Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Sahabe farkı



Hasan-ı Basrî, zamanının insanlarına sahabeyi anlatırken, “Siz onları görseydiniz deli derdiniz. Onlar da sizi görselerdi ‘Bunlar Müslüman değil’ derlerdi” dermiş.

Her konuda Resûlullah’ı (asm) taklit eden, her hususta onu takip eden, bunu hayatlarının gayesi haline getiren sahabenin “en güzel örnek” olan Resûlullah’a (asm) benzemek en büyük hedefleriydi.

Abdullah bin Ömer’in bu husustaki hassasiyetini görenler “Herhalde bir şey arıyor” zannederler, hatta “Bu adam her halde deli” diyenler bile olurdu. Çünkü o bir gölge gibi adım adım takip ederdi Resûlullah’ı (asm). Nerede konaklamışsa konaklar, nerede namaz kılmışsa kılar, nerede ne yapmışsa mutlaka yapar, “Niçin böyle davranıyorsun?” diyenlere de, “Resûlullah’ın (asm) böyle davrandığını gördüm de onun için” derdi.

Babası Hz. Ömer’in de Hacerü’l-Esved’i öperken, “Biliyorum Kara Taş (Hacerü’l-Esved), sende bir kerâmet yoktur. Gördüm ki Allah Resûlü (asm) seni öpüyordu. Ben de onun için seni öpüyorum” dediğini biliyoruz. Bu haliyle o Resûl-i Ekrem’e (asm) ne derece sadakatle bağlı olduğunu gösteriyordu.

Resûlullah’ın (asm) en sadık dostu Hz. Ebû Bekir’in, Allah Resûlünün (asm) vefatından önce Mute’ye Bizans’a karşı gönderdiği Hz. Usame başkanlığındaki ordunun, Efendimizin (asm) vefatı üzerine tehir edilmesini isteyenlere karşı yeminle “Yırtıcı hayvanların beni parçalayacaklarını bilsem, yine de Hz. Peygamberin yola çıkardığı Usame ordusunu gönderirim. Tek başıma da kalsam yine gönderirim” deyişi meşhurdur. Yine o, namazla zekâtı ayıranlara da savaş açmakta tereddüt etmemiş, zekâtın maldan alınan bir hak olduğunu belirtmiş ve “Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah’a (asm) zekât olarak verdikleri bir yuları dahi bana vermedikleri müddetçe onlarla savaşırım” demişti.

İşte sahabe buydu! Onların erişilmez oluşlarının temelinde Resûlullah’a (asm), Sünnet-i Seniyyesine bağlılıkları, onu örnek ve model almayı hayatlarının gayesi yapmaları yatmaktaydı. Allah’ın razı olduğu insanlar olabilmek kolay mı?

18.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Gerçekten de “AKP demokrat değil” imiş!



Bu tesbit, bu sefer bize ait değil. Araştırma yaptıran sivil bir örgütün. Neticelerini vermeden önce, bir soru:

Türkiye demokrasi ile yönetiliyor; öyle değil mi? Peki, nasıl bir demokrasi?

Din ve inançlar, “Diyanet” vasıtasıyla devletin vesâyeti altına alınmış. Partilerin elleri kolları, 135. madde ile bağlanmış. 12 Eylül darbesinin ürünü anayasa baştan ayağa antidemokratik maddelerle dolu; değiştirilmesi isteniyor. 301 gibi maddeler, düşünenlerin, yazanların, konuşanların canına okuyor! İnsanlar, “Deprem İlâhî ikazdır!” dediği için mahkemelerde süründü, hapislerde yattı! Kimi yalınayak, başaçık üniversiteye giderken, yalnız başörtülülere yasak! Kur’ân öğrenme yaş sınırı var… vs., vs., vs…

Kısaca, ne giyineceğimize, nasıl giyineceğimize (başörtüsü problemi, şapka iktisası/giyme kanunu vb.), hangi kelimeleri kullanacağımıza (bey, paşa, ağa, hacı, hoca efendi, vs. kelimelerini kullanmak kanunen yasaktır hâlen), nasıl bir milliyetçilik anlayışına sahip olacağımıza rejim, sistem, devlet karar verir!

Öyle ise Türkiye’de seçim ve bir takım haklar hariç, demokrasi var, diyebilir misiniz? Demek demokrasi özde değil sözdedir, kâğıt üstündedir! Bunda mutabık isek; ikinci bir soru:

“Türkiye’de demokrasi var” demekle gerçek demokrasi olmazsa; yıllar yılı başka düşüncelerle yoğrulmuş bir insan, “Değiştim, demokrat oldum!” demekle tam demokrat olabilir mi; demokrasiyi hazmettiğini gösterir mi? Aslında olabilir! Kalbini yarıp bakmıyoruz ki! Fakat, birbirine benzeyen ağaçları ayıran, meyveleridir! Demokratlığın göstergesi de demokratik icraatlar değil mi? 4.5 senedir, insan hak ve hürriyetleri açısından hangi adım atılmış, hangi yasak halledilmiş, hangi antidemokratik uygulamaya son verilmiş? Hatta, “Söz vermedik, söz verdiğimizi kimse ispat edemez, bedel ödemeye hazır değiliz, başörtüsü yüzde bir buçuğun sorunudur” denmiş. “Değiştim, demokrat oldum!” da aynı kişilerin sözü, “Söz vermedik, bedel ödeyemeyiz!” diyen de aynı kişinin sözü! Birincisi demokrat olduğuna inanmamızı isterken; ikincisi demokratlıkla alâkasının olmadığını ispat etmez mi?

“Değiştim, demokrat oldum!” diyeni mihenge vurmalıyız. “Doğru ve altın çıktı ise tebrik; yanlış ve bakır çıktı ise, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takıp göndermeli” miyiz? Ne kadar demokrat oldun? Tam, yarım, üçte bir, beşte bir mi? İşte bir ölçü:

İnsan medenî-i bittab (yaratılışı, tabiatı icabı medenî, sosyal bir varlık) olduğundan ebnâ-yı cinsinin (insanların) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükelleftir.” (Münâzarât, s. 136-140.)

Eğer hak ve hürriyetler konusunda mücadele ederse, söz verirse, bedel öderse; diktatörlere taviz vermezse; antidemokratik kanunların ve uygulamaların karşısına dikilirse o zaman demokrat oldu!

Bir soru daha: Eğer R. Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı olmadan ve RP-FP kapatılmadan evvel “Değiştim, demokrat oldum!” deseydi ve ona göre hareket etseydi, demokrat olduğunda daha inandırıcı olmaz mıydı? Makam için, başbakanlık için “Değiştim, demokrat oldum!” demek makbul mü? Bir ölçü daha:

Bediüzzaman, İttihad-ı İslâm (din adına hareket eden zihniyet, akım, parti) için “(milletin) yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye (İslâmî terbiye) zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır”2 der.

“Yüzde altmış-yetmiş tam mütedeyyin olmak” şartına ise, toplumu oluşturan bütün katmanlar dahildir. Yani, bu, çıplak rey değildir. Toplum, sistemi oluşturan bütün katmanların yüzde 60-70’i değil mi? Yani, halkın yüzde 60-70’i, öğretmenlerin yüzde 60-70’i, üniversitelerin yüzde 60-70’i, hukukçuların yüzde 60-70’i, teknikçilerin yüzde 60-70’i, basının yüzde 60-70’i, askerlerin yüzde 60-70’i… vs.

Acaba bu ölçüyü demokratlık için kullanamaz mıyız? Yani, bir adamın söz, fiil, çalışma ve mücadelesinin yüzde 60-70’i demokratik ise, o demokrattır; tersi ise, değildir! Bu tahlillerden sonra “AKP demokrat değildir” sözünü nereden çıkardığımıza geçelim:

(Eğitim-Bir-Sen araştırmasına göre) AKP içinde kendini milliyetçi olarak niteleyenler yüzde 25,4; muhafazakâr olarak niteleyenler yine yüzde 25,4 oranında yer alırken; İslâmcı olarak niteleyenler yüzde 16,1; demokrat olarak niteleyenler de yine 16,1 oranında yer buluyor. Bu arada parti içinde yüzde 10 Atatürkçü, yüzde 3,4 sosyal demokrat, yüzde 2 liberal ve yüzde 1,6 da sosyalist bulunmaktadır. (Yasin Aktay / Yeni Şafak, 14.7.2007)

Bir soru, bir ölçü daha: Elinde yeterli parlamento çoğunluğu olduğu halde Türk demokrasisinin büyük yapısal sorunlarını düzeltmek için kılını bile kıpırdatmayan AKP, bu AKP değil mi? Antidemokratik yüzde 10 barajı kaldırmayan, siyasal partilerin demokratikleşmesini sağlayacak ve lider sultasına son verecek değişiklikleri yapmayan, bağımsız milletvekillerinin seçilmesini zorlaştırmak için oy pusulalarını bir buçuk metrelik bilmeceler haline getiren parti bu AKP değil mi? Tuzaklarla dolu 301. maddeyi önümüze koyan AKP hükümeti değil mi? Gazetecilere ve karikatüristlere açtığı dâvâların sayısıyla rekorlar kıran Başbakan, AKP hükümetinin başbakanı değil mi? Terörün sıfırlandığı bir ülkeyi devralmasına rağmen Güneydoğu’da gerekli demokratik adımları atmayarak onu azdıran hükümet hangisidir? Bu ne biçim demokratlıktır? (Haluk Şahin / Radikal, 14.7.2007)

Sanık sizin; karar da sizin!

18.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Sami CEBECİ

Son söz milletin



2. Abdülhamid Han’ın 23 Temmuz 1908’de ilân ettiği 2. Meşrûtiyetle Osmanlı parlamenter sisteme geçti.

Aradan geçen yüz yıllık zaman diliminde çok sancılı dönemler yaşandı. Komite istibdadı ile Abdülhamid Han’ın mecbur kaldığı zayıf istibdadını aratır hâle gelen İttihat ve Terakkî Fırkası, acemîlik ve tecrübesizlikleriyle Osmanlı Devletini 1. Cihan Savaşına soktu ve neticede Osmanlı tarih sahnesinden çekildi.

Osmanlı’dan miras kalan topraklar üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, uzun yıllar İttihat ve Terakkî Fırkasının devamı niteliğindeki, o günkü adıyla Halk Fırkasının tek parti sultasıyla yönetildi. Sonradan Cumhuriyet Halk Partisi adını alan bu fırka, Kâzım Karabekir Paşa’nın başını çektiği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930’larda kurulan Serbest Fırkanın vücutlarına tahammül edemeyerek çeşitli entrikalarla onları kapattırdı.

1944 yılında dörtlü takrirle Halk Fırkasından ayrılan Menderes ve arkadaşları, 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurdular. 21 Temmuz. 1946’da yapılan ve açık oy gizli tasnif denilen ucûbe bir seçimle de olsa 61 milletvekili elde ederek meclise girdiler.

Dört sene sonra yapılan 14 Mayıs 1950 seçimleri tam bir zaferdi. “Yeter! Söz Milletindir” parolasıyla millet beyaz bir ihtilâl yapmış ve Demokrat Parti’yi tek başına iktidara getirmişti. 1960 yılına kadar süren 10 yıllık iktidar döneminde Demokratlar çok büyük icraatlara imza atmışlardı. Her şeyden önce 18 yıl ülke semâlarından susturulan Ezân-ı Muhammedî aslî şekliyle okutulmuştu. Okullara Din dersi konmuş, İmam Hatip liseleri, İslâm Enstitüleri, İlahiyat Fakülteleri kurulmuş, Risâle-i Nurların matbaalarda serbestçe basılması ve satılması ile birlikte, Kur’ân kursu faaliyetlerine imkân verilmişti. Milletin cebi para görmüş, köylü çarıktan iskarpin ayakkabıya geçmişti. Ülke bir uçtan diğerine şantiye halindeydi. Yollar, köprüler, barajlar, fabrikalar, okul ve hastane gibi ihtiyaç olan bütün binalar inşâ ediliyordu. Ama asıl önemli olan ise, halk sürü olmaktan çıkarılmış ve vatandaş olarak ülkenin gerçek sahibi haline getirilmişti. Herkes hürriyetin tadını hissetmişti.

Ancak, bu mutlu tablo on yıl sürdü. İktidarı elden kaçıran CHP, orduyu tahrik ederek 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştirdi. Yeni bir anayasa ile sağ iktidarların önünü kesmeyi hedefledi. Şâyet gelecek olurlarsa onlara engel olacak kurumları ihdas etti. 1965 seçimlerinde, Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi tek başına iktidara geldi. Yıllık yüzde beş enflasyon ile yüzde yedilik kalkınma 1971 yılına kadar sürdü. Maddî ve mânevî kalkınma hamleleri devam ettirildi. “Bu memlekette herkes göğsünü gere gere ben Müslüman’ım diyebilmelidir”, “Tesbih çekenle tetik çeken bir olmaz”, “Karl Marks’ın manifestosunun rahatça okunduğu bir ülkede, Risâle-i Nurları suç saymak mümkün değildir” gibi sözler zamanın başbakanı tarafından söylendi.

Sonraki yıllarda 1971 muhtırasını, 1980 ihtilâlini, 1997 post modern darbelerini yaşayan genç demokrasimiz, bir türlü rahat yüzü göremedi. Çeşitli entrikalar, siyasî oyun ve tuzaklarla önleri kesilen Demokrat Parti geleneğinin yokluğunda mutlaka bir şeyler noksan kaldı. Onun yerine merkeze oturmak isteyenler beklentileri karşılayamadı. Çok büyük iddialarla iktidara geldikleri halde, hem ANAP, hem AKP, iddialarının altında kaldı. Parti propagandalarını takip ediyorum. Hemen tamamına yakını ekonomiyle alâkalı. Başörtüsü yasağı, İmam hatip liselerine uygulanan haksızlık, Kur’ân kursu yaş sınırlaması gibi konular gündemlerinde hiç yok. Gerginlik olmasın diye bir tane bile başörtülü milletvekili adayı gösteremeyenlerin, eşi başörtülü olan bir adayı Cumhurbaşkanı yapmaya çalışmalarındaki samimiyeti de anlamak mümkün değil. Burada bir çelişki yok mu? Yoksa maksat başka mıydı?

Şimdiye kadar herkes söyleyeceklerini söyledi. Son söz millete ait. Yüz yıllık seçim tarihini takip eden, 61 sene evvel 21 Temmuz 1946’da 61 milletvekili ile Demokrat Parti’yi meclise taşıyan ve her zamankinden daha fazla Demokrat geleneğe ihtiyaç duyan bu millet, 22 Temmuz 2007 seçimleri ile bir sürpriz daha yapacak ve derin mahfillerin derin hesaplarını altüst ederek, kurulan tuzakları bozacaktır. Herkesin bir hesabı varsa, elbette Allah’ın da bir hesabı vardır. Bize düşen ise, Bediüzzaman’ın işaret ettiği yerde sebât ve metânetimizi devam ettirmektir.

Not: Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden ve Risâle-i Nur hizmetkârlarından Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyime Allah’tan rahmet ve mağfiret diler; okuyucularımın mübarek üçaylarını ve önümüzdeki Regaib gecelerini tebrik eder, hayırlar getirmesini niyaz ederim.

18.07.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Ne kadar uzaklıktasınız?



Uzaklık bazen mesafeleri ve bazen başka bir diyarı çağrıştırırken, bazen de gözünüzün önündeyken elinizi uzatıp yakalayacağınız kadar yakın bir mesafeyi. Ve bilinenlerin aksine, uzaklık kavramı kişilere, olaylara, duruma göre değişkenlik arz eder.

Genel olarak gurbetin, hasretin, ayrılığın, hüznün başlangıcıdır uzak. Dile uzak kelimesi düşmüş, kalem uzaklara dair acı acı kıvrılıyorsa kâğıtta, gözler yollara dalıp dalıp gidiyorsa, öyleyse uzaklığın adı hasret olmuş çoktan. İllâ birisi olması gerekmiyor, uzaklık deyince hatırladığımız. Bazen memleket özlemidir çekilen. Sıla denince küçük bir köy, şirin bir kasaba ya da hiçbir yerin benzemediği kocaman bir şehirdir hatırlanan.

Bunların hepsi bir yana, İsmet Özel’in dediği gibi: “Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için / gidecek yer ne kadar uzak olabilir?” Ve kişi kendine bile uzak olur kimi an. Uzaklığın adı değişir, yüzü, anlattıkları, tarifi… Yani uzaklık bile renk renk olur zaman zaman… Meselâ oğlu askere giden bir annenin gurbet acısıyla ağlayışı, başka bir annenin, oğlunun ölümü dolayısıyla düştüğü gurbet acısı içinde ağlayışı bir değildir. Zira ölüm dünya hayatı çerçevesinde daimî bir uzaklığı yaşatırken, askere gitme olgusu ise gelip geçici bir uzaklığı yaşatıp az da olsa mesafenin kapanması umudunu aralık bırakmıştır. Umut ile umutsuzluk arasında gidip gelir zaman.

Aynı şekilde, yeniden görüşecek olan iki sevgili, sevdiğini uğurlarken ağlar. Her ne kadar ölçülebilir bir uzaklık dolayısıyla ağlasa da, buna karşın ölçülemeyen bir uzaklık da var ki o da çok yakındayken bile içindeki sevdasını dile getiremeyenlerin içine düştükleri uzaklıktır. Ve ölçülebilir, hesaplı-kitaplı uzaklıklara ağlayanların acısından kat be kat fazladır. Bir bakıma, hiç kavuşma umudu olmayanın uzaklığı, bekleyeninkinden daha fazladır. Ve asıl uzak, onun içindir.

Öte yandan, yılda bir defa da olsa, çocukları ziyaretine gelen bir annenin hâli, aynı şehirde oldukları hâlde evlâtları hiç gelmeyen annenin içine düştüğü uzaklık birbirinden çok farklıdır. Düşünün bir kere… Söz gelimi sadece bir yıl yol gözleyen annenin bekleyişiyle, yıllarca yol gözleyen annenin gözünde uzaklığı algılama biçimi farklılık arz etmez mi?

Bir de çok yakınımızda olmasına rağmen, bizi anlamayan insanlarla aramızdaki mesafe de aslında uzaktır. Bedenen olmasa da ruhen ayrı yerlerdeyizdir. Birbirimize bakıp dururuz. Bulunduğumuz ortamlar aynı; fakat aldığımız tatlar başka başkadır. Sanki aynı anda, çok uzak mesafeden bakışırız. Her şeye farklı bakar, farklı yorumlarız. Demek ki, aynı evi paylaşmak bile yakınlık değildir bazı anlarda. Maharet beden ve ruh birlikteliğini yaşamakta.

Bununla birlikte, bir daha hiç dönemeyeceğimiz uzaklıklarımız da vardır. Bunlardan biri, çocukluğumuz. O günlerimizi o kadar özleriz ki, bazen elimizi uzatsak sanki bir şey alıp bizi o günlere götürecektir. Bize o kadar yakın ve o kadar uzak… Hatıralarımız, yaşadığımız güzel günler, “Keşke yeniden yaşayabilseydim” dediğimiz anlar… Hepsi bir nefes, bir göz kapayışı kadar bizimle iken, tutamayacak, göremeyecek kadar uzağımızdadır. Böylece istemesek de uzaklık denen olgu geçmişimizle aramıza girer pervasızca.

Bence uzaklık denince, aklımıza hemen uzak şehirler ve mesafeler gelmemeli. Her uzaklığın kendine göre bir makamının olduğu bilinmeli. Deyim yerindeyse, uzaklık bazen çok yukarıdan boşluğa bırakılmış beyaz bir kar tanesidir. Salına salına yere iner, yuvarlanır, hedefine doğru ilerler. Tam on ikiden vurduğu hedefse kırılıp kırılıp onunla beraber sürüklenen yüreğimizden başkası değil…

Ve insan yaşadığı her mesafeyle biraz daha olgunlaşır. Öğrenir ki uzak diye bir yer yok aynı gökyüzünü paylaşırken…

18.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Üç ayların faziletleri



“Üç ayların” içinde bulunuyoruz.

İbadet hayatımızda üç ayların hatırı sayılır bir yeri vardır.

Üç aylar girdiğinde her Müslüman kendi özel hayatına ve ibadetlerine bir çeki düzen verir. Bu çeki düzenden şüphesiz içinde bulunduğumuz aile ve toplum da olumlu olarak hissesini alır.

Her şeyden önce üç aylar birer ibadet ayıdır ve bu aylarda Allah’a, ibadet, zikir ve niyazlarla daha yakın olmaya çalışılır. Allah’ın huzurunda oluş daha sık hatırlanır. Dünyanın bir geçici han olduğu, günlerin âhirete ve ebediyete doğru hızla akıp gittiği, bir gün dünya hayatının acısıyla tatlısıyla son bulacağı, binaenaleyh dünyaya bel bağlanılmaması gerektiği ve bu yüzden ibadetlerin aksatılmaması lâzım geldiği, aksatılan ibadetler için kaza yapılmasının hiç olmazsa bu aylarda yerinde bir davranış olacağı, bu çerçevede kendimizi daha çok namaz ve oruç ibadetine tahsis etmemiz gerektiği bilinir ve bu aylarda ibadetler mümkün mertebe gündemimizde birinci sırayı teşkil eder.

Üç ayları oruçlu geçiren bahtiyar insanlar da çoktur etrafımızda. Bu aylarda geceleri kaza veya nafile namazlarını yoğunlaştıran, kandil gecelerinde ibadetlerini artıran; mümkünse kandil gecelerini uyanık geçiren mü’minler çoktur.

Kur’ân okunur bu aylarda. Hatimler indirilir. Fert fert, cemaat cemaat. Mukabeleler yapılır. İndirilen hatimler Peygamberlerin, Salihlerin, Âlimlerin ve isimleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş, bir fatiha okuyacak kimseleri kalmamış, hak ile yeksan olmuş mü’minlerin ruhlarına ithaf edilir.

Zekâtlar çoğunlukla bu aylarda verilir. Sadakalar artırılır. Hayır müesseseleri daha çok bu aylarda hatırlanır ve hatırı sayılır yardımlar bu aylarda yapılır.

Yüce Dinimizin üzerimizde görmek istediği güzel ahlâk (ahlâk-ı hamîde) daha çok bu aylarda yaşanır. Çocuklar sevilir, sevindirilir; yaşlılar daha çok hürmet görür; kimsesizler hatırlanır; insanlara daha bir hoş görülü ve sevecen yaklaşılır. Herkes bu sevgi yağmurundan nasibini alır, herkes bir sevgi yumağı olur. Hatta diğer mahlûkatın da gönlü hoş tutulur.

Dargınlar barışır veya barıştırılır. Bu aylarda barıştan yana daha çok mesafe alınır.

Günahkârlar daha çok bu aylarda günahlarından pişmanlık duyarlar, tevbe ve istiğfar ederler.

Sözün kısası, bu aylarda hayır ve hasenat artırılır. Yılın diğer dokuz ayında bu üç ay birer model alınır. Her Müslüman bunu böyle kabul eder. Yani üç aylarda ibadetlerle kazanılan yüksek ahlâk aktivitesi, diğer dokuz ayda muhafaza edilir, üç aylar örnek alınır ve üç aylarda kaydedilen mânevî yükseliş diğer aylarda sürdürülmeye çalışılır.

Üç aylarda mübarek gecelerin de bulunması, bu ayların mü’minin nezdindeki ehemmiyetini artırır. Recep ayının ilk Cuma gecesi Regaib Gecesi; Recep’in yirmi yedinci gecesi Mi’rac Gecesi; Şaban ayının on beşinci gecesi Berat Gecesi ve nihayet Ramazan gecelerinden bir gecenin Kadir Gecesi ismiyle Kur’ân’da bin aydan hayırlı olarak zikredilmesi mü’minin ruhî ve kalbî hayatında inkişaflara sebep olacak yüksek nitelikler taşır.

Netice olarak üç aylar, Müslüman’ın hayatında kalıcı bir iç kontrol, tesirli bir oto kontrol, etkin ve derin bir muhasebeye vesile olur.

Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurur: “Recep ayı Allah’ın, Şaban ayı benim, Ramazan ayı ise ümmetimin ayıdır.”

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) Recep ayına geldikleri zaman şöyle duâ ederlerdi: “Allah’ım! Bizim için Recep ve Şaban aylarını bereketli kıl ve bizi Ramazana ulaştır.”

Hz. Âişe (ra) anlatır: “Allah Resûlü (asm) orucunu öylesine uzatırdı ki, hiç açmayacağını zannederdik. Bazen de öyle uzun zaman tutmazdı ki, galiba hiç oruç tutmayacak derdik. Onun en çok nafile oruç tuttuğu ay Şaban ayı idi.

Efendimize (asm) sordum:

“Ey Allah’ın Resulü! Şaban ayında çok oruç tutmanızın hikmeti nedir?”

Allah Resulü (asm):

“Ey Âişe! Azrail’e bu ayda, öleceklerin listesi verilir. İstemez miyim ki, ismim ben oruçlu iken Azrail’e verilsin?”

Nihayet; üç ayların sonuncusunda ibadetlerin kutbu ve zirvesi Ramazan orucu tutulur. Peygamber Efendimiz’in (asm) müjdesiyle, Ramazan orucunu inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan umarak tutanların geçmiş günahları bağışlanır.

Ümmet için herhalde en heyecan verici müjde, geçmiş günahların bağışlanmasını netice veren bir büyük ibadete erişmek olsa gerektir.

Üç aylar bir fırsattır; değerlendirelim.

18.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Küçük hesaplar



Seçim sürecinin son günlerinde, kime oy vereceği konusunda kafası karışık olup da henüz karar veremeyenler muhtemelen hâlâ var.

Peki, anketlerle ve medyanın nabız yoklamalarıyla çizilmek istenen tablolar ne ölçüde gerçek durumu yansıtıyor? Bunlar hakikaten seçmen eğilimlerine mi ayna tutuyor, yoksa amaç, birilerince sandıktan çıkması arzu edilen tabloyu oluşturmak için zihinleri yönlendirmek mi?

İkinci şıkkın geçerli olduğu noktasında ciddî kuşkular ve bunlara dayalı yaygın bir görüş var.

Yönlendirme amaçlı anketler için bilhassa iktidar partisinin başından beri özel bir hazırlık yürüttüğüne dair iddialar dile getirilirken, aynı şeyin medya için de geçerli olduğu belirtiliyor.

Ve bu durumun, siyasetle ilişkisi seçimden seçime sandığa gidip oy vermekle sınırlı olan seçmenler üzerinde hayli etkili olduğu bir vâkıa.

Bu durumu değiştirmek ise, özellikle, çizilmek istenen tabloya itirazı olan partilerin daha fazla ve ekstradan gayret göstermelerini gerektiriyor.

Bu noktada, oy vereceği partiyi tayin ederken medyanın ve anketlerin yönlendirmesini ve gelip geçici rüzgârları değil, kendi siyasî düşüncesini ve prensiplerini esas alacak bir seçmen bilincinin oluşması da son derece önemli.

Böyle bir şuur kökleşmiş olsa, söz gelişi, toplumda hiçbir sosyo-politik tabanı ve karşılığı bulunmayan GP türü partilerin, hatırı sayılır oy yüzdeleriyle seçimde söz sahibi oldukları, hattâ barajı aşacak partiler arasında gösterilmeleri söz konusu olabilir mi?

Ya da, DP’ye oy vermeyi düşündüğü halde, bu partinin cumhurbaşkanı seçimindeki tavrı veya DP-ANAP birleşmesinin gerçekleşmemesi sebebiyle tepki olarak AKP’ye, hattâ CHP ve MHP’ye yöneldiği şeklindeki tuhaf ve ucube iddialar ciddî ciddî seslendirilebilir mi?

DP seçmeni partisine şu veya bu sebeple kızabilir, ama bu öfkesini göstermek için niye özellikle CHP’ye veya MHP’ye oy verme yoluna gitsin? 27 Mayıs’ı; Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın asılmasını ve bu olaylarda CHP-MHP zihniyetinin taşıdığı sorumluluk ve vebali hiçbir zaman unutamamış olan DP seçmeninin şimdi bu partilere oy vermesi hiç düşünülebilir mi?

Keşke bu tür küçük hesaplarla seçmenin kafasını karıştırarak aradan sıyrılma ve parsayı toplama kurnazlıklarına tevessül edilmese ve müdahalelerle kimyası bozulan siyasetin kendi gerçekleri çerçevesinde toparlanmasını hızlandıracak dürüst ve samimî politikalar uygulansa.

Umalım ki, seçmen ferasetiyle bu ayak oyunlarını görsün ve kurulan tuzakları boşa çıkarsın.

18.07.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Medya imparatorunun çöküşü



Lord Black... Bir dönem dünyanın en büyük medya patronlarından... Kanada asıllı bir İngiliz.

Dünyanın en büyük üçüncü gazete grubu olan The Daily Telegraph’ın eski sahibi Black’in hayatı debdebe içinde geçti.

“Bir dönem” diyoruz çünkü lüks hayat tutkusu yüzünden aç ve sefil duruma düştü.

Nasıl mı?

Savruk hayatı ve sefih hayatı yüzünden şirketini hortumlamaya başladı...

Bu yolsuzluk üç ay sürüyor... Kanada’daki şirket grubunun borçlarını ödemek için ABD’dekileri satan Black, bu arada hissedarlara ait paranın bir kısmını küçük parçalar halinde “tırtıklıyor.”

Yani, “zimmetine” geçiriyor.

Kendisini Hollinger’ın “mal sahibi” olarak tanıtan Black’in yüzde 14’lük hissedarlığına rağmen, sahip olduğu oy hakkına nazaran büyük bir ağırlığı vardı.

Black, 1992’de evlendiği ikinci karısı Barbara Amiel’in lüks harcamaları sebebiyle “daha fazla para”yı zimmetine geçirmeye başlayınca, durum, Hollinger’ın yüzde 86 hissesinin bulunduğu New York Borsası’nın dikkatini çekti.

Adalet yakasına yapıştı. Tutuklandı. 21 milyon dolar kefaletle tutuksuz yargılanan Black’in cezası öyle eften püften bir hapis cezası da olmayacak gibi.

Suçlu bulunduğu takdirde ve 60 milyon dolarlık hortum için şimdi 35 yıla varan bir hapis cezası alması bekleniyor.

Dâvâ üç aydır sürüyor.

Canım “bize ne elin medya imparatorundan” diyebilirsiniz.

Bizimle ilgisi şu:

Bizde medya imparatoru yok... “İmparatorları” var.

Türkiye’nin başına belâ olan bu “imparatorcuklar” medyanın itibarını zedeledi.

Düşünebiliyor musunuz?

Avrupa Birliği tarafından yapılan ankete göre halk en az “yazılı basın”a güveniyor. Buna “güven” deniyorsa... (Türkiye Kamuoyunun Üyelik Hakkında Görüşleri anketinden)

İmparatorlar sadece ülkemizde banka soymuyor, kendi şirketini hortumlamıyor.... Dahası, adalet yakasına yapıştığı zaman zeytinyağı gibi üste çıkmasını biliyor...

Üstüne üstlük, siyasete atılıyor, milletten oy istiyor. “Sütten çıkmış ak kaşık” misali.

İnsaf ki, ne insaf...

Bizde “medya imparatorları” çökmüyor.

Bilâkis “itibar” sahibi oluyor.

Sizce “terslik” nerede?

18.07.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Temel yaklaşımlar



Dünyanın genel gidişatını, bugüne tutulmuş dar menzilli ve kısa metrajlı yaklaşımlarla kavrayamayacağımız ve önümüzü açamayacağımız aşikârdır.

Esas olan geleceğin zaman dürbünüyle uzağı yakınlaştırarak projeksiyon tutmaktır. Gidişatın yarına ait emarelerini doğru okumak, insanlığın beklentilerini karşılayacak ana yaklaşımları ve gelişme trendlerini izlemektir. Bunu sosyolojik çerçevede değerler dünyası öncelikli bir ölçüyle ortaya koymak, daha da farklılık ve orijinallik gerektiren bir düşünce sistematiğini netice verir.

Dini kaynaklara dayalı ve Kur’ân merkezli müjde ve işaretlerden hareketle, istikbal kıtasını okumak, zamanın tünelinde kalmadan zaman üstü bir çizgide ufuk ve tasavvurun çerçevelerini vermek, günümüz ifadesiyle projeksiyon tutmak, Bediüzzaman’ın görüşlerinde çok belirleyici bir özelliktir.

Bediüzzaman, projeksiyonlarında asla düne takılmamıştır. “Eski hal muhal demiştir.” Yeni neticelerin müjdeleyicisi olmuştur. Yeni insanı tanımlamıştır. Yeni ihtiyaçların belirleyiciliğini görmüştür.

Bu yönüyle, tamamen yenileyici bir vasfın icracısıdır. Dinin asrımıza ışık tutan yenileyici mizacını yansıtan müceddittir.

Bediüzzaman’ın projeksiyonları; insana ve varlıklara Allah adına değer verir. Her şey mânâyı harfi ile yaratıcı adına değer bulur ve O’nun emir ve nehiyleriyle anlamlanır. Amaçları, yaratılışa uygun bir insanî yönelişin rehberliğini yapar. Bütün kaynaklarını Kur’ân esaslı kolaylaştırıcı bir dürbünle ortaya koyar.

Kendisi yüzyılımızda, adeta bir projektördür. Işık tutucudur. Yansıtıcıdır. Asrın karanlığına ve dünyanın bozguncu olumsuzluklarına alternatif olan nuranî bir dürbündür.

Geniş açılı olan ve önemli zaman kesitinde geleceği okuyan her projeksiyon, projeler için referanstır, dayanaktır. Amaçları belirlenmiş projeksiyonlara göre projelendirme ise sağlıklı bir metottur.

Bu yönüyle Bediüzzaman’a baktığımızda, 20. yüzyılla başlayıp yeni yüzyıllara hakim güçlü projeksiyonlar ortaya koymuştur. Projeksiyonların ana yapısını incelediğimizde, geleceğe tutulan belli başlı projeksiyonları şunlardır:

1- Medeniyet Projeksiyonu: Müsbet Avrupa ile İslam medeniyetinin ortaklaşa inşa edeceği diyalog ve ittifaktır.

Bunun proje boyutu, AB fikrini destekleyen Avrupa yorumları ve onları kalkındıran, geliştiren ve birleştiren yaklaşımların yer aldığı Sünûhat’taki metinlerdir.

2- Dinlerarası diyalog projeksiyonu: Küresel bozgunun, diğer tabirle “ifsat komiteleri”nin karşısında dünyanın sulh ve sükûneti için Hıristiyanlarla Müslümanların işbirliğini önerir.

3- Meşrûiyet ve hürriyet projeksiyonu: Yüzyılımızda bireyin hakları ve hakkaniyete dayalı meşrûiyet içinde fikrî, malî ve dinî hürriyetleri sağlayacak insanî taleplerin karşılanmasıdır.

Bu projeksiyonda karşımıza çıkan projesi ise, İttihad-ı Muhammedi cemiyeti için ortaya koyduğu metindir. Aynı zamanda günümüz için bir sivil toplum bildirgesidir ve uygulanabilir niteliktedir.

4- Din ve ilim projeksiyonu: Modern bilimler ile dinin, birbirini tamamlayan eğitim ve öğrenme metodu olarak görülmesidir.

Bu projeksiyona uygun projesi ise, Medresetüzzehra projesidir. Din ilmi ile fen ilminin beraberce okutulması fikridir.

5- İttihad-ı İslâm projeksiyonu: Gelecekte İslam dünyasının daha fazla müstakil devletlere kavuşacağını, yakınlaşmanın artacağını, sömürgelerin azalarak, ortak ihtiyaçlar ışığında işbirliği ve ittifakların boy göstereceği ekonomik, sosyal, siyasi ve dini deklarasyonların bütünüdür.

Bu projeksiyona tekabül eden projeler ise, Arapları intibaha getiren süreçlerin beraberinde Türklerle yapacakları ittifaklar, diğer kavimlerin bunlarla birlikte atacakları adımlara bağlı olarak “saadet” kapılarının açılmasını öngören önerilerinin tamamıdır.

6- Üst değer olarak din projeksiyonu: Dinin günlük hayatımızda belirleyici olan ve iman ihtiyacımızı karşılayan temel İslâmî ve amelî yapısının siyaset ve benzeri beşerî sistem ve safiyetlerin dışında ve üstünde tutulmasıdır.

7- Siyaset ve yönetim projeksiyonu: Hürriyet temelli, birey merkezli meşrû ve adil, iştirakçi ve ihtisasa dayalı siyaset ve idare tabanlı tercihler ortaya koyar. Bu fikirlerini, Osmanlı’da “Ahrarlar”, Türkiye Cumhuriyeti’nde “Demokratlar” olarak projelendirir.

8- Tecdit/yenilenme projeksiyonu: Asrın tereddütlerini ve imana taarruz ettirilen “ilim” kapısını, hikmet diliyle ve günümüzü nazara alan tecditle iman lehine ortaya koyar. Yeni şartları ve yeni sonuçları derin bir nazarla fark eder ve yeni çözümler getirir.

Bunlara mümasil başka projeksiyonlar da bulmak mümkün. İnşallah yeni kabiliyetler, daha tafsilatlı araştırırlar.

18.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Eyvah, “Kur’ân öğrenme yaşı düştü”!



‘Bir kısım medya’dan beklenen ‘yaz telâşı’ nihayet başladı. Okulların tatil olmasıyla birlikte çocukların camilere koşması ve Kur’ân öğrenmesi bazılarını fena halde telâşlandırmış. ‘Endişe’lerini manşetlere taşıyanlar “Kur’ân kursunda denetim boşluğu”ndan şikâyetçi...

Dört koldan ‘Haydi kızlar okula’ kampanyası açanların başarısızlığı ortadayken, bütün engellere rağmen çocuklarımızın camilere, Kur’ân kurslarına koşması bazılarını telâşlandırıyor. Hemen ifade edelim, ‘Haydi kızlar okula’ diyenlere temelde itiraz etmiyoruz. İtirazımız, okula koşan kızların bir kısmının, başörtülü oldukları için okul kapısından geri çevrilmesinedir!

Sigara, içki, uyuşturucu gibi ‘kökten zararlı’ alışkanlıkların yaygınlaşması karşısında bu derece tepki vermeyenlerin, çocukların Kur’ân öğrenmesinden telâşlanması ve manşetlerden ‘şikâyet’te bulunması normal midir? Neymiş, ilköğretim 5. sınıfı bitirmeyen öğrenciler ‘yaz kursları’na gidemezmiş! Tamam, böyle bir ‘yönetmelik’ var, ama yanlış olan bu! Türkiye ve dünya gerçeklerine uymayan ‘yasakçı’lığı savunmak, özgürlükçü medyaya mı düştü? Medyadan beklenen, tam aksine bu yanlışların, yasakların sona erdirilmesini istemek değil midir?

Neymiş, camilerde Kur’ân öğrenen çocuklara (çoğunluğu ilköğretim 3. ve 4. sınıfında olan öğrenciler) altın ve bisiklet vaat ediliyormuş! (Milliyet, 17 Temmuz 2007) Ne var bunda? Çocuklara; sigara, içki, kumar kâğıdı, ‘torpil/el bombası’, çakı ya da maske mi vaad edilseydi?

Üstelik, öğrencileri kurslara özendirmek için “Haydi çocuklar camiye” sloganları bulunan afişler de kullanılıyormuş! Bakın hele! Demek asıl suç bu: Çocukları camiye çağırmak, teşvik etmek ve bunu da ‘onlar’ın sloganını değiştirerek yapmak!

Lütfen, yanlışta inat ve ısrar edilmesin. “İlköğretim 5. sınıfı tamamlamayanlar Kur’ân öğrenemez, camiye, kursa gidemez” şeklindeki karar, meşhur 28 Şubat kararlarından biridir. 28 Şubat süreci için her ne kadar “Bin yıl sürecek” denilmiş olsa da 10 yıl bile süremedi. Pek çok karar, millet tarafından reddedildi ve uygulanmadı. Bu karar da uygulanma imkân ve ihtimali olmayan ‘anti-demokratik’ kararlardan biridir ve millet tarafından reddedilmiştir. Dolayısı ile, milletin reddettiği bir uygulamayı, bir kararı yeniden millete dayatmak kimseye bir şey kazandırmaz.

Merak ediyorum, bu haberlere imza atanların kendi çocukları değilse bile, tanıdık ve ahbaplarının çocukları camiye gidip Kur’ân öğrenmiyor mu? Çocukların sokaklarda ‘zararlı alışkanlıklar’ yerine, camilerde Kur’ân öğrenmesinden kim ne zarar görmüş? Bu manşetler, bu haberler ‘siyasî maksat’larla yapılıyorsa onlar da ters teper. (Haberde kullanılan fotoğraftaki çocukların huzur ve mutluluğu da size bir şey anlatmıyor mu?)

Çocuklarını camilere gönderen velileri en içten duygularla tebrik ederken, bu sıcak yaz günlerinde sokaklarda, parklarda oyun oynamak yerine Kur’ân öğrenmeyi tercih eden öğrencileri de gönülden tebrik ediyor ve gözlerinden öpüyorum. Allah (cc) zihin açıklığı versin. Âmin.

Lütfen, ‘sigara içme yaşı’nın düşmesinden ürkelim ve korkalım, Kur’ân öğrenme yaşının düşmesinden değil!

18.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İşbirlikçilerin muvazaası



Muvazaa aslında Arapça bir kökenden geliyor: Tevatu. Danışıklı döğüş gibi anlamlar yükleniyor. Eskiden çok kullanılırdı şimdi ise esamesi okunmuyor. Burada Kızıl Mescid’in talihsiz ve kızıl kaderinden bansediyoruz. Kardeşlerden Abdulaziz, burka giyerek kaçarken yakalandı, diğeri de son ana kadar direnme kararı aldığından dolayı çapraz ateşe kurban gitti. Kanı öngörüsünde olduğu gibi Pakistan’da İslâm devriminin fitilini ateşleyecek ve yakıtı olabilecek mi onu zaman gösterecek.

Ölümünden sonra hakkında yazılanlardan Abdurreşid Gazi’nin İngilizceyi de talakatla konuşan tabii ki Arapça bilen entelektüel birikimli bir zat olduğunu öğreniyoruz. Aynı caminin eski vaiz ve hatibi olan ve aynı zamanda Ziya ul Hak’ın dostlarından olan Mevlana Abdullah da bir suikast saldırısından sonra hayatını kaybetmişti. (The Red Masque (Lal Masjid): What does all mean/ Jerusalem Post, Dr. Issac Kfir, 11 Temmuz 2007). Daha ilginci, Gazi’nin baskının ardından vurulmasından sonra defin işlemleri sırasında bir oğlu dünyaya geliyor. Eşi bu yüzden cesediyle vedalaşama fırsatı bulamezken, Gazi de doğan oğlunu göremeden defnediliyor. Oldukça trajedik bir durum. Dünya marsadü’l iber yani ibretler aynasıdır. Gazi herşeye rağmen ölümü metanetle karşılıyor ve teslim olmaya yanaşmıyor. Oğlu doğarken kendisinin ölmesi bana Osman Gazi’nin tevellüdünü hatırlattı. Osman Gazi 1258 senesinde yani Bağdat’ın düştüğü yıl doğuyor. Birisi düşerken birisi ayağa kalkıyor. Şuunatı ilahi. Yine bir tevafuk eseri Ebu Hanife’nin vefat ettiği yıl Şafii doğuyor. Bazıları doğum ve ölümlerinin günü gününe denk geldiğini de söylüyorlar. Doğrusunu Allah bilir.

Aslında, Pakistan da hecin ülkelerden birisi. İslâm adına Hindistan’dan kopmuş ve Pakistan yani paktoprak adıyla kurulmuş. Kurulmuş ama Ziya ul Hak dönemi hariç ciddi bir İslâmileşme içine girmemiş. İslâmiliği isimde kalmış, hiç sıfatına yansımamış. Ne hukukta ne içtimaiyatta ne de eğitimde. Ziya ul Hak’ın fiili olarak yaptığını da Müşerref tersine çevirdi. Pakistan bir taraftan İslâm devleti iddiasıyla ortalıkta gezinirken diğer taraftan da fiili anlamda bir ulus devleti. Bunlar çelişki. Önce Bangladeş’ten ayrılırken, ardından da 11 Eylül’den sonra Afganistan politikasını değiştirerek ulus devlet formülüne bir adım daha yaklaşmıştır. Bundan dolayı Gazi, tezadlar içinde olan Pakistan’ın ulus devletten gerçek mânâda bir İslâam devletine geçmesini istiyordu. Gazi’nin emri bil’maruf eylemleri de onun teokrasi yanlısı olarak anılmasına neden oldu. Devletin görevlerini yapmaması ve ihmal etmesi suç olmazken görevinin hatırlatılması bu şekilde suç teşkil ediyor.

***

Peki Lal Mescid’de direnenler kimlerdi ve bunları hangi sıfatla anmak gerekir? Pakistan devletine göre içeridekiler Pakistan’ı Talibanistan yapmak isteyen güruhtu. Üstelik Serhad bölgesinden gelmiş teröristlerdi. İçeride bulunan çoluk çocuk ve kadınlar ise onların rehineleriydi. Fakat meseleye diğer taraftan baktığımızda meselenin bu kadar net olmadığı anlaşılıyor. Öyleyse Lal Mescid’de direnenleri hangi sıfatla ele alacağız? Arap basını onları ‘el ‘mutasimun’ veya ‘ellezine i’tasamu’ yani camiye sığınanlar şeklinde tanımlıyordu. İngilizce tabir olarak da yine ‘holdouts’ yani saklananlar veya direnenler anlamını verilmiştir. İçeridekilerin rehin alınması olayı da düzmece bir iddiadır ve direnişçileri kötülemeye matuftur. Müşerref bu şeni ve deni eylemiyle Pakistan’ı bir kavşak noktasına taşımıştır. Kimilerine göre Pakistan 1971 yılında Bangladeş’ten ayrılmasından sonraki en derin krizini ve buhranını yaşamaktadır. Bu aynı zamanda kimlik krizidir. Pakistan ordusundan emekli olmuş deniz amirallerinden Fasih Buhari, Müşerref’in ‘İslâmi militanlar’ tarafından ulusal devlete karşı yürütelen muhalefete karşı odaklandığını söylüyor. Ona göre Müşerref kendisini İslâmileştirme politikasına karşı konumlandırmıştı ve adamıştı. Misyonu bu olmalı.

Ziya ul Hak’ın konumlandırması İslâmileştirme politikası iken Müşerref’inki tersi olmuştur. Müşererf ve Ziya ul Hak birbirlerinin asimetrisidir. Ama Müşerref iktidarında din işlerinden sorumlu bakan da Ziya ul Hak’nı oğlu İcazü’l Hak’dır. Bu da Pakistan’a mahsus bir garabet örneği olmalıdır. Bu operasyonu onaylayanlar devlet otorite ve heybetinin yeniden kazanılması için bunun şart olduğunu düşünüyorlar. Fakat bununla birlikte hiç kimse devlet otoritesinin geri kazanılmasının kansız bir uzlaşma ile olabileceğini de reddetmiyor.

***

Cami baskınıyla ilgili yansımalara baktığımız zaman bu baskının bir taraftan ABD ile Müşeref arasındaki ilişkileri yeniden rayına sokarken ve kuvvetlendirirken diğer taraftan da ABD’nin Afganistan bölge valisi konumundaki Karzai ile Müşerref arasındaki ilişkiler ve bağları da pozitif yönde etkilenmiştir. İşte buna işbirlikçilerin muvazaası diyoruz. Bu mânâda Müşerref ile Karzai birbirine yakınlaşırken diğer taraftan da birbirlerine iyice benzeşmeye başladılar. Mekke baskınına benzediğinden dolayı Abdurrahman Raşid gibi Suudlu liberaller baskını alkışladılar ve Müşerref’i kurtarıcı ilan ettiler! Camiyi halkından kurtarmış olmalı. ABD ise Müşerref-Benazır ikilisine oynuyor. Aynı minvalde ABD, Türkiye’de ulusalcılar veya derin devlet doğrultusunda CHP-MHP eksenine oynayabilir mi? AKP’den vazgeçip onlara dümen kıvıracağını zannetmem. Ama yine de ulusalcıların simetrisi olan neoconların tercihi belli olmaz. AB de zımni olarak son olaylar muvacehesinde Müşerref’i destekledi. Mahmut Abbas da Hamas’ın böyle bir akibete uğraması için nelerini feda etmezdi....

18.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004