Mevlânâ, Mesnevî’de tenkitle ilgili şu hikâyeyi anlatır:
Bir zamanlar her konuda derin bilgisi olan, herkesi kendisine hayran bırakan ve yalnızca İshak ismindeki bir adamın onun her dediğini kabul etmez, yanlış bulduğu hususları cesurca tenkit ettiği bir âlim yaşardı. Adam öldü, âlim üzüldü. Ona, “Neden bu kadar üzüldünüz, neredeyse her söylediğinizi eleştiriyordu?”
“Şu anda cennete doğru kanat çırpan arkadaş için değil, kendim için üzülüyorum. Herkes beni hayran hayran dinlerken o mertçe hatalarımı söylüyordu, bini gelişmeye zorluyordu. Şimdi gelişememekten korkuyor ve üzülüyorum.”
Nezaket kaidelerine uyarak eleştirisini yapan Y. A, isimli okuyucumuz, bazı sorular sordu ve ilâve etti:
“Bana lütfen kemiyet-keyfiyet meselesi ile cevap vermeyin!”
Eleştiri bir san'at olduğu gibi, soru sormak da bir san'attır. “İlmin başı soru sormaktır” denmiştir. Büyük bir zata sormuşlar:
“Bu ilmi nasıl elde ettin?”
“Bilmediğimi sorarak!”
İlim, bilgi haddini aşmadan sorulan sorularla öğrenilir. Bunun şartı da şudur: Sırf öğrenmek için, uzmanına sormak gerekir. Bilmediğini sormak ve öğrenmek insanı küçültmez, bilâkis yüceltir, âlim yapar..
Karadenizliye sormuşlar:
“Yahu niye hep soru soruyorsunuz, iki cümlenizden biri soru?”
“Niye sormayalım ki?” diye cevap vermiş.
**
“Keyfiyet-kemmiyet” meselesine gelince: Verilen bir cevabın doğru olup olmaması ayrıdır; beğenilip, beğenilmemesi veya ikna olup olmama ayrıdır. Önemli olan ölçü ve prensiplere uyması, isabetli, aklî ve mantıkî olmasıdır.
Sail soru sorma, muhatap ise cevap verme makamındadır! Nasıl cevap verileceğine soru soran karar verirse, sualin ne anlamı var?
Prensip şöyle olmalı: Sail sorar, muhatap cevap verir veya vermez. Değerlendirmeyi, soran yapar! Tatmin olur veya olmaz! O da ilgi alanımızın dışında.
Aslında tatmin olmak veya olmamak; cevabın yetersizliği yanında, biraz da soru soranın niyetine de bağlı. Eğer niyeti gerçekten öğrenmek ise, mesele yok. Fakat, muhatabı sıkıştırmak, kendi düşüncelerini tasdik ile kabul ettirmek, inat ve önyargıyla yaklaşmak ise; dünyanın bütün delilleriyle cevap verilse bile tatmin olunmaz.
Zira,-Üstadın tabiriyle-“Niyet bir kimyadır, bir mayadır!” Nasıl kimya reaksiyona uğratır; maya sütü yoğurda, yağa; hamuru ekmeğe, suları çeşitli içeceklere çevirirse; niyetler de, düşüncelerimizi, fiillerimizi, sorularımızı ve cevaplarını reaksiyona uğratır ve mayalar… Niyet halis ise olumlu; halis değilse olumsuz sonuçlar doğurabilir!
Yemeğin midemize inmesi için ağzımızı açmamız ve dört işlemden geçirmemiz gerekir. Bilginin, cevabın da akıl midesine inmesi için beynimizi ve gönlümüzü açmamız ve zihnin merhalelerinden geçirmemiz gerekir.
Değerlendirmelerimizi Risâle-i Nur’a göre yapmalı, sorularımızın cevabını da ondan almalıyız! Zira, biz yanlış düşünebilir, hissî olabilir, aldanabiliriz. Üstad, Altıncı Risâle olan Altıncı Kısım’da, “Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerini-talebelerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.”1 diyerek, altı müthiş desise-i şeytaniyeye dikkat çekmez mi? Demek ki, Kur’ân talebeleri ve hizmetkârları da aldanabilir! Hatta, nice İslam alimi “ifsat komiteler”nin oyununa geliyor, niceleri deccale destekçi, duacı oldu, niceleri halen de etmeye devam ediyor!
Tecrübeler gösterdi ki, Risâle-i Nur’un ortaya koyduğu Kur’ân’î-Sünnet’î ölçüler, prensipler, şablonların isabetli, doğru ve hissiyattan uzaktır. Öyle ise, “aldanmamak için” ve “mü'mince feraset” kazanmak için özellikle Altıncı Risâle olan Altıncı Kısım’ı, Lâhikaları, Hizmet Rehberi ile Beyanat ve Tenvirleri, Münazaratı, tekrar tekrar okumalı, müzakere etmeli; meselelere o perspektiften bakmalıyız.
Öyle değil mi? 6000 küsür sayfalık muhteşem bir Risâle-i Nur Külliyatı telif eden Bediüzzaman gibi bir dahi varken; neden ehl-i iman, Batı felsefesinin, “ifsat komiteleri”nin muvakkat cereyanlarına; veya oyunlarına alet olan bazı politikacıların, siyasetçilerin menfaat, heva ve hevesleri üzerine bina ettikleri oluşumlara kapılsın ki? Kur’ân ve Sünneti, Asr-ı Saadet modelini çağımıza taşıyan Risâle-i Nur cereyanında kalmak daha yeğ değil mi?
Mesele uzadı; ancak, şikâyete hakkın yok; zira sen sordun, ben cevaplandırdım! Yine de uyarın için teşekkür ederim. Diğer sorularınızın birçoğunun cevabını bu köşede vermiştim. Selâmlar.
Dipnot:
1. Mektubat, s. 401.
17.08.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|