Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Sonra bir üçüncüsüyle o elçileri takviye ettik. Üçü de, "Biz size doğru yolu göstermek için gönderilmiş elçileriz" dediler.

Yâsin Sûresi: 14

18.07.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Birinize bir sıkıntı eriştiğinde şöyle desin: "Allah, Rabim Allah. Ben Ona hiçbir şeyi ortak koşmuyorum."

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 262

18.07.2007


Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar

Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.

Sual: Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.

Cevap: Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir. Ötekisinde ihtilâf ve zarar saklanmıştır. (...)

Sual: O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır.

Cevap: Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.

Sual: Nasıl iyilikten fenalık gelir?

Cevap: Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiâtına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır.

Münâzarât, s. 49-52

Lügatçe:

âli: Yüce, yüksek.

hüsn-ü zan: Güzel düşünme.

müfsid: Karıştırıcı, bozucu.

âkıbet: Son, sonuç.

çendan: Gerçi.

âkıl: Akıllı.

müştebih: Birbirine benzeyen.

semere: Meyve.

fırka: Grup, parti.

ehl-i fazl: Faziletli kimseler.

zan: Şüphe, zannetmek.

muhal: İmkânsız.

zerrât: Zerreler.

mürekkep: Terkip edilmiş, birleştirilmiş.

nokta-i nazar: Bakış açısı.

hasenât: İyilikler.

seyyiât: Kötülükler.

tereccuh: Üstün gelme.

seyyie: Günah, kötülük.

muhal-i âdi: Herkesin anlayabileceği imkânsızlık.

meylü’t-tahrip: Tahrip etme meyli, arzusu.

iğtişaş: Karışıklık, kargaşa.

18.07.2007


Ahirzaman yangınları

Bir yaz günü hafta sonu, öğleden sonra dışarı çıkmak üzere hazırlanıp, pardösümü giyip örtümü aynanın karşısında itina ile bağladıktan sonra merdivenlerden koşar adımlarla indim. Bina kapısından çıkmış ve daha ilk adımı atmıştım ki, binanın serinliğinden olacak şiddetini fark etmediğim hava sıcaklığı yüzüme çarpan rüzgârla kendini hissettirdi. Güneş ışınlarının yüzüme çarpan direkt etkisini azaltmak için gayri ihtiyarî başımı yere eğdim. Nazarım zemine kaydı; çok değil daha birkaç ay önce şimdi kupkuru ve tertemiz bu sokaktan karlara bata çıka yürüyordum. Bu yerlerin Hâkiminin ne garip icraatı vardı. Tonlarla su kütlesini (bulutları) başımızın üstünde gezdiriyor. Sonra istediğinde o su kütlesinin önemli bir kısmını ayaklarımızın altına serip bizi üzerinde yürütüyor. Biz küçücük evlerimizi üşümeyecek kadar ısıttığımızda doğal gaz faturalarından şikâyet ederken, o koca dünyayı, üzerinde yaşayanları terletip bunaltacak kadar ısıtabiliyor. Bu muazzam enerji fatura edilse ne büyüklükte bir rakam çıkardı acaba?

Sırtımdan yuvarlanan ter damlasının verdiği minik serinlikle bu düşüncelerimden sıyrıldım. Artık durağa gelmiştim. Hava ne kadar da sıcaktı. Hele bu sıcakta pardösülü ve başörtülü olmak ciddî bir sabır imtihanı. Yıllardır tesettürlü olduğumu bilen ancak su uyusa da hiç uyumayan nefsi emmârem havanın sıcaklığını fırsat bilip arka fondan söylenmeye başladı:

“Terlemen çok normal. Bu sıcakta bu kıyafet! İnsanlar serinlemek için derisini soyacak neredeyse, sen topuklara kadar pardösü giymişsin. Eee mükâfatını alacaksın ya, şimdi çek bakalım bu sıkıntıyı…’

Nefsim kendi kendine parazit yapa dursun otobüs durağa gelmişti bile. Otobüse bindim, kartımı geçirip koltuğa doğru yöneldim ki ön koltukta yaz sıcaklarına karşı, kıyafetleri ile ultra tedbirler alan bayanın alnındaki irili ufaklı ter damlaları dikkatimi çekti: O da terlemişti, hem de benden daha çok. Değilmi ki rahmeti gazabını geçen bu yerlerin Hâkiminin emrine itaatkâr kullarına özel ama gizli, kâinatta cârî sebeplerini zaman zaman kaldıran bir inayeti vardı.

Zenginin baklavadan aldığı lezzeti, sofrasında soğan ekmek yiyen fakire hissettirmesi gibi; rahatı zahmette, zahmeti rahatta gizlemesi gibi; İbrahim’i (as) yakmayan ateş gibi…

Demek ki Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara karşı yine onun koyduğu emirleri çiğneyerek tedbir alınamazdı. Ona iltica edilir ve yine Ondan yardım istenirse rahmetini elbette esirgemezdi.

‘Bir duâ, bir duâ… Bizi acze düşüren bu sıcaklara karşı tesirli, süratle vesile-i makâsıd olacak özel bir duâ olmalı. Meselâ Kur’ân’dan; meselâ bir peygamber duâsı olmalı.’

Risâle-i Nur’dan aşina olduğum bir Kur’ânî duâ yetişti imdadıma. Dilimden “Ya nâru kûnî berden ve selâmen” âyeti döküldü. İçim huzur doldu. Mânen serinledim.

Pencereden dışarıyı seyre daldım. Cayır cayır yanıyordu her taraf; hava sıcaklığından değil elbette. İsyan yüklü haller, cehennemî hâletler, hemcinsine bile nâmahrem kıyafetler ile bedenler yanıyordu; harama nazar eden gözler yanıyordu, savunmasız zehirli oklara maruz gönüller yanıyordu, hevâ ve heves uğruna zayi edilen lâtifeler yanıyordu.

Bunca yangına bir damla su olsun diye “Yâ nâru kûnî berden ve selâmen” dedi yüreğim.

Nazarımı pencereden çektim. Ne çâre ki otobüsün içinde şahit olduklarım da dışarıdakilerden farksızdı.

Önümde oturan iki genç kızdan biri diğerine her gece uyumak için mutlaka viski içtiğini, yoksa kronik migren rahatsızlığından dolayı uyuyamadığını, bazen gece yarısı bile olsa babasını gönderip aldırdığını anlatıyordu.

Yan tarafımda ayakta duran hip hop tarzı giyinmiş iki genç, yaz boyunca her gün ikindi vakti buluştuklarını, gece yarılarına kadar eğlencenin “en kralını” yaşadıklarını, üstelik bunu çok ucuza mal ettiklerini; çünkü bunun için birkaç kutu bira, birkaç paket cips ve bir müzik çalar yeterli olduğunu; şehrin merkezindeki bir alanda sabaha kadar müzik eşliğinde dans edip bira içtiklerini anlatıyorlardı.

Kulun Rabbinden uzaklaşmasından daha yakıcı ne olabilirdi ki... Yaz sıcağından yüz derece daha şiddetli yangınlarda olduğumuzu hissettiğimden daha içten “Yâ nâru kûnî berden ve selâmen” âyetini tekrarladım.

Hiç tanımadığım ve beni hiç tanımayan bu gençlere gıyâbî duâ müessiriyetinde olması ümidiyle hidayet talep ettim, bütün yangınlarımızı gülistana çevirebilecek Rabbimden.

İneceğim durağa gelmişti otobüs. İndim ve caddenin karşı tarafına geçerek yürümeye devam ettim. Âşinâ olduğum sokağın sonundaki binaya girdim, kapının ziline bastım.

Huri misâl gayet mütebessim bir çehre, içeri buyur etti beni. İçeride maddî ve mânevî bir serinlik, cennetâsâ baharın gonca gülleri vardı. İman ve Kur’ân hakikatleri okundu gürül gürül. Bütün dertlerimize şifâ oldu okunanlar. Üstelik hiç ücretsiz zevalsiz lezzet, elemsiz sevinç yaşadık o gün; her hafta olduğu gibi. Zamanın yangınlarına karşı bizlere Risâle-i Nur şemsiyesi uzatıp içinde bulunduğumuz yangınlardan İbrahimvârî bir inayetle koruyan Rabbime daha içten şükrettim.

[email protected]

Nuriye ÇEVİK

18.07.2007


ESMA-İ HÜSNA

Müsebbib

Allah (c.c.), Müsebbib’tir. Yani her bir şeyin var olma sebebi, Cenab-ı Hakkın onu var etme irâdesi ve emridir. Sebepleri îcat eden, sebepleri faaliyete koyan, sebeplere tesir veren, sebeplerin sebebi ve bütün varlıkların müsebbibi Cenab-ı Haktır. Görünen zâhirî sebepler, perdeden başka bir şey değildirler. Perde arkasında, Cenab-ı Hakkın kudreti ve irâdesi hâkimdir.

Müsebbib ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebir’de zikredilen isimlerdendir.

Kaderin, sebeple sebebin sonucuna (müsebbep) tecellîsinin bir olduğunu, yani şu müsebbebin (sonucun) şu sebeple vukûa geleceğinin kader tarafından, “beraber” bilindiğini beyan eden Bedîüzzaman, Müsebbibü’l-Esbâbın (sebepleri de yaratan) Cenab-ı Hak olduğunu, bütün sebeplerin îcaddan ellerinin kısa olduğu ve yaratmaya karşı kudretsiz bulundukları anlaşıldığında Müsebbibü’l-Esbab’tan başka sığınak kalmadığının da idrâk edileceğini ve birlik içinde birlik sırrının böylece inkişaf edeceğini; tek bir “sebep ve sonuç”tan tecellîsini esirgemeyen Cenab-ı Hakkın bütün kâinattaki sebeplere ve sonuçlara da hâkim olduğunun böylece anlaşılacağını kaydeder.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, sebeplerden yüz çevirmeli, doğrudan doğruya Müsebbibü’l-Esbaba dönmelidir. Kâinatta en küçükten en büyüğe kadar dikkatimize sunulan nizam ve intizam doğrudan Allah’ın kudretine bağlıdır. Cenab-ı Hakkın işine hiçbir tesâdüfün karışmasına imkân yoktur. Çoğu şeylerin sebepleri bir olduğu halde meydana gelme zamanının değişik olması Allah’ın irâdesini, meşîetini, irâdesinde bağımsızlığını ve ihtiyârının hiçbir kayıt altında olmadığını göstermektedir. Hiçbir şey tekdüze ve monoton değildir. Her şey, her an, her haliyle doğrudan Allah’ın bizzat kudret elindedir, her şey her hâlinde Allah’a muhtaçtır ve Allah’ın rubûbiyetine itirazsız ve kayıtsız boyun eğmiştir.

Bedîüzzaman’a göre, sebepler yalnız birer perdeden ibârettirler. İş gören sebepler değil bizzat ve bilfiil Allah’ın kudretidir. Her şey doğrudan Allah’ın kudretine bağlı iken araya sebeplerin konulması, Allah’ın izzet ve azametini insanların zâhir nazarlarından ve evhamlarından korumak içindir.

Fakat burada azamî dikkat etmeli, hakkı ve yetkisi olmadığı halde, böyle yalnız birer perde ve hedeften ibâret olan sebeplere yaratıcılık vasfı verilmemeli, gerçek etki sahibi oldukları zannedilmemelidir. Zîrâ Allah’ın tevhîd ve celâli bu yanılgıyı aslâ kabul etmemektedir. Çünkü bu yaklaşım, Allah’ın birliği esâsına zıttır. Binâenaleyh, Cenab-ı Hakkın izzet ve azameti sebepleri yalnız perde olarak gerekli kılmakta; fakat, tevhid ve celâli sebeplerin perde olmaktan öte, hakîki tesir sahibi zannedilmelerini aslâ istememektedir.

(Risale-i Nur'da Esma-i Hüsna)

18.07.2007


Fatiha Sûresi ve duânın gücü

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e (asm) verilen mucizelerin en büyüğüdür.

Malumdur ki, Yüce Allah, görevlendirdiği bütün peygamberlerine, kendi dönemlerinde makbul olup revaçta olan bir olgunun benzerini mucize olarak vermekte ve söz konusu peygamberini böylece takviye etmektedir.

Başka bir deyimle, vazifeli peygamberin çağdaşları ne ile meşgul olup neden anlıyorlarsa, Yüce Allah o dönemdeki peygamberine o nevî mucize vermekte ve muhataplarının dikkat ve ilgilerini çekmeye çalışmaktadır. Örneğin, Hz. İsa (as) zamanında insanlar, önceki zamanlara oranla tıbbî hadiselere daha çok ilgi duyduklarından Hz. İsa’ya (as) verilen mucizeler, ağır hastaların onun duâsıyla şifa bulması; ölülerin geçici bir süre için de olsa canlanması vb. tıbbî vakaları andıran mucizelerdir. Nitekim Hz. Musa’ya verilen âsâ mucizesi de işleri-güçleri sihir olan o zamanki insanları aciz bırakmıştır.

Edebiyat, belâgat ve şiirle uğraşan ve Peygamber Efendimiz’in döneminde yaşayanlara karşı en büyük mucize de Kur’ân-ı Kerim olmuş ve onlara meydan okumuştur.

Kur’ân-ı Kerim’in pek çok özelliği üzerinde durmak gerekir. Öğrenilmesi, okunması, mesajları, bizden istedikleri, sözlerinin özelliği, kelime ve cümle yapısı, âhengi ve diğer yönleri kitaplara bile sığmayacak açıklama ve izahlar gerektirmektedir.

Elimizdeki Mushaf’ın ilk sûresi olan Fatiha Sûresi, adeta Kur’ân’ın özü ve özeti mahiyetindedir.

114 sûrenin ilki olan Fatiha, tıpkı diğer sûreler gibi Rahman ve Rahîm olan sonsuz rahmet ve merhamet sahibi Allah’ın Yüce isimleriyle başlamakta ve O’nun bu özelliği ilk sözün başında şöylece vurgulanmaktadır:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…”

Yedi âyetten ibaret olan bu sûrenin ikinci âyetinde ise:

“Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” buyrularak, ezelden ebede her türlü şükür, minnet ve övgünün O’na ait olduğu belirtilmektedir. Üçüncü âyette yine Yüce Allah’ın rahmetinin bütün varlıkları kuşattığı; bütün yaratıklarının her türlü rızkını merhametiyle yetiştirdiği; mahlûkatına karşı son derece şefkatli ve merhametli olduğu gerçeğine vurgu yapılarak:

“O Rahman’dır… O Rahîm’dir” denilmektedir.

Dördüncü âyette ise haşir ve kıyamet gününe dikkat çekilerek adeta o güne hazırlıklı olunması gerektiği mesajına yer verilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:

“O hesap gününün sahibidir”… Böyle bir günün varlığından haberdar olan mü’min böylece hareketlerine çeki-düzen verecek, otokontrolünü yapacak, zulüm ve haksızlıklardan uzak duracak, sağlam ve yararlı bir insan olma yolunda mesafe alacaktır.

Allah’ın rahmet ve merhametiyle birlikte hesap gününü de göz önünde bulundurarak hayatını sürdüren mü’min, kime ibadet etmesi gerektiğini bilecek ve bu konuda herhangi bir kuşkusu kalmayacaktır. Bu yüzden bu iman, beşinci âyette şöyle dile getirilmektedir:

“Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” Evet, ibadet edilmeye lâyık olan sadece O; sığınılmaya değer yegâne varlık yine O’dur.

Rabbine iman ve ihlâsını arz edip beyanda bulunan kul, tam bu noktada O’ndan istenilmesi gereken en saygın ve en değerli isteğini açıklayacak ve bunun gerçekleşmesi için yalvaracaktır:

“Bizi doğru yola ilet.” Altıncı âyetin bu ifadesi bir bakıma duâ ve niyazın hülasasıdır. Tanımı ise bir sonraki yedinci âyette yer almaktadır:

“Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun kimselerin yoluna… Gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil!”.

Kul yüce Rabbinden yolların en güzelini; salih kulların, peygamber ve Allah dostlarının yolunu talep etmekte, duâ ve niyazda bulunmaktadır. Zaten sonunda adeta ‘imza’ niteliğinde, ‘duâmı kabul buyur’ sadedinde “âmin” diyerek son noktayı koymakta ve yaptığı yalvarış ve yakarışın farkında olduğunu dile getirmektedir.

Görüldüğü gibi, Fatiha Sûresi, aslında en güzel duâ örneğidir. Rahmetin, mağfiretin, hamd ve minnetin, tevhid ve ubudiyetin bolca vurgulandığı bir niyaz kapısıdır. Bir yalvarış ve yakarıştır. Yüce Yaratıcının varlığını, insanın sorumluluğunu, ahiret ahvâlini, doğru ve güzel yolu öz bir şekilde özetlemesi bakımından çok dikkat çekicidir.

Her gün en az kırk kez okuduğumuz Fatiha Sûresini, bu gibi mânâlar çerçevesinde okuduğumuzda daha çok manevî haz duyacağımız muhakkaktır. En azından neyi isteyip neden kaçındığımızı; Yüce Allah’a ne tür söz verdiğimizi bilmemiz, bizlere sorumluluğumuzu hatırlatacak ve kulluğumuzu daha anlamlı hale getirecektir.

Okuduğunu anlayıp uygulayan ferdler olmamız temennisiyle…

Y.Doç. Dr. Cüneyt GÖKÇE

HRÜ. İlahiyat Fakültesi

Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

[email protected]

18.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004