Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

M. Latif SALİHOĞLU

'İrtica'dan 'simge'ye yüz yıllık kavga



Bugün başörtüsünün bir "siyasî simge", yahut bir "politik imaj unsuru" olup olmadığı üzerinde sert tartışmalar, çekişmeler, kavgalar yapılıyor.

Dün, yani tam yüz sene önceki (1909) benzer bir kavga ise, "irticaî ayaklanma" etiketi üzerinden yapılıyordu. "31 Mart Vak'ası"ndaki kanlı kargaşanın faturası, vicdansızcasına dindarların üzerine yıkılmaya çalışıldı.

Kezâ, benzer bir hadisenin tekrarı 1925'te Şeyh Said Hadisesi sebebiyle yaşandı. "İrticaî ayaklanma" yaftası bir kez daha dindarlara yamanmaya çalışıldı.

1930'daki kanlı Menemen Vak'ası ve 1951'deki Ticanîler Hadisesinin arka planında, hiç şüphesiz ki yine aynı ardniyetin dolapları dönüyordu.

1960'lı yılların sonlarında hissedilmeye başlanan ve 1970'lerde büyük bir gürültüyle sahneye çıkartılan "Millî Görüş" orijinli ve "siyasal İslâm" görünümlü sosyo-politik hareketin ruhsat vesikasında, başta İsmet Paşa olmak üzere, onunla aynı dünya görüşünü paylaşan başka paşaların da parmak izi var.

Esasen, baştan buraya kadar (1909-1973) sıraladığımız bu hadiselerin tamamında, İsmet Paşanın bir şekilde dahli bulunduğunu görmek mümkün.

Bunlar, cepheyi bölmek ve dindarları ezmek için, aynı dindar kesimden insanları kullanmaktan çekinmemişlerdir.

Aynı şekilde, saldırmak veya karalamak için bolca malzeme bulmakta da herhangi bir sıkıntı çekmemişlerdir.

Meselâ: Bazı muhakemesizlerin sarf etmiş olduğu "Arka bahçemiz" sözleri, "Hak din-patates dini" ayrımcılığı veya "Rektörler, başörtülülere selâm duracak" türünden hamakatli sözler, şüphesiz ki en çok bu saldırgan kesimin işine yaramıştır.

Planlı ve kasıtlı şekilde yüz yıl evvel ihdas edilmiş olan din-diyanet bağlantılı çatışma süreci el'ân devam ediyor.

Zincirin son halkasında-en başta ifade ettiğimiz gibi-başörtüsünün siyasî simge olup olmadığı tartışması yer alıyor.

Orta (vasat) yol

Türkiye'nin son yüz yılında çatışagelen "dini siyasete âlet edenler" ile "siyaseti dinsizliğe âlet edenler"in dışında kalan, kendine has bir fikir ve yaklaşım tarzına sahip olan ayrıca bir "üçüncü yo"l var ki, bunu da mutlak sûrette nazara vermek gerekiyor.

Bu "hadd-i vasat" olan üçüncü yolun çığırını açan, şüphesiz ki Üstad Bediüzzaman ve onun talebeleridir... Kısaca değinmek gerekiyorsa, şunlar söylenebilir:

* 31 Mart Vak'asında yaşanan o kanlı boğuşmanın dışında ve uzağında duruldu. İdam sehpasının önüne kadar uygulanan zalimane tahakküme rağmen, Hürriyet ve Meşrûtiyet'ten yüz çevrilmedi, bilâkis bunların müdafaasına devam edildi. Dinin kudsiyetine "maal-iftihar" sahip çıkıldı; ancak "ihtilâlcilerin isteyişi gibi" değil...

* 1925'teki Şeyh Said Ayaklanmasına da iştirak edilmedi. Kardeş kanının dökülmesine asla rıza getirilmedi. Dahilde kuvvet kullanılması fikri temelden reddedildi. Kur'ân ilmiyle dinî irşad hizmetine devam edildi.

* Menemen ve Ticanîler hadisesiyle bir irtibat kurmak, hatta benzer hadiseleri vücuda getirmek isteyenlerin gayretleri de boşa çıkartıldı.

* Bediüzzaman ve Nur Talebeleri, 1950'den evvel olduğu gibi, sonrasında da "siyasal İslâm"ı çağrıştıracak herhangi bir hareketin içinde bulunmadı. Onca plan ve düzenbazlıklara rağmen, yine de "hadd-i vasat" çizgilerini ve "siyasetteki muktesit meslek"lerini muhafaza ettiler.

Bu çizginin dışına çıkan ve bu mesleğin haricinde iş tutanlar ise, hemen her defasında yanıldılar, dahası sayısız mâsumun hakkına girip onlara büyük zararlar verdiler.

Evet, maalesef bazan bir tek hatalı söz ile, muhakemesiz bir tek cümle ile, 20-30 yıllık birikimi tekmelemiş oldular.

Mukaddes dinî değerler siyasete bulaştırıldığı için, "kavi bir ekseriyetle dine aleyhtarlık meyli"ni uyandırdılar; böylelikle, uyanan fitne odakları güçlerini birleştirip harekete geçtiler ve neredeyse 40-50 yılda ancak elde edilebilmiş olan hakları yerlebir etmeye başladılar.

Muvakkat "Millî Görüş" iktidarından evvelki ve sonraki genel tabloya bakın, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.

Hâsılı, yüz yıl evvel olduğu gibi, metodik olarak bugün de meydanda üç ayrı görüş, üç ayrı yol var: İfrat, tefrit, vasat.

Vasatta gidenler "âkil sıddıklar" olup, muhakemeyi elden bırakmazlar. Tedbir ve ihtiyat içinde hareket ederler. Gürültü yapmaz, yaygara koparmaz, sabır ve akl-ı selim silâhına sarılırlar. Dar dairede "sırran tenevveret" düstûruna uyar, geniş siyaset dairesinde ise, "Ahrar-Demokrat" misyonuna sadâkatle bağlı kalırlar.

Bu dairede sebat etmekten ve istikamette yürümekten şimdiye kadar zarar gören olmadığı gibi, bundan pişmanlık duyana da rastlamış değiliz.

Tartışma

Simge değildir ve olamaz

Başörtüsü "siyasî simge" değildir ve olamaz. Olması da imkân ve ihtimal haricidir.

Zira, simge ve semboller, bir toplumun sadece bir kesimini değil, tamamını ilgilendirir. Sembollerde genç-ihtiyar, kadın-erkek ayrımı söz konusu dahi olamaz.

Meselâ: Müslümanların hilâli, Hıristiyanların haçı ve Yahudilerin yıldızı gibi...

Kezâ, spor kulüplerinin renkleri ve özel işaretleri gibi.

Öte yandan, başörtüsünü sırf "siyasî sembol" maksadıyla kullandığını söyleyen bir vatandaşa bugüne kadar rastlanabilmiş değil. Yok böyle birşey. Olamaz da.

Ama, maalesef olmayan bir şey, Türkiye'de sanki varmış gibi lâflar üretildi, tartışmalar yapıldı, yapılıyor. Çok hazin ve düşündürücü bir durum...

Olmayan bir şey için, hele bu zamanda "Farz edelim ki var" denilmez. Denilmemeliydi.

Derseniz şayet, fırsatçılar bunu anında malzeme yapar, ağızlarda sakız gibi çiğnemeye başlarlar.

Sonra da, muhalif partilerden, barolardan, yüksek yargı mensuplarından, medyadan, üniversite rektörlerinden ve daha başka dinamiklerden kuvvet toplayarak harekete geçerler.

Doğru dürüst iş yapmak maharet istediği gibi, muhalif bloku büyütmemek, ellerine koz vermemek ve onları birtakım tahriklerle birleştirmemek de maharet ister.

Zira onlar, hak yerine kuvvete istinad ettiklerinden, acımasız ve merhametsizdiler, dolayısıyla bile bile haksızlık yapmaktan çekinmezler.

O halde, Hz. İmam-ı Ali'nin (ks) tavsiyesine uyarak, son derece ihtiyatlı davranmak ve onların kuvvetlerini birleştirmeye sebebiyet verecek söz ve davranışlardan uzak durmak gerek.

23.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (22.01.2008) - Bağıra çağıra değil, "sırran tenevveret"

  (21.01.2008) - İhtilâlin insafsız giyotini

  (19.01.2008) - Çaprazlama saldırılar

  (18.01.2008) - Nur'a kara çalmak

  (17.01.2008) - Buz ve ateş arasında

  (16.01.2008) - Port Arthur'da Japon-Rus savaşı

  (15.01.2008) - Sarıkamış gerçeği

  (14.01.2008) - AB rehaveti

  (11.01.2008) - Suçlunun savunma refleksi

  (10.01.2008) - Şiddet ve muhalefet

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri