatı tattıran, bâki olanını da verecektir.
Kalbim bu girdap içinde boğulurken, ruhum “Şu ölüm denen derde bir çare yok mu, ben ölmek istemiyorum” diye feryat ederken, müthiş fakat müşfik bir sesle irkildim:
“Sizlere müjde!. Mevt; idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil, belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir; bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”
Aman Allahım! Bu ne büyük bir müjde, bu büyük teselli kaynağı? “Ölmek istemiyorum” diye feryat eden ruhum, sâkin bir deniz gibi duruldu, aldığı dehşetten boğulmakta olan ruhum, kaygılardan ve korkulardan kurtuldu. Lokman Hekim’in kaybettiği ölümsüzlük iksirini bulmuştum. Artık ne kaybettiğim yakınlarıma yüreğim yanıyor, ne sahip olduğum evim barkım, malım mülküm için endişe ediyordum. “Kabirden öteye yol gitmez” sözü de geçerliliğini kaybetmişti. Çünkü az evvel işittiğim müjdenin devamında şöyle diyordu:
“Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mes’ûdâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmiyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.”
Anladım ki, ruhun ölümü diye bir şey yokmuş. Ölüm, beden denen elbisenin çıkartılarak ruhun daha özgür bir alanda yaşaması demekmiş. Yunus Emre de, “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil” derken, bu gerçeği ifade ediyormuş.
İşte o zaman ruhum da, kalbim de, gönlüm de, tam bir huzur içinde ölümü beklemeye başladı. Fâni hayatın aldatıcı güzelliklerinden çok daha güzel ve hayırlı olan ebedî hayat ülkesine gidebilmek için ölüm denen köprüden geçmek gerektiğini anlamıştım. İşte o andan itibaren ölümü sevmeye, hatta heyecanla bekleme başlamıştım. Hz. Mevlânâ’nın ölüme niçin “Şeb-i Aruz” dediğini anlamıştım. Ölümü sevmek, ecel ile dost olmak ne güzel bir duyguydu.
RAHMET YAĞIYOR
Yine duman çöktü gönül dağına,
Sağanak halinde hasret yağıyor.
Tutuldum ayrılık fırtınasına,
Yufka yüreğime sıklet yağıyor.
Dertli âşıkların şiirlerinden,
Iztıraplar hissedilir derinden,
İnleyen neylerin nağmelerinden,
Ayrılıklardan şikâyet yağıyor.
Fâni aşklar cüz’î bir lezzet verir,
Gelir bin mihnetle karşımda durur,
Bir üzüm yedirir, yüz tokat vurur,
Bir zevkin peşinden bin dert yağıyor.
Geçmiş zaman ölü, gelecek muhâl,
Ne mâzi tad verir, ne de istikbâl,
Ruhuma sıkıntı veriyor bu hâl,
Düşüncelerime zulmet yağıyor.
Bir süre hayata bu gözle baktım,
Aldığım dehşetten çıldıracaktım,
İman gözlüğünü gözüme taktım,
Gördüm ki âleme rahmet yağıyor.
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Risâle-i Nur’u okurken... |
|
Risâle-i Nurlar yirminci asrın dalâlet vadilerine düşen insanlar için bir iman ve ilim hazinesidir. Her dikkatli okuyana bu hazineden istidadı ve iştiyakı nispetinde ilim ve iman dersi verir. Kur’ân-ı Kerim’in hazinesinden iman ve irfan dersi verdiği içindir ki, vahiy ve din dili ile yazılmıştır.
Risâle-i Nur’ları okuyanların şu hususları bilmesi gerekir:
Birincisi: Her ilmin, kendine has terminolojisi vardır. Terminolojiyi bilmeyen, o ilmi tam olarak anlayamaz. Bunun için, bir ilmi öğrenmek isteyen, onun terimlerini ve bu terimlerin ifade ettiği mânâları çok iyi öğrenmesi gerekir. Ayrıca terminoloji yanında o ilmin amacını ve hedefini de iyi tespit etmek gerekir.
İkincisi: Her risâle, bize İslâmî ve Kur’ânî bir hakikati ders vermektedir. Meselâ, “Birinci Söz”de Besmele’nin hakikati ders verilir. Her şeyden önce “Besmele”, âciz olan bir insanı kudreti sonsuz olan Allah’a bağlayan İlâhî bir bağdır. İnsan, dünya ve kâinat ile Rabbi arasında bağ kurar. Besmelenin tüm varlıkların zikri olduğu anlatılır. Aciz varlıklar için tükenmez bir kuvvet, bitmez bir bereket olduğu ifade edilir. “İkinci Söz”de imanın çok değerli bir hazine olduğu anlatılır. Bunun gibi her söz, bir hakikat-ı imaniyeyi izah eder.
Üçüncüsü: Her şey Allah’ın eseridir. Eser, ustasının bilgisini ve sanatını gösterir. Ustanın da eseri yapmasındaki amacı kendisini tanıtmaktır. Akıllı olanın da bundan yola çıkarak Allah’ın eserlerini görerek Allah’ı tanıması lâzımdır. Risâlelerin de amacı, okuyanlarının nazarlarını bu cihete yöneltmektir. Risâleleri okuyan, Allah’ı isim ve sıfatları ile tanır.
Dördüncüsü: Kur’ân-ı Kerîm’in ana temaları “Tevhid, Haşir, Nübüvvet ve İbadet ile Adalettir.” Risâle-i Nur’lar da Kur’ân-ı Kerim’in hakikatli bir tefsiri ve Kur’ân-ı Kerîm’e tam âyine olduğundan bu dört amacı takip etmektedir. Risâleler okunurken bu hususların da bilinmesi lâzımdır.
Beşincisi: Kur’ân-ı Kerîm’de her bir hadise-i cüz’iyenin arkasında bir kaide-i külliye vardır. Kur’ân-ı Kerîm kıyamete kadar tüm asırlara ve bütün insanların bütün tabakalarına hitap etmektedir. Bu asra hitabı “Risâle-i Nur” şeklinde zuhur etmiştir. Risâleleri okuyanlar, bu hususu da dikkate alarak okumalıdırlar. Risâle-i Nur’u, Bediüzzaman’ın görüşleri nedir kasdıyla değil, Kur’ân’ın mesajları nedir düşüncesiyle okumalıdır. “Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.” (Bediüzzaman, Sünuhât, s. 45) Bundan dolayı Bediüzzaman, defalarca “Risaleler Kur’ân’ın malıdır; benim malım değildir” deme ihtiyacını hissetmiştir.
Altıncısı: Risâle-i Nur eserleri, İman ve Küfür muvazeneleri ile, “imanda mânevî bir cennet, küfürde ise mânevî bir cehennemin bulunduğunu” ispat etmiştir. İmana ihtiyacı olan, Risâle-i Nurlarda aradığını bulabilir. Bunun için Bediüzzaman, “Risale-i Nurlar imana ait meseleleri halletmiştir. Daha başka eserlere ihtiyaç bırakmamıştır” der. Risâle-i Nurlarda iman, ihlâs, tefekkür ve imana, Kur’ân’a hizmet ile ilgili tüm hususlar vardır. Bu hususlara ihtiyacı olan Risâlelerden istifade eder.
Yedincisi: Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de “Tefekkür edin” ve “Ey iman edenler, Allah’a ve Resûlüne iman edin” buyurur. Bu, imanı artırmak ve güçlendirmek için mânevî bir emirdir. Risâle-i Nur, bunun nasıl olacağını anlatmaktadır. Peygamberimiz (sav) “Bir saat tefekkür bir sene ibadetten hayırlıdır” buyurur. Risâle-i Nurlar bu “ibadet-i tefekküriyenin” nasıl yapılacağını göstermektedir.
Bütün bu hususlara ihtiyaç duyanlara Risâle-i Nurlar bir hazinedir. Bu mânevî hazineden istifade etmek için Risâle-i Nurlar okunursa, okuyana büyük fayda verir.
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Baykal’ın solu, Hayyam’ın yolu |
|
Ankara mezhebinden ve imamından bahsetmiştik. Eksik kaldı, tanıtımını yapamadık. Bunu da bugün ikmal edelim. Hem Gazali hem de rind, melâmet meşrep, boşvermişlik ve bohem hayatı arasında gidip gelen ve onun rakip çizgisinde yer alan ve Gazali’nin hamisi Nizamülmülk’ün ders arkadaşı Ömer Hayyam’ın tanımları üzerinden...
Bu çizgiyi ve felsefî meşrebi Gazali, ‘el Münkizu mine’d dalal’ gibi eserlerinde tam teşhis ediyor. Bu mezhebi Gazali şöyle anlatır: “‘Ben felsefe okudum ve nübüvvetin hakikatini anladım. Bunun neticesi hikmet ve maslahata dayanıyor. İbadetlerden maksat, halkın cahil kısmını zaptetmek, onları birbirlerini öldürmekten, çekişmekten ve nefsanî arzulara dalmaktan alıkoymaktır. Suça karşı eğilimlerini gemlemektir. Ben, cahil halktan birisi değilim ki şer’i hükümlerin altına gireyim. Ben, hekiym/hikmet sahibi kişilerdenim ve hikmete ve illete tabiyim. Hakikati bununla görürüm. Bu hususta taklide ihtiyacım yoktur’ der. Bu, ilahiyatçıların felsefesini okuyanın varacağı son mertebe ve kanaattir. O bunu, İbni Sina, Ebu Nasr el-Farabi’nin kitaplarından devşirmiştir. Bunlar, İslâmı kendileri için süs ve aksesuar yapmışlardır. Çoğu kere onlardan birini, Kur’ân okur, cemaatlere iştirak edip namaz kılar ve dolayısıyla şeriatın bazı aksamını tebcil eder görürsün. Fakat aldanma, bunlar aldatıcı görüntülerdir. Buna rağmen o, şarap içmeyi, kötülüklerin her türlüsünü irtikâp etmeyi terk etmemiştir. Eğer ona:
-Nübüvvet eğer, sahih değilse, niçin namaz kılıyorsun, dense çoğu zaman:
-O, bedenimin idmanı ve sporu, şehir halkının adeti ve geleneği ve malın ve çoluk çocuğun muhafaza altına alınmasının yoludur, der. Bazen de:
-Din hak, nübüvvet doğrudur, diye cevap verir görürsün. Bunun üzerine kendisine, niye şarap içtiği sorulduğunda şöyle der:
-Şarap, düşmanlık ve kin doğurduğu için yasak edilmiştir. Oysa ben hikmetim sayesinde onun kötü illetinden sakınırım ve kendimi korurum. Dinî kayıtlar benim gibi olgun insanlar için değildir. Biz kuralların hikmetine vararak ve illetinden de arınarak bu makamları aştık. Kalanlara selâm olsun. Ve şarabın maksadı sadece zihni açmaktır, diye mukabele ve mütalâa serdeder. İbni Sina bile yazdığı bir ahitnamede: “Allahu Teâlâ’ya ahitlerde ve akitlerde bulunduğunu, şer’i davranışları tazim ve tebcil edeceğini, dinî ve bedenî ibadetlerde kusur etmeyeceğini, şarabı zevk için değil, fakat tedavi maksadıyla ve şifa olsun diye içeceğini yazmıştı” der. Tevilini bulur. İşte bu, onlar arasında imanları olduğunu iddia edenlerin hâlidir (diğerlerini ise hiç karıştırma). Birçoklarını da kendileri gibi aldatmışlardır...”
***
Gazali’nin tasviri karşı cepheyi temsil ettiği için ağır gelebilir ve yalanlanabilir, ama Ömer Hayyam bunları kendi cephesinden de irad etmiş ve söylemiştir. Abdulbaki Gölpınarlı’nın rubaiyat çevirisinden bir misal getirecek olursak kendisini ve rind meşrebini şöyle anlatmıştır: “Bir elimizde mushaf; bir elimizde kadeh. Kimi helâle yönelmedeyiz, kimi harama. Şu ham, şu olgunlaşmamış kubbenin altında ne mutlak kâfiriz biz, ne tam Müslüman...”
Rubai’nin manzum çevirisi de şöyledir:
Bir elde kadeh bir elde Kur’ân
Bir helâldir işimiz bir haram
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz ne tam Müslüman
“Göklerde öküz yıldızı Ülker vardır,
Bir başka öküz de altta derler vardır...
Gerçekleri aklın ile gör etrafta,
Alt üst arasında çok eşekler vardır!..”
Şarap sonsuz hayat kaynağıdır, iç;
Gençlik sevincinin pınarıdır, iç;
Gamı yakar eritir ateş gibi,
Sağlık sularından şifalıdır, iç.
Can bir şaraptır, insan onun destisi;
Beden bir ney gibidir, kan o neyin sesi.
Hayyam, bilir misin nedir bu ölümlü varlık:
Hayâl fenerinde bir ışık pırıltısı.”
Ankara mezhebinin muvafık ve muhalifleri mahut doktrini teşhis ve tanıda birleşiyorlar. Artık tercih size kalmış...
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“O kafa” siyaseti |
|
Başörtüsü yasağıyla ilgili tartışmalar, siyaset âlemini iyice hareketlendirdi. Siyasî parti temsilcileri birbirlerini ‘ağır’ sözlerle itham ediyor. Millet de tartışmaları hayretle izliyor.
Tabiî ki her siyasî partinin farklı siyaset anlayışları var ve bu da normal karşılanır. Ancak, bazı temel meseleler var ki, bütün siyasî partilerin bu konularda ittifak etmesi beklenir. Meselâ, bir siyasî partinin insan hak ve hürriyetlerine karşı çıkması pek beklenmez. Böyle bir parti olursa, millet nezdinde itibar görmez ve kıyıda kenarda kalmaya mahkûm olur. Çünkü siyasetin özünde, milletin taleplerine çare bulma iddiası olmalıdır.
Bu noktada CHP’nin durumu çok garip. Hem ‘halkçı’ olduklarını söylerler, hem de icraatlarıyla ‘halkın rağmına’ iş yapmayı marifet bilirler. CHP, geçmişten gelen uygulamalarla zaten bu konuda ‘sabıka’lıdır. Bilhassa ‘tek parti’ devrindeki icraatları o kadar tepki toplamıştır ki, 1950 sonrası ‘çok partili’ devreye geçildiğinden sonra bu parti hiçbir zaman tek başına ‘iktidar’ yüzü görmemiştir. Sadece bu netice bile CHP’nin ‘ders’ alması için yeterli olduğu halde, uygulamaları ve sözleriyle bilinen yanlışlarını sürdürüyor.
Türkiye’nin ‘en eski’ partisi olmakla övünen CHP’nin, son günlerde sergilediği tavra bakınca bu durum bir defa daha görülüyor. Gerek parti temsilcileri ve gerek genel başkanının sözleri bir siyasî partinin sarf edeceği sözlere benzemiyor. Milletin büyük ekseriyetinin ‘karşı’ olduğu bir yasağı, canhıraş bir gayretle savunmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de sadece kendi partileri olan CHP’ye zarar vermekle kalmıyor, bir bütün olarak siyaset kurumuna ve siyasî partilere de zarar veriyorlar.
Meselâ CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, anayasa değişikliği ile ilgili çalışmalar karşısındaki duruşu kesinlikle siyasî parti duruşuna benzemiyor. Bir siyasetçi, başka bir siyasetçiyi, siyaset dışı yollarla iktidardan düşürme ile tehdit edebilir mi?
CHP Genel Başkanı Baykal, yeni bir anayasa hazırlanması ‘şartı’nı anlatırken şöyle demiş: “Ya kurtuluş savaşı yaparsın, yeni bir devlet kurarsın, ya da ihtilâl yaparsın, idamı göze alırsın o zaman yeni bir anayasa yaparsın! Biz anayasa yapmak için seçilmedik, bu anayasaya uymak için seçildik” (Radikal, 7 Şubat 2008)
Bir siyasetçinin, başka bir siyasetçiyi ‘idam tehdidi’ ile korkutması bir yana, siyasetçilerin ‘anayasa’ya dokunmaması gerektiği kabulü nasıl ileri sürülebilir? Ne demek, “Biz anayasa yapmak için seçilmedik, bu anayasaya uymak için seçildik.” Hem böyle düşünüp, hem de ihtilâllerden, müdahale ve muhtıralardan şikâyet edilebilir mi? Bu anlayış, siyasetçinin zaten dar olan siyaset alanını, daha da daraltıp, yok etmez mi?
Bu yaklaşım ‘kökten yanlış’ bir yaklaşımdır. Hiçbir siyasetçi, anayasa yapmayı ihtilâlcilere hak olarak görmez ve göremez. Görürse ona siyasetçi denmez. Birileri siyasetçi dese de, millet siyasetçi demez ve her imkân ve fırsatta bu düşünceleri sandığa mahkûm eder.
CHP’nin bu kafa ile hareket etmesi çağın şartlarına uymamak anlamına geliyor. Arzu etmeyiz, ama tercih, kendilerinin...
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Notlar ve gelinen nokta |
|
Başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasını sağlayacak Anayasa değişikliği teklifinin ilk tur oylaması, TBMM Genel Kurulu’nda yapıldı. Çarşamba günü saat 15.00’te başlayıp Perşembe sabahı 04.00’a kadar süren 13 saatlik bir maratonla kabul edilen değişiklikte, şimdi gözler, yarın yapılacak ikinci tur oylamaya çevrildi.
Anayasa Komisyonu’nda, 1 Şubat’ta 11 saatlik bir toplantının ardından kabul edilen teklif, Genel Kurul’da Anayasa’nın ‘kanun önünde eşitliği’ düzenleyen 10. maddesinde değişiklik içeren teklifin ilk maddesi 110’a karşı 401 oyla kabul edildi, eğitim öğrenim hakkını düzenleyen 42. maddesinde değişiklik içeren teklifin ikinci maddesi ise 404 oyla kabul edilirken 99 red oyu çıktı. Teklife AKP ve MHP’nin yanı sıra bazı DTP’liler de destek verdi. CHP ve DSP red oyu kullandı.
Teklifin Genel Kurul’da görüşülmesi öncesinde Meclis etrafında gösteriler yapılırken, olağanüstü güvenlik tedbirleri alındığı gözlendi, genel kurula dinleyici alınmadı. 13 saatlik tartışmaları özetlemek gerekirse, muhalefet teklifle laikliğin arkasından dolanılarak içinin boşaltıldığını söylerken, AKP ve MHP teklifin laiklikle ilgisinin olmadığını söyledi. Muhalefet “Laiklik elden gidiyor” dedi. MHP ve AKP “Laikliğin güvencesi biziz. Laikliğe bir şey olduğu yok” cevabını verdi. CHP’li Kemal Anadol’un “gündem türban değil, hedef laiklik” demesi tartışmaları beraberinde getirdi.
AKP grubu adına konuşan milletvekillerinin genelde bayan olması dikkat çekerken, AKP’li Ayşenur Bahçekapılı’nın Nazım Hikmet’ten dize okuyarak özgürlük talebinde bulunması, CHP’li Önder Sav’ın, MHP’ye bir benzetmeyle yüklenip, “Şekeri AKP yiyecek, sapı MHP’ye kalacak” demesi, MHP’li Tunca Toskay’ın kullandığı “hasat” ifadesine Sav’ın “Hasada çıkanlar haşat olacak” demesi, Genel Kuruldaki anekdotlardandı. DSP’li Emrehan Halıcı’nın başörtülülerden “başlarını örten kardeşlerimiz” diyerek bahsedip, sorunun geniş bir uzlaşma ile çözülmesini istemesi ve yasaktan büyük üzüntü duyduğunu söylemesine karşılık, partisinin red oyu kullanması da dikkat çekiciydi.
Görüşmelerde akıllarda kalan bir diğer konu da konuşmaları ile oturumları “gerginleştiren” Kamer Genç’in yakışık almayan sözleri oldu. Genç’in başörtüsü yasağının çözüm yolunu cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar ve milletvekillerinin eşlerinin başlarını açmaları olarak göstermesi oldu. Tabiî Genç “eş” kelimesi yerine başka bir -burada yazamayacağımız- sıfat kullanması tepkilerle karşılandı… Tıpkı Baykal’ın dinî bir âlimi edasıyla yaptığı başörtüsünün İslâm’da olmadığını(!) anlatmaya çalışması gibi…
* * *
Gece geç saatlere kadar izlediğimiz Genel Kuruldaki görüşmelerden bu notları aktardıktan sonra, kabul edilen bu tekliflerle üniversitelerde başörtüsü yasağının hakikaten kalıp kalkmayacağına bakalım.
Öncelikle neler değiştiriliyor bir ona bakalım. Anayasa’nın 10. maddesinin 4. fıkrası, “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır” olarak değiştirilirken, 42. maddesinin birinci fıkrasında yer alan “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz” cümlesi, “Kimse, kanunda açıkça yazılı olmayan hiçbir sebeple eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz”, “Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tesbit edilir ve düzenlenir” şeklindeki 2. fıkrası ise, “Öğrenim hakkının kapsamı ve kullanılmasının sınırları kanunla tesbit edilir ve düzenlenir” şeklinde düzenlendi. Ayrıca 42. maddesinin 7. fıkrası ise “Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir” şeklinde düzenlendi.
Bu düzenlemelere bakıldığında eğer kanunlarda değişikliğe gidilmezse, bu değişikliklerin tek başına başörtüsünü yükseköğretimde serbest bıraktığını söylemek hayli zor. Bunu, Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu da görüşmelerde sorulara cevap verirken söyledi. “Prensip olarak bilinir ki, Anayasa hükümleri soyut hükümlerdir, araya bir yasa girmeden genelde uygulanmaz, ama Anayasa Mahkemesinin muhtelif kararlarında şayet bir düzenleme somut bir nitelik arz ediyorsa, özellikle rakamsal olanlarda ya da ifade çok net ise, bu gibi durumlarda idare, yürütme, doğrudan doğruya uygulama koyabilir… 42. maddede daha somut bir düzenleme var. Sanırım, YÖK’ün bu konudaki durumunu, uygulamasını görmek lâzım diye düşünüyorum” dedi. Hükümet Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliğini “şekil” yönünde inceleyebileceğini söylüyor, ancak mahkemenin “esas” yönünden de inceleyebileceği görüşü de hâkim. Bu durumda da iptali gündeme gelebilir.
* * *
Şimdi ne olacak? Bu teklif yarın da Genel Kurul’da görüşüldükten sonra, büyük bir ihtimalle kabul edilecek. Cumhurbaşkanı onaylandıktan sonra hemen yasağın kalkmayacağı da anlaşılıyor. Bundan sonra YÖK Kanunu’nun ek 17. maddesine ilâve edilecek tek maddelik bir kanun değişikliğine gidilecek. Burada “çene altı bağlama” gibi ucube bir öneri ile konunun halledilmesine çalışılacak. Bu konudaki bir iddia da, düzenlemenin YÖK’ün uygulamalarına bırakılması… Hükümet kanadı şimdi bu teklifle ilgili değişikliğe gidilebileceğinin sinyallerini veriyor. Hükümet adına Genel Kurulda konuşan Cemil Çiçek’in “Varsa önerileriniz getirin görüşelim. Vallahi bağlama şeklinin fotoğrafını getirin koyalım” tarzı sözleri de bunu gösteriyor. Ancak yine Çiçek’in ifadesi ile klâsik türban takacak kızlar üniversiteye giremeyecek, sadece çenenin altında bağlayan (GATA formülü) girebilecek. Bu konuda her zeminde güvence veriliyor. Yapılan değişiklik anayasal hüküm haline getirilmedi, yasalara havale edildi. Bu da başta Vural Savaş olarak üzere pek çok kişiyi sevindirdi.
Yasağın kamuda kaldırılmamasını eksiklik olarak düşünüyoruz. Ancak üniversite öğrencileri için dahi yasağın kaldırılmasının özgürlükler adına büyük bir adım olacağını söylüyoruz. Çünkü, başörtülü öğrencilerin yıllardır yaşadıkları büyük mağduriyetlerin giderilmesini isteye geldik. Bu aşamadan sonra ek 17. maddede yapılacak düzenlemelerin çok iyi düşünülerek yapılması gerekiyor. Hükümetin Anayasa Mahkemesinde iptal edilmeyecek şekilde düzenlenme yapması gerekiyor. Yoksa daha büyük sıkıntılar ortaya çıkacaktır. Meseleyi çözelim derken, daha büyük sıkıntılara düşmemek için ince eleyip sık dokunarak hareket edilmeli… Telâfisi mümkün olmayan düzenlemeler yapılmamalı… Yani, kaş yapayım derken göz çıkarılmamalı…
Üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması ile ilgili gelinen noktayı böyle özetleyebiliriz. Bakalım yeni hafta neler getirecek.
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Kundaklama |
|
Almanya’nın Ludwigshafen şehrinde on vatandaşımızın vefat ettiği, 60 kişinin yaralandığı feci yangının ardından Berliner Kurier gazetesinin “bir yangın şeytanı mıydı?” başlığı oldukça anlamlı…
Yangında kurtulan iki kız kardeşin, merdivenlerde elindeki çakmakla Türklere ait binayı ateşe veren bir “şüpheli”den bahsetmeleri, cinâyetin Almanya üzerinden Türkiye-AB ilişkilerini yakmayı amaçladığını daha baştan ele veriyor.
Başbakan’ın “ikinci Solingen fâciası” benzetmesi dikkat çekici. Yerli medya ise her zamanki gibi yine vahşeti “Neo-Nazi ırkçılar”a ihâle edip, cinâyeti fâil-i meçhule havale etme alışkanlığında. Araştırmalar sürüyor; lâkin “kasıt iddiaları” giderek güçleniyor. Her halinden yangının bir kundaklama olduğu kendini ele veriyor. Bu durumda, fâillerin maskelerin arkasındaki çehrelerde aranması gerekiyor.
Peki Alman toplumunun “yabancı düşmanlığı”yla Türklere ve Müslümanlara karşı tahrik edilmesi, hangi küresel gücün işine yarar? Hangi ülke, Avrupa Birliği ile Türkiye’nin arasının açılması peşinde? Cinâyetin gerçek fâillerinin bu soruların cevabında aranması gerekiyor…
ABD’nin Türkiye’nin AB’ye girmesini istemediği artık bilinen bir gerçek. Ta ki Ankara daima Washington’a “mecbur” kalsın; Ortadoğu’da, Balkanlarda, Kafkasya’da, Orta Asya’da Amerikan politikalarının tâkipçisi olsun. İslâm dünyasında Amerikan hegemonyası ve çıkarlarının bölgesel taşeronluğunu yapsın. Zamanlamaya bakıldığında sabotajın Türkiye’yi AB’den uzaklaştırma provokasyonu olduğu açıkça sırıtıyor. Zira bu süreçte Irak işgali emr-i vakisini, İran’a saldırı bahanelerini onaylamayan Chirac ve Schröder’den sonra AB’nin dengesi altüst edildi.
Türkiye’nin yarım asırdır uğraştığı “üyeliği” çok görüp “imtiyazlı ortaklık”la yetinmeyi teklif eden Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, ısrarla Türkiye’nin AB üyeliğini reddetti. Selânik Yahudisi “Amerikalı Sarko” bu kumpasla da kalmadı; İkinci Dünya Savaşı ortağı Amerika’ya “minnet borcu”yla İngiltere’yle süregelen “transatlantik işbirliği”ni ilerleterek AB içinde “Bush hayranı” olarak ABD’nin ikinci “truva atı” görevini üstlendi.
Böylece uluslararası arenada “Amerikan yanlısı” Alman Başbakanı Merkel ve mâlûm “küstah karikatür”ü savunan “Danimarkalı Kovboy” Başbakan Rasmusseni ile birlikte Bush’un “özel dostları” olarak ABD’nin küresel “hınk” deyicisi oldular. ABD’nin Kosova’yı AB’nin böğrüne saplanan bir hançer gibi “üs” edinmesini sağladılar. AB’yi “Bush’un payandası” yapmaya yöneldiler; İngiltere’yi ABD eksenine sokan Tony Blair’den sonra bir Fransız bakanın itirafıyla, “ülkelerinin itibarını yok ettiler.”
Suriye’ye uygulanacak baskıyı belirlediler. Bush’un tâlimatıyla İsrail’in Gazze’yi amansız ambargo ve ablukasına karar verdiler. Darfur’da kışkırttıkları kabilelerin isyan kargaşasını Sudan’ı kötülemeye bahane ettiler. Bu süreçte, İsrail’in onca nükleer silâha ve atom bombasına sahip olması tartışma konusu bile olmazken, Pakistan’ın nükleer silâhlardan arındırılması ve İran’a uranyum zenginleştirme programına karşı yaptırım ve saldırı senaryoları hazırlandı. Aynen Irak’ın üçe parçalanmasına benzer Lübnan’ın beşe bölünmesi projesi devreye sokuldu…
Afganistan ve Irak’ta milyonlarca insanın katlini, “büyük Ortadoğu projesi”yle yapılacak istilâ ve zulümleri “meşrûlaştırmak” maksadıyla…
Lâkin hesap tutmadı. Aklı başında AB temsilcileri, Türkiye’nin tam üyelik yolunda müzâkerelere başlayan aday ülke olduğunu deklâre ettiler. Türkiye’nin demokrasi, hukuk, insan hakları ve hürriyetlerde açılım sağlamasını ve ilerlemesini önerdiler. Ne var ki daha Davutpaşa’daki onlarca insanın ölümüne ve yaralanmasına sebebiyet veren ruhsatsız maytap ve havaî fişek patlaması araştırması sonuçlanmazken, “ırkçı anarşist gruplar” üzerinden Almanya’ya tehevvürlü tepkilerde temkinin terk edildiği gözleniyor…
Elbette vahşetin fâilleri yakalanmalı. Ancak olayların arka plânına da bakılmalı. Türkiye’nin bu tür kanlı komplolarla AB’den kopartılıp ABD kompartımanına itilmesi tuzağına düşmemeli. ABD’nin Irak’ta bir milyon insanı katletmesine sessiz kalan Başbakan, Almanya üzerinden bir defa daha AB’ye meydan okuyup “rest” çekmemeli. Ve unutmamalı ki, “bir olay kime yarıyorsa, yapanlar da onlardır”; tıpkı “11 Eylül olayları” gibi…
Sahi “Solingen fâciası”nı kim yaptı, yaptırdı? Bugün Türkiye’nin AB projesini kimler kundaklayıp ateşe vermek istiyor?
Ankara, olayın üzerinde ciddiyetle durmalı. Kundaklamayı, milyonlar mâsumların kanlarını heder eden “yeni dünya düzeni”nde sorgulamalı. Yangının, İslâm coğrafyasına yakın duran AB ile Türkiye ilişkilerini bozma plânının bir parçası ihtimalini düşünmeli.
Kundaklamayı yaptıran “yangın şeytanı”nın, sırf Meclis’ten “tezkere” geçmedi diye “stratejik müttefiki” askerinin başına çuval geçiren ve bütün kırmızı çizgilerini ihlâl edenlerin “maşa” olarak kullandığı şebekelerin “tetikçi örgütleri” olabileceğini mutlaka hesaba katmalı… İfsad oyunlarını bozmalı…
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Biraz da hukuk |
|
Yaşanan gelişmelere bakarsak, önümüzdeki günlerin anayasa tartışmalarıyla geçeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yeni bir 367 vakası da Türkiye gibi, hâkimlerin “Devlet söz konusuyla hukuk mukuk tanımam” dediği bir ülkede şaşırtıcı olmaz.
Yasakçıların iddiası malum: Başörtüsünün anayasayla serbest bırakılması, anayasanın değiştirilemez 2. maddesine aykırıdır. Anayasa Mahkemesi, bu değişikliği “eylemli ‘değişmez madde’ değişikliği” (bkz. 367 kararındaki “eylemli içtüzük değişikliği”) olarak iptal etmelidir. (Bu arada Mahkemenin ünlü başörtüsü kararı da “eylemli kanun değişikliği” idi ya, neyse…)
Herkes biliyor ki, anayasanın 148. maddesine göre, Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliklerini denetlerken “teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlıdır.”
Herkes bilmesine rağmen, önümüzde 367 gibi bir karar olduğu için, kimse anayasanın ne dediğinin o kadar da önemli olmadığının farkında.
Bu yüzden tüm iddialar başörtüsünün laikliğe aykırı olup olmadığına odaklanmış durumda.
Oysa, bir an için başörtüsünün laikliğe aykırı olduğunu bile düşünsek, ortada “eylemli ‘değişmez madde’ değişikliği” (ya da hangi kavram icat edilecekse) olduğunu yine de söyleyemeyiz.
Biliyorum, “bir an için” bile olsa birileri bunu aklına dahi getirmek istemiyor. Ama ne yapalım ki, yazının bundan sonrası, bu ihtimale göre kurgulanmış.
Meşhur 2. madde, “Türkiye Cumhuriyeti (…) demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir” diyor.
Halbuki aynı anayasa, 136. maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ihsas ediyor; “laiklik” ile çelişiyor.
Yine aynı anayasa, “Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askerî Şûranın kararları” (m. 125) ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına ( m. 159) yargı yolunu kapatıyor ki, bu da “hukuk devleti” ilkesi ile açıkça çelişiyor.
Bütün bu çelişkiler bizim kafamızı karıştırır da, koskoca anayasa hukukçularının kafalarını karıştırmaz mı? Onlar bu kafa karışıklığını, şöyle bir açıklamayla çözmüşler:
“Değiştirilemez maddelerdeki hükümler, genel; diğerleri ise bu genel hükümlerin istisnası olan ‘özel’ hükümlerdir. Dolayısıyla özel hükümlerin geçerli olmadığı durumlarda genel hüküm uygulanır.”
Bütün hukukçular aynı fikirde olmasa da, mevcut durumu bir şekilde izah etmek bakımından bu yorum hâlâ geçerliliğini koruyor. En azından pratikte, YAŞ kararlarını yargıya açmak istemeyenler için bu gerekçe oldukça açıklayıcı olsa gerek. Her ne kadar hukukçu olmayanlar için, “genel hüküm”, “özel hüküm”, “istisna” hiçbir şeyi açıklamasa da.
Hukukçu olmayanlar için bu açıklamayı biraz da ben açayım:
Demek istenmektedir ki…
“Laiklik” de, “hukuk devleti” de soyut kavramlardır ve içlerinin doldurulması gerekir. Zaman zaman “laiklik tartışılamaz” diyerek âyetlerden de tartışılmaz bir yere taşınmak istense de, anayasa bu ilkeyi pekâlâ tartışmaya açmış bile.
Zira anayasa demektedir ki, “Evet ben laikim. Ama benim laikliğim, sadece dinin devlet işlerine karışmaması noktasındadır. Yoksa ben dine istediğim gibi karışırım. Bu da benim laiklik yorumum, size hesap mı vereceğim yani?”
Yine anayasa demektedir ki, “Evet ben hukuk devletiyim ve hukuk devletlerinde idarenin her türlü eylem ve işlemi yargı denetimine açıktır. Ama ben o kadar da hukuk devleti olmak istemiyorum. Bazı kurul ve kurumlara dokundurtmam. Dokunanı da yakarım.”
Şimdi bu kadar çelişki barındıran ve bunun yıllarca bir güzel şekilde tevil edildiği anayasada, başörtüsünün anayasaya aykırı olup olmadığı neden bu kadar önemli olsun ki?
Yani anayasa böylece, “Tamam laikim, ama başörtülülerin üniversiteye (teklifte olmasa bile devlet dairelerine memur olarak) girmesi bu laiklikle çelişmez. Ben de laikliği böyle anlıyorum” diyemez mi? Diğer çelişkilerle (hiç umrunuzda olmasa bile) hukuk devleti ve (aslında derdiniz o olmasa da) laiklik elden gitmiyor da, neden bu değişiklikle bir anda devrim oluveriyor?
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Fail-i meçhullere dair… |
|
Almanya ile Türkiye´nin yakın tarihlerini, problemlerini ve dünya siyasetindeki handikaplarını dikkatli ve ciddî bir şekilde karşılaştıranların, fazlaca benzerlikler bulacağını düşünüyorum.
Osmanlının son zamanlarında başlatılan “Ermeni ve Rum düşmanlığının” bugünkü Almanya´da Müslüman ve Türk aleyhtarlığı olarak devam ettiğini söyleyemez miyiz? İkinci Dünya savaşını müteakiben Almanya´da düzenlenen “Antisemitizm” kanununa paralel olarak bizde çıkartılan 5816 no´lu kanunu da benzerliklere ekleyebiliriz. Osmanlı veya Türkiye ifade edemese de “İslâm bayraktarı” olduğu dünyaca teslim edilirken, Almanya´nın da İsevîliğin bayraktarı olduğunu kimsecikler inkâr edemez. Birisi Asya´da “insanî değerleri” yükseltme peşinde, diğeri Avrupa´da… Askerliğe düşkünlükleri ile fazlaca siyaset bilmemelerini de bir kenara kaydedebiliriz. Tartışılabilir olsa, yukarıda saydığımız benzerlikler zincirini daha da uzatabiliriz.
Son senelerde, gerek Türkiye´de ve gerekse Almanya´da ve kısmen de olsa diğer AB ülkelerinde işlenen bazı cinayetlerdeki “ortak hedef” de ayrı bir benzerliği ortaya koyuyor.
Türkiye – AB veya Almanya münasebetlerindeki iyileşme süreci hangi merkezleri rahatsız ediyorsa, aniden “fail-i meçhuller” sökün ediyor. Bu cinayetlerin Almanya´da daha çok “kundaklama” suretiyle meydana geldiğini, meşhur Mölln ve Solingen yangınlarını hatırlayanlar daha iyi bilirler. Bu son Ludwigshafen yangını da eski cinayetleri tedaî ettirince, ister – istemez istifhamlar zihinlerde sıralanıveriyor. Herne´deki yangın öncesi ve sonrasında duvarlara yazılan “Pis Türkler! Sizi yakacağız!” kelimeleri, bu yangınlarda araştırmanın hakikî faillere ulaşamaması ve netice itibariyle hadiselerin “ırkçı milliyetçilere” yıktırılmaya çalışılması, Türkiye´deki fail-i meçhulleri hatıra getirmiyor mu?
Malatya hadisesi ve rahip cinayeti öncesinde “Hıristiyan düşmanlığı” yapan medyaya paralel olarak, Almanya´da, başta Bild Gazetesi olmak üzere, o çizgiye yakın gazete ve kanallar Türkleri ve Müslümanları rencide eden karalamalara girmişlerdi. Türkiye´deki belli bir medyanın Hıristiyanlık ve AB karşıtı propagandalarından kısa bir süre sonra cinayetler zinciri başlamıştı. Hrant Dink cinayeti bu kareye girse de, boyutları itibariyle daha derin ve geniş bir alanı kapsar.
Avrupa´da; Papa suikastından Hollandalı Van Gogh´a uzanan çizgideki cinayetlerin aydınlatılamayışı; hem Türkiye´de ve hem de Almanya´da; kültürlerarası savaşı, Türkiye´nin AB´ye girmesini engelleyişi; AB´nin bir medeniyet projesi olma yolundaki yürüyüşü ve dünya barışına mani olmak isteyen güç merkezleriyle ilgili bir hadisedir. Kanaatimizce; aslen dinsiz, tahripkâr, global ve insanî değerleri yıkmayı hedefleyen cereyanlar, her iki coğrafyada da olayları ırkçılığa boyuyorlar. Almanya´da Türk ve Müslümanları Hıristiyanlık ve ırkçılık duygularıyla yok etmek isteyen bir kişinin halkta olduğuna inanmıyoruz… Türkiye´de de Türk ve Müslümanlardan oluşan bir kesimin cinayete varacak derecede AB´ye ve Hıristiyanlara düşman olabileceğini sanmıyoruz. Bir merkezin her iki ülkede de aynı metodu kullandığını varsaymak, akla daha yatkın görünüyor. Türkiye´deki ırkçı hareketlerin; Fransa´da Kuzey Afrikalılara, İngiltere´de Hint kökenlilere, Hollanda ve Belçika´da bilhassa Faslılara ve Almanya´da Türklere karşı yürütülen hareketlerle eşzamanlı olmasını başka tarzda ifade etmek hakikaten güçtür. Avrupa´daki “İslâmî azınlıklara” karşı yürütülen düşmanlığın Türkiye´de de AB ve İsevî din adamlarına yöneltilmesi; global dinsiz hareketin “kültürler arası savaş” projesinin uygulanmasından başka ne olabilir ki…
Ne Almanya ve Avrupa polisi, ne de Türk emniyeti söz konusu cinayetleri aydınlatmaktan âciz değillerdir. Fakat, küfr-ü mutlaka dayanan söz konusu global dinsiz cereyanlar, musallat oldukları yerlerdeki “demokratik işleyişi” bozarak, cinayetlerini gizleyebiliyorlar. Onlarla ancak Kur´ân´a, ve Kur´ân´dan kuvvet alan hakikî Hıristiyanlık değerlerine dayanılarak mücadele edilebilir. Onların panzehiri Allah´a iman, güzel ahlâk ve insanî değerlerin inkişafıdır. Polisiye tedbirler, ancak bu söz konusu değerlere isnad ile müsbet netice verebilir. Hakikî Alman ve Türkler, yani Hıristiyan ve Müslümanlar dinsizlerin bu oyununu fark etmişlerse de mahiyetini anlayamadıkları için henüz neticeyi net göremiyorlar.
Devam edeceğiz...
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Halat ve takoz |
|
Bahçeli, partisini “Anıtkabir’i barındıran Anıttepe ile manevî değerlerimizin sembolü olan bir mabedi barındıran Kocatepe arasında çekilmiş çelikten bir halat” olarak niteliyor.
Peki, böyle bir halata ülkenin ihtiyacı var mı?
Dahası, Atatürk’ün kabriyle karşı tepedeki cami arasında kopukluk olduğu düşünülüyorsa, bunu bağlamak bir siyasî partiye mi kaldı?
Daha da ötesi, en başta Atatürk ve de kurucusu olduğu ideolojinin takipçileri böyle bir ihtiyaç duysalardı ona göre davranmazlar mıydı?
Söz gelişi, Atatürk hayatta iken neden kendi adını taşıyan bir cami yaptırmayı düşünmedi?
Böyle birşey, takipçilerinin aklına niye hiç gelmedi? Ve tam tersine, Anıttepe’nin karşısındaki Kocatepe’ye şimdiki muazzam caminin inşa ettirilmesi, “Atatürkçülük adına” karşı çıkanlar tarafından niçin yıllarca engellenip geciktirildi?
Padişahların kendi adlarına mutlaka bir cami inşa ettirdikleri ve vefatlarından sonra bu camilerin haziresindeki türbelerine defnedildikleri Osmanlı sistemi devam ettiriliyor olsaydı, Bahçeli’nin ifadeleri belki bir anlam taşıyabilirdi.
Ama öyle birşey yok. Tam tersine, cumhuriyet kurma iddiasıyla yola çıkanlar, Osmanlıyı herşeyiyle kötüleyerek işe başladılar. Bir ara iş oraya vardırıldı ki, bazı camiler ot deposu bile yapıldı.
Padişahların türbeleri ise çok yakın senelere kadar bakımsız mezbeleler olarak kendi haline terk edildi.
Anıtkabir de, mabedsiz bir laiklik âbidesi olarak yapıldı.
Ama işin enteresan tarafı, bu anıtmezar, türbe ziyaretlerini çağdışı bir hurafe ve gelenek olarak niteleyen Atatürkçüler tarafından, her sıkıştıklarında kapısına koşup Atatürk’ün ruhundan medet diledikleri bir türbeye çevrildi.
Anıttepe ile Kocatepe arasında “çelikten bir halat” işlevini üstlenen Bahçeli’nin MHP’si, Anıtkabir’in kuruluşunda da, bugüne kadar geliş sürecinde de var olmayan bir anlam icad ederek ne yapmaya çalışıyor ve başarılı olabilir mi?
Eğer mesele, 80 yıl sonra dahi halka mal edilemeyen Atatürkçülüğü benimsetme görevini MHP’nin sahiplenmesi ise, bunun başta talipleri de var. Bunların başında ise AKP geliyor.
22 Temmuz öncesi AKP adına gazetelere verilen ilânlarda ve Erdoğan’ın konuşmalarında yer alan şu cümle bunun ilginç örneklerinden biri:
“Atatürk ilkelerini ayrıştıran değil, birleştiren, milletimizin bütün fertlerini kucaklayan bir mutabakat zemini haline getirmek için çalışıyoruz.”
AKP böyle diyor, ama kendisini öz ve hakikî Atatürkçü sayan kesimi bir türlü inandıramıyor.
Bunların siyasetteki bir numaralı temsilcisi olan CHP ise bir taraftan Atatürkçülük şampiyonluğunu kimseye bırakmıyor, diğer taraftan Baykal’ın geçen günkü konuşmasında yaptığı gibi tarihî itiraflarda bulunmaktan geri durmuyor:
“Atatürk devrimleri demokrasi ve halk oyuyla kabul edilmedi. Gönül isterdi ki, toplumda geniş bir desteğe sahip olalım. Bunda CHP hariç, herkesin suçu var...” (Star, 27 Ocak 2008)
CHP’nin seksen küsur yıldır yapamadığını başarmak için şimdi AKP ve MHP yarış halinde.
Ve Anıtkabir’i Kocatepe’ye veya Kocatepe’yi Anıtkabir’e bağlayacak çelik halat olma söylemleriyle yeni bir aşamaya ulaşan bu yarış, Türkiye’nin demokratikleşme yolundaki en büyük takozlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Ambrosia |
|
Ajda Pekkan 25. estetik operasyon için masaya yatıyormuş…
Estetik arayışı, şimdi yerini botoks denen operasyona bıraktı. Eline mikrofon geçiren, kamera karşısına geçen genç şöhretler bile yüzlerini balon gibi şişirerek uzaylı yaratıklar gibi ortalıkta geziniyor. İnsan içine çıkınca, insanlar ürküyor bunlardan.
Yüz ifadelerine baktığınızda “mimik” estetik, hiçbir şey yok… Yok!
Pekkan, estetik için Almanya’nın Köln şehrine gidiyormuş. Daha önce de burada Bülent Ersoy, Helin Avşar, Emel Sayın gibi ünlüler de operasyon geçirmiş. Hatta yeni bir teknikle şarkıcının ellerinin üzerindeki lekeler silinecekmiş. Daha da ötesi kol altındaki sarkmalar yok edilecekmiş.
Peki, ruh halini nasıl estetize edecek ünlü şarkıcı? Böyle bir teknoloji var mı?
Yok!
Ancak bir yol var.
İnsanın ruhunu dinç ve dinamik tutacak olan güç “inanç”tır.
İnançlı insanların yüz hallerine mimiklerine ve ruhuna bir bakın, birçoğunun yüzünde bir aydınlık, bir ışık ve dinamizm var.
Ruhu çökmüş ama yüzünde tek bir çizik yok… Mumyaya dönmüş bir yüz ifadesiyle kimi kandırıyorsunuz?
Bu şunu da gösteriyor. Diyebiliriz ki, para, şan, şöhret sahibi her insan “ebedî gençlik” arayışı içinde olduğunu gösteriyor. Ebedi gençlik, ebedî şöhret… Ama her “fani” fenaya gider. Yani “ölüme.” Biz inanıyoruz ki, oradan da “ebed”e.
Bu gerçeği değiştirmek asla mümkün olmadığına göre, geçici operasyon ve kalıcı olmayan çözümlerle nereye kadar varılabilir?
Ebedî gençlik, arayışı dünya kurulalı var ola gelen bir olgu.
Çünkü insanda var olan “ebed” duygusunun bir yansımasıdır bu…
Ne diyordu Aşık Veysel:
“İki kapılı bir handa,
Gidiyoruz, gündüz gece.”
Hayat, bu handa geçirilen sınırlı ve sonu var olan bir çizgi… Bu sınırlı hayat dairesinde insanoğlu, ölüm düşüncesin benliğinde ebedi arzularken, yok olma düşüncesine sahip olanlar korkunç bir yalnızlık düşüncesiyle dehşete düşmekte.
Zaten tarih boyunca “ebedî gençlik” arayışında olanların temel problemi bu olmuş. Ölüme inananlar “ebedî gençlik” arayışına girmez. Hatta istemez bile.
Antik Yunan ve Roma’nın insanları da “ebedî gençlik, güzellik ve ölümsüzlük” sağladığını düşündükleri bir iksir icat etmişler… Adına “Ambrosia İksiri” demişler… (Yani “Grekçe -ambrotos: Ölümsüzlük)
Bu zamanın “ambrosia”sı: botox… Ama ölüme çare mi?
Hayır… Değil mi ki; “Dönüş ancak O’nadır.”
O zaman ne mutlu “ebed” diyenlere, ne mutlu “ebedî gençliği” kazananlara!
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Boş tenekelere özenmemek!.. |
|
Okumayan adam zalimdir… Hem kendisine hem başkalarına zulmeder. Kimseye bir zararım yok dese de faydasının olmaması zulüm için yeter de artar bile…
Dolu kapla boş bir kap bir olur mu? Hangisi kıymetli demek bile abes…
Nasıl yapalım okuyalım da dolalım mı? Yine olmuyor! Neden mi? Anlayarak ve bilerek okumadıktan sonra boşu boşuna dolu oluyoruz… Nasıl mı? İşte ortada:
Ses tonu, mimikler, fizikî görünüş, telâffuz, her şeyi güzel ya da çok güzel ama tesir etmiyor, edemiyor, netice hasıl olmuyor. Çünkü anlamadan anlatıyor. Dolmuş ama taşma yok!..
Güzel söz söylemek bir san'attır. Dinlemek de ayrı bir san'attır. Dinlettirmek apayrı bir san'attır. Gelin en güzel olanına talip olalım: İyice anladığımız bildiğimiz bir konuyu yine bilerek anlatalım dinlettirelim. Neticesinde bir fayda hasıl olsun. Boşa kürek çekmeyelim.
Ben hoperlör, benim vazifem okumak, ben şuyum ben buyum… Amenna ve saddakna… Yanlış anlayıp, yanlış anlaşılmayalım!.. Kimseye İlâhî emirlerin ötesine, tebliğin daha ötesine, insanlığın ve mülâyemetin ilerisine geç demiyoruz. Deyemeyiz de zaten. Lâkin bir yere sürünerek, yürüyerek, koşarak, uçarak, coşarak çeşitli şekillerde, çeşitli araçlarla karadan denizden ve havadan ulaşılabilir. Ve bunların bir adım ötesinde vasıtasız da ulaşılabilir… Kabiliyete bağlı!...
Biz diyoruz ki neticesi “fayda meyvesi” olacak bir donanım ve müçtemilat ile, sonu daima iyiye, güzele ulaşabilecek tavır ve tarz ile şekil ve yol ile bilerek ve anlayarak okusak belki, ihtimal ki çok iyi olur herhalde…
Rabbini bilmek, anlamak… Kendini bilmek, anlamak… Ve ikisini birden okumak ve anlatmak…
Haydi kolay gelsin…
08.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|