"Mahir Kaynak, 1971 yılında 9 Mart darbe girişimini ortaya çıkardı, bu darbe girişimi askerlerin sol bir darbe girişimi olarak bilinir ve 16 Mart 1971'de 9 Martçı olduğu bilinen 13 subay tasfiye edildi. Amaç BAAS modelini esas alan sol bir rejimdi..." Mahir Kaynak'ın biyografisinden aldığımız bu klâsik ifadeler bizi yanıltmamalı. Aslında, Türkiye'de 1950 yılından itibaren düşük yoğunluklu bir Baas rejimi vardır. Baas semamızdan hiç uful etmedi ki! Çoğulcu ve demokratik yönetime geçilmesiyle birlikte, Türkiye'de Baascılık, kabuğuna ve iç kalesine çekilmiştir. Bu iç kale modernizm ideolojisi ile onun aracı militarizmdir. Halbuki, 1950 öncesi, yani tek partili dönem ise, şu veya bu şekilde zaten Baas modeli sayılabilir.
Aslında Tanzimat'tan itibaren Osmanlı topraklarında ikili bir sistem vücuda gelmiştir. İslâm'ın çekilme döneminde yeni kaleler fetheden Batıcılıktır. Bediüzzaman bunu 'Osmanlı, Avrupa'ya hamiledir onu vaz'edecektir' ifadesiyle ortaya koymuştur. İkili sistemde, Batı pradigması giderek kalınlaşmıştır ve bu pradigmanın Batı'yı vazetmesi aslında İttihat ve Terakki ve İkinci Abdülhamid'in halliyle birlikte başlar. Bu dönemden itibaren modernleşme veya Batılılaşma tek pradigma olmuş ve Tanzimat'la birlikte devam eden İslâmlaşma resmiyette sona ermiştir. Veya Tanzimat'ın dualist, ikili sisteminin bir ayağı ortadan kalkmıştır. Modernleşme ve onun sonucu geleneksel kurumların yıkılmasıyla veya ehemmiyetini kaybetmesiyle birlikte, militarizm de egemen olmuştur. Daha doğrusu, modernizm ideolojisinin taşıyıcısı ve aracı olmuştur. Batılılaşmanın militarist karakterine veya cebri yüzüne, biz kısaca Baascılık diyoruz. Bunun Osmanlı içindeki ayak seslerinden birisi Sultan Abdulaziz'in, Batıcı çeteler tarafından kanlı bir şekilde hallidir. Bunun intikamını İkinci Abdülhamid almıştır. İkinci Abdülhamid'den Mithat Paşa ve avenesinin intikamını ise, Selânik'ten gelen Hareket Ordusu almış ve İkinci Abdülhamid tahttan el çektirilmiştir. Ondan sonra 10 yıl içinde Osmanlı Devleti tasfiye edilmiş ve yeni rejimle birlikte Tanzimat'tan beri süren Batı fikrinin hamilelik dönemi velâdet ile neticelenmiştir. Ve Türkiye'nin Batı ile ilişkileri, o dönemden itibaren vekâlet veya ortaklık ilişkisi olmuştur. Hiçbir zaman bütünleşme olmamıştır. Bundan dolayı, zaman zaman, özellikle din karşısında yeni rejim Batı'dan fazla Batıcı görünmüştür. Bundan dolayı, Türkiye, Batı'daki en katı laiklik model olan Fransız modelinin bile bahşettiği başörtülülere hürriyet ortamına (üniversiteler) gelememiştir. Kemalizm de, Baascılık da aslında İttihat ve Terakki'nin, İttihat ve Terakki de Tanzimat'ın bir sonucu ve uzantısıdır. Kemalizmin, İttihatçılığın daha pragmatik bir uzantısı olduğu genel kabul görmektedir. Bu hususta Murat Belge şunları söylemekte: "Enver Paşa Ergenekon'un ilk çekirdeği sayılabilecek olan Teşkilât-ı Mahsusa'yı kurdu ve Talat ve Cemal Paşa'ların da benzeri örgütlenmeleri vardı. İttihat ve Terakki dâvâyı kaybetti, bu teşkilatlar, Kurtuluş Savaşı sırasında tekrar ortaya çıktılar ve savaşa katıldılar. Aslında Mustafa Kemal'in sevmediği adamlardı bunlar. Ama devleti kuracak başka kadro yoktu. Nitekim dış dünyada, Türkler savaştan başarıyla çıkar ve devlet kurarlarsa, bu devletin başında Mustafa Kemal gibi bir adam bulunabilir. Ona söylenecek bir lâf yok. Çünkü o bir Enver, bir Talat Paşa değil' diyorlardı (Taraf, 28 Ocak 2008).." 'Batı Musafa Kemal'i nasıl algılıyordu?' sorusunun üzerine Yeni Şafak'tan Mehmet Gündem'e Taha Akyol şu cevabı veriyor: "Batı her zaman ciddiye alıyor, onun bir Enver Paşa olmadığını biliyor. Mustafa Kemal'i en iyi anlayanlardan biri de Churchill'dir..." Taha Akyol, İttihatçı gelenekle arasındaki bağa ise, şöyle atıfta bulunuyor: "Türkiye'nin modernleşmesinde iki asker kuşağı vardır; darbeci Mahmut Şevket Paşa ve İttihatçılar. Mustafa Kemal ikisinin de tecrübesinden yararlanıyor..."
***
Taha Akyol, Mustafa Kemal'in Millî Mücadele yıllarında pragmatik olarak sahiplendiği Şarklı hüviyetini, devletleşme ve kuruluş aşamasında Batıcılıkla değiştirdiğini ve Atilla İlhan gibilerin bunu anlamak istemediğini vurgular. Mustafa Kemal, savaş sırasında İslâm vurgusundan ve İttihatçıların teşkilâtçılığından ve onların Anadolu'daki alt kadro ve yığınaklarından yararlanır. Akım olarak aynı akımın geniş çerçevesi içinde, ama İttihatçı kadro ile kimya, karakter ve mizaç uyuşmazlığı vardır. Mücadelenin ilk dönemlerde Saltanatla da arası iyidir. Daha sonraki yıllarda Kemalizme atfedilen anlamı ise, Şevket Eygi'nin "G.Y.'lerin Dinde Reform Planları" başlıklı yazısından takip edelim: "Yazar Hikmet Çetinkaya'nın, bir internet sitesinde çıkan aşağıdaki satırları dikkatle okunacak olursa yukarıdaki sorunun cevabı biraz olsun anlaşılabilir. Çetinkaya diyor ki: 'Türkiye'de devletin hâkim sistemi iki şeyi aradı durdu. Mümkünse İslâm'ı değiştirmek, ona gücü yetmezse Müslümanların din anlayışını değiştirmek. Kemalizmin en önemli özelliklerinden biri dinde reformu amaçlaması idi. Bunda muvaffak olunamadı çünkü İslâm'ın kitaba bağlı karakterleri böyle bir reformasyona ve deformasyona izin vermiyordu. Bu, Müslümanlara da kabul ettirilemedi. Ağır baskı dönemleri yaşandı Türkiye'de ama dinde reform kabul görmedi.' 1936'da basılan "KAMALİZM: C.H.Partisi Programının İzahı" adlı kitabında Edirne Saylavı (milletvekili) Şeref Aykut bakınız Kemalizmi nasıl tarif ediyor: 'Kamalizm, bir dindir ki onun en büyük ve ana sıfatlarından birisi de devrimci olmasıdır. (.....) Bu sebepledir ki onu (gençliği) Kamalizm dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve coşkun tapkanı yapmak, ona bu kudsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister... ta ki, Kamalizm dinine inanı artsın. İşte disiplin altında gençlik böyle olacaktır. Parti bunu amaçlamış, hazırlamıştır.' (Adı geçen kitap, Muallim Ahmet Halil Kitap Evi, İstanbul).
"Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan Türkçe SÖZLÜK'te din hanesinde "KEMALİZM TÜRKÜN DİNİDİR" cümlesi yer almaktadır. (Cumhuriyet Basımevi, İstanbul, 1944). (Daha sonra, ülkemize biraz demokrasi ve biraz hürriyet geldikten sonra, protesto ve tenkitler karşısında SÖZLÜK'teki bu cümle çıkartılmıştır.).."
***
Mustafa Kemal'i pragmatik değil de dogmatist olarak anlayanlar, hem metafiziğe inanmıyorlar, hem de ona tabiatüstü güçler atfediyorlar. Sözgelimi, şahit olarak, Kemalettin Kamu'nun bu hususta en fazla bilinen dörtlüğü şudur:
Ne örümcek, ne yosun,
Ne mucize, ne füsün;
Kabe Arap'ın olsun
Çankaya bize yeter !
Ömer Bedreddin Uşaklı ise şunları yazmıştır:
Bir güneş gibi, yıldız,
Sensin Ülkü Tanrımız,
Ey Türklüğün bütünü!
Şükrü Kurgan ise, duygularını şöyle terennüm eder:
Ne doğudan sel gibi kopan Atilla, Cingiz,
Sana eş olamadı ne yel, ne dağ, ne deniz,
Bunak din büyükleri!...Nerede mahşeriniz ?
Taha Akyol, bu gibiler için 'Gözü kamaşanlar Atatürk'ü anlamazlar' diyor.
Gelelim Baascıların benzer ifadelerine. Anonim bir Baas kıt'asında şunlar söylenmektedir:
Amentü bi'l ba'asi rabben la şerike leh: Baas'a rab diye iman ettim, onun şeriki yoktur.
Bi'l arubeti dinen ma lehu sanin: Arapçılığa da din olarak belledim menendi yoktur...
Bir başka şairleri de şunu söylemişti:
Hibu li dinen yec'alu'l arabe milleten: Bana Arapları bir millet yapan bir din verin
Siru bicüsmani ala dini berrihim: Cesedimi dindarlarının dini üzerine götürün
Selamun ala küfrin yüellifubeynena: Aramızı telif eden küfre selâm olsun ve ehle ve sehlen badehu cehenneme: Ondan sonra hoş gelsin cehennem
Damar, aynı damar.
Detaylarda kaybolmak; Hazreti Ali'nin dediği gibi, ilim nokta iken, onu çoğaltanların ve detaylarda boğulanların marifetidir.
30.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|