2. Abdülhamid Han’ın 23 Temmuz 1908’de ilân ettiği 2. Meşrûtiyetle Osmanlı parlamenter sisteme geçti.
Aradan geçen yüz yıllık zaman diliminde çok sancılı dönemler yaşandı. Komite istibdadı ile Abdülhamid Han’ın mecbur kaldığı zayıf istibdadını aratır hâle gelen İttihat ve Terakkî Fırkası, acemîlik ve tecrübesizlikleriyle Osmanlı Devletini 1. Cihan Savaşına soktu ve neticede Osmanlı tarih sahnesinden çekildi.
Osmanlı’dan miras kalan topraklar üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, uzun yıllar İttihat ve Terakkî Fırkasının devamı niteliğindeki, o günkü adıyla Halk Fırkasının tek parti sultasıyla yönetildi. Sonradan Cumhuriyet Halk Partisi adını alan bu fırka, Kâzım Karabekir Paşa’nın başını çektiği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930’larda kurulan Serbest Fırkanın vücutlarına tahammül edemeyerek çeşitli entrikalarla onları kapattırdı.
1944 yılında dörtlü takrirle Halk Fırkasından ayrılan Menderes ve arkadaşları, 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurdular. 21 Temmuz. 1946’da yapılan ve açık oy gizli tasnif denilen ucûbe bir seçimle de olsa 61 milletvekili elde ederek meclise girdiler.
Dört sene sonra yapılan 14 Mayıs 1950 seçimleri tam bir zaferdi. “Yeter! Söz Milletindir” parolasıyla millet beyaz bir ihtilâl yapmış ve Demokrat Parti’yi tek başına iktidara getirmişti. 1960 yılına kadar süren 10 yıllık iktidar döneminde Demokratlar çok büyük icraatlara imza atmışlardı. Her şeyden önce 18 yıl ülke semâlarından susturulan Ezân-ı Muhammedî aslî şekliyle okutulmuştu. Okullara Din dersi konmuş, İmam Hatip liseleri, İslâm Enstitüleri, İlahiyat Fakülteleri kurulmuş, Risâle-i Nurların matbaalarda serbestçe basılması ve satılması ile birlikte, Kur’ân kursu faaliyetlerine imkân verilmişti. Milletin cebi para görmüş, köylü çarıktan iskarpin ayakkabıya geçmişti. Ülke bir uçtan diğerine şantiye halindeydi. Yollar, köprüler, barajlar, fabrikalar, okul ve hastane gibi ihtiyaç olan bütün binalar inşâ ediliyordu. Ama asıl önemli olan ise, halk sürü olmaktan çıkarılmış ve vatandaş olarak ülkenin gerçek sahibi haline getirilmişti. Herkes hürriyetin tadını hissetmişti.
Ancak, bu mutlu tablo on yıl sürdü. İktidarı elden kaçıran CHP, orduyu tahrik ederek 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştirdi. Yeni bir anayasa ile sağ iktidarların önünü kesmeyi hedefledi. Şâyet gelecek olurlarsa onlara engel olacak kurumları ihdas etti. 1965 seçimlerinde, Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi tek başına iktidara geldi. Yıllık yüzde beş enflasyon ile yüzde yedilik kalkınma 1971 yılına kadar sürdü. Maddî ve mânevî kalkınma hamleleri devam ettirildi. “Bu memlekette herkes göğsünü gere gere ben Müslüman’ım diyebilmelidir”, “Tesbih çekenle tetik çeken bir olmaz”, “Karl Marks’ın manifestosunun rahatça okunduğu bir ülkede, Risâle-i Nurları suç saymak mümkün değildir” gibi sözler zamanın başbakanı tarafından söylendi.
Sonraki yıllarda 1971 muhtırasını, 1980 ihtilâlini, 1997 post modern darbelerini yaşayan genç demokrasimiz, bir türlü rahat yüzü göremedi. Çeşitli entrikalar, siyasî oyun ve tuzaklarla önleri kesilen Demokrat Parti geleneğinin yokluğunda mutlaka bir şeyler noksan kaldı. Onun yerine merkeze oturmak isteyenler beklentileri karşılayamadı. Çok büyük iddialarla iktidara geldikleri halde, hem ANAP, hem AKP, iddialarının altında kaldı. Parti propagandalarını takip ediyorum. Hemen tamamına yakını ekonomiyle alâkalı. Başörtüsü yasağı, İmam hatip liselerine uygulanan haksızlık, Kur’ân kursu yaş sınırlaması gibi konular gündemlerinde hiç yok. Gerginlik olmasın diye bir tane bile başörtülü milletvekili adayı gösteremeyenlerin, eşi başörtülü olan bir adayı Cumhurbaşkanı yapmaya çalışmalarındaki samimiyeti de anlamak mümkün değil. Burada bir çelişki yok mu? Yoksa maksat başka mıydı?
Şimdiye kadar herkes söyleyeceklerini söyledi. Son söz millete ait. Yüz yıllık seçim tarihini takip eden, 61 sene evvel 21 Temmuz 1946’da 61 milletvekili ile Demokrat Parti’yi meclise taşıyan ve her zamankinden daha fazla Demokrat geleneğe ihtiyaç duyan bu millet, 22 Temmuz 2007 seçimleri ile bir sürpriz daha yapacak ve derin mahfillerin derin hesaplarını altüst ederek, kurulan tuzakları bozacaktır. Herkesin bir hesabı varsa, elbette Allah’ın da bir hesabı vardır. Bize düşen ise, Bediüzzaman’ın işaret ettiği yerde sebât ve metânetimizi devam ettirmektir.
Not: Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden ve Risâle-i Nur hizmetkârlarından Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyime Allah’tan rahmet ve mağfiret diler; okuyucularımın mübarek üçaylarını ve önümüzdeki Regaib gecelerini tebrik eder, hayırlar getirmesini niyaz ederim.
18.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|