|
|
M. Ali KAYA |
Dinde muhakeme ve muvazene |
|
Bediüzzaman “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” bazılarının “şeriatın ölçülerini” nazara almadan söylediği “muvazenesiz ve muhakemesiz sözler” ile dine bilmeyerek zarar verdiklerinden bahseder. Bunlardan bazıları da “gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmeyi, zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak” gibi sözlerdir. Bu gibi mübalâğalı sözler şeriatın ölçülerini aştığı ve taştığı için zihinlerde ve akıllarda ifsada ve toplumda fesada sebep olabilmektedir.
Bazen olur ki bir gıybet dünyada katli netice verecek derecede fesada ve ifsada sebep olabilmektedir. Peygamberimizin (asm) bir hadisinde bu husus nazara verilmiştir. Ancak bu her zaman değildir. Dolayısıyla bu nev’î gıybet katle müsavî günaha sebep olmaktadır. Ancak katl kesin haramdır. Gıybet ise katl derecesinde bir günah değildir. Daimî olarak gıybeti katle müsavî göstermek, toplumda devamlı küçük günah olarak işlenen gıybetin günahını büyütmekten ziyade halk nazarında katli gıybet derecesinde basit bir günaha indirir. Burada ölçü gıybet gibi küçük bir günahı katl gibi “ekberu’l-kebâir” bir günah ile kıyas etmektir. Bu kıyas şeriatın ölçüsüne aykırıdır.
Ayakta bevletmek mekruhtur. Duruma göre de mekruh değil, caizdir. Zina ise “ekberu’l-kebâir” bir günahtır. Ayakta bevletmekten insanları sakındıracağım diye bevlin mekruh olan günahını zinaya kıyas etmek her zaman mümkün olmayan ayakta bevletmekten insanları sakındırmak yerine toplumda zinanın günahını küçülterek önemsiz bir günah derecesine indirir. Bu da şeriatın muvazenesini bozar. Zinayı mekruh derecesine indirir. Bu da dünyada pek çok fesadı netice verir. Bu ölçüsüz mübalâğa sonuçta zihinlerde ihtilâle sebebiyet verir.
Terğib ve terhibde, yani insanları sevaplı olan ibadetlere teşvik ve günahlardan sakındırmada şeriatın ölçülerini korumak ve dışına çıkmamak gerekir. Şeriat ise ölçü olarak “Farz, vacip, sünnet, mekruh, mubah ve haram” ölçülerini koymuştur. Bu ölçüleri teşvik ve sakındırma için aşmak şeriatın muvazenesini bozmaktır. Yüce Allah’ın koyduğu ölçüyü beğenmemektir. Hâlbuki Allah her şeyin en güzelini yapmış ve yaratmıştır. “Kâinatta daha mükemmeli olmadığı” gibi şeraitte de daha mükemmeli yoktur.
Farz: Allah’ın Kur’ân-ı Kerimde kesin olarak emrettiği ve bu konuda hem lafız, hem mânâ yönü ile Kur’ânın delâlet ettiği hususlardır. Cuma ve beş vakit namaz gibi. Farzın ifası Allah’ın rızasını ve büyük mükâfatı netice verirken terki cehennem ve azabı netice veren büyük bir günah sayılan haramdır.
Vâcip: Kur’ân-ı Kerimde lâfzen ifade edildiği halde mânâsı tam delâlet etmeyen hususlardır. Meselâ: “Kurban kes, namaz kıl” âyetinde hangi namaz kastedildiği kesin olmadığı için bayram namazı farz değil, vaciptir. Kurbanın da hangi kurban olduğu ve zamanı tam kastedilmediği için kurban şartları uyana vaciptir. Vacibin ifası Allah’a yakınlık ve büyük sevap, terki de büyük günahtır; ama haram değildir.
Sünnet: Peygamberimizin emrettiği, uyguladığı ve din âlimlerinin ibadet olarak ele aldığı hususlardır. Yoksa peygamberimizin (asm) her yaptığı şey değildir. Bunların da dereceleri vardır. Her biri bir ölçüdür. Sünneti işlemek fazilet ve sevaptır; terk etmek ise sevap ve faziletten mahrumiyettir; ama günah değildir.
Mekruh: Peygamberin sünnetine aykırı olan ibadet ve ahlâka ait olan hususlardır. Sünnet ibadet ve edep ölçülerini belirlemiştir. Edebe aykırı ve ibadete engel her şey elbette mekruhtur. Bu da harama vesile olduğu zaman “Harama yakın mekruh olur.” Din bilginleri olan fakihler bu hususları en güzel şekilde ortaya koymuşlardır. Mekruh dinen hoş karşılanmayan ve İslâm adabına uymayan ve sünnete engel olan hususlardır.
Mübah: Beşeriyet itibarı ile yapmakta mahzur olmayan hususlardır. Ancak bunları da peygamberin sünnetine uyarak yapmaya çalışılırsa ibadet olur. Yeme, içme ve uyuma adabına riayet etmek gibi. Şeraitte adab demek sünnet demektir.
Haram: Allah’ın kesin olarak yasakladığı, Kur’ân-ı Kerimde hem lâfzen, hem mânâ olarak yasaklandığına delâlet eden hususlardır. İçki, kumar, katl, zina vb. yasaklar gibi. Haramı terk etmek farz, işlemek azabı ve ikabı netice veren büyük günahtır.
Şimdi, Mübah ile sünneti, mekruh ile haramı, farz ile vacibi karıştırmak şeriatın muvazenesini bozmak ve ölçüsünü kaçırmak olur. Sıkıntı işte buradan çıkar. Meselâ tesettür farz, tesettürü sağlayan giyim tarzı çarşaf mubahtır veya sünnettir. Sünneti farz yerine koymak şeriatın ölçüsünü bozmaktır. Sakal sünnettir. Sünnet ise yapılsa sevabı olan; ama terk edilse günahı olmayan bir ibadettir. Bunu farz ve vacip ile eşdeğer görmek ne derece şeriatın muvazenesini bozduğunu göstermektedir.
Üstad şeriatın bu ölçülerine uymayan ve ölçüyü kaçıranları “Ulema-i Sû” olarak nitelemektedir.1 “Ulema-i Su”nun tarifini ise İslam muhakkikleri suyun önünü tıkayan taşa benzetirler. O taş ne su içer, ne de başkasının sudan istifade ettirir.
Muhakemat’ta Üstad 7. Mukaddime’de “Mübalâğanın nasıl ihtilâle sebebiyet verdiğini anlatmaktadır. Burada geçen mübalâğa dünyaya ait olan hususları içine almaktadır. Mübalâğa ile amellerin dünyaya ait neticeleri çok azim zararları tevlit ederek toplumda fesada ve ifsada, ihtilal ve karışıklara sebep olurken ahirete ait amellerde ise azim mükâfat ve güzel uhrevî sonuçlara sebep olmaktadır. Dünyanın halleri ahiret ve cennet ile kıyaslanamaz. Dünyevî ceza ve mükâfat da ahiret ile asla kıyas edilemez. Şeriatın dünyaya bakan yönü vardır; ahirete bakan yönü vardır. Bütün bunlar ancak şeriatın ölçülerine göre değerlendirilmelidir.
Dipnotlar:
1- Muhakemat, 38
17.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Yolcu sarhoş, hancı sarhoş’ |
|
Tuz bozulunca yapacak bir şey yoktur. İş tuzun bozulmasına kalmasın. İşte tuzun da bozulduğunu ifade eden şarkı sözlerinden birisi de ‘yolcu sarhoş, hancı sarhoş’ ifadesidir. Yolcuları uyandırmakla mükellef olan hancının da sarhoş olması artık düzenin bozulduğunun bir habercisidir. Kadın meselesinde de İslâmî camianın anlayışı ve düzeni bozulmuştur. Maalesef duyarlılık veya hassasiyet artık yerlerde süründüğü için kutsala hürmet konusunda takınmamız gereken hassasiyeti bize başkaları hatırlatılyor. Sözgelimi: “İç çamaşırı fetvacısı’ başlıklı yazısında Ahmet Hakan hem nalına hem de mıhına vururcasına İslâmî kesimlerde ve dergilerinde ‘bâtılı tasvir safi zihinleri idlâl ve ifsat eder’ fetvasınca iç çamaşırları tartışmasını gündeme getiriyor. İslâmî camia ile ilişkilerinde ‘outgoing olmuş’ bir yazar “ongoing” zevata hadlerini hatırlatıyor. Bakın ne yazıyor: “Kendisini ‘İslâmcı’ diye nitelendiren bir derginin ‘İslâmcı’ bir yazarının ‘türban’ ile ‘g-string’ sözcüklerini yan yana getirmesi karşısında en azından ‘bre edepsiz’ diye kükremek gerekirdi... “Ne yazık ki; ölü veya sarhoş olmuş hancı ses vermez. Ahmet Hakan yolcu ise; köşelerinde başörtüsünün mahiyeti şer’iyyesini tartışmak yerine iç çamaşırlarını tartışanlar hancı olsalar gerek. Hancıyı uyandırmak da galiba yolcunun nasibine düştü. Hakan’ın sözünü ettiği dergi ilk sayısında ‘Çankaya da halkın Kâbe de halkın’ diye bir absürd bir başlık atmıştı. Başörtüsüne ve iç çamaşırlara da bu zaviyeden bakıyorlar. Helâl olsun bu ceditçi İslâmcılara. Gerçekten tuz da bozulmuş, hancı da sarhoş olmuş. Avam sarhoş olduğu gibi onlara rehberlik etmekle mükellef ve yükümlü zevat da aynı illetten nasiplerini almışlar.
***
Sözgelimi benim de zaman zaman mutedil bulduğum Yusuf el Karadavi de benzeri çağdaş belvalardan kendisini kurtarabilmiş değil. Kardavi kadının kariyer ve kendisini ispat için (ihtiyaç dışı) çalışabileceğini öngörmektedir. Bu durum, içtimai açıdan hiç de özendirilebilecek bir durum değil. Ebu’l Hasan en Nedevi’nin de çeşitli kitaplarında ifade ettiği gibi kariyer hastalığı sosyal bir illettir. Bu hastalık, ‘edebiyat edebiyat içindir’ tezini savunanların hastalığıdır. İnsanla “mânâ-yı harfî” ilişkisini ters boyutta okumaktır. Profesyonelliktir. Bir yazarın ‘bu kadar kitabı yazmak için nasıl vakit buluyorsunuz’ şeklinde bir okurun sorusu üzerine sözkonusu yazarın: “Bu bizim işimiz’ demesine benziyor. Profesyonellik bazen ihtiyaç dışı bir alanın adıdır ve ihlâsın kırılması noktasıdır. Halbuki erkek ailesine bakmak veya toplumu için çalışır. Kadın ise toplumu için çalışabilir ve ayrıca zaruri durumlarda ailesinin geçimi için de çalışabilir. Ama onun dışında kendisini tatmin için keyfî çalışmaya başladığında işin mahiyeti değişir ve bu modernizme dönüşür. Çeşitli sosyal hastalıklar üretir. Evliliğin dışında paralel ilişkiler gelişir. Zaten şimdi Abdulaziz Bin Osman Tuveyciri gibiler (El İctihad ve’t tahdis Fi’l İslâm kitabının yazarı) hayatı modernize etmek için içtihad ve fetva kurumundan medet umuyorlar. İçtihad ve fetvayı modernizmin aracı olarak kurguluyorlar. Bu durumda Kardavi’nin yaklaşımı da aynı bağlama girmektedir. Yani tuhaf bir durumla karşı karşıyayız. Fetva hayatı İslâmîleştirmek için verilir. Günümüzde ise gayri meşru hayatı meşrulaştırmak veya İslâmîleştirmek için verilir oldu. İçtihad bir anlam kaymasına uğradı. Liberallerin silâhı haline geldi.
***
Bir başka misâl de Taha Cabir Alvani’den. Aynen kadının imameti konusunda Ali Rıza Demircan Hoca veya benzerleri gibi konuşuyor. Alvani kadının imametini engelleyen bir icma olmadığını savunmaktadır. ‘Cumhuru ulema’ terimine de itirazları var. Bu kavramlar dinî baskı aracı olarak kullanılıyorlarmış. Tahranlı molla veya İran’ın 15 büyük ‘ayetullah’ından birisi olan ve kendisinden ‘kadınların müctehidi ‘olarak da bahsedilen Saanei, İngiliz Telegraph gazetesine verdiği mülakatta “Kadınlar da camide namaz kıldırabilir” diye konuşmuş. Bu noktada da kalmamış ve cumhurbaşkanı olmaktan maada Hamaney veya Humeyni gibi dini rehber olabileceğini de onaylamaktadır. Mısır’da da Muhammed Gazali kadının devlet başkanı olabileceğini öngörmüştü. Muhammed Selim Avva ise hilafet devletinde değil ama bugünkü ulusal devletlerde kadının devlet başkanı olabileceğini öngörmektedir. Bunda dinen bir sakınca görmüyor.
Saanei’ye göre, İslâm milliyet, ırk ya da cinsiyet ayrımı yapmazmış. Burada ayrım değil fıtrata uygun işbölümü var. Dolayısıyla yaklaşım sapması sonuç sapmasını da beraberinde getiriyor. Ve göreve bağlı mahremiyet alanları var. Kadını devlet başkanı yaptığınızda bütün kadınların karma ortamlarda çalışabileceğini onaylamış olursunuz. Bu durumda da ihtilat hâli için Mısırlı hocalar gibi süt kardeş olsunlar diye fetva vermeye başlarsınız. Eğri kazığa eğri tokmak. Devlet başkanı en tepede halvet halinde olursa altındakiler niye olmasınlar? İstisnai Ümmü Varaka olayından yola çıkanlar meseleyi tamim ediyorlar. Halbuki bunlar istisna. Bir hastalıktan dolayı Abdurrahman İbni Avf’ın ipek elbise giymesine benzer. Bu konuda peygamberimiz kendisine istisnai bir ruhsat vermiştir. Bu örnek nasıl tamim edilemezse Ümmü Varaka meselesi de aynen tamim edilemez. Kopyalanamaz. Edenler Emine Vedut’un imamlığının hayrını görsün. Sahi bizim yazarlarımız neden örtünmekten ve kapanmaktan bahsedecekleri yerde açık alanları ve iç çamaşırlarını yazıyorlar. Kanaatimce, kadının imameti meselesiyle başörtüsü yerine g-string tartışması aynı kapıya varır.
17.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Deniz otobüsü kazası |
|
13 Ağustos günü bir deniz otobüsü, Zeytinburnu açıklarında demirde bulunan Ukrayna bayraklı bir gemiye çarptı. Çok şükür şiddetli bir çarpışma olmasına rağmen kayıp yaşanmadı. Bununla birlikte 48 yolcu yaralandı.
Fatura her zamanki gibi kaptana çıkarıldı. Kaptanın yaralanmaya sebep olduğu için ifade vermesi gerekiyordu. Vermiş olduğu ifadesinde de bir anlık dalgınlığın kazaya sebep olduğunu söylemişti. Konu ile ilgili olarak bazı düşüncelerimi okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
Ahırkapı fenerinden Yeşilköy’e kadar sahil boyunca İstanbul Limanı’nın demir yerleri bulunmaktadır. Üç bölümden oluşan bu demir yeri böylesine büyük bir liman için yetersiz kalmaktadır. Bu sebepledir ki Kadıköy açıklarındaki demir yerlerine demirlenmesi Trafik Kontrol Merkezi tarafından bazen tavsiye edilmektedir. Fakat uzun yıllar boyunca hep Kumkapı açıkları demir yeri için kullanıldığı için ister yerli ister yabancı olsun, kaptanlar daima bu bölgeye demir atarlar. Ben de yüzlerce defa bu bölgeye demirledim.
Marmaray projesi sebepi ile birkaç yıldan beri İstanbul boğazı tek yönlü olarak trafiğe açık tutulmaktadır. Bu sebeple sıra beklemek zorunda kalan gemiler Kumkapı açıklarına demirlemektedirler. Sıra bekleyen gemilerin demirleme mecburiyetleri yoktur fakat makineleri stop edip drift yapmak (gemiyi akıntıya bırakmak) trafiğin yoğun olduğu Marmara denizinde çok da emniyetli değildir. Devir teslim yaptığımız bir kaptan bana bu bölgeye hiç demirlemediğini genellikle driftte kaldığını söylemişti. Fakat ben bir iki saatliğine de olsa daima demirler, geminin başına buyruk bir şekilde akıntıya tabi olmasını istemezdim. Eğer açık denizde olsak sorun yok, ama bu bölge çok tehlikelerle doludur.
İşte kazanın en önemli sebepi bu demir yeridir. Bu bölgede o kadar çok gemi vardır ki bazen “iğne atsan denize düşmez” denilecek kadar sıkışıklık arzeder. Gemiler kendilerine yakın yere demirleyen diğer gemileri “Sektör Kadıköy” denilen Trafik Kontrol Merkezine şikâyet ederler. Maksat demirin taraması (geminin demirde iken akıntı ve rüzgâr ile yerini değiştirmesi) durumunda diğer geminin üstüne düşmemek içindir. Aksi takdirde çatışma hasarları oluşmaktadır.
Kaza günü kaptanın dalgınlığı hatta bir gemici ile konuşması esnasında ufacık bir dikkatsizliği çok büyük tehlikeye sebep olmuştur. Yük gemisi olsa neyse, yüzlerce yolcunun bulunduğu bir geminin kaza yapması olayın büyük bir deniz kazası şeklinde değerlendirilmesine yol açmıştır. Kazanın tekrarlanmaması için gemi trafik düzeni ve demir yerlerinin yeniden belirlenmesi ve konunun uzmanları tarafından tartışılmasında yarar vardır.
Gemileri karadaki araçlarla bir tutmamak gerekir. Çünkü bunların freni yoktur. Motoru stop etsen hatta tornistan çalıştırsan bile bir müddet ataleti ile aynı yönde hareket ederler.
Akıntı, rüzgâr ve makine arızaları geminin kontrolden çıkmasına yol açar. Yolcu trafiğinin yoğun olduğu bölgelerde ilâve tedbirlere ihtiyaç vardır. Aslında kaza geliyorum demiştir. Çünkü deniz otobüsleri sık sık kaza yapmaktadır. Fakat Türkiye’de insan hayatı ne yazık ki hâlâ çok ucuzdur. Gerekli emniyet tedbirleri maddî sebeplerle hep ertelenmektedir.
Denizcilik Müsteşarlığı son yıllarda büyük ölçüde kendi uzmanlık alanında yetişmiş insanları istihdam etmeye başlamıştır. Bu sayede denizcilikte birçok konuda güzel gelişmelere imza atılmıştır. Lâkin problemler o kadar çoktur ki birkaç güzel uygulama yeterli çözümü sağlamamaktadır.
İstanbul Deniz Otobüsleri İşletmesinin bence en önemli hatası personel alımlarında keyfî uygulama yapmasıdır. Deniz otobüsü kaptanı olmak için Denizcilik Yüksek Okulu mezunu olma şartı aranmaktadır. Eğer özel bir işletme olsa idi keyfilik bir derece makul karşılanabilirdi. Zira bir işletmecinin kendi parası ile kurduğu işletmede istediği personeli istihdam etme yetkisi vardır. Fakat hâlâ bir kamu işletmesi olan bir kuruluşun denizcilik eğitimi veren bütün kuruluşlara eşit derecede muamele yapması beklenir.
İTÜ’ye bağlı bir fakülte olan Denizcilik Yüksek Okulu gerçekten de en iyi eğitimi veren okullarımızdan birisidir. Lakin rekabetin oluşması ve kalitenin artması için diğer kaynaklardan yetişen kaptanlardan, mühendislerden de istifa etmek gereklidir diye düşünüyorum.
Ülkemizde “küçük olsun benim olsun” mantığı hakimdir. Küresel rekabet, çağa ayak uydurma sözü sadece lafta kalmaktadır. Birçok konuda olduğu gibi denizcilik sektöründe de iddialıyız. Fakat yukarıda kısaca bahsettiğim kayırmacılığın bir şekli gelişmemize mani olmaktadır. Hani Mülkiye (Ankara Siyasal mezunları) gibi bazı kurumlarda çalışmayı kendi tekelleri altına alan kimseler vardır. Diğer okullardan yetişenleri aralarına almaz, kırk dereden su getirtirler. İşte bu sayede olumlu rekabeti ortadan kaldırırlar ve kendilerine kolayca iş bulma imkânı sağlarlar.
Bu husus ne yazık ki kamu kurumlarında daha ziyade olmaktadır. Çünkü belirli bir ideolojiyi muhafaza etmenin bir yöntemi olarak bu bencil tavır sergilenmektedir. Fakat deniz bitti, artık bu şekilde dünya ile yarışmak mümkün değildir. Verimlilik ve rekabetin önünü açmak için bu anlamsız uygulama ortadan kaldırılmalıdır. Hak edene iş verilmeli kayırmacılığın her türlüsünün önüne geçilmelidir. Bu sayede kazalar daha az olur insan hayatının değeri bir parça daha yükselir vesselâm…
17.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
CHP, MHP’nin adayını desteklesin |
|
Krizlerin partisi CHP, 22 Temmuz’dan sonra kendi krizine girdi. Seçim sonuçları parti yönetiminde depremlere yol açtı. Yıkıma doğru giderken cumhurbaşkanlığı seçimi imdadına yetişti.
Parti, Abdullah Gül’ün adaylığını açıklamasından sonra içine kapandı. Toplantı üstüne toplantı yapıldı. Sonuçta Çankaya’nın protesto edilmesine, “Gül ile mesafeli bir ilişki modeli kurulmasına”, cumhuriyet resepsiyonuna ve dış gezilere katılmamaya karar verildi.
Toplantı sonucunda yapılan bu yüzeysel açıklama seçim sonuçlarının değerlendirildiği gerekçeye benzedi. Hatırlanacağı gibi parti yönetimi kendilerinden başka herkesi başarısızlığın sebepleri arasında saymıştı.
Baykal ve parti sözcüleri MHP’yi de suçlamaya başladı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde tutarlı bir politika izleyerek yeni bir kriz çıkmasına fırsat vermeyen MHP’nin genel kurula katılma kararını eleştiriyorlar.
Seçim öncesi MHP ile koalisyon yapmak için gaz veren CHP, köşk seçimi sebebiyle tek başına kaldı. Seçim ortağı DSP bile daha mantıklı politika izliyor.
Çocuk gibi küsmenin kimseye faydası yok. CHP tek başına kalmaktansa kendi ölçülerine uyan bir adayını çıkarabilir. Olmadı MHP’nin muhtemel adayını destekleyebilir.
Aksi halde partideki bunalım artarak sürecek. Bunalım iddiası benim değil Parti Meclisi üyesi Ayhan Yalçınkaya’nın tesbiti.
Yalçınkaya’ya göre, “Yapılan seçimler göstermiştir ki; CHP örgütsel anlamda bir anlayış bunalımındadır. Uzun zamandır kendi iç sorunlarıyla meşgul olmasından kaynaklı olarak örgüt, parti için değil, parti içi çalışır konumdadır.”
CHP, bari kendi üyesinin uyarısını dinlesin.
**
Ha Cunda ha Cunta!
Emin Çölaşan Hürriyet’ten uzaklaştırıldı. Niye uzaklaştırıldığı çok tartışılacak. O ayrı bir konu.
Çölaşan, yaşanan olayların ardından dinlenmek için Ayvalık’a gitti. “Kanka”sı Bekir Coşkun’la bir araya gelip dertleşti.
Milleti sürekli eleştiren Çölaşan ve Coşkun nerede mi bir araya geldi?
Ayvalık’ın Cunda Adası’nda.
Ha Cunda ha cunta!
17.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Başörtülü first lady |
|
Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı çıkanların en “önemli” itiraz gerekçelerinden biri, eşinin başörtülü olması. Yeni first lady’nin şahsında başörtüsü devletin en tepe noktasına çıktığı takdirde, aşağı kademelerde uygulanan yasağın iyice zora gireceğinden korkuyorlar.
Bu noktadaki rahatsızlığın en çok hissedildiği yerlerin başında ise askerî cenah geliyor. Çünkü ne yazık ki, yasakla kendisini en fazla özdeşleştiren kurum askeriye. Onun için de, başkomutanın eşinin örtülü olması ihtimaline yönelik ısrarlı itirazlar özellikle o adresten yükseliyor.
Hilmi Özkök gibi bir ismin, hem de 22 Temmuz sonrasında yaptığı çıkış bunun son örneği.
Özkök, “Bizim kimsenin başörtüsüyle bir sorunumuz olamaz” diye başladığı sözlerini “ama” kaydıyla şöyle sürdürüyor “Onun siyasallaştırılmış halinin devletle ilişkilendirilmesi uygun olmaz, doğru olmaz.” (Hürriyet, 13.8.07)
“Başörtüsünün siyasallaştırılmış hali” ifadesi ile, baştaki örtünün bağlanma biçimine dayalı belli bir formatın kast edildiğini düşünecek olursak, “Acaba babaannelerimizin örttüğü tülbent veya Anadolu kadınının örtüsü cinsinden bir başörtüsü olursa bu itiraz kalkar mı?” sorusu ister istemez bir defa daha gündeme geliyor.
Aslı hiç de öyle olmadığı halde “türban” ismi taktıkları örtünme şekline “siyasî simge” iddiasıyla yasak getirenler, eğer “Başörtüsüne karşı değiliz” iddiasında samimî iseler, çözümün “Başlar mutlaka açık olacak” dayatmasında değil, alternatif baş örtme modellerine kapıyı açmakta olduğunu kabul etmek mecburiyetindeler.
Gül ailesinin “türbanı modernize etme” adı altında modacılara başvurması, bu anlamda alternatif çözüm bulma arayışının bir sonucu ve ifadesi olabilir.
Ama niyet böyle bile olsa bu girişimin, aynı zamanda AKP iktidarıyla ivme kazanan “dejenerasyon, yozlaşma” sürecinde yeni bir aşamayı tetikleme riskini beraberinde getirdiği kesin.
Modacıların arenası haline gelmiş bir tesettür asıl anlam ve amacından sapmış, kadının ibadet niyet ve kastıyla kendisini yabancı nazarlardan gizlemesini öngören temel esprisini kaybederek, tam tersi bir zemine çekilmiş olmaz mı?
Konunun üzerinde durulması gereken bir diğer boyutu, Gül’ün ve Erdoğan’ın “Çankaya’da başörtüsü”nü savunurken Birinci Cumhurbaşkanına dayanma, onun eşini ve annesini referans gösterme yanlışını ısrarla sürdürmeleri.
Oysa yasakçıların dayanağı da aynı kişi. Ve onların argümanları çok daha güçlü ve tutarlı
Diyorlar ki: “Zübeyde Hanımın örtüsü türban değil, tülbent. Latife Hanım ise evlendiğinde açıktı. Ama o günün toplum yapısını dikkate alarak, yurt gezilerinde halkın karşısına örtülü olarak çıkıyordu. Boşandıktan sonraki ömrünü de kıyafet devrimine uygun şekilde geçirdi...”
Dahası, CHP’li Onur Öymen’in vurguladığı gibi, “Atatürk’ün hedeflerinden biri tesettürü kaldırmaktı.” Ve bu, daha millî mücadele günlerinde M. Kemal’in, Mazhar Müfit’in not defterine yazdırdığı temel hedefler listesine “Tesettür kalkacak” maddesini koydurmasıyla da sabitti.
Hal böyle olunca başörtüsünü, hayatı boyunca tesettürü kaldırmayı hedeflemiş bir kişiye dayanarak savunmanın hiçbir anlamı yok.
Kendi dâvâsını küçük düşürmekten başka...
17.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Mi’rac ve teknoloji |
|
Cuma namazında Denizli’de cami vaiz ve hatibini dinledim, Bu yazıma vesile oldular. Çünkü bahsettikleri iki nokta hakkında açıklama yapmayarak, 21. yüzyıldaki bu mi’rac hadisesine şahit olan ilimleri zikretmediler. Hafızalar muallâkta kaldı, özellikle genç nesil ve avam-ı mü’minin. Birincisi; Hz. Peygamberin Mi'raca çıkışı, Burak, Hz. Cebrail ve Uruc-u külli ve bu maveranın dönüşünde Fahr-ı Kâinat Efendimizin (asm) yatağının soğumaması. İkincisi ise; hiç gitmediği Kudüs şehri hakkında o günkü müşriklerin sorusuna verilen cevapta ilimlerin acze düştüğünün ifadesi..
Hz. Bediüzzaman 100 yıl önce bütün hocaları ve mürşitleri ikaz ediyor ve diyor ki: “Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek” (B. S. N. Tarihçe-i Hayat. S. 80) diğer bir eserinde ise “Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşecek, rumuzû tavazzuh edecektir” ifadesinde bulunmuştur. (Hakikat Çekirdekleri. B. S. Nursî.)
Hz. Üstadın bu iki tesbiti gayet açık bir şekilde dünyamızda ve ilim masasında ve hafızasında tahakkuk etmiştir. Biraz açalım: ABD’de 4 bin üniversite var, bunun 85 tanesi bayan üniversitesi. ABD’li bilim adamı Dr. Lijun Wang Princeton Nec Enstisünde Laboratuarında gerçekleştirdiği deneyde “Einstein’ın uzun yıllardan beri kabul edilen ‘saniyede 300 bin km ışık hızı izafiye tesbit ve kanunu’ delinerek, ışık hızının bugünkünden 300 katı olduğu ortaya çıkmış ve yapılan bu deneyde kullanılan ışık demeti özel ortama girmeden dışarı çıktığı” ifade edilmiştir. (Akşam, 5/6/2000) Yıllardır bilinen fizik kurallarına göre; bir şey, 1- Başlar 2- Olur 3- Son bulur şeklinde idi. Bu itibarla da sonuç en son malûmumuz olmaktadır. Dr. Lijun Wang’ın ortaya koyduğu ve tesbit ettiği yeni sürece göre, evvelkinin tam tersi ve değiştiği.. Zira deney ortamına gönderilen ışın demeti, deney ortamından 20 m çıktıktan sonra deney ortamına girmiştir, vs…
Test sonuçlarını inceleyen Berkeley Üniversitesi fizik profesörü Raymond Chiao verilerin “İnanılmaz bir duruma işaret ettiğini ve bilinen fizik kurallarına göre her türlü veri, en fazla saniyede 300 bin km. olarak kabul edilen ışık hızıyla ilerlediği gibi, zaman da bu ışık hızıyla dereceli olarak hesaplanıyor. Dr. Lujin Vang’ın deneyinin geçerli kabul edilmesi halinde, fiziğin temel kanunlarından olan ve “sebepsiz sonuç olmaz veya bir olgunun sonu başından sonra gelir” şeklinde özetlenebilecek “etki-tepki yasası”nın da geçersiz kalacağını ve zaman kavramının çökeceği”(Basın–5/ Haziran/2000) beyanında bulunmuştur.
Şimdi saniyede 300 bin km olan ışık hızını 300 katı ile çarpıldığında çıkan rakam saniyede 90 milyon km eder. Şimdi bu ilim şartlarında Hz. Peygamberin gidiş ve gelişlerinde yatakları neye soğusun? Kaldı ki, Melekût âleminde bir dakika bizim dünyamızda çok yılları içine alır. Bast-ı zaman tayy-ı mekân mevzuatı.. Bunları hutbede açıklasalardı ne olurdu?
İkinci meselesi, Hz. Peygamberin Kudüs-u şerifi hiç görmeden her tarafını tarif etmesi: Müşriklerin “anlat bakalım bize Mescid-i Aksa’yı Ya Muhammed” dedikleri zaman Hz. Peygamber biraz sıkılır ve zorlanır, işte o anda bugünkü ilimlerin tasdiki ortaya çıkar. “Naklen yayın” olayı. Perdeler açılır, kâinatta var olan ilim ortaya çıkar ve Hz. Fahr-ı Kâinat efendimiz, Mescid-i Aksa’yı anlatır, anlatır. Müşrikler kaçar Hz. Ebubekir'e (ra) giderler ve “böyle şeyler olur mu vs. derler,” O sıddık-ı Ekber tek kelime ile “bu sözleri Hz. Muhammed söylüyorsa, doğrudur doğrudur, ondan yalan sudur etmez” der. Evet işte mucizeler, işte milâdi 621 ve milâdi 2007. İşte naklen yayın ve işte ışık hızı…
Camiler müşterek paylaştığımız İlâhî mabetlerdir. O eve herkes ve her kesim namaz ve ibadet için gelirler. Hutbe ve vaazlar, çağın gelişmelerine ve orada bulunan zevata ve onların akıllarına göre kendilerini hazırlamalıdırlar. Muhasebe ve murakebe ve araştırma zevatı olmalıdırlar. Çünkü namaz aralarında saatlerce boş vakitleri var. Eğer Başkanlığa havale ederlerse başkanlıkta yukarda ki gelişmeleri görmelidir. Bütün yükler Hz. Bediüzzamanın ve onun talebelerinin üstünde mi kalacak?
17.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Mü’minin hayatı |
|
Mü’minin hayatı iman ve Kur’ân’la aydınlanır. Mü’min bunların aydınlığında kendine bir rota çizer. Farzları yapmak, haramlardan kaçınmakla şekillendirir, canlandırır.
Allah’ın rızası gözetilmeksizin, helâl ve harama dikkat etmeksizin yaşanan bir hayat, hayat değildir. Bu gerçek çerçevesinde mü’min ne yaparsa yapsın faydalı hâle gelir; âhireti için azık olur.
Hz. Ali ticaret yapmak için kendisinden öğüt isteyen bir kimseye, “Önce helâli, haramı öğren. Sonra da ticarete atıl” demişti. Hz. Ömer’in de “Dinini bilmeyen kimse alış veriş yapmasın” dediğini biliyoruz.
Sonsuzluk yolculuğunda birer yük, birer ayakbağıdır günahlar. Helâl dairenin geniş atmosferinde hayatlarını sürenler dünya ve âhirette mutluluk havasını teneffüs ederler. Haramların cenderesinde ruh ve kalblerini hapsedenler sadece âhiretlerini değil dünyalarını da zindana çevirirler. “Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır” (Sözler, s. 137) diyen Bediüzzaman Hazretleri, “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz” (A.g.e, s.134) derken hayatın gerçek lezzet ve zevkinin ancak iman dairesinde mümkün olacağını, farzlarla ziynetleneceğini, haramlardan kaçınmakla kazanacağını ifade ediyor.
Allah’ın rızasına uygun olmayan hiçbir kazanç, kazanç değildir. Ebedî âlemde işe yaramayacak her çaba boşa değildir. Ebedî âlemde işe yaramayacak her çaba boşa kürek çekmekten ibarettir.
Özetle, “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzûm yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd (kul) ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı ve Allah hesabına vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı...” (Sözler, s. 33)
17.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Eleştiri, soru-cevap, niyet ve ikna olmak! |
|
Mevlânâ, Mesnevî’de tenkitle ilgili şu hikâyeyi anlatır:
Bir zamanlar her konuda derin bilgisi olan, herkesi kendisine hayran bırakan ve yalnızca İshak ismindeki bir adamın onun her dediğini kabul etmez, yanlış bulduğu hususları cesurca tenkit ettiği bir âlim yaşardı. Adam öldü, âlim üzüldü. Ona, “Neden bu kadar üzüldünüz, neredeyse her söylediğinizi eleştiriyordu?”
“Şu anda cennete doğru kanat çırpan arkadaş için değil, kendim için üzülüyorum. Herkes beni hayran hayran dinlerken o mertçe hatalarımı söylüyordu, bini gelişmeye zorluyordu. Şimdi gelişememekten korkuyor ve üzülüyorum.”
Nezaket kaidelerine uyarak eleştirisini yapan Y. A, isimli okuyucumuz, bazı sorular sordu ve ilâve etti:
“Bana lütfen kemiyet-keyfiyet meselesi ile cevap vermeyin!”
Eleştiri bir san'at olduğu gibi, soru sormak da bir san'attır. “İlmin başı soru sormaktır” denmiştir. Büyük bir zata sormuşlar:
“Bu ilmi nasıl elde ettin?”
“Bilmediğimi sorarak!”
İlim, bilgi haddini aşmadan sorulan sorularla öğrenilir. Bunun şartı da şudur: Sırf öğrenmek için, uzmanına sormak gerekir. Bilmediğini sormak ve öğrenmek insanı küçültmez, bilâkis yüceltir, âlim yapar..
Karadenizliye sormuşlar:
“Yahu niye hep soru soruyorsunuz, iki cümlenizden biri soru?”
“Niye sormayalım ki?” diye cevap vermiş.
**
“Keyfiyet-kemmiyet” meselesine gelince: Verilen bir cevabın doğru olup olmaması ayrıdır; beğenilip, beğenilmemesi veya ikna olup olmama ayrıdır. Önemli olan ölçü ve prensiplere uyması, isabetli, aklî ve mantıkî olmasıdır.
Sail soru sorma, muhatap ise cevap verme makamındadır! Nasıl cevap verileceğine soru soran karar verirse, sualin ne anlamı var?
Prensip şöyle olmalı: Sail sorar, muhatap cevap verir veya vermez. Değerlendirmeyi, soran yapar! Tatmin olur veya olmaz! O da ilgi alanımızın dışında.
Aslında tatmin olmak veya olmamak; cevabın yetersizliği yanında, biraz da soru soranın niyetine de bağlı. Eğer niyeti gerçekten öğrenmek ise, mesele yok. Fakat, muhatabı sıkıştırmak, kendi düşüncelerini tasdik ile kabul ettirmek, inat ve önyargıyla yaklaşmak ise; dünyanın bütün delilleriyle cevap verilse bile tatmin olunmaz.
Zira,-Üstadın tabiriyle-“Niyet bir kimyadır, bir mayadır!” Nasıl kimya reaksiyona uğratır; maya sütü yoğurda, yağa; hamuru ekmeğe, suları çeşitli içeceklere çevirirse; niyetler de, düşüncelerimizi, fiillerimizi, sorularımızı ve cevaplarını reaksiyona uğratır ve mayalar… Niyet halis ise olumlu; halis değilse olumsuz sonuçlar doğurabilir!
Yemeğin midemize inmesi için ağzımızı açmamız ve dört işlemden geçirmemiz gerekir. Bilginin, cevabın da akıl midesine inmesi için beynimizi ve gönlümüzü açmamız ve zihnin merhalelerinden geçirmemiz gerekir.
Değerlendirmelerimizi Risâle-i Nur’a göre yapmalı, sorularımızın cevabını da ondan almalıyız! Zira, biz yanlış düşünebilir, hissî olabilir, aldanabiliriz. Üstad, Altıncı Risâle olan Altıncı Kısım’da, “Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerini-talebelerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.”1 diyerek, altı müthiş desise-i şeytaniyeye dikkat çekmez mi? Demek ki, Kur’ân talebeleri ve hizmetkârları da aldanabilir! Hatta, nice İslam alimi “ifsat komiteler”nin oyununa geliyor, niceleri deccale destekçi, duacı oldu, niceleri halen de etmeye devam ediyor!
Tecrübeler gösterdi ki, Risâle-i Nur’un ortaya koyduğu Kur’ân’î-Sünnet’î ölçüler, prensipler, şablonların isabetli, doğru ve hissiyattan uzaktır. Öyle ise, “aldanmamak için” ve “mü'mince feraset” kazanmak için özellikle Altıncı Risâle olan Altıncı Kısım’ı, Lâhikaları, Hizmet Rehberi ile Beyanat ve Tenvirleri, Münazaratı, tekrar tekrar okumalı, müzakere etmeli; meselelere o perspektiften bakmalıyız.
Öyle değil mi? 6000 küsür sayfalık muhteşem bir Risâle-i Nur Külliyatı telif eden Bediüzzaman gibi bir dahi varken; neden ehl-i iman, Batı felsefesinin, “ifsat komiteleri”nin muvakkat cereyanlarına; veya oyunlarına alet olan bazı politikacıların, siyasetçilerin menfaat, heva ve hevesleri üzerine bina ettikleri oluşumlara kapılsın ki? Kur’ân ve Sünneti, Asr-ı Saadet modelini çağımıza taşıyan Risâle-i Nur cereyanında kalmak daha yeğ değil mi?
Mesele uzadı; ancak, şikâyete hakkın yok; zira sen sordun, ben cevaplandırdım! Yine de uyarın için teşekkür ederim. Diğer sorularınızın birçoğunun cevabını bu köşede vermiştim. Selâmlar.
Dipnot:
1. Mektubat, s. 401.
17.08.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ye'cüc ve Me'cüce karşı Sedd-i Zülkarneyn - 2 |
|
“A” Rumuzlu okuyucumuz: “ Zülkarneyn’in seddi bu gün mevcut mudur? Mevcutsa nerededir? Ye’cüc ve Me’cüc kimlerdir? Ye’cüc ve Me’cücün kıyâmetin kopmasıyla alâkası nedir?”
Dünkü yazımızda; Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da, Zülkarneyn’in Ye’cüc ve Me’cüc denilen bozguncu ve zâlim insanların şerlerinden masum ve mazlûm milletleri korumak için, Allah tarafından te’yid edilmiş bir güçle yaptığı sedden haber verdiğini ifâde etmeye çalışmıştık. Bu seddin nerede bulunduğu ise meçhulümüzdü.
Üstad Hazretleri (ra) bu seddin külliyetinden bir ferdinin Çin Seddi olduğunu beyan eder36; fakat şu kesin tesbitini de kaydetmeden geçmez: Sedd-i Zülkarneyn, müfsitlerin şerlerini def’etmek için yapılmış büyük bir sed ve cesim bir duvardır.37 Hazret-i Zülkarneyn bu seddi “nübüvvetkârâne irşâdâtıyla” bina etmiştir.38 Hz. Üstad’ın bu ifadelerinden, Zülkarneyn’in tavır ve hareketlerini nübüvvete daha yakın bulduğunun anlaşılabileceğini; binaenaleyh, Zülkarneyn’in (as) nebi olabileceği hususunda bir ipucu alınabileceğini de burada hatırlatalım.
Kur’ân’ın küllî ve geniş olayları birer örnekte nazarlara sunduğunu, buradan hâdisenin benzerlerine intikal edilmesinin ve belli hisseler çıkarılmasının aklen daha kolay olacağını beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri (ra), Kur’ân’ın kıssaları hisse alınması için zikrettiğini, bu kıssaların Kur’ân’ın maksatlarına münasip noktalarının seçilerek hayat ukdeleri hükmünde ana maksada bağlanması gerektiğini, hâdisenin detaylandırılması değil, hisse alınmasının önemli olduğunu vurgular.39 Ye’cüc ve Me’cüc ile sedd-i Zülkarneyn hadisesinin de, küllî efrâdı içerisinde bir ferdi teşkil ettiğini, meselâ Ye’cüc ve Me’cücün bozguncu ve şerîr sıfatlarıyla kıyâmete yakın yeniden çıkacağının ve dünyayı fesada boğacağının da sahih rivâyetlerde bildirildiğini haber verir.40
Sahih kaynaklarımızda Nevvâs b. Sem’ân’ın (ra) rivâyet ettiği oldukça uzun bir hadîs vardır. Bu hadiste Peygamber Efendimiz (asm) deccaldan bahseder. Deccalin fitnesinin dehşeti hakkında, “ben aranızda bulunmazken çıkacak olursa herkes kendi nefsinin müdâfii durumunda olacaktır.” buyurur. Sonra oldukça uzun ve müteşâbih bilgiler verir. Hazret-i Îsâ’nın (as) ineceğini haber verir. İnsanların şerlilerinden olan Ye’cüc ve Me’cücün kıyâmete yakın yeniden türeyeceğini ve dünyayı fesada vereceğini beyan eder. Bu hadiste Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm),Ye’cüc ve Me’cücü “insanların şerlileri” sıfatıyla tanımlar.41
Bedîüzzaman Hazretleri (ra), bu hadîsin tefsîri sadedinde yaptığı îzâhâtta, meselâ çekirge gibi bir âfetin bir mevsimde pek çok bulunabileceğini, mevsim değiştikçe memleketi fesâda veren o yoğun kabilenin hakîkatının mahdud bazı fertlerde saklanacağını, zamanı geldikçe emr-i İlâhî ile yeniden o mahdut fertlerden gâyet çoklukla aynı fesadın başlayabileceğini; çünkü onların karakterleri ve yapıları değişmediğini, ancak inceldiğini, mevsimi gelince zuhur edebileceğini beyan eder. Bu örnekten hareketle; bir zaman dünyayı yaşanmaz hale getiren Ye’cüc ve Me’cüc taifesinin de mevsimi geldiği vakit, izn-i İlâhî ile dünyayı ve beşerin medeniyetini yeniden darmadağın edeceğini, dünyanın yeniden büyük bir şer ve fesat fırtınası yaşayacağını kaydeder.42 Allah bilir; bu şer ve fesat yoğunluğu öyle arsız ahlâksızlıkları netice verir ki, belki de kıyamet bu şerir yığının üzerine kopar.
Zaten insanın fıtratında bozmak, yıkmak ve zulmetmeye karşı şiddetli bir meyelân vardır. Bu meyelâna imanla ve Allah korkusuyla sınır konmadığı takdirde, ortaya çıkacak fitne ve fücurun Sedd-i Zülkarneyn’e sebep olan Ye’cüc ve Me’cücü aratmayacağı açıktır.43 Belki bundandır ki, insanlığın yüzde doksan gibi bir ekseriyetinin Ye’cüc ve Me’cüc olduğunu nakledenler de olmuştur.44
Bedîüzzaman Hazretleri (ra) bu tehlikeyi hiçbir zaman göz ardı etmediğinden, uzun ve verimli ömrünün tamamını milletin imanının selâmeti için vakfediyor; sedd-i Kur’ânî’nin tezelzülüyle Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş olarak, ahlâkta ve hayatta karanlıklı ve zulümlü bir anarşiliğin ve dinsizliğin fesadına karşı tek çarenin iman hizmetinde kilitlenmek ve yoğunlaşmak olduğunu şiddetle haber veriyor.45
DİPNOTLAR
36 - Lem’alar, S.113
37- Muhâkemât, S. 59
38- Lem’alar, S. 112
39- Muhâkemât, S. 61
40- Sözler, S. 311
41- R. Sâlihîn, 1805
42- Sözler, S.311
43- Şuâlar, S. 507
44- Tecrit Terc. IX/101
45 -Kastamonu Lâhikası, S. 111
17.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|