|
|
Mustafa ÖZCAN |
Pele ve kurumsal sadakat |
|
Her şey insan için bir öğretmendir. Yeter ki insan bir şeyler öğrenmeye azmetsin. Niyeti olsun. Yapılan hiçbir iyilik ve hiçbir gayret zayi olmayacaktır. Sözgelimi ilk insanın öğretmeni bir karga olmuştur. Kabil, kardeşi Habil’i öldürünce cesedi ile başbaşa kaldı. Ne yapacağını bilemedi. Şaşkınlık içinde dolaşırken bir kargayı gördü ve karga toprağı eşeleyerek başka bir kargayı defnediyordu. Bunun üzerine Kabil toprağa defin işlemini öğrendi. Bu açıdan da,’ hikmet müminin yitiğidir’ denmiştir.
Öğrenmenin en büyük engeli kibir ve hacalet yani müteşerri olana mütecaviz olan hicap duygusudur. Bundan dolayı kutlu Peygamber: “Utançları Ensar kadınlarına dinlerini öğrenmelerine engel olmadı” buyurmuştur. Muallim karga gibi sizler de kimbilir kaç defa hayvanların hikmetli tasarruflarını görmüşsünüzdür. Kedilerin kendi dışkılarını toprağa gömmeleri gibi. Dolayıyla önemli olan öğrenme yeteneğidir. Ve bu bağlamda kimseyi küçük görmemektir. Bundan dolayı ‘ hüzi’l hikmete min efvahi’l mecanin/ Delilerden, mecnunlardan hikmet öğren’ denilmiştir. Kimi yerde nefret de öğrenmenin engelleri arasındadır. Siz gerektiğinde hasım gördüğünüz kimselerden de bir şeyler öğrenmelisiniz. Zira hikmet kimsenin hukrunda ve tekelinde değildir. Aksi takdirde, nefretiniz hicabınız ve perdeniz olabilir.
Ahlak dahi böyledir. Ahmet er Rüfai veya benzerlerinden menkul hikmetamiz bir söz şöyledir: Ahlakı ahlaksızlardan öğrendim. Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına da yapma. Dolayısıyla ahlaksızda gördüğün menfur bir haslet senin rehberin olabilmeli. Bu seni nefrete sevkediyorsa öyleyse ondan ve yaptıklarından ibret almalısın. Başkalarının nefretine neden olamayacak fiiller işlemelisin.
Günümüzde eksikliğini çektiğimiz değerlerden birisi de yok olmak üzere olan kurumsal sadakattir. Aslında hayatımızın hiç bir boyutunda ve kısmında sadakat kalmadı. Ferdi, içtimai, ailevi, siyasi ve milli sadakatlar çürümeye terkedildiği gibi kurumsal sadakatler de kalmadı. Eskiden bir adam bir kuruma girdiğinde adeta onunla katolik nikahı kıyardı. Ya emekli olurdu ya da kurumdan ölüsü çıkardı. Şimdi ise ‘sepet koluna herkes kendi yoluna’ hesabı var. ‘Dost kalalım’ adı altında sadakati boğazlıyorlar. Sadaket aslında dostluk ve onun ötesinde dostluğu muhafaza etmek demektir. Birbirlerine ihanet edenler nasıl dostça kalabilirler. Sadaketlerini nasıl sürdürebilirler? İmkân var mı ?
***
Günümüzde nedretini çektiğimiz ve kaybettiğimiz hasletlerden birisi de kurumsal sadakattir. Keşke muhafaza edebilseydik. Kurumsal sadakatsizlik spor camiasında bile genel geçer bir kural haline geldi. Bunu en iyi bilenlerden ve dile getirenlerden birisi dünyanın gelmiş geçmiş efsanevi futbolcularından Pele. Bir Türkiye ziyareti sonrasında kulakta kalan hoş bir sada, bu yönde dile getirdiği tespitlerdi. Brezilyalı efsane futbolcu Pele, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayındaki Perakende Günleri kapsamında yapacağı “Sürdürülebilir Başarının Sırları” başlıklı konuşma öncesi bir basın toplantısı düzenledi. Türkiye’ye ilk kez gelmediğini, daha önce geldiğinde çok güzel ilişkileri olduğunu ve kendisinin çok iyi ağırlandığını ifade eden Pele, “Aynen geldiğimde gördüğüm konukseverlik gibi... Herkesten çok büyük bir sevgi görüyorum. O yüzden Türkiye’de olmak benim için çok büyük bir mutluluk” şeklinde konuşmuş.
Pele, “Endüstriyel futbol, futbolu öldürüyor mu? Korkunuz var mı” sorusu üzerine de, büyük bir değişim yaşandığını ifade ederek, şimdi oyuncuların televizyondan, sponsorluklardan destek aldığını ve çok daha ticari bir hal kazandıklarını söyledi. “Bugünkü oyuncular sadakatlerini kaybediyorlar. Çünkü basınla çok fazla ilişkileri var, çok fazla para söz konusu. Bizden bir miktar farklılar” diyen Pele, buna örnek verirken de, ‘Mesela, Fenerbahçe ile anlaşma imzalıyorlar. Fenerbahçe’ye gidiyorlar. ‘Fenerbahçe’yi çok seviyorum’ diyorlar. Ertesi gün Real Madrid’e gidiyorlar. ‘Takımımı çok seviyorum’ diyor. Bu gelecek için biraz endişe verici...” şeklinde konuşuyor.
***
Belki de Pele’yi Pele yapan babasının ahlaki tavsiyeleri. Babasının da profesyonel futbol oyuncusu olduğunu hatırlatan Pele, “Küçük çocuklarla oynayıp onlarla dalga geçerken, babam beni yanına çağırarak ‘Futbol, tanrının sana verdiği bir yetenek. Ama eğer okula gidersen, devam edersen, insanlara saygı gösterirsen mükemmel olursun. O zaman kimse seni durduramaz’ dedi. Ben de bütün ömrüm boyunca buna uymaya çalıştım. Ben de gençlere bunu aktarmaya çalıştım(*)” şeklinde insani ve ahlaki duruşunu özetliyor. Hayatın rehberi, sadakat ve tevazu... (*Anadolu Ajansı: 22 Kasım 2007 Perşembe)
03.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Şark Cephesinde Gümrü Zaferi |
|
Şark Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir öncülüğündeki Ankara Hükümeti ile Ermenistan'daki Taşnak Hükümeti arasında 3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalandı.
Bu antlaşmanın imzalanmasıyla birlikte, İstiklâl Harbinin Doğu Cephesindeki savaş bitti, sulh ve sükûn devresi başladı.
Ankara Hükümeti adına yapılan bu "ilk antlaşma", aynı zamanda hem askerî, hem de diplomasi yönnünden kazanılmış olan bir "ilk zafer"dir.
Önemli hususlar
Gümrü Antlaşmasıyla elde edilen başarının en önemli maddeleri şunlar:
1) Ermeni hükümeti, Ankara hükümetinin reddettiği Sevr Antlaşmasını reddetmeyi kabul etti.
2) Ermeni hükümeti, Anadolu'nun hiçbir vilâyetinde, Ermenilerin Müslümanlardan sayıca fazla olduğu iddiasından vazgeçtiğini deklare etti.
3) Kars sancağı ile Ermenilerin elinde bulunan Tuzluca kazasının Türkiye topraklarına dahil edilmesi resmiyet kazandı.
Ara notu: Gümrü Antlaşmasının imzalanmasından bir gün sonra, Ermenistan hükümeti değişti. Taşnak hükümeti tarihe karıştı, onun yerine Sovyet Kızıl Ordu denetimindeki Ermenistan hükümeti kuruldu.
Karabekir Paşa ve sahte kahramanlar
Gümrü Antlaşmasıyla birlikte, Ankara hükümetinin başlatmış olduğu İstiklâl Mücadelesi harikulâde bir şevk ve kuvvet kazandı.
Zira, henüz çok yeni olan bu hükümetin, böylesi bir başarıya imza atacağını Türkiye ve dünya kamuoyu pek ihtimal vermiyordu.
Fakat, takdir ve hayranlık hissi uyandıran bu hareketin başında, Karabekir Paşa gibi işin ehli olan bir kumandan bulunuyordu.
Bu büyük muzafferiyette onun ve silâh arkadaşlarının sarsılmaz inancı ve dirayeti vardı.
* * *
Ama, ne yazık ki, bu ilk zaferin muzaffer kumandanı olan Karabekir Paşa, ileriki yıllarda bir avuç yerli sahte kahraman tarafından harcandığı için, yeni nesiller tarafından yeterince tanınamaz bir hale getirilecek.
Onun, aslında Garp Cephesi Komutanı yapılması gerekiyordu. Zira, Şark Cephesini üstün bir başarıyla halletmiş ve Ankara'ya dönmüştü.
Büyük bir tecrübe ve birikim sahibi olmuştu.
O büyük tecrübeden istifade edilmesi için, şimdi sıra Yunan istilâsının yaşandığı Garp Cephesine gelmişti. Karabekir Paşa, cidden bu iş için biçilmiş kaftan gibiydi.
Ama hayır; onu pek âşina olduğu askerlik mesleğinde istihdam etmek ve dolayısıyla Batı Cephesine göndermek yerine, ne yazık ki Meclis'te oturan bir mebus yapıldı.
Bir süre sonra ise, önce üniforması çıkartıldı, askerlikle irtibatı kesildi. İş göremez, politika yapamaz bir sivil kimliğe döndürüldü.
Nitekim, 1925'ten sonra başına henüz geçmiş bulunduğu siyasî parti de kapatıldı. 1926'da ise, hiçbir ilgisi olmadığı halde, ismi mürettep İzmir Sûikastına karıştırıldı. Mahkemeye verildi, idamla yargılandı ve ipe gitmekten son anda kurtulabildi.
03.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Cemaat mensubu fertleri bağlayan prensipler |
|
Sosyoloji, cemaati; “müşahhas, müstakil harici vücudu olmayan, fertlerin toplamından hasıl olan bir şahs-ı manevî” şeklinde tanımlar. Yönetim ve işleyiş biçimi meşverete göre yapılanan cemaatlerde de şahsiyetçilik, keyfilik değil; prensip ve kaideler geçerli. İşleyişin düzenli, üretimin verimli, gelişmenin sağlıklı olması; fertlerin “Dahil oldukları cemiyetin/cemaatin nizamını ihlâl etmememelerine”1 bağlı.
Cemaati bir fabrikaya benzetirsek, fertlerin kimi makine, kimisi çark, bazıları da civata işlevi görür. Hizmet üretimi civata dahil, herkesin vazifesini ifa edip, gayret ve hamiyetiyle orantılı. Eğer, “Ben basit bir civatayım, ne önemim var!” deyip işini aksatırsa; üretim durur ve zamanla fabrika dağılır.
Aşağıda sıralayacağımız ve psiko-sosyolojinin de tasdik ettiği bu prensiplerle herkes kendisini test edebilir; hizmetteki konumunu ve üretimini belirleyebilir. Nur cemaatinde yer alan fertlerin uyması gereken ana kaideler şöyle maddeleştirilebilir:
- Yegâne gaye Allah rızası ve sırf iman hizmetini yapmaktır.
- Manevî ve modern ilimleri harmanlayarak İslâmiyetin esaslarını ispat eden; günümüzdeki Kur’ânî ve Sünnetî ölçüleri veren Risâle-i Nur’u okumak, özümsemek ve neşrine çalışmak.
- Önce nefsini muhatap almak ve terbiye etmek.2
- Aşk ve şevkle hizmet etmek. (Hizmet, “Dine meylettirmek ve iltizama (taraftar olup yapışmaya) teşvik etmek ve dini vazifelerini hatırlatmaktan”3 ibarettir.)
- İmandan sonra en fazla takva ve amel-i salihi esas tutmak. (Takva, menhiyattan ve günahlardan uzak kalmak ve amel-i salih emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.)4
- Vazife-i İlâhiyeye (Allah’ın işine) karışmamak. (Yani, hizmette çalışmak, ancak, sonuç almanın kendi vazifesi olmadığını bilmek.)
- Risâle-i Nur mesleğinin esası ihlâs sırrına dayanır. Dolayısıyla İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurmak.5 İhlâs, İktisat Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte’yi bir arada okumak.
- İman ve Kur’ân hizmetini maddî ve manevî hiçbir makama basamak yapmamak;6 ecri Allah’tan beklemek. Hatta, insanların teveccühünü istememek. Maddî beklentiler içine girmemek.7
- Hedef; dünyayı değil, ahireti kazanmaktır. Dünyaya bakmamak, bakıldığı vakit de asâyişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım etmek.
- Zarurî ihtiyaçları karşılamak için çabalamak; zarurî olmayan şeyler için mücedele vermemek.8
- Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak ve hayatının en önemli vazifesi onun neşir hizmeti bilmek.9
- Hakîki olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememek.
- Benlik, enaniyet, şan, şeref, gösteriş ve makam peşinde koşmamak;10 enaniyetini/banallığı yok etmek.
- Risâle-i Nur mesleğinin uhuvvet/kardeşlik olduğunu; peder ile evlat, şeyh ile mürid arasındaki vasıta olmadığını bilmek.11
- “Acz, fakr, şefkat ve tefekkürü” esas alarak hareket etmek.12
- İhlaâs-ı tammeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir.13
- Hakkı müdafaa için bile olsa, kuvvet kullanmanın zulme sebebiyet vereceğini hatırdan çıkarmamak.14
- Dahilde asla maddî güç kullanmamak. İkna için kimseyi zorlamamak.
Cihad-ı maneviyi (ilim, fikir, ibadet, ihlâs, zikir, tebliğ ve irşadı) esas almak. Yegâne kuvvet, İslâmın kesin aklî, mantıkî ve ilmî delilleridir.15
- Müsbet hareket etmek, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka cemaat ve kişilere düşmanlık etmemek veya onları eksik göstermeye çalışmamak.
Dipnotlar:
1-Muhakemat, s. 31.; 2-Sözler, s. 11.; 3-Sünûhat, s. 67.; 4-Kastamonu Lâhikası, s. 106.; 5-Kastamonu Lâhikası, s. 183.; 6-Emirdağ Lahikası-l, s. 73-74.; 7-Lem’alar, s. 144. 8-Emirdağ Lahikası, s.455.; 9-Mektubat, s. 329.; 10-Lem’alar, s.159-160.; 11-Lem’alar, s.156.; 12-Lem’alar, s. 96.; 13-Kastamonu Lâhikası, s. 187. 14-Lem’âlar, s. 165-166.; 15-Hutbe-i Şâmiye, s. 99.
03.12.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Polisin işsiz kaldığı bir ülke |
|
“Bugün kendi eşyamla yol arkadaşım olan eski bir Macar subayının eşyasını nakletmek için bir köylünün yol arabasını kiraladım. Sandıklar, port-mantolar, denkler, paltolar, kürkler, atkılar hep açıktaydı. Buralarda yatak hayal dahi edilemezken, gece üstüne uzanmak üzere biraz kuru ot satın almak isteyince son derece nazik bir Türk bana refakat teklifinde bulundu. Köylü de öküzlerini koşumdan çıkarıp bizi bütün eşyamızla beraber sokağın ortasında bıraktı. Ben onun uzaklaştığını görünce, ‘Burada birisi kalmalı!’ dedim.
Yanımdaki Türk hayretle sordu: “Niçin?”
“Eşyalarımızı beklemek için.”
Müslüman Türk şu cevabı verdi: “A! Ne lüzumu var. Eşyalarınız bir hafta gece gündüz burada kalsa bile dokunan olmaz.”
“Ben bu sözü kabul ettim ve döndüğümde her şeyi yerli yerinde buldum.”
Bu hatıra 19. yüzyılda Osmanlı ülkesine gelen bir İngiliz seyyahın Daily-News gazetesinde yayınlanan mektubundan bir bölüm. Seyyah mektubunda, “Bu olay bütün Londra kürsülerinden Hıristiyanlara ilân edilmelidir; içlerinden bazıları rüya gördüklerini zannedeceklerdir: Artık uykularından uyansınlar!” demeyi de ihmal etmez.
Bu satırlara 1855 yılında Paris’te yayınlanan La Truquie Actuelle isimli eserin 329-330. sayfalarında yazar A. Ubicini yer veriyor. İsmail Hami Danişmend de tercüme etmiş.1
A. Ubicini İngiliz seyyahın “Rüya göreceklerini sanacaklar” dediği hatıralarına yer verdiği bölümde şu cümleleri eklemeyi de unutmamış: “Bu muazzam payıtahtta [başşehirde] herkesce malûm namaz saatlerinde dükkânını açık bırakıp gittiği ve geceleri evlerin kapıları alelâde bir mandalla kapatıldığı halde, senede yalnız dört hırsızlık vak’ası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyanlardan meydana gelen Galata ve Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vak’aları duyulmayan gün geçmez.”
Şu satırlar da ünlü seyyah A. de la Motraye ait: “Hırsızlık İstanbul’da son derece nadirdir. Ben Türkiye’de takriben on dört sene kaldığım halde, bu müddet zarfında hiçbir hırsızın orada ceza gördüğünü işitmedim.”2
Hatıralarında Türklerin o kadar dürüstlük gösterdiklerini, hayran kalmaktan kendilerini alamadıklarını ifade eden III. Ahmed döneminde Türkiye’de bulunan Fransız general Comte de Bonneval, hırsızlığın Türklerde âdetâ meçhul olduğunu söyler.3
Ne dersiniz, dün böyleydik. Bugün ne hâle geldik? Nelerimizi kaybettik dersiniz?
Dipnotlar:
1. Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı, s. 20-21. 2. Ag.e.e., s. 14. 3. A.g.e., s. 16.
03.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Dünya sevgisinde imanî ölçüler |
|
Muharrem Bey: “Ehl-i dünya kimlerdir? Dünyada yaşayan mı? Dünyayı çok seven mi? Âhireti dünyaya feda eden mi? Dünya sevgisinde ölçü nedir?”
Ehl-i dünya, kelime olarak her ne kadar “dünyada yaşayan ve dünyayı çok seven” mânâlarını taşıyor olsa da, terim itibariyle “dünyayı her şeye tercih eden, mukaddesatı dünyaya feda eden, dünyayı âhirete tercih eden, sırf dünya için yaşayan, haram helâl demeden dünyanın her türlü lezzetlerini takip eden kimselere” ehl-i dünya denmektedir.
Cenâb-ı Hak dünyayı ve dünyadaki her şeyi güzel yarattığını, fakat bunların geçici olduğunu, aldanılmaması gerektiğini, asıl dönülecek ve varılacak yerin Allah’ın huzuru olduğunu bildiriyor. “Nefsanî arzulara, kadınlara, oğullara, hesapsız şekilde biriktirilip istif edilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, davarlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katıdır.”1
Bedîüzzaman Hazretlerine göre dünyanın üç yüzü vardır:
1- Dünyanın birinci yüzü, Cenâb-ı Hakkın isimlerine bakar. Allah’ın isimlerinin nakışlarını gösterir. Mânâ-yı harfiyle, yani ayna gibi başkasını gösteren vücudu ile Allah’ın isimlerinin aynası hükmündedir. Dünyanın bu yüzü Allah’ın hadsiz isimlerinin hadsiz mektupları mahiyetindedir; bu yüz gayet güzeldir. Nefrete değil; aşk derecesinde sevilmeye lâyıktır. Çünkü dünyanın bu yüzü sevildikçe, neticede Allah’ın isimleri sevilmiş olur.
2- Dünyanın ikinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennetin fidanlığıdır. Rahmetin çiçekliğidir. Dünyanın bu yüzü de, birinci yüzü gibi güzeldir. Çünkü bu yüzde ekilen her şey Allah’ın izniyle âhirette ebediyen meyve verecektir. Şu halde bu yüz de tahkire değil; muhabbete lâyıktır.
3- Dünyanın üçüncü yüzü, insanın heveslerine bakan, gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın oyuncağı hükmüne geçen yüzüdür. Dünyanın bu yüzü gayet çirkindir, gayet tehlikelidir. Çünkü fanidir. Çünkü yok olucudur. Çünkü elemlidir. Çünkü keder vericidir. Çünkü aldatıcıdır. İşte âyetlerin ve hadislerin dikkat çektiği ve sevgisine aldanmamak için uyardığı yüz, bu yüzdür. Sevilmemesi gereken, nefret edilmesi gereken, kendisinden Allah’a sığınılması gereken yüz, bu yüzdür.
Üstad Hazretlerine göre dünyayı tahkir edenler de dört sınıftır:
1- Ehl-i marifettir. Cenâb-ı Hakkı derinden bilmeye, Onu tanımaya, sevmeye, rızasını kazanmaya ve Ona ibadet etmeye set çektiği ve mâni olduğu için ehl-i marifet dünyayı sevmez.
2- Ehl-i âhirettir. Âhiret nimetlerine düşkün, gece gündüz âhiret için hazırlanan, ebedî hayat için çalışan kimseler dünyanın geçim derdi, çoluk çocuk derdi, aşı ve işi gibi bir takım zorunlu çalışmalarından rahatsız olurlar. Âhireti bilen ve âhirete hazırlanan, fakat dünyanın zarurî işlerinden dolayı âhiret amelinden geri kalan bu kimseler, Cennetin güzelliklerine nisbeten dünyayı çirkin görürler. Nitekim dünyanın bütün güzellikleri, Cennetin güzelliklerine oranla hiç hükmündedir.
3- Dünyayı sevmeyen üçüncü sınıf insan gurubu aslında ehl-i dünyadır. Bir kısım ehl-i dünya dünyayı aslında sevmez; çünkü eline geçiremez. Fakat bu sevmemek, dünyanın nefretinden değil; dünyanın sevgisinden ileri geliyor ve makbul değildir.
4- Dünyayı sevmeyen dördüncü sınıf insan da aslında yine ehl-i dünyadır. Bu kısım ehl-i dünya ise, dünyayı eline geçiriyor, yatıyla, katıyla, parasıyla, puluyla dünyayı ayaklarına serilmiş buluyor, dünyayı dolu dolu yaşıyor. Fakat ne çare; dünya durmuyor, gidiyor. Onu da beraber götürüyor. O da bunu hissediyor ve kızıyor. Sırf teselli bulmak için dünyadan nefret ettiğini söylüyor. “Pistir!” diyor. Oysa bu hakaret de dünya sevgisinden ileri geliyor.
Makbul tahkir, ilk iki sınıf olan ehl-i marifet ve ehl-i âhiretin tahkiridir.2
Dünyayı âhiretin bir tarlası ve Cenâb-ı Hakkın isimlerinin aynası ve geçici bir misafirhanesi olarak sevmenin, nefs-i emmâre karışmamak şartıyla Cenâb-ı Hakka ait bir sevgi olduğunu bildiren Bedîüzzaman Hazretleri, bunun için dünyayı ve dünyadaki varlıkları mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle sevmemiz gerektiğini kaydeder. Yani Bedîüzzaman’a göre dünya, “Ne güzeldir!” diye değil; “Ne güzel yapılmış ve yaratılmıştır!” diye sevilmelidir, kalbimizin içine Allah’tan başka sevgilerin ve muhabbetlerin girmesine izin verilmemelidir, çünkü kalbin içi Allah’a mahsustur. Dünyada böylesine Allah sevgisini kazanmak ve muhafaza etmek için Allah’a duâ etmeli ve “Allah’ım! Bize Kendi sevgini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip et!” demeliyiz.3
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, dünyayı âhiretin tarlası ve Allah’ın isimlerinin aynası hükmünde görerek sevmenin âhiretteki neticesinin, dünya kadar, fakat fânî dünya gibi fânî olmayan bâkî bir Cennet olduğunu beyan eder.4
Cenâb-ı Hak bizi, dünyayı âhiretin tarlası ve Allah’ın isimlerinin aynası görerek sevenlerden eylesin ve fânî dünyanın fitnelerinden korusun. Âmin.
Dipnotlar:
1. Sözler, s. 571, 572
2. Sözler, s. 584
3. Sözler, s. 592
03.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Ölüm bizden ne ister? |
|
Hayatın her anında karşılaştığımız ve zaman zaman vurucu ifadelerle ortaya konan bir hakikat olan ölüm hep yakınımızda. Depremler, tsunamiler, seller, salgın hastalıklar, trafik kazaları ve uçak düşmeleri aslında her an hayatın içinde var olan ancak çok net görülmediği için unutulan bir hakikati daha vurgulu şekilde önümüze koyuyor.
Bu tip olaylar karşısında toplum genelinde ölüm vurgusu daha belirgin hale geliyor ve herkes şuur altında kendi ölümü ile ilgili irtibatlar kuruyor. Maddî alanın ve olayların acımasız olabileceği düşünülüyor. Varlık çarkları karşısında ezildiğini düşünen insan olaylarla bir irtibat noktası arıyor. Olay yakınları ya da olaya maruz kalıp uhrevî âlemlere göç edenler kadar herkesi ve her insanın hayatını ilgilendirir hale geliyor. İnsanlar bu telâş ile olaylarla sağlam bir irtibat noktası kurmaya çalışıyorlar. Hava yolları şirketini, olayla ilgili ihmali olanları suçluyorlar ve bu olayın tekrarlamaması arayışı içinde ölümsüz bir hayat arayışı var. Herkes dünyanın daha güvenli bir mekân olmasını ve kazaların en az olmasını arzu ediyor. Bunun için geliştirilen teknik imkânlar ve sıfır hata arayışı varlıkla insanın yatay bağlantıları açısından ve yeryüzünde fıtrî şeriat kurallarına uymak arayışı açısından çok güzel. Ancak bütün bunları yürütürken bu kuralları yürüttüğümüz ve uçakları üzerinde uçurduğumuz dünyanın sonsuz bir uzay boşluğunda sür’atle hareket eden küçücük bir nokta olduğunu ve bu küçücük noktanın dahi çok az bir noktasına hükmedebildiğimizi unutmamamız gerekiyor.
Bu durumda acziyetimizi kabul etmekten, hem dünyaya hem sonsuz uzay boşluğuna hem de daha görmediğimiz gayb âlemlerine hükmü geçen Sonsuz Kudret Sahibi bir Zat’a dayanmaktan ve esas emniyeti O’nun ile hissetmekten ve alınan tedbirleri O’ndan talep etmenin fiillerle ortaya konan şekli yani fiilî duâ olarak kabul etmekten başka çare yok.
Ölüm aslında hayatın çok net bir hakikati. Her gün vefat eden yüzbinlerce insan bu hakikatin güneşin doğması kadar net bir şekilde içinde olduğunu vazgeçilmez olduğunu ortaya koyuyor. Teknoloji, tıp ve bilimler ne kadar gelişirse gelişsin ölümün tamamen ortadan kalktığı bir dünya hiç olmayacak. Belki geçici bir hayat rengi türünden çareler olabilir. O halde asıl arayışı içinde girilmesi gereken durum ölümsüz bir dünya değil, hayat ve ölüm bağlantısı ve ölümün hayattan ne istediğini anlamak olmalı. Geçen zaman ortaya koydu ki ölüm hayattan fazlasını istiyor. Yani bu kadar hayatla iç içe olan ölümün verdiği mesaj sadece biyolojik bir işleyişin sonlanması değil, farklı bir aleme ve Aşkın Olan’a ve Sonsuz Kudret Sahibi’ne nazarları yöneltmek olmalı. Yani şu an nazarlar sadece uçağın nasıl düştüğü ve kimlerin bu işte hatası olduğuna değil, aynı zamanda bu hadiseyi bizlere yaşatan İlâhî iradenin muradının ne olduğunu ve bu olayla bize hangi mesajı vermek istediğini anlamaya da yönelmeli.
Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü hep hatırlamamız gerekiyor. Bu hayatın en net gerçeğini unutmak çözüm değil. Mezarlık girişine ‘Bütün nefisler ölümü tadacaktır’ mealindeki İlâhî ikazın yazılmasına itiraz edebilirsiniz, ancak kâinat kitabında çok vurgulu şekilde yazılan uçak kazaları, depremler gibi kevni âyetlerin yazılmasını ve gazete, televizyon ve radyolarda bunun dile getirilmesini engelleyemezsiniz. Bu gerçekten kaçamazsınız. O halde anlamak ve hayat içinde neyi ifade ettiğini çözmek gerekiyor. Bununda en kısa yolu vahye kulak vermek ve O’nun hayatımızdaki en açık yansımaları olan Kur’ân ve Hazret-i Muhammed’i (a.s.m.) dinlemek.
En son ölüm hakikatine imza atan ve ülkemiz topraklarında Ya Baki Entel Baki nidasını bir uçağın düşüş şiddetinde dile getiren 57 vatandaşımıza Rahman’ür Rahim olan Kâinat Sultanı’ndan rahmet niyaz ediyorum. İnşallah ölüm şekillerinin dehşeti şehadetlerinin vesilesi olur ve inşallah o düşüş anında buna şahit olmuşlar ve bir gün hepimizi bekleyen hayatın son noktasını Kelime-i Şahadet ve şahitlik duygularının zirveye ulaştığı bir idrak ile koymuşlardır.
03.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Fitne asrının kurtarıcı ilâcı |
|
Bazı gerçekleri tekrar tekrar hatırlamak gerektir. Bu tekrar ihtiyacının ne kadar önemli olduğunu bizlere Rabbimiz göstermektedir. Zira biliyoruz ki, Kur’ân-ı Kerim’de bir çok konu tekrar edilmekte, aynı âyetler aynı sûrelerde veya değişik sûrelerde yer almaktadır. İnsanlar her an gaflete düşmeye meyyal olduğu için emirler tekrar edilmiştir. İnsanoğlu nisyan ile malûl olduğundan ibret alınacak kıssalar sık sık hatırlatılmıştır.
Bir kere hatırlatılıp da geçilmiş olsaydı insanlar emrin veya nehyin mahiyetini anlamakta zorluk çekebilirlerdi. İnsanlar hadisenin ehemmiyetini idrak etmeyebilirlerdi. Bu sebepledir ki, defalarca “ey insanlar”, “ey iman edenler” denilmiştir. İnsanlara iman etmenin gerekliliği, Kâinat Sultanının Rububiyeti hatırlatılmış, iman edenlerin yapması gereken ibadetler defalarca zikredilmiştir.
Meselâ, imandan sonraki en büyük hakikatın namaz ibadeti olduğu, Kur’ân’daki tekraren zikredilen ifadelerden anlaşılmakta değil midir? İnananlara “Namaz kılınız” denilmiş, namazın insan hayatı üzerindeki tesiri dile getirilmiştir defalarca. “Muhakkak ki namaz, insanları fuhşiyattan, inkârcılıktan, bağîlikten men eder” denilerek insan gibi yaşamanın ancak namazla mümkün olabileceği hakikatı bizlere hatırlatılmıştır.
Namazın olduğu yerde günahlar asgarîye inecek, günahların olduğu yerde bu ibadet gönüllerdeki yerini bulamayacak. Kısacası namaz ile günahların bir arada olması mümkün olmayacak, namaz olursa aydınlık, günahlar ağır basarsa karanlık hâkim olacaktır insan dünyasında...
Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın tercümanı ve müfessiri Sultanü’l-Enbiya (asm), “Namaz dinin direğidir” diyerek, namazsız bir İslâm inancının ayakta duramayacağını, yıkılmaya mahkûm olacağını hatırlatmak istemiştir bizlere. Daha nice âyet ve hadisler bizlere namaz ibadetinin önemini hatırlatmaktadır. Efendimiz (asm) ayakları şişinceye kadar namaz kılmakla, bizlere yaşayarak ne güzel bir şekilde yol göstermiştir... Adeta “Ben ayaklarım şişinceye kadar Rabbime ibadet ediyorum, sizlerden de mutlaka günde beş vakit namaz kılmanızı bekliyorum” diye bizlere ders vermektedir.
Her ibadetin kazaya bilerek bırakılmasına müsamaha ile bakılırken, namaz ibadetinin ise en zor şartlar altında bile olsa mutlaka vaktinde kılınması gereği, bu ibadete ne kadar ehemmiyet verildiğini göstermektedir. Bunu inanmış bir insan nasıl görmez? Bunu aklı başında olan bir Müslüman nasıl idrak etmez, doğrusu anlamak mümkün değildir.
Asrımızın benzeri olmayan İslâm âlimi Bediüzzaman da Risâle-i Nur adlı eserlerinde en güzel bir şekilde namazın üzerinde ehemmiyetle durmuş ve “Kâinatta en büyük hakikat imandır, imandan sonra namazdır” diye namazsızlığı yaygınlaştırmak isteyen fasıkların yüzlerine haykırmıştır. Asrımızın bu büyük mücahidi, kendi hayatında ve yaşantısında da bu namaz ibadetini büyük bir huşu ile yerine getirmiştir.
Küfrün yanı sıra fısk ve sefahatın oldukça yaygın olduğu asrımızda neden namaz ibadetine bu kadar ehemmiyet verildiğini anlamamız daha kolay olacaktır. Namaz günde beş vakit Rabb-i Rahîmi hatırlamak, Onun huzurunda el pençe durmak, Ona olan biatı yenilemek mânâsına gelmektedir ki, şeytanların kuvvet bulduğu bu asırda her Mü’minin buna çok ihtiyacı bulunmaktadır. Zira iman etmiş olanlar her zamankinden fazla günah sağanağına maruz bulunmaktadırlar. Bu sağanaktan kurtulmanın en tesirli yolu namazla kulluğun şahikasına çıkmaktır şüphesiz.
Bu zamanda namazsız olmak, namaz kılmamak, namazı ehemmiyetsiz görmek ateşe atılmak, şeytanların günah oklarının önündeki manileri ortadan kaldırmak demektir. Sûreten kılınan bir namaz yerine, bizlere “Rabbimizi görüyormuşuz gibi” kılacağımız bir namaz lâzımdır, bu kop koyu fitne asrında. Fitnenin korkunçluğunu ortadan kaldıracak, palazlanan şeytanlarla baş edecek sağlam ve tahkikî bir imana ve bu imanla kılınacak namazlara ihtiyacımız bulunmaktadır. Dünyanın fani değerleri bize bu gerçeği unutturmamalı...
03.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Başbakan’ın yeni “Alevî açılımı” |
|
Geçen haftanın önemli gündemlerinden biri, Başbakan Erdoğan’ın partisinin “Alevî kökenli milletvekilleri”yle yaptığı görüşmeler soncu ortaya çıkan çarpıcı beyânlardı... AKP milletvekili Reha Çamuroğlu’nun koordinesiyle seçimden önce de Alevî dedesi Binali Doğan’la “sürpriz ve samîmî bir sohbet” yapan Erdoğan’ın, son “Alevi açılımı”nda, cemevlerinin masraflarının ve dedelere maaş bağlanmasını söz verdiği medyada yer aldı.
“AKP artık Millî Görüşçü değil” diyen Çamuroğlu, Başbakan’a projelerini anlattığını, Erdoğan’ın, Alevilerin mâtem ayı Muharremde Alevî sivil toplum kuruluşlarıyla Bilkent Otelde vereceği “iftar”da bir araya gelip görüş alışverişinde bulunacağını duyurdu.
Ancak Çamuroğlu, daha ileri bir iddiada da bulundu. Alevilerin “cemevleri ibâdethânedir” iddiasını Başbakan’ın da paylaştığını söyledi. Erdoğan’ın cemevlerinin ibâdethâne olarak kabul edileceği, dedeler ve zâkirlerin devlet kadrosuna alınarak maaş bağlanacağı ileri sürüldü
Oysa daha önce Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın, “Müslümanlık üst kimliktir. Cami ve mescit haricindeki yerler Müslümanlar için ibâdethâne kabul edilemez” tespitinde bulunmuştu. Başbakan’ın yeni “Alevî açılımı”nın medyada “Alevilere dinî özgürlük” olarak duyurulması, bir çok yönüyle ciddî handikapı ele veriyor. Ve Dışişleri Bakanı Babacan’ın, sözünü ettiği “şaşırtacak reformlar”ın yanısıra “Ankara’nın Kuzey Irak’ta bir kukla devleti kabul karşılığı, terör örgütünün tasfiyesi” gibi, ilgisiz yanlış mukayeselerle AB zemininde “Alevilere özgürlük” türü çarpıtmaların olacağı intibâını verdiriyor...
* * *
Bir kere Bakan Aydın’ın da belirttiği gibi, İslâm dininde bu anlamda bütün Müslümanların “ibâdethânesi” camidir. Elbetteki İslâmda “ibâdet” denince ilk akla gelen namazın temiz ve fıkhen uygun olan her yerde kılınmasıdır. Lâkin “ibâdethâne” mânâsında Asr-ı Saadetten bu yana, İslâm şemsiyesi altındaki itikadî ve amelî mezheplerin, tarikatların, grup ve cemaatlerin bilinen ve belirlenen ortak mekânları camiler ve mescitlerdir.
Bütün Müslümanların ibâdet yeri birdir; ve İslâm dini içindeki mezheplere, tarikatlara, gruplara, cemaatlere, anlayışlara göre “ibâdethâneler”in taksimi olmaz, olamaz. Camilerin dışında “cemevi” ve benzerî ayırımlarla ayrışmalara gidilemez. Hiçbir mezhebî farklılığın ve politik tercihlerin buna hakkı yoktur ve haddi de değildir. Çünkü camilerin nasıl olacağı ve ibâdetten asıl kasıt olan namazın nasıl kılınacağı, duaların nasıl okunacağı Kur’ân ve Sünnetle sabittir. Âyetlerle ve peygamberimizin kavlî (bizzat buyurmaları) ve fiilî (rehber yaşayışıyla ortaya koyduğu uygulamalarla) ortadadır.
Bu bakımdan, tamamen bir kültür kuruluşu olan ve salt Müslümanların Alevî kısmına hitap eden ritüellerin icra edildiği cemevleri benzerî belli bir gruba açık yerler, şartları uysa da, resim, fotoğraf, çalgı ve müzik âletlerinden arındırılsa da, cami ve mescid olarak kabul edilemez. Zira cami ve mescidin en başta gelen vasfı ve şartı, hiçbir ırka, mezhebe, tarikata ve anlayışa hasredilmeden, bütününü kapsayan bir şekilde bütün Müslümanlara açık olmasıdır. İçinde Kitap ve Sünnete göre ibâdet edilmesidir, namaz kılınmasıdır...
Elbetteki hükûmet, bir sivil toplum kuruluşu olarak cemevlerine yardım edebilir. Müslümanlıktan ayrı olmayan Alevî vatandaşların kurdukları dernek ve vakıflara malî destek verebilir. Bu bir takdirdir. Bu durum sâdece diğer derneklere karşı bir “ayrıcalık” tartışmasını getirir.
Ne var ki “cemevleri”nin camilere alternatif olarak “Alevilerin ibâdet yeri” görülmesi, bir çok problem ve istismara kapı açacaktır. Alevîliği Müslümanlıktan ayrı gibi gösteren ifsadlara bahane olur. Müslüman olarak bu ülkenin asıl unsurları arasında yer alan Alevileri “azınlık” durumuna düşür. Ki bundan en başta Alevîler zarar görür...
* * *
Kısacası, bin dörtyüz senedir süregelen birliği “ibâdethâne”lerle ayırmak, caminin topyekûn Müslümanları toplayan mânâsını bölüp parçalamaktır. Müslümanlar arasında, temel dinî ve imanî esasların dışında sâdece bazı hususlara dair içtihad farkını öne çıkarıp “ikilik” meydana getirmek, daha baştan fitneye zemin hazırlamaktır. Bu vaziyet, yalnız Sünnîlerin değil, Alevîlerin başına da bâdireler açar; Türkiye’yi içte ve dışta başını derde sokar.
Hükûmet, AB müzâkere sürecinde, Alevîliğin Müslümanlığın kendisi olduğunu, Alevîlerin zaten Müslüman olduklarını ve Müslümanların ayrılmaz bir parçası olarak birlikte yaşadıklarını açıkça izâh etmeli. İslâmdaki itikadî ve amelî mezheplerin temel imanî ve İslâmî esaslarda hiçbir ihtilâflarının bulunmadığını, sözkonusu farklılıkların mevziî bazı amelî meselelerde olduğunu açıkça anlatmalı...
Aksi halde, kolaycılığa kaçıp cemevlerinin bir tür “Alevilerin camisi ve ibâdet yeri” olarak tescili, daha baştan vatandaşların arasına tefrika tohumlarını atar. Ve bundan hiç kimsenin faydası olamaz. Başbakan, Alevî vatandaşlara jest yapacaksa, başka dinî mahzuru olmayan zararsız jestler yapmalı. Yoksa, on dört asırdır kimsenin yapamadığını yapma cür’etinde bulunmanın vebâli büyüktür...
Mevzunun dinî, tarihî ve sosyolojik veçhesiyle ve Bediüzzaman’ın tefsir ve tespitleriyle devam edeceğiz...
03.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Kippa ve başörtüsü |
|
Bir yandan “Filistin sorununa çözüm” için Annapolis’de yapılan ve kimilerine göre oyalama ve Arap ülkelerini “yumuşatma” olarak kabul edilen, kimilerine göre de “barış için bir ümit” olarak değerlendiren toplantının sonuçları tartışılıyor.
Diğer yandan da Adana’nın Kozan ilçesinde Öğretmenler Günü’nde kompozisyon yarışmasında birinci olan imam hatip öğrencisi Tevhide Kütük’ün “başörtülü olduğu” gerekçesiyle ödül verilmeyip kürsüden indirilmesi olayı tartışılıyor. (Bu olayla ilgili yazacak çok şey var. Ancak şimdilik diğer yazarlarımızın yazdıkları ile iktifa edelim.)
Bu iki olay bize Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas ve İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres’in Türkiye ziyaretlerindeki temaslarında gelişen bazı olayları hatırlattı. Gündem yoğunluğu ve o an için yazmadığımız bazı notları bu vesile ile hatırlatmak istiyorum.
* * *
ABD’de yapılan Annapolis zirvesi öncesi “Ankara Forum”una katılmak üzere Türkiye’ye gelen Filistin ve İsrail Devlet Başkanlarının Meclis’teki “tarihî konuşmaları” beklendiği gibi yankı bulmamış, onları dinleyen milletvekilleri bile sadece girerken ve çıkarken alkışlarken, fazla ilgi göstermemişlerdi. Bu konuşmaların tek önemli tarafı iki liderin dünyaya beraber fotoğraf vermesi olmuştu.
Ama iki lidere gösterilmeyen ilgi, Türk foto muhabirleri tarafından İsrail’i bir gazeteciye gösterilmişti. (İsrailli gazeteciyi (!) gazetecilik faaliyeti yaparken görmedik; ama basın locasında olduğu için “gazeteci” olduğunu tahmin ettik.)
Gazetecinin Yahudiliğin simgesi olan ‘kippa’ takması bazı Türk gazeteciler tarafından bulunmaz bir “malzeme” olarak değerlendirilmiş olacak ki, arkadan, önden, yandan fotoğraf çekmişler. Diğer yandan da çektikleri fotoğrafları ona gösterme gayreti içerisine girmişlerdi.
Foto muhabirlerini izlerken merak etmiştim; acaba başörtülü bir gazeteci genel kurul salonuna girseydi ve bu görüşmeleri izleseydi ona da böyle yardım ederler miydi? Yoksa “bunun burada ne iş var” deyip çıkarılması için harekete mi geçerlerdi? Eminim çıkarılması için harekete geçerlerdi. Çünkü, geçmişte başörtülü bir gazeteci bırakın genel kurula girmeyi, Meclis’te sadece basın toplantısı takip etti diye bazı “işgüzar” gazeteciler Meclis’ten çıkarılması için polis çağırmışlardı. Görevlilere “niye bunu içeri aldınız” diyerek tepki göstermişlerdi. Bir dolu hakaret ve küçümseyen sözlerle…
Yani, İsrailli gazeteciye(!) gösterilen hoşgörü o tarihte Türk gazeteciye gösterilmemişti. Sırf başörtülü olduğu için…
Gerçi “malûm basın”ın durumu ortada. Son günlerdeki 14-15 yaşında bir kız çocuğunun ruhsal durumunu göz önüne almadan haber yapan, bir mankenin özel yaşantısına gösterilen ilgi kadar yer vermeyen, bunu insan hakları açısından değerlendiremeyen basından beklemek ne kadar doğrudur o da tartışılır. Bu hadiselere bakış açılarına bakıldığında basının halini anlamakta mümkün…
* * *
Bu vesileyle hatırladığımız ikinci not ise şu oldu.
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Gül, Abbas ve Peres’in onuruna verdiği, gazete ve televizyonların temsilcilerinin katıldığı yemekli toplantı hayli yoğun geçmişti.
Gazeteciler salona isimleri kontrol edilerek girebilirken, oturacakları masalar da belirlenmişti. Bizim oturduğumuz “17 numaralı” masada da bazı gazetelerin temsilcileri ile İsrail’de inşaat işleri yapan ve “Tel Aviv’deki gökdelenlerin büyük kısmını biz yaptık” diyen genç işadamı Ahmet Yılmaz vardı. Yılmaz’ın bir özelliği de 2005 yılında 400 işadamı arasında İsrail’de yılın işadamı seçilmesiydi. Yılmaz 399 Yahudi arasından bir Müslüman işadamı olarak o ödülü almanın gururunu yaşıyordu. O yemekte konuştuğumuz ve İsraillileri yakından tanıyan birçok işadamı bu girişimden hiç ümitli olmadıklarını belirtmişlerdi. Onlarda yakından biliyorlardı ki, İsraillilere hiç güven olmazdı.
Masamızda ayrıca hem Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, hem de Şimon Peres’in doktorları vardı. Tabi doktor olunca cumhurbaşkanlarının sağlıkları aklımıza geldi. Gül’ün doktoru cumhurbaşkanının sağlığının çok iyi olduğunu söyledi. Peres’in doktoru ise, “Sayın Perez’in sağlığı iyi, ama eşinin sağlığı çok iyi değil” diye cevap vermişti. Ancak Peres’in Meclis Genel Kuruluna girerken belki de ilerlemiş yaşına bağlı olarak sendelemesinden görüldü ki, İsrail Cumhurbaşkanı ve şu anda “bitkisel hayatta” olan “katil” lâkaplı Ariel Şaron gibi pek sağlığı yerinde değil…
Yani, yarın emr-i hak vâki olduğunda, bu yapılan anlaşmalar, görüşmeler rafa kalkar mı? Elbette kalkar. Şaron döneminde Filistinlilere karşı yapılan zulümler, Lübnan’daki vahşet halen hafızalarımızda… Hem de ABD’de “barış görüşmeleri” devam ederken İsraillilerin saldırıları devam ediyordu.
İki olayı üst üste koyunca bu notları hatırladık ve aktaralım istedik.
03.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘YAŞ’a imza tutar mı? |
|
Türkiye’nin yaşadığı sıkıntılardan biri de, ‘idare’nin aldığı bazı kararların ‘yargı denetimi dışında’ olması ve ‘ayrıcalığın’ bütün itirazlara rağmen devam ediyor olmasıdır.
‘Yargı denetimi dışında’ olan kararlardan biri de Yüksek Askerî Şûrânın aldığı kararlardır. Bu kararların tartışılmasının birinci sebebi kararların ‘yargı denetimi dışında’ olmasıysa, ikinci sebebi de; kararlar sonucu ihraç edilenlerin ‘’irtica’ ile suçlanıyor olmasıdır. Bilhassa; geçtiğimiz yıllarda yaşanan ihraçlarda onlarca kişi bu suçlama ile itham edildi ve neticede çalıştıkları kurumlardan ihraç edildiler.
YAŞ kararları sonrası ihraç edilenler, bu uygulamaya itiraz ederken söyledikleri şu: “Biz görev yaparken başarılarımızdan dolayı ödül almış kişileriz. O halde, bizim böyle ispatlanamayan ‘irtica’ ithamıyla ihraç edilmemiz haksızlıktır. ‘Suç’umuz varsa, kanun önünde yargılanalım!”
Ne var ki, bu yöndeki itirazlara kulak verilmiyor ve ‘irtica’ suçlamasıyla kişiler çalıştığı kurumlardan ihraç ediliyor. Bu yılki YAŞ toplantısından da beklendiği üzere ihraç kararları çıktı. Açıklamalara göre, 7 kişi ‘irtica suçu’ndan dolayı ihraç edilirken 31 kişi de ‘başka suçlar’ sebebiyle ihraç edilmiş. Geçmiş yıllara bakıldığında ‘irtica’ suçlamasıyla ihraç edilenlerin sayısında düşüş olduğu görülüyor. Bu durum, “atıla atıla ‘mürteci’ kalmadığını” mı gösterir, yoksa yaklaşımın değiştiğini mi? Kanaatimizce, ‘irtica ile suçlanacak kişilerin kalmadığı’na delil sayılabilir.
“İrtica suçu”nun tarifinin yapılamadığı gibi tartışmalar bir yana, asıl itiraz edilen nokta; ‘idare’nin bu konudaki kararlarının yargı denetimi dışında bırakılmış olmasına. Türkiye’yi ‘idare’ edenler, hazırlanacak yeni anayasada bu yanlışların sona ereceğini vaad ediyorlar. Belki niyetleri öyledir. Ancak, mevcut yanlışların ‘yeni bir anayasa’ sonrasına ertelenmesine bile tahammülü kalmamıştır.
Geçmiş YAŞ toplantılarında ihraç kararlarına ‘bakan’ olarak ‘şerh’ koyan Abdullah Gül’ün, benzer kararlara bu defa ‘Cumhurbaşkanı’ olarak ‘imza’ koyması da kaderin bir cilvesi olsa gerek. Geçen yıl ‘yanlış’ olan bir uygulama, acaba bu yıl ‘doğru’ mu oldu? Unutulmamalıdır ki bu ‘imza’lar, vicdanlarda yaralara sebep oluyor...
Tabiî ki başka ‘cilve’lere de şahit oluyoruz. Geçmiş yıllardaki ihraçlar, kamuoyunda daha fazla itirazlara maruz kalırken; son ihraçlar fazla gündeme gelemedi. Bunda, yaşanan ‘acil gündem’lerin de belki bir etkisi olmuştur; ama ‘imza atanlar’ın yaptıkları ‘yanlış’larda da ‘hikmet’ arayan yaklaşımın tesirini de unutmamak lâzım.
Kim olursa olsun ve ne yaparsa yapsın; hak ve hukuka aykırı olan iş ve işlemlere itiraz edilmelidir. Çünkü haksızlık karşısında susmak, itibar edilmesi gereken bir tavır değildir. Aksine, haksızlık karşısında susmamak gerektiği herkesin malûmu.
Hakkın küçüğüne-büyüğüne bakılmaksızın; ‘adalet’i savunmak durumundayız. Bunun gerçekleşmesi için de ‘yeni anayasa’lardan önce, hepimize ‘yeni anlayışlar’ lâzım...
03.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Özyürek hangi risâleleri okumuş |
|
İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından gerçekleştirilen 8. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna THY’nin sponsor olmasını bazı köşe yazarları dillerine dolamıştı. Tamamen Said Nursî’ye yönelik yapılan yalan-yanlış iddialarla konuya dalan gazetecilerin cehaletleri bazı milletvekillerine ilham kaynağı olmuştu.
“Biz de Saidi Nursi’nin risalelerini okuduk” diyen CHP İstanbul Milletvekili Mustafa Özyürek, Plan Bütçe Komisyonunda da konuyu gündeme getirmişti. Tuncay Özkan’ın sahibi olduğu Kanal Türk’ün Maliye tarafından incelenmesini eleştirerek konuşmaya başlayan Özyürek, sözü bir anda Said Nursî’ye getirince tartışma başlamıştı. CHP’li Özyürek ile AKP İzmir Milletvekili İbrahim Hasgür arasında geçen polemikte cehaleti açıkça görmek mümkün. İşte o tutanak metni:
Mustafa Özyürek –İstanbul İlim ve Kültür Vakfı bir sempozyum düzenliyor. Sempozyumun adı Saidi Nursi Sempozyumu ve bu sempozyuma Türk Hava Yolları buraya sponsor oluyor. Bunu THY yönetimi de kabul ediyor. Şimdi, Saidi Nursi kimdir? Tabii arkadaşlarımın çoğu bilirler. Dini konulardaki bilgisi falan tabii burada tartışma konusu değil ama Atatürk’e Deccal diyen birisi. Yani, diyor ki: “Atatürk’ü Deccal ve cumhuriyet kanunlarına uyan herkesi de Deccal’in mikrobu.” Yani bizler de Deccal’in mikrobu oluyoruz. Diyor ki: “Laik bir devlet düzeni şeriata aykırıdır. Türkiye kuruluşu itibarıyla dinden uzaklaştırılmış ve dine karşıdır. Laik cumhuriyetçi düzen dini müthiş sadmeye maruz bırakmıştır. Atatürk idaresi hadislerde gösterilmiş bulunan dehşetli ahir zamandır. Dinsizlik, kanunsuzluk, ifsat komitelerinin faaliyet yıllarıdır.” Bunların hepsi Saidi Nursi’nin risalelerinden alınmış sözlerdir.
İbrahim Hasgür – Kaynak var mı efendim?
Özyürek – Var.
Hasgür – Neresinde yazıyor? Hangi kaynak, hangi kitap bu?
Özyürek – Münazarat.
Hasgür – Münazarat’ta öyle bir ifade yok.
Özyürek – Var. Hepsini söyleyeyim, Mektubat.
Hasgür – Mektubat’ta da yoktur.
Özyürek – Bakın, teker teker size söyleyebilirim. Şimdi söyleyeceğime bakın…
Hasgür – Sayfa numarasını istiyoruz.
Özyürek – “Devrim kanunları muvakkattır ve Hristiyan kanunlarıdır.” (Tiryak, Sayfa: 65) “Kemalistler seviyesiz, anarşist kimselerdir.” (Münâzarât, Sayfa: 17)
Hasgür – Hepsi yalan efendim. Münazarat’ı getirtelim buraya.
Özyürek – Getirt. “Meclis, aynı zamanda hilafet görevini görmelidir.” (Mesnevi-i Nuriye sayfa 80-82)
Hasgür – Siz yasak falan sanıyorsunuz herhâlde.
Özyürek – Biz de Saidi Nursi’nin risalelerini okuduk, buna benzer pek çok düşüncesi olduğunu, Atatürk’le ilgili ve Atatürk dönemiyle ilgili çok ağır eleştiriler getirdiğini hepimiz biliyoruz. Demokrasi iyi bir şeydir de demokrasi adına devleti, Türkiye’nin, hepimizin benimsediği nizamı yıkmaya dönük çabalara devletin sponsorluk yapılması kabul edilebilir bir anlayış değildir.
Anayasa nasıl kördüğüm olur?
Yeni Anayasa ile ilgili panel ve konferanslar devam ediyor. Anayasa Komisyonu Başkanı İstanbul Milletvekili Burhan Kuzu da panellerin değişmez ismi. Geçtiğimiz haftalarda bir panele katılan Kuzu, Türkiye ve Avrupanın anayasa mantığını karşılaştıran bir diyaloğu aktardır:
“1982 anayasası hantal, oldukça kabarık bir anayasa. Rahmetli Orhan Aldıkaçtı hocam İngiltere’ye gitmiş. Uzun yol boyunca bir senatörle karşılaşmış. Sohbet ederken senatöre ‘Sizin yazılı bir anayasanız yok’ demiş. ‘Evet’ demiş senatör. ‘Kralın parlamentoyu fesih yetkisi var.’ ‘Var’ demiş. ‘Üç ay içinde seçime gidilmesi lâzım.’ ‘Doğru’ demiş. Bu cevaplardan sonra bizim mantık devreye giriyor. Aldıkaçtı, ‘Peki kral parlamentoyu feshetti seçime de gitmedi, ne yaparsınız’ diye sormuş. Senatör şaşkın bir ifadeyle ‘bunu hiç düşünmedik’ demiş.
“Aldıkaçtı hoca o mantık yaklaşımıyla anayasayı yapmış. Evvela hükmü koyduktan sonra şuradan gelirse buradan, buradan gelirse şuradan bağlarız diyerek kördüğüm haline getirmiş.”
PKK rantını Türkiye’de kim yiyor?
Geçen hafta yapılan “21. Yüzyıl Anayasası” paneline katılan Gazeteci İlnur Çevik, Doğan Grubu tarafından işten atılma sebebini anlattı. PKK’nın bir rant odağı olduğuna dikkat çeken Çevik, “bu rant Türkiye içinde de yeniyor” diye konuştu.
2004 yılında Turkish Daily News gazetesinde “Türkiye’nin arka kapısını birileri açık unuttu” başlığıyla bir yazı yazdığını ifade eden Çevik, yazısının internette de dolaştığını hatırlattı. Gerisini Çevik’in ağzından dinleyelim:
“Yazı bir uyarıydı. Çünkü Türkiye’ye akın akın PKK’lılar girmeye başlamıştı. PKK’nın Türkiye’de birilerinden cesaret alarak sınırlardan girdiğini yazmıştım. Bugüne kadar bu PKK’ya sınırları elektronik aygıtlarla, ısı algılayıcılarıyla çok güzel kapatmıştık. Fakat ne olduysa oldu birileri kapıyı açık bıraktı. Bu da AKP ilçe teşkilâtları değil, sınırdan sorumlu olan kişilerdir diye yazdım. Bir hafta sonra bizi Doğan Grubundan attılar. Çünkü birileri bizi Kuzey Irak’ta ‘gidin bunu Türk yetkililere bildirin, yine bir şey olacak’ diye uyarmıştı. Daha sonra yabancı büyükelçilerin uydudan aldıkları resimlerde yüzlerce PKK’lının Türkiye’ye girdiğini ve terör eylemlerine başlayacaklarını öğrendik. Biz gerekli kişileri uyardık fakat kimse uyarıları almadı. Bu yazıyı yazdıktan sonra da olan oldu. O günden bugüne tırmanışa geçe geçe bugüne geldi. Demek ki birileri bundan nemalanıyor.”
03.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
8. Bediüzzaman Sempozyumu |
|
İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından tertiplenen ve 18-20 Kasım tarihlerinde gerçekleşen 8. Bediüzzaman Sempozyumunu, gerek öncesinde, gerekse yapıldığı günlerde en iyi şekilde yansıtmaya çalıştık.
Toplantının ilk iki gününde birinci sayfa manşetlerimizi tamamen sempozyuma tahsis ettik. “Barışın anahtarı Risâle-i Nur’da,” “Âdil bir dünya Risâle-i Nur’la kurulur” manşetlerimiz ve “Rus âlimler: Risâle-i Nur panzehir” gibi başlıklarımızla, sempozyumdan çıkarılabilecek en önemli mesajları dikkatlere sunduk. Ayrıca yorumlarımızla bu mesajları tekraren vurguladık.
Öte yandan, bu mesajlardan duydukları rahatsızlığı, başka noktalardan sempozyuma gölge düşürmeye çalışarak açığa vuran bazı çevrelerin dile getirdiği çarpık iddia ve iftiralara gereken cevapları verdik.
Cevaplarımız ses de getirdi. Ortaya atılan iddiaların dayanağı bulunmadığını yazmamız üzerine, “kaynak” diye, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun Nurculukla ilgili olarak 1965'te aldığı talihsiz kararın metnini gönderenler oldu.
Ama hukukî değeri ve geçerliliği çok tartışmalı olan bu kararın, doğrudan Risâlelere değil, eserlerdeki bazı ifadelerin bağlamından koparılarak çarpıtılmış yorumlarına dayandırıldığını, ayrıca güya eser adı ve sayfa numarası verilerek yapılan iktibasların çoğunun da aslının bulunmadığını ortaya koymamızdan sonra, o cenahtan bir daha ses seda çıkmadı.
Sonraki günlerde de sempozyum katılımcılarıyla yaptığımız özel görüşmeleri yayınlamaya devam ettik.
Bu vesileyle, sempozyuma emeği geçenleri kutluyor, ortaya konulan hizmetin hayırlı neticeler getirmesini ve Risâle-i Nur’un daha iyi anlaşılmasına vesile olmasını diliyoruz.
***
Eraçıkbaş’ın Dubai notları
Geçen hafta yazdığımız gibi, Yayın Koordinatörümüz Abdullah Eraçıkbaş MÜSİAD’ın düzenlediği dört günlük Dubai gezisine katıldı, dernekçe organize edilen Uluslararası İş Forumunu takip etti ve döndü. İzlenimlerini yakın zamanda bizlerle paylaşacak.
***
Ayaş sosyal tesisleri
3 Kasım’daki temsilciler toplantımızda Yönetim Kurulu üyemiz Ali Vapurlu’nun duyurduğu bir gelişme vardı: Ankara’nın içmeceleriyle ünlü Ayaş kasabasında hizmet amaçlı yeni bir sosyal tesis kuruluyordu. Bu projenin ayrıntılarıyla ilgili olarak, müteşebbis heyetinden Mustafa Köleoğlu kısaca şu bilgileri verdi:
Ankara’ya 60 km mesafede, Ayaş’ın Oltan kasabasında 12.000 metrekarelik alan üzerine kurulacak olan Asya sosyal tesis projesinde 2100 metrekare kapalı alanda 48 suit oda, 1000 kişilik konferans salonu, çeşitli büyüklükte toplantı ve ders salonları, erkek ve hanımlar için ayrı mescitler, halı saha, voleybol ve basketbol sahaları, yüzme havuzu ve piknik alanı bulunacak.
Projesi tamamlanmış olan tesisin temelinin, 2008 baharının ilk ışıklarında atılması öngörülüyor.
Şimdiden hayırlı olmasını niyaz ediyor, başarılar diliyoruz.
03.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
GAP’la kalkınmak |
|
Doğu ve Güneydoğu’da terör örgütünün dağa çıkardığı gençlerin profiline bakıldığında, şunu fark ediyoruz;
1- Fakir aile çocukları,
2- Eğitimsiz ve mesleği, işi olmayan,
3- Ailesiyle veya çevresiyle bir şekilde problem yaşayan,
4- Gençliğin saflığı ve heyecan dolu kışkırtıcılığıyla galeyana gelen,
5- Bir müddet için özel ilgiyle fikren olumsuzluğa hazırlanan,
6- Farklı bir gelecek umudu ve vâdiyle kandırılan,
7- Zengin ve başarılı olup kendisini baskıladığını hissettiği insanlara duyduğu nefret,
8- Aile, çevre ve toplumun, problemli, geliri olmayan ve daralan gençlere, yeterince şefkat gösterememesi,
9- İlkokul da bile öğretilen, tahrike sebep olan ırkçı söylemler,
10- Resmî kurumlarda, askerlikte ve gelişmiş ortamlarda, kişiliğini ve bölgesel farklılığını dışlayan tutum ve davranışlar, tahrik edici unsurlar olmaktadır.
Yukarıda kısmen zikrettiğim sebepler, gençliğin ve bölge halkının bilgisiz sert damarına dokundukça, tamiri imkânsız yaralar açmakta ve insanları bir felâkete götürecek kadar terör kamplarına sürüklemektedir.
Binlerce aile için, kayıp çocuklarının akıbetini bilememek; yerinden,
yurdundan, ölüsünden, dirisinden haber alamamak, çok acı veren bir durum. Üstelik ailenin çevreyle, güvenlik güçleriyle yaşadığı gerginlikle ve izah etmekten ar ettiği durum ise ayrı bir sıkıntı. Aile için, özellikle eş ve anne için, mağdur olmasına, aile bireylerinden birinin kaçışından/kaçırılışından habersiz olmasına rağmen, maruz kaldığı baskı ve açmazlar da ayrı bir trajedi.
Tam bu safhada terör örgütünün yan kolları için gün doğmakta ve aileyi daha farklı bir şekilde çevreleyip kendilerine göre yardımcı olmaktadırlar. Ateş düştüğü yerde, ateşe atan ve canını yakan, sonra bir başka tavırla sizi ateşten çıkaracağını, serinleteceğine yönelik lâflar ediyor. Sizi anlayacağını düşüneceğiniz bir yerde yok. Seraba sarılan insan gibi çaresizlik içinde kolları, kanatları kırık, biraz da nefsî bir eğilim ve maruz kaldığı sıkıntı varsa, ailece sürüklenilen, konularına ilgi duyulan bir çıkmazın içine düşülüyor. Sonrası taraftarlık ve suça itilmeyle devam eden bir kemikleşme süreci başlıyor.
Kamu otoritesi, eğitimciler, ilahiyatçılar, toplum önderleri, güvenlik güçleri, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler dahil, bu güne kadar kabaca tasvir ettiğim böyle bir vak’a analizi üzerinden bir çözüm ve metot geliştirdiklerini sanmıyorum. Daha doğrusu bilmiyorum.
Vaka analizi demek, sebep-sonuç ilişkisinden başlayıp, tarihi arka planı, kişinin hikâyesini, çevresini, yaşanılanların beslediği ve sürüklediği diğer faktörleri sosyoloji laboratuvarında masaya yatırmaktan geçiyor.
Önce sağlıklı bir tahlil, resimleme ve net sonuçlar ortaya koyma aşaması olmalı. Burada uzman olmak, duygularını karıştırmamak, olayı anlamaya ve kritik etkileri bulmaya çalışmak, sosyal kanamaları okuyabilmek ve bunları bir grup halinde zengin bir tesbit mönüsü ile ortaya koymak çok önemli.
Toplumun dokusu, bölgenin farklılıkları, ilin/ilçenin/köyün sosyal psikolojisi ve olumsuzlaştıran başlıca ana sebepleri makro düzeyde belirleyip çerçeveler ortaya konulduktan sonra, vak’a analizine indirgemek, çalışmayı yürütenler için önemli bir yol haritası değerindedir.
Bunun için amaç ve kapsam kısmının çok açık ve anlaşılır bir mutabakat eseri olması gerekir. En zor kısım, bir konuda doğru başlangıç yapmak, doğru bir paragrafla mevzuya girmek ve bunu hür bir zeminde kamu vicdanının sesi ile ifade edebilmektir. Müzakere ve çözüm arama niyetinin rahatça paylaşılabilmesi gerekir.
Bunun tesis edilmediği, insanların hür ve eşit şartlarda konuşamadığı, kişi ve olayların üstüne çıkıp, çözüme tarafsız ve sorumluluk duygusuyla yönelecek akil yetkililer ve makul çareler bulmak lâzım.
Şüphesiz her sosyal ve siyasî meseleyi bu perspektifte ele alabiliriz. Sürekli olmasını temenni ettiğimiz terörün durdurulma halinin arkasından, bölgeye ekonomik, sosyal ve kültürel açılımların yapılması gerekir. Yara açmadan tedavi etmek ve meseleyi etnik bir temellendirmeden uzak tutarak şefkatle istihdam alanlarına yönelerek çözüm bulmak mümkün.
GAP’tan sorumlu başbakan yardımcısı Nazım Ekren’in, bölge ile ilgili çalışmalarını, bu zaviyeden önemsiyorum. Sorumluluk içinde ekonomik ve sosyal çözüm projelerine hazırlandığını görüyorum.
İllerde kurulması düşünülen cazibe merkezleri projesinin detayını açıkladıklarında yine değineceğiz.
03.12.2007
E-Posta:
[email protected].
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|